Semûd kavmine gönderilen peygamber. Nesebi; Sâlih bin Ubeyd bin Âsif bin Mâşıh bin Ubeyd bin Hâzir bin Semûd bin Âbir bin İrem bin Sâm bin Nûh'dur (aleyhisselâm). Hazret-i Âdem'in ondokuzuncu kuşaktan torunudur. Meşhûr kavle göre genç yaşında, Nûh'un (aleyhisselâm) şeriatını (dînini) kuvvetlendirmek için peygamber olarak gönderildi. İkiyüz sene ömür sürdüğü kaynaklarda geçmekte ise de bu hususta başka rivâyetler de vardır. Kabr-i şerîfi Mekke-i mükerreme de Dâr-ün-Nedve'de yâhut Rükn ile Makâm arasındadır. Bu durum “Fevâyih-i Mıskiyye” adlı eserde yer alan bir hadîs-i şerîfte; “Nûh, Hûd, Sâlih, Şuayb'ın (aleyhimüsselâm) kabirleri, Mekke'de Zemzem ile Makâm arasındadır” diye zikredilmiştir.
Semûd,
Arab-ı bâideden yâni tamâmen helâk ve yok olmuş ve helâk edilişleri dillere
destan olarak kalmış meşhûr bir kavimdendir. Kur’an-ı kerîmde çeşitli sûrelerde
îmân etmedikleri, bunun netîcesinde helâk oldukları beyân buyurulmaktadır.
Hûd
aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği Âd
kavmi, âsî olup, şiddetli rüzgârla helâk edilince, îmân ettikleri için bu
azâbdan kurtulan mü’minler, kendilerine yeni yurtlar bulmak için çeşitli
bölgelere dağıldılar. Bu büyük felâketten kurtulanlardan birisi de, Nûh'un (aleyhisselâm) oğlu Sâm'ın neslinden gelen Semûd idi.
Semûd ve beraberindekiler, Şam ile Hicaz arasında bulunan Hicr mevkîinde yerleştiler.
Semûd'un torunları bu beldeden ayrılıp, Âd kavminin helâk edildiği yerlere göç
ettiler. Kâdî, Hâzin ve Nîmetullah efendilerin beyânlarına göre; “Âd kavminin
helâkinden sonra Semûd kavmi onlara halef oldu. Onların yurtlarına yerleşip
imar ettiler.” Burada çoğalan Semûd'un torunları önce bir kabîle, sonra da
büyük bir kavim (topluluk) oldular. Dedeleri Semûd'a nispetle Semûd kavmi
denildiği gibi, az su demek olan Semed'den dolayı Semûd denildiği de rivâyet
edilmektedir. Kur'ân-ı kerîmde “Eshâb-ül
Hicr” şeklinde zikredilen bu kavim, Âd kavminin devamı olması ve onun yerini
alması sebebiyle Âd-ı sânî (ikinci Âd) diye de anıldı.
İbn-i
İshak dedi ki; “Allahü teâlâ Âd kavmini
şiddetli rüzgârla helâk edince, onların memleketlerini yurt edinen Semûd kavmi
dağlarda kayaları oyup evler yaptılar. Allahü teâlâ
onlara çok mal verdi.” Semûd kavmi on kabîle olup, her bölük, kadınlar ve
çocuklar hariç ikibin kişiden fazla idi. Sonraları daha da çoğalıp nüfusları
kendilerinden önce yaşayan Âd kavmi kadar oldu. Bu kavim tıpkı Âd kavmi gibi
taşları yontup, dağları oyarak kayalara, tepelere saraylar yapıp, ovalara
köşkler kurup, bağlar, bahçeler meydana getirdiler. Ömürleri uzun, dünyâ için
çok çalışan bu kavmin insanları taş oymacılığında pek ileri gittiler. Bu
husûsta Ebû Sa’îd İstahrî; “Semûd kavminin Vâdi-ül Kurâ havalisindeki kayalara
oydukları meskenler ince ve san’atlı, evleri de tam teşkilatlı idi” demektedir.
Allahü teâlâ,
Âd kavmi gibi bunlara da bol nîmetler ve çok uzun ömür verdi. Meskenlerinde her
türlü nîmetler içinde yüzüp, üçyüz sene ile bin sene arasında ömür sürdüler.
Önceleri bu nîmetlere şükrederlerken, sonraları unutup terk ederek, zevk ve sefâya
düştüler. Üstelik kabîle reisleri başta olmak üzere zulüm ve haksızlığa dayalı
çeteler kurup, karışıklıklar çıkardılar. İnsanları ifsâd ettiler ve putlara
tapmaya başladılar.
Kavmin
içinde îmân sâhibi olup, daha önce gönderilen Hûd'a (aleyhisselâm)
inananlar, Semûdlulara, Allahü teâlânın
Âd kavmini isyânları sebebiyle nasıl helâk ettiğini anlattılar. Reisleri olan
Halcan'ın yaptıklarını ve Hûd'un (aleyhisselâm)
onlara olan nasîhatlerini hatırlattılar. Çok kere bunu dinleyen Semûdlular; “Âd
kavmi kendilerine sağlam binâlar yapmadıkları için helâk oldular. Zirâ onlar
evlerini ve çadırlarını kumlar üzerine kurduklarından, esen rüzgâr evlerini ve
kendilerini aldı götürdü. Biz ise dağlarda kayaları oyup, sağlam, kapıları
demirden olan evler yapıyoruz. Rüzgâr onları yıkamaz ve bizlere de zarar
veremez. Biz kendi ilâhlarımıza (putlarımıza) sımsıkı bağlıyız. Onlara her
zaman hizmet eder, kurbanlar keseriz” dediler. Önceleri evleri dağlarda
kayalarda değildi. Sonraları kayaları oyarak oraları yurt edindiler.
Kavmin
reisi Cenda bin Amr idi. Semûdlular bir gün toplanıp reisleri Cenda’ya geldiler
ve; “Biz kendimiz için ibâdet edeceğimiz ilâhlar yapmak istiyoruz, öyle ki onun
bir benzerini Âd kavmi görmemiştir. Nûh'un (aleyhisselâm)
kavmi de görmedi. Bu husûsta fikrinizi almaya geldik” deyince; Cenda onlara
izin verip san’atları olan kaya oymacılığı işinde çalışmalarını söyledi.
Semûdlular Kesîb adındaki dağa çıkıp büyük bir kayayı yonttular. Ona; göz,
sığır göğsü gibi bir göğüs, at ayağı gibi ayaklar yapıp altın ve gümüş ile
kapladılar. Başına da altından yapılmış bir taç koydular. Ayrıca çeşitli
mücevherlerle donatıp karşısına geçerek secdeye kapandılar.
Ona,
kurbanlar adayıp kestiler. Sonra reislerine gidip onu hazırladıklarını
söylediler ve tapınmak için gelmesini ricâ ettiler. Reisleri Cenda bin Amr da
onların dâvetini kabûl ederek büyük küçük herkesin reisleriyle beraber
ilâhlarının yanında toplanmaları îlân edildi. Çok süslü bir binekle putun önüne
gelen Cenda, atından inip secdeye kapandı. O zaman beraberindekiler de yerlere
kapandılar. Daha sonra Cenda bu put için; büyük bir binânın inşâ edilerek altın
ve gümüşlerle süslenmesini, yerlerin ipeklerle döşenmesini, bir de putlar
koymak ve kandiller yakmak için puthâne çevresinde çok sayıda evlerin
yapılmasını tembih etti. O zaman aralarında bulunan Rabab bin Sakrilâhir isimli
birisi; “Ey reisim! Bu ilâhlara hizmet edecek eşrâftan kimseler lâzımdır”
deyince, Cenda onu tasdik etti ve; “Semûd kavminden neseb, şeref ve her
bakımdan üstün kimseleri puthânemizin hizmetine tâyin ettim” dedi. Böylece,
oraya hizmetçiler ve çok miktarda altın tahsisi yapıldı ve Semûdlular
puthânelere sâhip oldular. Ved, Ced, Hed, Şems, Menâf, Menât, Lât ve başka
isimlerle andıkları putlarına uzun seneler taptılar. Yıllar uzadıkça uzadı ve
sürüp gitti. Öyle ki küçükler ihtiyârladı. Semûd kavmi de küfür ve fesatta
alabildiğince ileri gitti. Aynı zamanda mal, mülk ve servetler içinde yüzdüler.
Hayvanları vâdileri doldurdu. Ağaçlar senede iki defâ meyve verdi. Her türlü
dünyâ nîmetlerine gark oldular. Ahlâksızlık ve zinâ çok yayıldı, öyle ki kadın
erkeği zinâya dâvet ederdi. Emâneti korumak kalmadığı gibi, yalan, haksızlık,
adam öldürme gibi günah işlemede âdetâ birbirleriyle yarıştılar.
Semûdlular,
Allahü teâlânın ikrâm ve ihsân ettiği bu
nîmetleri ve bolluğu putlarından bilip, günden güne küfürlerinde azdılar.
Semûd
kavmi, küfür ve fesâd üzerinde iken, Sâlih (aleyhisselâm)
dünyâyı teşrîf etti. Sâlih (aleyhisselâm),
Semûd'un orta halli bir âilesine mensup idi. Fakat neseb (soy) îtibâriyle
kavminin en şereflisi idi. Babası Ubeyd (başka bir rivâyette Kânûh) muhterem
bir zât idi. Bir gün puthâne önünden geçerken kendinde tuhaf bir hâl hissetti.
Evine gelip uyuduğu zaman, gaipten bâzı sesler duydu. “Hak geldi bâtıl yıkıldı,
Allahü teâlânın kulu ve peygamberi Sâlih (aleyhisselâm) dünyâya gelecektir Allahü teâlâ onunla insanlara kurtuluş yolunu
bildirir” dendi. Ubeyd bundan korktu. Başına bâzı şeyler geleceğini anladı.
Başka bir gün puthâne önünden geçerken putlardan sesler gelip; “Senin nesebinde
Allahü teâlânın dünyâya getirip
peygamberlik vereceği bir zât var” dendi ve o anda alnındaki nûr ile bütün yeryüzü
aydınlanarak kuvvetli bir rüzgâr esti. Bütün putlar yüz üstü düşüp, büyük putun
başındaki taç yuvarlandı. Bu hâdise üzerine Ubeyd, kavminin kendisine zarar
vermesinden korkup kaçmaya başladı. O esnâda bir melek kendisini tutup sür’atle
uzaklaştırdı ve ağaçları bol bir vâdiye getirdi. Uzun zaman orada kaldı. Bir
gün hanımı da oraya getirildi ve bir müddet beraberce yaşadılar. Ubeyd'in
vefâtından sonra hâmile olan hanımı, yine melek vâsıtasıyla eski evine
götürüldü.
Sâlih
(aleyhisselâm) Muharrem ayının bir Cumâ
gecesinde dünyâyı teşrîf edince, kara, deniz ve sahrâlarda ilâhî bir ses onun
doğumunu müjdeledi. Doğum gecesinde, rahmet melekleri yeryüzüne indi. Ağaçlar
ve hayvanlar, Sâlih'in (aleyhisselâm) doğumu
sebebiyle Allahü teâlâya şükür secdesi
ettiler. Semûd'un putları da yüzüstü devrildiler. Puthaneye bakan Dârit bin Amr
derhal gidip hâdiseyi haber verdi. Reisleri Cenda ve ileri gelenler kalkıp
puthâneye gittiler. Putlarının ne hâle geldiğini görünce daha da şaşırdılar.
Hep birlikte büyük putu kaldırarak başına tâcını yeniden koydular. Cenda, puta
saygı ile yaklaşarak; “Bu hâl nedir?” dedi. O esnâda mel’ûn şeytan putun içine
girip; “Ey Semûd kavmi! Şu an sizi Hûd'un (aleyhisselâm)
dînine dâvet edecek birisi doğdu. Fakat ondan dolayı size bir zarar yoktur”
dedi. Bunun üzerine Semûd kavmi ileri gelenleri dağılıp gittiler.
Semûdlular
büyük bir bayram gecesinde eğlenirken bütün ağaçlar Allahü
teâlânın izniyle dile gelerek; “Ey Semûd kavmi! Niçin ibret alan
kimseler değilsiniz. Allahü teâlâ size
senede iki defâ ağaçlarınızda meyveler veriyor. Siz ise; hâlâ çeşit çeşit ve
bol bol nîmetler gönderen Allahü teâlâya
değil de putlarınıza ibâdet ediyorsunuz” dedi. Bunu duyan Semûd kavmi öfkelendi
ve bu hâl içinde meyve ağaçlarını kestiler. Ancak bu defâ ehlî hayvanlar dile
gelerek aynı sözleri söylediler. Semûdlular hayvanları da kesmeye başladılar.
Sonra dağlardan vahşî hayvanlar dile gelip seslendiler; “Ey Semûdlular! Size
yazıklar olsun. Niçin ağaçları kesiyor, neden o hayvanları öldürüyorsunuz?
Onlar doğru söylediler” deyince, Semûdlular silâhlarına sarılıp vahşî
hayvanların peşine düştüler. Hayvanlar hem kaçıyor hem de; “Bizim ilâhımız ve
mevlâmız sonsuz kuvvet ve kudret sâhibi Allahü teâlâdır.
Yâ Rabbî! Semûd kavmi senin verdiğin bol nîmetlere şükretmediler. Nimetleri
vereni inkâr edip senden başka kendi elleriyle yaptıkları putlara taptılar.
Yeryüzüne zulüm ve fesâdı yaydılar. Yâ Rabbî! Sen mutlak adâlet sâhibisin.
Hâkimsin. Sen yeryüzünü kulun ve peygamberin Sâlih (aleyhisselâm)
ile ıslâh eyle. Yâ Rabbî! Onunla fesâdı kaldır” diye seslendiler. Semûd
kavminin insanları bu sözleri işitince; “Bunlar putlarımıza karşı geliyorlar”
diye söylendiler.
Yüzü beyaz, yanakları kırmızı olan Sâlih'in (aleyhisselâm) çok güzel bir sûreti vardı. Tatlı sözlü olup, çok fasîh (düzgün) konuşurdu. Büyüdükçe kavminin sevgisini kazandı. Herkesle iyi geçinmesi, güler yüzlülüğü, fakir ve düşkünlere yardımı, zayıfları koruması, hastaları ziyâreti ve başka olgun hâlleri ile bütün insanlar tarafından sevildi ve takdir gördü. Semûdlular; “Bunda büyük bir kâbiliyet var, ileride çok istifâde ederiz” dediler. Bu yüzden putlara tapmayışına ses çıkarmadılar.
Sâlih (aleyhisselâm) yedi yaşında iken kavmi arasında dolaşır onlara; “Ey Semûdlular! Benim haseb (şeref) ve nesebimi (soyumu) inkâr eder misiniz? Ben Ubeyd'in oğluyum. Annem de falancadır” derdi. Onlar da; “Biz senin soy ve şerefini biliriz” derlerdi. Her geçen sene olgunluğu artıyor, kavmindeki insanlardan ayrılığı apaçık ortaya çıkıyordu. Yirmi yaşına bastığında yüzündeki nûr ve güzellik çok fazlalaştı. Kimse yüzüne bakmaya tâkât getiremezdi. Semûdlular onun için Âdem'in (aleyhisselâm) oğlu Şîs'e (Şît) (aleyhisselâm) benziyor derlerdi. Otuz yaşına geldiğinde, ilim, hikmet, vakâr, sekine ve bir çok fazîletler (üstünlükler) ihsân edildi. Sâlih'in (aleyhisselâm) elbisesi yünden olup nalın giyerdi. Huy ve yaratılış bakımından zamanındaki insanların en üstünü olup; en tatlı ve en fasîh (açık) konuşanı idi. Ticâretle meşgûl olur, çantacılık yapar ve elinin emeği ile kazandığını yerdi.
Allahü teâlâ
sapık Semûd kavmini îmâna dâvet için hazret-i Sâlih'i peygamber olarak
gönderdi. Bir rivâyette Sâlih (aleyhisselâm) 40
yaşına girdiğinde; Allahü teâlâ Cebrâil'e (aleyhisselâm)
emrederek Sâlih'e (aleyhisselâm) gitmesini ve
ona peygamber olduğunu bildirmesini, kavmini îmâna, itâate “La ilâhe illallah
ve enne Sâlihan Abdullahi ve resûlühü” “Sâlih (aleyhisselâm)
Allahü teâlânın kulu ve peygamberidir”
demeye dâvet etmesini bildirdi. Cibrîl-i emîn, bir anda Sâlih'e (aleyhisselâm) geldi. Selâm verdi. Sâlih (aleyhisselâm) onun heybetinden dolayı kendinden
geçti. Cebrâil (aleyhisselâm); “Ey Sâlih! Şimdi kavmini Allahü teâlâya îmâna çağır ve tevhide dâvet et.
Şirk ve putlara tapmaktan uzak durmalarını söyle. Allahü
teâlânın kendilerine ihsân buyurduğu nîmetleri hatırlat. Ayrıca Âd
kavminin şiddetli rüzgârda niçin ve neden helâk olduklarını sor” dedi ve risâletini
tebliğ etti. Sonra ona Cennet elbiselerinden yeşil bir elbise giydirdi. Sağ eli
üzerine nübüvvet mührünü basarak Âdem'in (aleyhisselâm)
asâsını verdi. Sonra da; “Ey Sâlih! Sen, Nûh ve Hûd aleyhimüsselâm zamanlarında
olmayan bir çok acâib hâlleri müşâhede edeceksin” buyurdu ve semâya yükseldi.
Sâlih
(aleyhisselâm) bu ilâhî emir üzerine hemen
kavminin toplandığı yere (putlara tapıp kurbanlar keserlerken yanlarına) gitti.
Reisleri Cenda bin Amr da orada idi. Sâlih (aleyhisselâm)
onun yanına vardı. Reis Cenda onu görür görmez târifi imkansız bir korkuya
kapıldı. Sâlih (aleyhisselâm) ona güler yüz ve
tatlı dille hitâbederek; “Ey Cenda, sana nasîhat ederim. Allahü teâlâ beni size peygamber olarak gönderdi.
Seni ve kavmimi “La ilâhe illallah” demeye ve beni tasdîke yâni Allahü teâlânın kulu ve resûlü olduğuma inanmaya
çağırıyorum” dedi. Cenda da; “Ey Sâlih! Neler söylüyorsun. Semûd kavmi senin Allahü teâlânın peygamberi olduğunu kabûl etmez.
Kavmime bildireyim bakayım ne derler. Sen yarın gel” dedi. Sonra eşrâfını (önde
gelenleri) toplayıp, Sâlih'in (aleyhisselâm) söylediklerini
bildirdi. Kavmin ileri gelenleri; “Ey Cenda! Gelsin söylediklerini biz de
duyalım” dediler. Ertesi gün Sâlih (aleyhisselâm)
oraya teşrîf etti. Peygamber olarak gönderildiğini söyleyip, onları Allahü teâlâya îmâna ve itâate çağırdı ve; “Ey
kavmim! Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya
îmân ve ibâdet ediniz. Sizi ve her şeyi yaratan O'dur. Bu topraklarda size uzun
ömür ve çok nîmetler verdi. O'na tevbe ve istiğfârda bulunun. O, tevbeleri
kabûl edicidir” şeklinde nasîhatlerde bulundu.
Allahü teâlâ,
Kur’an-ı kerîmde, Sâlih'in (aleyhisselâm) kavmine
peygamber olarak gönderilişini ve dâvetini şöyle bildirmektedir: “Biz Semûd kavmine
(nesebde) kardeşleri Sâlih'i resûl olarak gönderdik. (Sâlih
aleyhisselâm) onlara dedi ki: “Ey kavmim! Allahü teâlâyı tevhîd ediniz (bir biliniz). O'na ibâdet
edin. O'ndan başka ilâhınız yoktur. O (Allahü
teâlâ) babanız Âdem'i (aleyhisselâm)
topraktan
yarattı. Siz onun (Âdem'in (aleyhisselâm)) evlâdısınız. Sizi
orada (yeryüzünde) geçinmek ve orasını îmâr yapmaya (mâmur hâle
getirmeye)
me’mûr etti, güç verdi. Şimdi ondan mağfiret dileyin. Sonra başkasına ibâdetten
vazgeçin. Tâat ve ibâdetle Allahü teâlâya dönünüz. Benim rabbim (müminlere,
kendisine îmân edenlere, rahmetiyle) yakındır, (Dua edenlerin duâlarına) icâbet edicidir.”
(Hûd sûresi: 61).
“Semûd kavmi, gönderilmiş
olan peygamberlerini (Sâlih
aleyhisselâmı) tekzip ettiler (yalanlayıp kabûl
etmediler).
Onların (nesebde, soyda) kardeşleri Sâlih aleyhisselâm, onlara dedi ki: Allahü teâlâdan korkmaz mısınız ki O'na şirk koşarsınız. Ben, Allahü teâlâdan size gönderilen emîn bir resûlüm (peygamberim). Şimdi Allahü teâlâdan korkun. Size tebliğ ettiğim (bildirdiğim) O'nun emir ve
yasaklarında bana itâat edin. Bunun için (tebliğim için) sizden ücret
istemem. Bilin ki benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi Allahü teâlânın üzerinedir.” (Şuarâ sûresi: 141-145)
Sâlih
(aleyhisselâm) dalâlette (küfürde) olan kavmini
îmâna dâvet ettiğinde, pek az kimse inandı. Çoğunluğu hak dîni kabûl etmemekte
direndiler. Servetlerine güvenip zevk ve sefâ içinde kendilerinden geçip zulme
başvurdular. Sâlih aleyhisselâma da; “Ey Sâlih! Sen
bundan evvel (yani bizi putlara ibâdeti terke çağırmadan önce) bizim aramızda
ümîd edilen (güvenilen) bir kimse idin. Sende rüşd ve efendilik alâmetlerini görüp
bize baş ve işlerimizde müsteşar (danışılan bir kimse) olmanı, dînimizi
kabûl etmeni beklerdik. Şimdi sen bizi babalarımızın ibâdet edegeldiği ilâhlara
(putlara) ibâdetten nehy mi ediyorsun? (Vaz geçirmek mi
istiyorsun?)
Halbuki sen bizi dâvet ettiğin Allah'a ibâdetten (tevhidden) şüphe içindeyiz
dediler.” (Hûd sûresi: 62)
“Sâlih (aleyhisselâm)
(onlara) dedi
ki: “Ey kavmim! Bana haber verin. Rabbim teâlâ bana açık bir beyyine (mûcize) ve rahmet (peygamberlik) vermişken eğer
ben risâleti tebliğ ve sizi Allahü teâlâya dâvet etmeyip O'na âsî
olursam, beni O'nun (Allahü teâlânın)
azâbından kim
kurtarır. Beni kendinize tâbi kılmakla bana hüsrândan başka bir şey
arttırmazsınız.” (Hûd sûresi: 63)
Semûd
kavmi, peygamberleri Sâlih (aleyhisselâm) onları
îmâna dâvet edip, nasîhatte bulunduğu zaman tekzip ettiler. Bu husûs Kur’an-ı
kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Dediler ki: O da bizden bir kimse değil mi? Üzerimize bir
üstünlüğü olmayan kimseye tâbi mi olacağız. Ona uyduğumuz takdirde dalâlete
düşer delilik yapmış oluruz. Aramızda vahye daha lâyık var iken ona vahiy mi
olundu? Doğrusu o yalancı ve mütekebbirdir.” (Kamer sûresi: 23-25)
Semûd
kavmi, Sâlih aleyhisselâmı büyülenmiş, yalancı
ve mütekebbir diye ithâm etmelerine rağmen, Sâlih (aleyhisselâm)
Kur’an-ı kerîmde bildirildiği şekilde, tatlı dille îmâna dâvete ve
nasîhatlerine devam etti:
(Ey
kavmim) Şu
bulunduğunuz hâlde, bahçeler, pınarlar, ekinler ve latîf (hoş) tomurcuklanmış
hurma ağaçları arasında ve dağlardan yonttuğunuz ve yaptığınız (kaşâneler,
köşkler, saraylar) içinde, (ölüm ve azâbdan) emîn ve ferah olarak terk olunur musunuz?
Öyle bırakılacağınızı mı zannediyorsunuz? Allahü teâlâdan
korkun, tûl-i emelde (uzun emelde) olmayın. Artık bana itâat edin. Çünkü, benim
emrime (dediklerime) itâat, Allahü teâlâya itâattir!) (Şuarâ
sûresi: 146-150)
Semûd
kavmi, Sâlih'i (aleyhisselâm) iyi bir insan
olarak görüyordu. Ancak onun iyiliğini putlara hizmette görmek istiyorlardı.
Sâlih aleyhisselâm peygamber olduğunu
bildirince; “Sâlih'in maksadı bizi kandırıp elimizdeki mallara konmaktır”
dediler. Diğer bir kısmı ise; “Hayır Sâlih'in bizim malımıza ihtiyâcı yoktur.
Onun maksadı olsa olsa bize reis olmaktır” diyordu. Bir başka grup da; “Onun reislikte
de gözü yoktur. Belki akıl hastalığından dolayı böyle bir takım anlaşılmaz
şeyler söylemiş olabilir” dedi. Daha sonra mel’ûn şeytan da sapıklara vesvese
verip; “Ne garip şey! Daha dün bir çoban gibi aranızda bulunan kişi, şimdi
birden bire korkutucu sözler söylüyor. Bütün putları bir kenara itip,
görünmeyen bir mâbuda tapmamızı söylüyor. Herkesin kendi etrâfında
toplanmasını, sözünü dinlemelerini, böylece insanlara daha iyi bir hayat
vereceğini söylüyor. Ama nasıl ve neyle? belli değil. Hepimizin sapık,
kendisinin tek başına bize yol gösterici olduğunu söylüyor. Aklının, hepimizin
aklından çok olduğunu ve âlemlerin Rabbi ile irtibatta bulunduğunu söylüyor.
Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Başkalarının yapamadığını o nasıl
yapabilir? Yoksa ayı gökyüzünden yere mi indirecek, yoksa yeryüzünü güneşe mi
yaklaştıracak? Yoksa ölüyü mü diriltecek” dedi. Semûdlular da kalkıp Sâlih aleyhisselâma gittiler ve ona; “Şimdiye kadar kimse
senin ceddinden ve soyundan bir kötülük görmedi. Fakat, sen insanların hayatını
perişân edecek sözler söylüyorsun. Sen bu mâbutların hiç birini kabûl
etmiyorsun ve karışıklık çıkarmaktasın. Sen bu yeni sözleri nereden
getirmişsin? Ve görülmeyen mâbud seni nasıl vazifelendirmiştir. Söz ve iddia
ile bir şey sabit kılınamaz. Eğer doğru söylüyor isen, hiç kimsenin yapamadığı
bir işi yapman gerekir. Doğru söz delil ister. Sen bütün insanları, senin
mâbudunun yarattığını ve herkesten güçlü olduğunu söylüyorsun. Eğer böyleyse;
bu mâbud meselâ geceyi gündüz yapabilir. Biz de her şeyi bildiğimizi
söylemiyoruz. Yaşadığımız bir dünyâ vardır. Eğer sen de yeni bir iş
yapamayacaksan ve insanlarla aranda yeni bir fark bulunmuyorsa bu dâvâdan
vazgeç” dediler. Sâlih aleyhisselâm: “Söylediğim
her şeyi Rabbimin irâdesiyle söylüyorum. Rabbim dilerse düşündüğünüz bütün
şeyler, istediğiniz her alâmet meydana gelir” buyurdu. O zaman Semûdlular
Kur’an-ı kerîmde meâlen buyrulduğu üzere; “Sen çok sihre (büyüye) uğramışsın (aklına halel
getirmişlerdensin) dediler.” (Şuarâ sûresi: 153)
İbn-i
Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet olundu ki: “Sâlih
(aleyhisselâm) kavminin îmân etmeyeceğini
anlayınca çok üzüldü. Rabbine yalvarıp; “Yâ Rabbî! Bir sefere çıkayım.
Yolculuğumda sâlih kimselerle karşılaşıp onlarla dost olayım” dedi. Hak teâlâ ona izin verdi. Oradan ayrıldı. Bir çok
yerlerden geçti. Bir gün kendini ibâdete vermiş bir kişiye rastladı. Ona; “Niçin
tenhâlarda yalnızlığı seçtin” dedi. O da; “Bu yerde bir köy vardı. Ahâlisinin
tamamı Allahü teâlâya inanmaz idi.
Cümlesi helâk olup yalnız ben kurtuldum. Geri kalan ömrümü o belâdan
kurtulduğum için Allahü teâlânın şükrüne
sarfettim. Bu sebeple tenhâlarda ibâdet ederim” dedi. Sâlih (aleyhisselâm) onun sözlerinden ve hâlinden ibret alıp
daha fazla şükürle meşgûl oldu. Sonra yolu bir deniz kenarına uğradı ve bir
adaya geldi. Adada ibâdet eden, namaz kılan bir şahıs gördü. Ona da tenhâlarda
ibâdet etmesinin sebebini sordu. O da; “Ey Sâlih (aleyhisselâm)!
Bu adada bir cemâat ile idim, onlar çok habis (kötü) insanlardı. Bir gün
onlarla birlikte bir gemiye bindim. İçlerinde benden başka Hak teâlâya inanan yoktu. Netîcede gemi battı.
Benden başka hepsi boğuldular. Kurtuluş nîmetinin şükrünün edâsı için burasını
seçtim” dedi. Sâlih (aleyhisselâm) vedâ edip
ayrıldı. Çok yerler geçip, halkının tamamı îmânsız olan bir şehre geldi. Sâlih (aleyhisselâm) orada iki mü’min kimse buldu. Bunlar
gündüzleri helâl kazanıp akşam kendilerine yetecek kadar yiyecek alıkoyup
fazlasını fakirlere sadaka verirlerdi. Bir akşam birlikte otururlarken heybetli
bir ses işittiler. Sâlih aleyhisselâm bu sesin
sebebini sorunca; “Burada yırtıcı bir hayvan vardır. Sesi her gün bu saatte
duyulur. Kimi bulursa helâk eder” dediler. Sâlih de aleyhisselâm;
“Eğer şehirdekiler bana mallarının bir kısmını verirlerse onları bu hayvanın
şerrinden kurtarırım” dedi. Onlar gidip, Sâlih'in (aleyhisselâm)
sözlerini şehir halkına söylediler. Herkes malının bir kısmını getirip bir yere
yığdı. Sonra da Sâlih'ten (aleyhisselâm) dediğini
yapmasını istediler. Sâlih (aleyhisselâm) Allahü teâlâya duâ etti. Duâsı netîcesinde o vahşî
hayvanın iki parça olduğu görüldü. Şehir halkı sözlerinde durup mallarını
Sâlih'e (aleyhisselâm) verdiler. Daha sonra
Sâlih (aleyhisselâm) o iki kişiye bu malları
kabûl etmelerini söyledi. Fakat onlar istemediler ve; “Bize alın terimizle
kazandığımız kifâyet eder” dediler. Bunun üzerine sâhiplerine geri verdi. Sonra
da Allahü teâlâya duâ edip; “Yâ Rabbî!
Sana şükürler olsun ki kullarından sülehâyı (salih kimseleri) bana gösterdin. O
zaman Allahü teâlâdan vahiy geldi: “Ey
Sâlih! Dünyânın nizâmı, âlemin intizâmı benim sevgili kullarımın mevcût
olmaları iledir. Dünyânın nizâmını, âlemin intizamını sevgili kullarımın
varlığına bağladım. Eğer onlar olmasa bütün isyân edenleri göz açıp kapayıncaya
kadar helâk ederim.” Sâlih (aleyhisselâm) daha
sonra kendisine îmân etmemiş olan kavminin yanına döndü.”
Cebrâil
(aleyhisselâm) bir gün Sâlih'e (aleyhisselâm) gelerek, kendisi ve mü’minler için bir
mescid inşâ etmesini bildirdi. Bunun üzerine mü’minlerle beraber mescid yapmaya
başladı. Melekler de yardım ettiler ve yapılan bu mescitte ibâdete başladılar.
Sâlih (aleyhisselâm) her gün kavmi arasında
dolaşır, güler yüz, tatlı dil ve yumuşaklıkla onları îmâna dâvet eder, itâate
çağırır, Âd kavminden bahseder; onların başlarına gelen azâbdan ibret
almalarını söylerdi. Buna karşılık, kavminin alaylı ve hakâret dolu sözlerine
sabreder, cevap vermeyip üzüntülü bir şekilde mescide dönerdi. Ayrıca kâfirler,
mü’minlerle de her yerde istihzâ ederlerdi. Kavminin kendisiyle ve mü’minlerle
alay edişleri Kur’an-ı kerîmde şöyle bildirilmektedir.
“Îmâna gelmeyip, tekebbür
üzere olan o kavmin ileri gelenleri, zayıf ve âciz addettikleri mü’minlerle
istihzâ (alay) ederek dediler
ki: Siz, Sâlih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu
biliyor musunuz? Mü’minler (tam bir îmân bütünlüğü içinde, sağlam
bir îmânla);
Evet, onun bize ve size peygamber olduğunda şek ve şüphemiz yoktur dediler. (O
zaman) o îmân
etmeyi kibirlerine yediremeyenler; Biz sizin îmân ettiğiniz şeye inanmıyor inkâr
ediyoruz dediler.” (A’râf sûresi: 75-76)
Ayrıca;
“Ey Sâlih! Sen bizi görmediğimiz bir şeye inanmaya çağırıyor, babalarımızın
taptığı putlarımızı bırakmamızı söylüyor ve Âd kavminin başına gelenlerle
korkutuyorsun. Halbuki onların evleri, çardakları kumlar üzerine kurulmuştu.
Rüzgâr elbette onları yıkar. Bizim saraylarımız öyle olmayıp, dağlara kayalara
oyulmuştur. Rüzgârın kayaları yıkması mümkün değildir. Senin Rabbinin de bize
gücü yetmez” dediler. O esnâda şiddetli bir sesle irkildiler; “Sâlih (aleyhisselâm) hakîkaten Allahü
teâlânın peygamberidir. Putlar bâtıldır” sesiyle bütün putlar
devrildiler. Bu hâli açıkça görenler hayret ve dehşetle; “Bu olsa olsa Sâlih'in
sihridir” dediler. Küfürleri ve düşmanlıkları gittikçe fazlalaştı; “Sâlih
aramızda doğru bir kişi idi. Şimdi yalanı, sihri, bühtânı, putlarımıza
muhâlefeti apaçık meydana çıktı” dediler. Sâlih de (aleyhisselâm)
elindeki Âdem'in (aleyhisselâm) asâsını
kaldırıp kavmine seslendi. O zaman kalplerine korku düşüp her birisi bir tarafa
kaçıştılar. İzdihamdan ölenler oldu. Sâlih aleyhisselâm
bunların kendi bağırmasından dolayı ve küfür üzerine ölmelerine çok üzüldü.
Semûdlular daha sonra yine toplandılar ve; “Ey Sâlih! Peygamber olduğun doğru
ise bize vahşî hayvanlardan birkaç tane çağır da gelip senin peygamber olduğunu
söylesinler. O zaman gerçekten sana inanacağız” dediler. Sâlih (aleyhisselâm) da onların bu istekleri karşısında Allahü teâlâya duâ etti ve; “Ey hayvanlar geliniz.
İstedikleri şehâdeti söyleyiniz” diye seslendi. Büyük bir aslan kükreyerek
çıkageldi ve dile gelerek; “Buyur ey Sâlih aleyhisselâm”
deyip, Allah'ın birliğine Sâlih'in (aleyhisselâm)
peygamberliğine şehâdet etti. Boynunu eğdi. Kafirler; “Şu sihre bakınız” dedi.
O anda aslan o kâfire hücûm etti. Kafirlerden her biri dağılıp evlerine
kapanarak kapılarını da kilitlediler. Sonra da pişman olup; “Ey Sâlih bu belâyı
def et seni dinleyeceğiz” diye özür dilediler. Sâlih'in (aleyhisselâm) işâreti ile arslan geri dönüp kayboldu.
O gün Semûdlulardan bir grup îmânla şereflendi. Bunlardan son îmân eden,
Sâlih'in (aleyhisselâm) amcasının oğlu Sâlim
bin Sa'd idi.
Cenâb-ı Hak
isyân ve taşkınlığın (küfrün) zirvesine çıkan bu kavmin de, Hûd (aleyhisselâm) kavminde olduğu gibi, kadınlarını kısır
bıraktı. Ağaçlar kuruyup meyve vermedi. Sığırlar buzağılamayıp davarlar
kuzulamadı. Semûdluların bir kuyusu hariç hepsi kurudu. Bu durum karşısında
Semûd kavminin insanları kin ve öfke ile; “Ey Sâlih aramıza fesâd karıştırdın.
Mallarımıza, çoluk-çocuğumuza, bizlere zarar verdin. Buradan çekil git, yoksa
seni öldürürüz” dediler. Sâlih (aleyhisselâm) mescidine
döndü ve mü’minlere; “Ey îmân edenler! Siz mescide devam ediniz. Ben bir müddet
yalnız kalıp dağlarda Rabbime ibâdet edeceğim” diyerek oradan ayrıldı. Dağlara
çıktı. Bir yer ararken akşam oldu. Bir su görüp abdest aldı ve namazını kıldı.
Nur dolu, içinden misk kokusu gelen bir mağaraya rastladı ve oraya girdi.
Etrâfta koltuk ve yaygılar gördü. Mağara, mücevherden süslü bir kandille
aydınlatılmıştı. Hayretler içinde koltuğa oturdu. Sonra da orada bulunan yatağa
uzanınca, Allahü teâlâ kendisine uyku
verdi ve tam kırk sene uyudu. Sâlih'in (aleyhisselâm)
hâlinden mü’minler dâhil kimsenin haberi olmadı. Kimse yerini bilemedi ve
öğrenemedi. Mü’minler, peygamberleri Sâlih'i (aleyhisselâm)
aradılar fakat bir haber alamadılar. Uzun seneler firâk (ayrılık) ateşiyle
ağladılar. Ancak zaman zaman insan şekline girmiş bir melek onlara; “Niçin
ağlıyorsunuz. Bedenleriniz üzüntüden zayıf düştü. Hâliniz değişti” der teselli
verirdi. Mü’minler de; “Nebîmiz Sâlih'i (aleyhisselâm)
kaybettik. Ondan bir haber alamadık” dediklerinde melek de; “Kendinizi üzüp
sabırsız olmayınız. O bir himâye ve muhâfaza altındadır. Şimdi onu görmeniz
mümkün değildir. Ancak Allahü teâlânın irâde
ettiği zaman görürsünüz” derdi. Mü’minler ayrılık ve ibâdetle günlerini
geçirdiler. Kuvvetleri azaldı. Teker teker vefât ettiler. Bir kısmı da eski
putperestliklerine döndüler. Her vefât eden mescidin bitişiğine defnedildi.
Kabir taşına da bu filanın kabridir yazıldı. Kırk sene dolunca Sâlih (aleyhisselâm) uykudan uyandı. Kendi kendine; “İki
rekat namaz kılıp kavmimi dâvete koşayım. Nasıl oldu da uykuyu, Rabbime ibâdete
tercih ettim” dedi. Abdest alıp namaz kıldı. Sonrada yola koyuldu. Giderken
gâibden bir sesle; “Ey Sâlih acele etme. Zirâ sen kırk senedir kavminden ayrı
bırakıldın. Allahü teâlâ sana kırk sene
süren bir uyku verdi. Şimdi ikinci defâ Allahü teâlâ
seni kavmine gönderiyor. Onlara git; vâz-ü nasîhatte bulunarak, Allahü teâlâya îmâna ve itâate çağır. Fakat acele
etme. Muhakkak, senin Rabbin aceleci değildir. Ey Sâlih! Kavmine dön. Putlara
tapmaktan el çekmelerini söyle. Onlara Allahü teâlânın
intikâm alıcı olduğunu bildir” dendi. Sâlih (aleyhisselâm)
bu husûsu iyice anladı. Secdeye kapandı ve; “Yâ Rabbî! Senin gücün her şeye
yeter. Sen her şeye kâdirsin” diye niyâzda bulundu.
Sâlih
(aleyhisselâm) dönüşte yollarda çok
değişiklikler gördü. Nihâyet mescidine geldi, fakat her tarafı harâb buldu.
Mescidde meleklerden başka kimseler yoktu. O zaman; “İlâhî! Geriye bıraktığım
bu mesciddeki mü’min kardeşlerim nerede kaldı” dedi. Melekler; “Ey Sâlih! Ölüm,
onları âhırete götürdü. Yalnız bir kısmı senden ümidi kesince kavmine dönüp
onların dînini seçti, kâfir oldu” dediler. Sâlih (aleyhisselâm)
kavminin yanına gitti. Onlar bayramları sebebiyle bir yere toplanmışlardı.
Reisleri süslü elbiseler giymişti. Putları da sağ ve soluna dizmişler, altın ve
gümüşten kürsîlere koymuşlardı. Reisleri Cenda’, altın ve gümüşle süslü bir
tahta kurulmuş oturuyordu. Başında da meliklere âit taç vardı. Erkânı, eşrâfı
etrâfına toplanmıştı. Sâlih (aleyhisselâm) oraya
gelince; “Ey kavmim! La ilâhe illallah. Sâlih, Allahü
teâlânın kulu ve peygamberidir deyiniz. Ey kavmim size bir kere
peygamber olarak gönderildim. Şimdi ikinci defâ gönderiliyorum” dedi. Kavmi
bunu duyunca hayrette kaldılar. O esnâda putlar yüzüstü düştü ve hayvanlardan
konuşmalar duyuldu; “Rabbimizden hak geldi” dediler. Reisleri Cenda’; “Sen
kimsin?” diye sordu. Sâlih de (aleyhisselâm); “Ben
Sâlih'im” dedi. Cenda’; “Sen hakîkaten Sâlih misin? Uzun zaman oldu, seni
göremedik. Kırk sene kadar aramızda yoktun. Kaybolmuştun. Ey kişi! Sen Sâlih
olamazsın. Sen bir sihirbazsın” deyip ölümle tehdit etti. O zaman bir kartal; “Ey
Semûdlular! Siz yalan söylüyorsunuz. Bu, Allahü
teâlânın size gönderdiği Sâlih'tir (aleyhisselâm)”
diye seslendi. Daha başka acâib hâller de görüldü. Reis Cenda'nın, Hedîl bin
Lakîm isminde ve amcasının oğlu olan biri; “Ey Sâlih biz seni tanıdık. Sen bize
nasîhat edensin. Lâkin biz senin nasîhatine muhtâç değiliz. Buradan git. Bizi
rahat bırak” dedi. Sâlih (aleyhisselâm) ona dönerek;
“Ey kişi! Sen bugün, çoluk çocuğun da falan saatte ölecek. Yarın da anan ve
baban ölecekler. Çabuk îmân et. Eğer îmânlı vefât edersen Allahü teâlâ seni yarın diriltir ve bir mûcize
olarak Semûd kavmine gösterir. Ömrünü, sonuna kadar sıddîk bir kimse olarak
yaşar gidersin” buyurdu. Bunu duyan Hedîl bin Lakîm derhal değişti îmân edip,
Sâlih'in (aleyhisselâm) hak peygamber olduğuna
şehâdet getirdi. Sonrada insanların bakışları arasında oradan ayrıldı. Sâlih'in
(aleyhisselâm) dediği vakit gelince hakîkaten o
kişi vefât etti. Arkasından da hanımı ve çocukları öldüler. Bu hâdise Semûd
kabîlesi arasında yayıldı. Ertesi gün, baba ve annesi öldü. Semûdlular daha çok
şaşırdılar. Reis Cenda’ da korku ve telâşla bu olanları tâkip ediyordu. Sâlih (aleyhisselâm); “Ey Semûdlular! O ilk vefât eden kişi
aranızda nasıl bir kimse idi” diye sordu. Onlar; “Sevdiğimiz hayırlı biri idi”
dediler Sâlih (aleyhisselâm); “Eğer Allahü teâlâ onu benim duâmla diriltirse îmân eder
misiniz?” diye sordu. Onlar da; “Putlarımıza tapmaktan vazgeçer sana îmân
ederiz” dediler. Sonra beraberce ölen kişinin evine gittiler. O kişi, eşi,
çocukları, anası, babası her biri bir köşede yatıyorlardı. Sâlih (aleyhisselâm) Allahü teâlâya
duâdan sonra, o ilk vefât edene ismiyle hitap etti. O meyyit; “Buyur ey Allahü teâlânın peygamberi” deyip kelime-i şehâdet
getirdi. Semûdlular bu mûcizeyi gördüler. Lâkin îmân edeceklerine dâir
verdikleri sözde durmayıp yine Sâlih'e (aleyhisselâm)
sihirbaz dediler, iftirâda bulundular. Telâşla kalkıp puthânelerine gelerek,
Sâlih'in (aleyhisselâm) mûcizesini putlarına
anlattılar. Mel’ûn şeytan putlara girerek; “Sözünüzü anladım. Eğlencenizin
başına dönerek, yeyip içip kendinizden geçiniz. Sâlih'i görürseniz ona, senden
önce gelen Nûh ve Hûd peygamberlerin getirdiği burhanlardan (mûcizelerden)
getir, göster de görelim” deyin diye seslendi. Semûdlular sevinç ve neşe ile
geriye döndüler. Sâlih'i (aleyhisselâm) görüp
şeytanın dediklerini ilettiler. Sâlih (aleyhisselâm);
“Ey kavmim! Bu güne kadar peygamberliğime burhan (delil) olan çok alâmetler
gördünüz. Size; vahşî hayvanlar, kuşlar, ağaçlar, ölüler ses verip şehâdette
bulundular. Bunlar yetmez mi ki hâlâ şek ve şüphedesiniz. Mâdemki bunlar
yetmedi, öteki isteklerinizi de söyleyin. Nasıl bir mûcize istersiniz?” deyince
onlar; “Ey Sâlih! Bizimle beraber bayramımıza iştirâk edersin. Sen kendi
ilâhına biz de kendi ilâhlarımıza duâ ederiz. Eğer senin duân kabûl olursa, biz
sana tâbi oluruz” dediler. Sâlih (aleyhisselâm)
“Bayram günü yanınıza inşallah geleceğim” dedi. O gün gelince bütün Semûdlular
eğlence yerinde toplandılar. Reisleri Cenda’ bin Amr da orada altın tahtlar
üstünde ve ipek elbiseler içinde idi. Sâlih de (aleyhisselâm)
bayram yerine gitmek için hazırlandı. Mescidinden çıkmak üzere iken Cebrâil aleyhisselâm
geldi. Selâm verdi ve Âdem'in (aleyhisselâm) elbisesini
giydirip, İdrîs'in (aleyhisselâm) yüzüğünü
taktı. Nûh'un (aleyhisselâm) kılıcını kuşatarak
Âdem'in (aleyhisselâm) asâsını da eline verdi.
O zaman Sâlih'in (aleyhisselâm) güzelliği kat
kat fazlalaştı. Sâlih (aleyhisselâm) abdest
alıp iki rekat namazdan sonra, Allahü teâlâya
duâ ve niyâzda bulunup yola çıktı. Yolda bir çok mûcizeler zuhûr etti. Ağaçlar
eğiliyor, kuşlar gölge yapıyor, hayvanlar muvaffakiyeti için duâ ediyorlardı.
Sâlih
(aleyhisselâm) gelince kavmi onu tanıyamadı.
Heybetinden ürktüler. Sâlih (aleyhisselâm) doğruca
reis Cenda’ bin Amr'ın karşısına gitti. Orada toplananlara; “Ey kavmim! Ben, Allahü teâlânın size gönderdiği peygamberim. Bana
itâat edin ki azaptan kurtulasınız” dedi. Cenda’; “Ey Sâlih; Eğer doğru
söylüyorsan ve peygamberlik dâvâsında isen seni imtihân etmek istiyoruz. Bu
imtihânımız şöyle olacak. Biliyorsun ki, bölgemizde El-Kâtibe isminde büyük bir
kaya vardır. Oraya gideceğiz. Senin ilâhın o kayadan kızıl tüylü, doğurmak üzere
olan dişi bir deve çıkarsın ve taştan çıkan deve yavrulasın, yavrusunun da
rengi anasına benzesin” dedi. Puthane bakıcısı Dârid bin Amr da başka
vasıflarını saydı. Alayla; “Sütü; yazın soğuk, kışın sıcak olacak. Hasta
içtiğinde şifâ bulacak, fakir içtiğinde fakirlikten kurtulacak” dedi. Diğerleri
de başka şeyler söylediler. İbn-i İshak ve öbür siyer müelliflerinin îzâhlarına
göre Sâlih'ten (aleyhisselâm) mûcize olarak
deve istenmesi, Semûdluların en kıymetli mallarının deve olması sebebiyledir.
Sâlih (aleyhisselâm) müşriklerin kendini âciz bırakıp
kalabalığın önünde mahcub etmek için teklif ettikleri bu istekler karşısında
hiç telâşlanmayıp namaza durdu. Allahü teâlâya
münâcât edip (yalvarıp) bu mûcize isteğinden rızâsı var mı yok mu diye vahiy
bekledi. Allahü teâlâ Kamer sûresi 27 ve
28. âyet-i kerîmelerinde beyân buyurduğu üzere o mübârek peygamberinin
doğruluğunu meydana çıkarmak için, öyle bir devenin meydana çıkarılacağını
kendisine şu şekilde müjdeledi: (Ey Sâlih!) Şüphe yok ki, biz onları imtihân için,
diledikleri minval üzere (şekilde) taştan bir deve çıkarır ve göndeririz. Artık
onların yaptıklarına bak, helâklerini bekle ve ezâlarına sabret. Onlara haber
ver ki, kendilerine mahsus olan büyük kuyunun suyu, kendileri ile deve arasında
taksim olunmuştur. Bir gün devenin, bir gün de onların ve hayvanlarınındır. Her
birisi su nöbetinde hazır bulunsun. (Devenin nöbetinde onlardan hiç
bir kimse gelmesin).”
Sâlih (aleyhisselâm), kavminin mûcize isteklerini kabûl
etti. Onlara, bu istedikleri mûcize olduğu takdirde ne yapacaklarını sordu. Hep
birlikte îmân edeceklerini söylediler. Semûdlular aslında böyle bir devenin
ortaya çıkabileceğine hiç ihtimâl vermiyorlardı. Sâlih (aleyhisselâm) duâ etti. O zaman önüne geldikleri o kaya büyümeye
başladı. Gebe bir deve şekline döndü. Bir takım sancılı sesler peydâ olup, kaya
çatladı. “La ilâhe illallah Sâlih Nebîyyullah. Ben Allahü
teâlânın gönderdiği bir deveyim. Yaratıcımı tesbîh ederim. Beni bir
mûcize kıldı” dedi. Reis Cenda’, bu mûcizeyi büyük bir dikkatle seyretti ve
sonunda koltuğundan kalkıp Sâlih'in (aleyhisselâm)
yanına gelerek alnından öptü. Sonra da kavmine dönüp; “Ey Semûd kabîleleri! Bu
kadar körlük yeter. Ben ona inandım. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve enne
Sâlihan Nebîyyullah” dedi ve onunla birlikte kavminden yüz kişi îmânla
şereflendi. Semûd kabîlesi insanlarının yavaş yavaş îmân ettiklerini gören
puthâne muhâfızı Dârid bin Amr yüksek bir sesle; “Ey Semûd kabîleleri! Sihir
olan bir şeye ne kadar çabuk meylediyor ve Sâlih'i peygamber kabûl ediyorsunuz.
Gelin putlarımıza gidelim de bundan daha acâibini onlar bize göstersin” diye
bağırdı. Bu sözler karşısında bir çoğu tereddüt gösterip îmân etmediler.
Cenda'nın kardeşi Şihab bin Amr îmân etmek üzereyken vazgeçip şekâveti, küfrü
seçti. Semûdlular onu görüp îmânsızlıkta ısrâr ettiler ve kendilerine kumandan,
reis seçtiler. Tacı onun başına koydular. Cenda’ şehre döndü. Evindeki putları
kırıp koltuğunu parçaladı. Kendine âit malları îmân edenlere taksim etti. Sert
keçeleşmiş bir elbise giydi ve Semûdlular arasında dolaşmaya başladı. Onlara; “Ey
Semûd oğulları, devenin söylediğini söyleyiniz, lâ ilâhe illallah Sâlih
Nebîyyullah deyiniz” dedi. Semûd kabîleleri kötü sözlerle onunla alay etmeye
başlayarak; “Yazıklar olsun sana Ey Cenda’! Sâlih'in sihrine kandın” dediler. O
da; “Sizin aranızdaki îtibârımı ne çabuk unuttunuz. Ben kendim için bu dîni
seçtim. Rabbimin azâbından korkum çoktur” dedi. Daha sonra Cenda’, Sâlih'ten (aleyhisselâm) hiç ayrılmaz oldu. Allahü teâlâya ibâdete başladı.
Sâlih (aleyhisselâm), kayadan istedikleri cins deve çıkınca,
onlara Allahü teâlânın; “İşte istediğiniz
dişi deve; su bir gün o devenin, bir gün de sizindir. Su içmekte ona
dokunmayın. Sakın ona bir kötülük yapmayın (gerek dövmek, öldürmek
gibi). Yoksa
sizi büyük bir günün azâbı yakalar.” (Şuarâ sûresi: 155, 156)
şeklindeki kesin azâb emrini de tebliğ etti.
Deve,
yavrusuyla birlikte dağlara çıkar, ağaçlar kendisine dallarını eğerdi. O da en
lezzetti yaprakları yer, sonra vâdilerde otlardı. Semûd'un hayvanları onu
görünce korkar kaçarlardı. Deve, akşam olduğunda şehre gelir, fasîh (açık ve
anlaşılır) bir lisânla; “Kim süt isterse gelsin alsın” derdi. Semûdlular gelir
kaplarını doldurur giderlerdi. Sağmak zahmeti olmadan, süt, kaplarına akardı.
Deve, daha sonra Sâlih'in (aleyhisselâm) mescidi
civarına gelir, orada kalır, sabaha kadar Allahü
teâlâyı tesbîh eder, sabah olunca tekrar meralara giderdi. Allahü teâlâ onun için her gün yeni bir mera
(otlak) bitirirdi. Semûdluların bir su kuyusu olup etrâfında bir havuzu vardı.
Deve su nöbetinde oraya gelir doyuncaya kadar su içer ve; “Beni suya kandıran
ve Semûd kavmine bir mûcize olarak gönderen Allahü
teâlâya hamd ederim” derdi. Her gün sabah olduğunda; “İlâhî, benden
süt içen ve Sâlih'e (aleyhisselâm) îmân
edenlerin îmân ve yakînlerini arttır. Yâ Rabbî! Sana ve peygamberin Sâlih'e (aleyhisselâm) îmân etmeyenlerden benden süt içenlere
de, ilacı olmayan bir dert ver. Sen her şeye kâdirsin” derdi.
Semûdlular,
bir gün su, bir gün de devenin sütünü içiyorlardı. Su nöbetlerinde, kuyunun
suyu deveye kalmasın diye çok su biriktiriyorlardı. Zamân zaman birbirlerine; “İşte
görüyorsunuz, ağaçlar dallarını, yapraklarını yesin diye deveye eğiyor. Her gün
meralarda deve için otlar bitiyor. Hayvanlarımız ondan kaçıyor. Helâk oluyor.
Sütünü içtiğimizde bedenlerimizde hastalık oluyor. Bu deve bize hayır
getirmiyor. Buna bir çıkar yol bulalım” dediler ve deveyi helâk etmek yollarını
aradılar. Fakat Sâlih'in (aleyhisselâm) haber
verdiği azâb sebebiyle de korkup karar veremediler.
Semûd
kavmi içinde, sürüleri zarar gördüğü için devenin öldürülmesini çok isteyen iki
kadın vardı. Birisi, yaşlı fakat malı-mülkü çok bir kadın olan, cemâl sâhibi
(güzel) kızları bulunan Uneyze binti Ganem idi. Diğeri Sadûf binti Muheyya idi
ki, hem cemâl sâhibi (güzel), hem de malı-mülkü pek fazla idi. Sâlih'e (aleyhisselâm) en çok bu kadın düşmandı. Bu sebeple
Semûd kavminden îmân etmeyenleri, o deveyi boğazlamaları için teşvik etti. Bir
gün ismi Mısda’ bin Mehrec olan amcası oğlunu çağırdı. Ona; “Ey Mısda’! Eğer
büyük zararını gördüğümüz Sâlih'in (aleyhisselâm)
devesini öldürürsen sana varırım. Her şeyimle senin olurum” dedi. Bu teklifinde
ısrâr ederek sonunda onu iknâ etti. Gidip durumu Uneyze'ye anlattı. Ona; “İknâ
ettiğim Mısda'nın yanına yardımcılar lâzımdır. Kavmimiz içinde Kıdâr bin Sâlif
isminde evlenmemiş birisi var, kızlarını ona teklif et. Kabûl ederse onu da
yardımcı vererek deveyi boğazlatmış oluruz” dedi. Uneyze kabûl edip,
kızlarından en güzelini giydirip süsledi ve Kıdâr'a gösterdi. Kıdâr, kavmi
içinde çok çirkin ve babası belli olmayan biri idi. Teklifi kabûl etti. Kıdâr
ile Mısda’ görüşüp deveyi öldürmede hemfikir oldular. Yanlarına Mısda'nın
kardeşi, Herîl bin Mîlâd, Düayr bin Dâir, Dârid bin Amr, Reyyân bin Duâyn,
Lübeyd bin Helmes, Mesred bin Mehil isimli bedbahtları da alarak tam dokuz kişi
oldular. Bunlar kabîleleri dolaşıp yapacakları işi anlattılar ve taraftar
topladılar. Semûd oğullarının küçüğü-büyüğü, kadını-erkeği, devenin
öldürülmesine rızâ göstermişti. Devenin öldürüleceği gün, Uneyze, kızını
süsleyip Kıdâr'ın yolu üzerine çıkardı. Kıdâr, evlenmek arzusuna kavuşmak için
deveyi beklemeye başladı.
Kur’an-ı
kerîmde Neml sûresinin 48. âyet-i kerîmesinde
toplanan bu fesâd ehli şöyle bildirilmektedir: (O (Semûd kavminin bulunduğu) şehirde dokuz
kimse vardı. (Reisleri Kıdâr bin Sâlif idi. Bunlar deveyi öldürmeye
teşebbüs ettiler.) Bunlar orada (o şehirde) ıslâh ile değil ifsâd ile meşgûl idiler.”
Bu dokuz
kişi plânları gereği devenin geçeceği yolda pusuya yattılar. Deve yaklaşınca
Mısda’, bir ok atıp deveyi yaraladı ve yere düşürdü. Kıdâr ve yanındakiler de
üzerine atılıp boğazladılar. Kur’an-ı kerîmde A’râf sûresinin 77. âyet-i
kerîmesinde beyân olunduğu üzere; “(Semûd kavmi) o deveyi kestiler. Rablerinin emrine uymayıp
isyân ettiler.” Sâlih'in (aleyhisselâm),
“Deveyi kendi
hâline bırakın yesin, içsin.” emrine karşı gelip taşkınlık yaptılar.
Devenin yavrusu korkup dağa kaçtı. Bir rivâyette onu da yakalayıp öldürdüler.
Semûdlular devenin etlerini pay ettiler ve pişirip yediler. O zaman kuşlar ve
yırtıcı hayvanlar dile gelerek; “Şimdi Semûd kavmi helâk oldu. Rabbimizin
emrine karşı gelip isyân ettiler” diye çağrıştılar. Sâlih (aleyhisselâm) durumu öğrenip mü’minlerle birlikte
oraya gitti. Devenin hâlini görünce çok üzüldü. Sâlih'in (aleyhisselâm) gözyaşları mübârek sakallarına aktı ve;
“İlâhî! Âhır zamanda gönderilecek âlemlere rahmet olacak olan Muhammed Mustafa (sallallahü
aleyhi ve sellem) hakkı için kavmime hidâyet eyle” diye duâda bulundu.
Semûd'un azgın müşrikleri alaya, hakârete devam ederek; “Ey Sâlih! Eğer gönderilen peygamberlerden isen,
bize vâd ettiğin azâbı getir dediler.” (A’râf sûresi: 77) Sâlih (aleyhisselâm) kavmine; “Ey kavmim. Ben size Rabbimin risâletini
tebliğ ettim ve size nasîhat ettim. Lâkin siz nasîhat edenleri sevmezsiniz”
(A’râf sûresi: 79), “Ey kavmim! Niçin tevbeden evvel azâbın gelmesine acele
edersiniz. (Zirâ onlar azâbın gelmesi ânında tevbe ederiz derlerdi.)
Niçin Allahü teâlâdan mağfiret isteyerek îmân etmezsiniz. Keşke Allahü teâlâya istiğfâr etseniz de merhamet olunsanız.” (Zirâ
azâb geldiğinde tevbe kabûl olmaz.) buyurdu. (Neml sûresi:
46)
Müşrikler
Sâlih'in (aleyhisselâm) şefkât ve merhamet dolu
nasîhatlerine karşı; “(Ey Sâlih!) Biz seninle ve sana tâbi olanlarla (müminlerle) teşe’üm ederiz.
(yani uğursuzluğa uğradık. Sen bu dîni ortaya attığından beri bizim başımız
belâdan kurtulmuyor. Sen böyle bir din getirmeden önce bu belâlardan hiç
birisine maruz kalmazdık)” dediler. (Neml sûresi:
47)
Semûd
kavmi, kıtlık ve mallarının telef olması gibi sevmedikleri bir takım âfetlerin
başlarına gelmesine hazret-i Sâlih'in (aleyhisselâm)
ortaya koyduğu hak dînin sebep olduğuna inandıklarından; “Biz sizinle teşe’üm
ederiz ve kötülüklere sebep sizsiniz” demişlerdir.
Sâlih (aleyhisselâm) onlara cevap olarak buyurdu ki: “(Ey
kavmim!) Hayır
ve şerden size erişen, Allahü
teâlânın emriyledir. O takdir olmuştur. Belki
siz bir kavimsiniz ki; hayr, şer, izzet, zillet, rahat ve şiddetle tecrübe
olunuyorsunuz ve lâkin bilmiyorsunuz.” (Neml
sûresi: 47)
Allahü teâlâ
Sâlih'e (aleyhisselâm) vahiy gönderip; “Kavmine
azâbın geleceğini bildir” buyurdu. Bu durum Kur’an-ı kerîmde Hûd sûresi 65.
âyet-i kerîmesinde şöyle bildirilmektedir: “Nihâyet o devenin ayaklarını keserek öldürdüler. Bunun
üzerine Sâlih şöyle dedi: Hânelerinizde üç gün yaşayınız. (Çarşamba,
Perşembe ve Cumâ günü. İlk günde yüzleriniz sararır, ikinci günde kızarır,
üçüncü günde kararır, dördüncü gün de helâk olursunuz.) Bu yalan olmadık bir vâddir.”
Bu âyet-i
kerîmenin üç hükmü ihtivâ ettiği bildirildi. Birincisi, Sâlih'in (aleyhisselâm) kavminin mûcize olan deveyi
öldürmeleri; ikincisi, Sâlih'in müşrik Semûdlulara kendi beldelerinde ve
hânelerinizde üç gün yaşayın demesi; üçüncüsü, helâklerine üç gün kalıp, üç
günden ziyâde yaşayamayacaklarına dâir vâdin doğru bir vâd olup yalan
olmadığını beyân etmesidir.
Semûdlular,
Sâlih'in (aleyhisselâm) azâb vadi karşısında; “Ey
Sâlih! Elinden geleni ardına koyma. Biz deveyi öldürerek etini yedik. Sen uzun
zamandır bizi azâbla korkutursun. Biz ondan bir eser göremiyoruz” dediler. O
gecenin sabahında bir takım acâib hâllerle karşılaştılar. Devenin bastığı
yerlerden kan fışkırdığını, ağaçların yapraklarının kızardığını, kuyu suyunun
kan kırmızısı, yüzlerinin de sapsarı olduğunu görüp, birbirlerine haber
verdiler. Sonra Sâlih'e (aleyhisselâm) gittiler
ve; “Ey Sâlih! Sen bizim renklerimizde ve etrâfta olan değişikliğe ne dersin”
dediler. Sâlih de (aleyhisselâm); “Bu, Allahü teâlânın azâbının ilk alâmetidir. Bu ilk
gününüzdür” buyurdu. Semûdlulardan deveyi öldüren dokuz kişi; “Sâlih bizlere ne
sihir varsa yapıyor. Üç güne kadar da azâb vâdi var. O gelmezden önce Sâlih'i,
âilesini ve ona inananları öldürelim” dediler ve yola çıktılar. Gece olduğunda
Sâlih'in (aleyhisselâm) mescidine geldiler. Cebrâil aleyhisselâm
birer taşla her birini öldürdü. Ertesi gün Semûdlular bu dokuzunun cesetlerini
buldular. Kur’an-ı kerîmde bu durum şöyle bildirilmektedir:
“Onlar bu şekilde (Sâlih'i (aleyhisselâm)
öldürmek için)
hîle yaptılar. Biz de onların bu hîlelerinin cezâsını verdik. Halbuki onların
bundan haberleri yoktu.” (Neml sûresi:
50)
“İşte bak, o tuzaklarının
âkıbeti nice oldu. Çünkü biz onları da kavimlerini de (Cebrâil'le
(aleyhisselâm) ve ateşle) helâk ettik.” (Neml sûresi: 51)
Allahü teâlâ
Sâlih'e (aleyhisselâm) Cebrâil'i (aleyhisselâm)
göndererek müşriklerin tuzaklarından ve başlarına geleceklerden haberdâr etti.
O da îmân edenlerle birlikte (dörtbin kişi olduğu rivâyet edilmiştir) o beldeyi
terk ettiler. Bunların kurtulmalarına sebep îmânları idi. Allahü teâlâ bu durumu Hûd sûresi 66. âyet-i
kerîmesinde şöyle bildirmektedir; “Vaktâ ki azâbımız veya azâbla emrimiz gelince Sâlih'i ve
onunla beraber mü’minleri indimizde rahmetle o azâbdan ve o günün rüsvâlığından
halâs ettik (kurtardık). Muhakkak senin Rabbin azâbında kuvvetli ve düşmanlarına
gâliptir.”
“Sâlih'e ve onunla olan
mü’minlere necât verdik. Onlar küfür ve günahtan sakınırlardı.” (Neml sûresi:
53)
İkinci
günde Semûdluların yüzleri kana boyanmış gibi kıpkırmızı oldu. Azâbın
geleceğine kanaat getirip feryâd ettiler, bağrıştılar, ağlaştılar. İki gün
geçti dediler. Üçüncü günü yüzleri simsiyah oldu. Sanki yüzlerine zift
sürülmüştü. Hepsi me’yûs olup; “Azâb hangi taraftan gelir” diyerek sağa-sola ve
semâya doğru bakıştılar.
Azâb
geldiğinde, Allahü teâlâ Cebrâil'i (aleyhisselâm)
gönderip; “Semûd kavmi bana îmân etmediler. Nimetlere şükretmediler. Benim
hâlık (yaratıcı) ve Rab olduğumu inkârla kendilerine mûcize olarak gönderdiğim
nâkayı (deveyi) öldürdüler. Resûlüm Sâlih'i (aleyhisselâm)
yalanladılar. Şimdi onlara şiddetli sayha ile azâbı indir. Saraylarını,
diyârlarını harâb et” buyurdu. Bu ilâhi emir üzerine bir sabah vakti azâb
sayhası, Semûd kavminin insanlarını yakaladı. Cebrâil
(aleyhisselâm) onları muhkem binâlarda helâk
etti. Fahreddîn-i Râzî'nin beyânına göre, sayhanın şiddet ve heybetinden
hepsinin ödleri patlamak sûretiyle öldüler. Allahü
teâlâ Kur’an-ı kerîmde meâlen bu hâli şöyle bildirmektedir:
“Onları (Semûd kavmini) sabah vaktinde Cebrâil aleyhisselâmın şiddetli sayhası yakaladı. Hepsi helâk
oldular. Kazanageldikleri (işledikleri) o şeyler (muhkem evler, mal ve nüfusça
çoğalmış olmaları) onlardan azâbı def edemedi.” (Hicr sûresi: 83-84)
“Onların üzerine Cebrâil'in bir sayhasını gönderdik de hayvan ağılına konan kuru çalı,
çırpı ve otlar gibi mahv oluverdiler.”
(Kamer sûresi: 31)
“Onlar; (gökten) heybetli sesle yerde zelzele olup, kalpleri
parçalanarak yüzleri üzerine düşüp, evlerinde helâk oldular.” (A’râf
sûresi: 78)
“Küfürle nefslerine zulüm
edenleri; Cebrâil'in sayhası alıp,
kalpleri parçalanıp, evlerinde yıkılıp helâk oldular.” (Hûd sûresi: 67)
“Onları azâb yakaladı.
Muhakkak bunda bir ibret vardır. Onların çoğu îmân edici olmadı. Muhakkak ki
senin Rabbin azîzdir, rahîmdir.”
(Şuarâ sûresi: 158-159)
Bu âyet-i
kerîmede, onların çoğu veya yarısı îmân edici olsa idi yâni Sâlih'e (aleyhisselâm) îmân etse idiler onlara azâbın
gelmeyeceğine, gönderilmeyeceğine dâir işâret olduğu bildirilmektedir.
“Biz Semûd kavmine hayr
ve şer yolunu gösterdik. Onlar körlüğü
(yani cehl ve dalâleti) hidâyet üzerine tercih ve ihtiyâr ettiler. Onları,
(dünyâda) kazandıkları
(küfür ve isyân) sebebiyle azâb sâikası (yani Cebrâil'in
(aleyhisselâm) sayhası) alıp, zelîl ve helâk oldular.” (Fussilet
sûresi: 17)
İbn-i
Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyeten “Tefsîr-i
Hazin”de beyân edildiğine göre; Sayha ile helâk olan ümmet ikidir: Birincisi,
Sâlih'in (aleyhisselâm) ikincisi Şuayb'ın (aleyhisselâm) ümmetidir. Şu kadar ki, Sâlih'in (aleyhisselâm) ümmetine sayha, memleketlerinin
altından ve Şuayb'ınkine (aleyhisselâm) memleketlerinin
üstünden geldiği rivâyet edilmiştir. Zirâ Şuayb'ın (aleyhisselâm)
kavmi de nasîhat dinlemeyip sonunda sayha ile helâk oldular.
Sâlih (aleyhisselâm) kavminin helâkinden sonra, kendisine
îmân edenlerle birlikte Mekke'ye veya Şam taraflarına gitti. Remle kasabasına
yerleşti. (Hadramut tarafına gittiğine dâir rivâyetler de vardır).
1- Meyvesiz ağaçların
meyve vermeleri:
Sâlih aleyhisselâmın gönderildiği Semûd
kavminin çevresinde hamt diye bilinen dikensiz ve meyveleri olmayan
ağaçlar vardı. Orada bunlardan başka ağaç bulunmazdı. Bir gün Semûd kavminin
önde gelenleri Sâlih aleyhisselâma gelip; “Sen,
gerçekten peygamber isen bu ağaçlar meyve versin” dediler. Sâlih aleyhisselâmdan mûcize göstermesini istediler.
Onların bu teklifi üzerine Sâlih aleyhisselâm
duâ etti. Orada hamt cinsinden ne kadar ağaç var ise hepsi meyve verdi.
2- Taştan su çıkması: Sâlih aleyhisselâm
mûcize olarak duâ edince büyük bir kayadan su çıktı. Sâlih aleyhisselâmın kavminin bulunduğu yerde tek bir kuyu
olup, başka su ve kuyu yoktu. Susuzluktan dolayı bu beldede mahsul elde
edilemediğinden, Semûd kavmi gelip; “Gerçekten peygamber isen şu taştan su
çıkar” dediler. Sâlih (aleyhisselâm) onların bu
teklifi üzerine Allahü teâlâya duâ etti.
Onun bu duâsı üzerine kendisine vahiy geldi ve; “O taşın çevresinde yedi kere
dolaş” buyruldu. Sâlih aleyhisselâm vahiy
mucibince hemen o taşın çevresinde dolaşmaya başladı. Dolaşırken, o büyük
taştan göz göz sular akmaya başladı. Semûdlular bu sularla boş arâzilerini
suladılar. Kurak arâzileri; bağlar, bahçeler hâline getirdiler.
3- Ateşin yakmadığı
çadır: Sâlih aleyhisselâmın çadırına ateş atıldı, fakat hiç tesir
etmedi. Sâlih aleyhisselâmın kavmi olan
Semûdlular, koyunculuk da yaparlardı. Bunun için senenin bâzı aylarını
sahralarda, yaylalarda çadır kurarak geçirirlerdi.
Yaylada
bulundukları bir sırada îmân etmeyenlerden bir kişi gizlice Sâlih aleyhisselâmın çadırını ateşe verdi. Çadır ateş aldı.
Oradaki kâfirler alaya başladılar; “Sen gerçekten peygamber isen çadırındaki
yangını söndür de görelim” dediler. Bunun üzerine Sâlih aleyhisselâm duâ etti. Ateş hemen etrâftaki çadırlara sıçradı.
Kafirlerin bütün çadırları yanıp kül olduğu hâlde Sâlih aleyhisselâmın çadırına bir şey olmadı.
1- Küfür üzere idiler. Sâlih'i (aleyhisselâm) yalanlıyorlardı. Tuğyan yâni küfürde çok ileride idiler. Kötülüklerin en kötüsü, Allahü teâlâya inanmamak, ateist yâni dinsiz olmaktır. İnanılması lâzım olan bir şeye inanmamak küfür olur. Meleklerin, insanların ve cinnin îmân etmeleri, inanmaları emrolundu. Allahü teâlânın var olduğunu anlamamak, düşünmemek günah olur. Allahü teâlâ tarafından bildirilenlerden birine inanmamak, hepsine inanmamak olur. Her birini bilmeden, hepsine inandım demek de îmân olur. Îmân hâsıl olmak için, küfür alâmeti olan şeylerden sakınmak da lâzımdır. Dinin emir ve yasaklarından birini hafif görmek, Kur’an-ı kerîm ile, melekle, peygamberlerden biri ile alay etmek, küfür alâmetlerindendir. İnkâr etmek, yâni işittikten sonra inanmamak, tasdik etmemek demektir. Bundan dolayı, şüphe etmek de, inkâr olur.
2- Dînin temeli olan hususlarda Sâlih'e (aleyhisselâm) itâat etmeyip, nefslerinin arzu ve isteklerine uydular. Düşmanlık ve kibir gösterdiler.
Kur’an-ı kerîmde; “Semûd kavmi, gönderilmiş olan peygamberlerini (Sâlih'i (aleyhisselâm)) tekzip ettiler (yalanlayıp kabûl etmediler). (Şuarâ sûresi: 141), “Îmâna gelmeyip tekebbür üzere olan o kavmin ileri gelenleri, zayıf ve âciz addettikleri mü’minlerle istihzâ (alay) ederek dediler ki: Siz, Sâlih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz? Mü’minler (tam bir îmân bütünlüğü içinde sağlam bir îmânla); Evet, (onun) bize ve size peygamber olduğunda şek ve şüphemiz yoktur dediler. (O zaman) îmân etmeyi kibirlerine yediremeyenler; Biz sizin îmân ettiğiniz şeye inanmıyor, inkâr ediyoruz dediler.” Buyruldu. (A’râf sûresi: 75, 76) Nefse uymak kötü huylardandır. Bunun kötü olduğu, âyet-i kerîmelerde açıkça bildirilmiştir. Nefsin arzularının, insanı Allah yolundan saptırıcı olduğu, Kur’an-ı kerîmde haber verilmiştir. Çünkü nefs, dâimâ Allahü teâlâyı inkâr, O'na inâd, isyân etmek ister. Her işte, nefsin arzularına uymak, nefse tapınmak olur. Nefsine uyan, küfre veya bid’at sâhibi olmağa, yâhut fıska yâni haram işlemeğe başlar. Ebû Bekr Tamistânî diyor ki: “Nefse uymaktan kurtulmak, dünyâ nîmetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefs, Allah ile kul arasındaki perdelerin en büyüğüdür.” Sehl bin Abdullah Tüsterî diyor ki: “İbadetlerin en kıymetlisi, nefse uymamaktır.” Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), uzun bir hadîs-i şerîfinin sonunda buyurdu ki: “İnsanı felâkete sürükleyen şeyler üçtür: Hasislik, nefse uymak, kendini beğenmek.” İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki: Allahü teâlânın, insana yardımına mâni olan perdelerin en kötüsü, ucbdur. Yâni ayıplarını görmeyip, kendini beğenmektir.”
Hadîs-i şerîfte; “Ümmetimin, iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar, nefse uymak ve ölümü unutup, dünyâ arkasında koşmaktır” buyruldu. Nefse uymak, İslâmiyete uymaya mâni olur. Ölümü unutmak, nefse uymaya sebep olur.
Hadîs-i şerîfte, “Aklın alâmeti; nefse gâlip ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hazırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup, Allahü teâlâdan af ve merhamet beklemektir” buyruldu.
3- Rey (Kendi görüşlerine uymak): Semûd kavmi kendi görüşlerini dînin nasslarına (esaslarına) tercih ediyor, ona uyuyorlardı. Kur’an-ı kerîmde; “Sâlih (onlara) dedi ki: “Ey “Kavmim! Bana haber verin. Rabbim teâlâ bana açık bir beyyine (mûcize) ve rahmet, peygamberlik vermişken, eğer ben risâleti tebliğ ve sizi Allahü teâlâya dâvet etmeyip O'na âsî olursam, beni O'nun azâbından kim kurtarır. Beni kendinize tâbi kılmakta, bana hüsrândan başka bir şey arttırmazsınız” buyruldu. (Hûd sûresi: 63) Bu âyet-i kerîmede Semûd kavmini nassa muhâlefetle hâsıl olan şeyden korkutmak ve onları günahlardan sakındırmak mânâsı vardır.
4- Nâsîhat edenlere buğz etmek, kızmak, ondan rahatsız olmak: Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, Sâlih'in (aleyhisselâm), kavmine meâlen şöyle söylediğini buyurdu: “Ey kavmim! Ben size Rabbimin risâletini tebliğ ettim ve size nasîhat ettim. Lâkin siz nasîhat edenleri sevmezsiniz.” (A’râf sûresi: 79)
Hâris bin Esed Muhâsibî (radıyallahü anh) kitabında Hazret-i Ömer'in şöyle buyurduğunu bildiriyor: Birbirine nasîhat etmeyen ve nasîhat edenleri sevmeyen bir kavimde (cemiyette) hayır yoktur.
Beyhekî “Şuab-ül-îman” kitabında, İbn-i Mes’ûd'dan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etti: “Allahü teâlânın katında en büyük günah, bir kimse diğerine Allahü teâlâdan kork dediği zaman, diğerinin ona; “Sen kendine bak, sen mi bana emrediyorsun?” demesidir.”
5- Yeryüzünü ifsâd edenlere itâat etmek, yaptıkları fesâd ve bozuk işlerinde muvafakat etmek: Kur’an-ı kerîmde; “Şimdi, Allahü teâlâdan korkun. Size tebliğ ettiğim (bildirdiğim) O'nun emir ve yasaklarında bana itâat edin. Yeryüzünde bozgunculuk yapanların, ıslâh yapmayanların emrine itâat etmeyin” buyruldu. (Şuarâ 150-151) Bu âyet-i kerîmede; “Onlar ıslâh yapmazlar” diye te’kid yapılmasında, onların fesatlarında salâh olmadığı, onların iyi hasletlerinin bulunmadığına işâret vardır.
6- Hayır ehli ile (mü’minlerle) tetayyür, yâhut mutlak tayâre ve teşe’üm: Sâlih'in (aleyhisselâm) nasîhatleri üzerine kavmi; “Ey Sâlih! Biz seninle ve sana îmân eden maiyetinle (mü’minlerle) teşe’üm ederiz. Zirâ bu dîni kavmine anlattığından beri bizim başımız belâdan kurtulmuyor ve biz sizin sebebinizle uğursuz olduk. Bir çok musîbetlere uğradık. Bunların hepsi sizdendir. Çünkü siz böyle bir din meydana koymadan evvel, bu belâlardan hiç birisine maruz kalmazdık” demekle Sâlih'e (aleyhisselâm); sertlik, kabalık, küstahlık gösterdiler. Sâlih (aleyhisselâm), onların mukâbelelerini (karşılıklarını) işitince; “Ey kavmim! Sizin uğursuzluğunuz Allah katında takdir edilmiştir. Zirâ siz irâdenizi küfre ve belâ icap edecek bir takım günahlara sarf ettiğinizden, Allahü teâlâ sizin başınıza gelecek belâları takdir etmiştir. Siz öyle bir kavimsiniz ki; hayr, şer, izzet, zillet, rahat ve şiddetle imtihân olunuyorsunuz. Lâkin bilmiyorsunuz” buyurarak teşe’ümün yâni uğursuzluğun kendi işleri netîcesi olduğunu bildirdi. Semûd kavmi kıtlık ve mallarının telef olması gibi sevmedikleri bir takım âfetlerin meydana gelmesine, Sâlih'in (aleyhisselâm) ortaya koyduğu hak dîni sebep saydıklarından; “Biz seninle tetayyür yâni teşe’üm ederiz ve kötülüklere sebep sizsiniz” demişlerdir.
7- Kadınlara itâat etmek: Kıdâr ve Mısda'ı deveyi öldürmeye iten sebep, Sadûf ve Uneyze isimlerindeki kadınlara itâat etmeleri idi. Kadınlara kanarak deveyi boğazlayan bu insanlar, evvel gelenlerin en şakîsi oldu. Kadının, haram yolla kendisini veya başkasını erkeğe teklif etmesi en büyük günahlardandır. Sadûf ve Uneyze'nin durumu böyledir. Allahü teâlâ ikisini de takbih buyurdu. Çünkü bunlar Mısda’ ve Kıdâr'a mubâh olan evliliği teklif etmeyip haram ve gayr-i meşru olanı teklif ettiler. Kudâî, İbn-i Asakir, hazret-i Âişe'den (radıyallahü anhâ) rivâyet ettikleri hadîs-i şerîfte; “Kadınlara itâat, nedâmettir” buyruldu. Allahü teâlâ Nisâ sûresi 34. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Erkekler, kadınlar üzerine hâkimdirler. Çünkü Allahü teâlâ bâzı kullarını bâzısından üstün yaratmıştır. Hem de, erkekler, kendi mallarını, onlar için harcederler. Kadınların iyileri Allahü teâlâya itâat eder ve zevclerinin haklarını gözetirler. Zevcleri hazır olmadıkları zaman, onların nâmuslarını ve mallarını, Allah'ın yardımı ile korurlar. Hıyânet etmesinden korktuğunuz kadınlara, zevc haklarını öğretin ve tatlı sözlerle nasîhat edin! Onları yatağınızdan ayırın” buyrularak erkeklerin kadınlardan üstün olduğunu bildirdi.
8- Cemâl sâhiplerine (güzel kadınlara) rağbetten dolayı, masiyete günaha ve belâya düşmek. Bir kimse sâdece malından ve güzelliğinden dolayı bir kadın ile evlenirse, o kimsenin dînine zarar gelir. Nitekim Kıdâr ile Mısda'ın durumu böyledir.
Evlenebilmek için önce, dînin emir ve yasaklarını öğrenmek, nefsi dîne uyar hâle getirmek, gönül sâhibi olmak, olgunlaşmak lâzımdır. Ondan sonra, sünneti yerine getirmek niyeti ile evlenir. Edebi, hayâsı, ahlâkı olan; dînini, îmânını, İslâmın şartlarını öğrenmiş, dîne uyan, sokakta İslâmiyetin emrettiği gibi örtünen bir kızla nikâhlanır. İffet sâhibi, dînini kayıran bir kız aramalıdır. Malı ve güzelliği çok olanı aramamalıdır. Mal için, güzellik için iffeti ve salâhı elden kaçırmamalıdır. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki; “Kadın,ya malı için, veya güzelliği için, yâhut dîni için alınır. Siz dîni olanı alınız! Malı için alan, malına kavuşamaz. Yalnız cemâl için alan, cemâlinden mahrûm kalır.” Din ile cemâlin (güzelliğin) birlikte olması çok iyi olur.
9- Dünyâ malına aldanmak: Semûd kavmi, ömürlerinin uzunluğuna, rahatlıklarına, mallarının-mülklerinin çokluğuna güveniyorlardı. Ölümün ansızın kendilerine geleceğinden korkmuyorlardı. Sâlih (aleyhisselâm) onlara dedi ki: “(Ey kavmim!) Şu bulunduğunuz hâlde, bahçeler, pınarlar, ekinler ve latîf (hoş) tomurcuklanmış hurma ağaçları arasında ve dağlardan yonttuğunuz, yaptığınız kaşâneler, saraylar içinde ölüm ve azâbdan emîn ve ferah olarak terk olunur musunuz? Öyle bırakılacağınızı mı zannediyorsunuz? Allahü teâlâdan korkun; tûl-i emelde olmayın. Artık bana itâat edin. Zirâ ki benim emrime itâat, Allahü teâlâya itâattir.” (Şuarâ sûresi: 146-150)
Semûdlular sâhip oldukları dünyâlıkları sebebiyle şımarmışlardı. Kavuştukları geçici nîmetler sebebiyle taşkınlık ve azgınlık içinde yaşıyorlardı. Fakat, kendilerine verilen bu nîmetlerde cimrilik ediyorlar, ihtiyaç sâhiplerini gözetmiyorlardı. Dünyâlık kazanmak ve kazandıklarını muhâfaza edip, koruyabilmekte çok dikkatli idiler. Pek çok dünyâ malına sâhip oldukları hâlde, gözleri doymuyor, aşırı derecede düşkünlük gösteriyorlardı. Kendilerini ve yaptıkları iş ne olursa olsun, onları güzel görüyorlar ve beğeniyorlardı. Allahü teâlânın mekrinden yâni hîlesinden emîn bir hâlde idiler. Allahü teâlânın verdiği nîmetlerin şükrünü yapmıyorlar, bilakis nankörlükte bulunuyorlardı. Türlü türlü nîmetlerden faydalandıkları hâlde, isyân içinde idiler. Bir gün gelip ölecekleri, yaptıklarının tek tek hesâbını verecekleri hiç akıllarına gelmiyordu. Semûd kavmi, tûl-i emel ve nîmetlere nankörlük üzere idiler. Tûl-i emel, çok yaşamayı istemektir. İbâdet yapmak için çok yaşamağı istemek, tûl-i emel olmaz. Tûl-i emel sâhipleri, ibâdetleri vaktinde yapmazlar. Tevbe etmeyi terk ederler. Kalbleri katı olur. Ölümü hatırlamazlar. Vâz ve nasîhatten ibret almazlar. Hadîs-i şerîfte; “Lezzetlere son veren şeyi (ölümü) çok hatırlayınız.” buyruldu. Hadîs-i şerîflerde; “Ölümden sonra olacak şeyleri bildiğiniz gibi, hayvanlar da bilselerdi, yemek için semiz hayvan bulamazdınız.” ve “Gece ve gündüz ölümü hatırlayan kimse, kıyâmet günü şehidler yanında olacaktır.” buyruldu. Tûl-i emel sâhibi, hep dünyâ malına ve mevkîine kavuşmak için ömrünü harcar. Âhıreti unutur. Yalnız zevk ve sefasını düşünür. Çoluk-çocuğunun bir senelik ihtiyâcını hazırlamak, uzun emel olmaz. Hadîs-i şerîflerde: “İnsanların en iyisi, ömrü uzun ve ameli güzel olan kimsedir.” ve “İnsanların en kötüsü, ömrü uzun, ameli kötü olandır.” ve “Ölmek istemeyiniz. Kabr azâbı çok acıdır. Ömrü uzun olup İslâmiyete uymak, büyük saâdettir.” ve “Müslümanlıkta beyazlaşan kıllar, kıyâmet günü nûr olacaklardır.” buyruldu.
Tûl-i emelin sebepleri, dünyâ zevklerine düşkün olmak ve ölümü unutup sıhhat ve gençliğine aldanmaktır. Bu hastalıktan kurtulmak için, sebepleri yok edip, ölümün her an geleceğini düşünmelidir. Sıhhatin ve gençliğin, ölüme mâni olmadıklarını unutmamalıdır. Çocuklardaki ve gençlerdeki ölüm sayısının yaşlılardaki ölüm sayısından çok olduğunu istatistikler göstermektedir. Çok hastaların iyi olup yaşadıkları, çok sağlam kişilerin çabuk öldükleri, her zaman görülmektedir. Tûl-i emel sâhibi olmanın zararlarını ve ölümü hatırlamanın faydalarını öğrenmelidir. Hadîs-i şerîfte; “Ölümü çok hatırlayınız. Onu hatırlamak, insanı günah işlemekten korur ve âhırete zararlı olan şeylerden sakınmağa sebep olur.” buyruldu. Eshâb-ı kirâmdan Berâ bin Âzib diyor ki: “Bir cenâzeyi götürdük. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kabir başına oturup, ağlamağa başladı. Mübârek gözyaşları toprağa damladı. Sonra; “Ey kardeşlerim! Hepiniz buna hazırlanınız.” buyurdu.” Ömer bin Abdülaziz (rahmetullahi aleyh) bir âlimi görünce, nasîhat istedi. O da; Şimdi halîfesin istediğin gibi emredersin. Yarın öleceksin dedi. Biraz daha söyle deyince; “Âdem'e (aleyhisselâm) kadar, bütün dedelerin ölümü tattı. Şimdi sıra sana geldi dedi.” Halîfe uzun zaman ağladı. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “İnsanlara vâiz olarak ölüm yetişir. Zenginlik isteyene kazâ ve kadere îmân etmek yetişir.”, “İnsanların en akıllısı ölümü hatırlayandır. Ölümü çok hatırlayan insana; dünyâda şeref, âhırette yüksek dereceler nasîb olur.”, “Allahü teâlâdan hayâ ediniz. Başkalarına kalacak olan şeyleri toplamakla vaktinizi gayb etmeyiniz. Kavuşamayacağınız şeyleri ele geçirmek için uğraşmayınız. İhtiyacınızdan fazla binâlar yapmakla hayatınızı harcamayınız.”, (Evlerinizi haram malzeme ile yapmayınız. Dininizin ve dünyânızın harâb olmasına sebep olur.” buyurup, çok sevdiği Üsâme bin Zeyd'in bir ay sonra ödemek üzere yüz altına bir köle satın aldığını işitince de; “Siz buna hayret etmediniz mi? Üsâme tûl-i emel sâhibi olmuş.” buyurdu. İhtiyaç maddelerinin veresiye de alınmaları câizdir. Bir hadîs-i şerîfte; “Cennet’e gitmek isteyen, uzun emel sâhibi olmasın. Dünyâ işleri ile uğraşması ölümü unutturmasın. Haram işlemekte Allahü teâlâdan hayâ etsin.” buyruldu. Haram olan lezzetler içinde yaşamayı düşünerek uzun emel sâhibi olmak haramdır. Çok yaşamayı değil, sıhhat ve âfiyet ile yaşamayı istemelidir.
10- Allahü teâlâya ahd ve mîsâkı bozdular: Semûdlular, Sâlih'e (aleyhisselâm); “Bize kayadan deve çıkarırsan sana îmân edeceğiz. Senin Rabbine itâat edeceğiz” dediler. Sâlih aleyhisselâm da Allahü teâlânın izni ile kayadan deveyi çıkarınca, hak sözden rücu ettiler, yâni döndüler. Sonra da azâba uğradılar.
Hâkim, Câbir'den (radıyallahü anh) rivâyet etti: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hicr'e uğramıştı. Bu sırada buyurdu ki: “Mûcize istemeyiniz. Muhakkak Sâlih'in kavmi mûcize istedi de, Allahü teâlâ onlara deve gönderdi. Deve bu yoldan suya gelir, şu taraftan giderdi. Sonra onlar, Rablerinin emrinden (hak sözden) dönüp haddi aştılar. Allah'ın hareminde olan bir kişi dışında (ve îmân edenler müstesnâ) Semûd kavminden herkesi helâk eden bir sayha, onları yakalayıverdi.” Eshâb-ı kirâm, o bir kişi kimdi? diye sorduklarında, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Ebû Rigâl'dir, Harem'den çıktığında kavmine isâbet eden azâb ona da isâbet etti.”
Tefsîr âlimleri bildirdiler ki; “Sâlih aleyhisselâm ve ona tâbi olanların dışında Semûd zürriyetinden Ebû Rigâl denilen bir kişi hariç, hiç kimse kalmayıp hepsi helâk oldu. Ebû Rigâl, o sırada Mekke-i mükerremede Harem-i şerîfte idi. Bu sebepten ona bu musîbetten bir şey isâbet etmedi. Günlerden bir gün Harem'den çıktığında gökten bir taş düşüp onu öldürdü.”
Abdürrezzak dedi ki: Mamer'in, İsmâil bin Ümeyye'den naklettiğine göre; Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Rigâl'in kabrine uğradı ve Eshâb-ı kirâmına; “Bu kimdir biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar da; “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” dediler. O zaman Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Bu, Ebû Rigâl'in kabridir. Semûd kavminden birisidir. Allahü teâlânın Harem’inde idi. Bu mekân onu azâbdan korumuştu. Oradan çıkınca, kavminin başına gelen, onun da başına geldi ve burada defnolundu. Onunla birlikte altın bir dal da gömülmüştü” buyurdu. Halk onun kabrini kazmaya ve o altını aramaya koyuldular ve altın dalı çıkardılar.
Buharî, Abdullah bin Dinâr'dan, o da, Abdullah ibni Ömer'den rivâyet ettiğine göre; Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Tebük gazâsında Semûd kavminin helâk olduğu vadide konakladığı zaman, Eshâb-ı kirâmına (radıyallahü anhüm) buranın kuyusundan su içmemelerini ve buradan su almamalarını tembih etti. Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem) ! Biz bu kuyunun suyundan alıp hamur yoğurduk ve kaplarımızı da doldurduk” demeleri üzerine, Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem); “Öyle ise hamuru atınız, aldığınız suyu da dökünüz” buyurdu.
Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), Semûd kavminin vâdisine geldiği vakit; “Nefslerine zulmeden kimselerin meskenlerine girmeyin ki onlara dokunan azâb, size de dokunmasın. Ancak ağlayarak girerseniz bir beis yoktur” buyurarak, bürdesini yâni hırkasını başına alarak oradan uzaklaştığı beyân olunmuştur.
11- Emâneti zâyi etmek (koruyamamak): Deve, Semûdluların yanında Allahü teâlânın emâneti idi. Onlar bu emâneti korumak bir yana, ihânet edip onu boğazladılar. Emâneti gözetmemek münâfıklık alâmetidir ve büyük günahtır. Emânet, malda olduğu gibi sözde de olur. Hadîs-i şerîfte; “Münâfıklık alâmeti üçtür: Yalan söylemek, vâdini îfâ etmemek, emânete hıyânet etmek” buyruldu. Kendisine mal veya söz yâhut sır emânet olunan kimsenin bunlara hıyânet etmesi münâfıklık olur.
“Buharî”de yazılı, Amr ibni Âs'ın (radıyallahü anh) oğlunun bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Dört şey münâfıklık alâmetidir: Emânet olunana hıyânet etmek, yalan söylemek, vâdini bozmak ve ahdine gadr etmek ve mahkemede doğruyu söylememek” buyruldu. İbn-i Hâcer buyurdu ki: “Nifâk yâni münâfıklık, zâhirîn bâtına uymaması demektir. Sözü, özüne uymaz. Îtikâd edilecek şeylerde münâfıklık yapmak, küfürdür. İşlerinde ve sözlerinde münâfıklık yapmak, haram olur. Îtikâdda, îmânda münâfıklık, diğer küfürlerden daha fenâdır.
12- Mâsiyet ehlinin (günah işleyenlerin) yaptığı günah ve küfür işlerini tasvip etmek. Emr-i mâruf ve nehy-i münkeri (iyiliği emredip kötülükten menetmeyi) terk etmek: Aslında, deveyi bir veya iki kişi, yedi kişinin yardımı ile boğazlamıştır. Fakat Allahü teâlâ onların hepsine, onu tekzip ettiler, deveyi bağladılar diye nispet buyurdu. Onların hepsine azâbı gönderdi. Çünkü onlar, zâlimlerin o işi yapmasına mâni olmadılar. Üstelik onlar deveyi boğazlayanların bu işinden râzı idiler. Günahın işlenmesine rızâ göstermek, mâsiyetin ta kendisidir.
İmâm-ı Ahmed, Ebû Dâvûd ve İbn-i Mâce'nin Cerîr bin Abdullah Beclî'den (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Bir kavmin arasında mâsiyet işlenir, onlar o mâsiyeti yapandan daha üstün ve kalabalık oldukları hâlde, o mâsiyeti (kötülüğü) değiştirmezlerse, (ona mâni olmazlarsa) Allahü teâlâ o kavmin hepsine umûmi azâb gönderir.”
13- Zarûret olmadan vakıf olan hayvanı boğazlamak ziyân etmektir: Sütünden içmeleri için fakirlere vakfedilen koyun, hac edeceklere vakfedilen katır, cihâda gidecek olanlar için vakfedilen at böyledir. Kimse, bunlara kötülük ile dokunamaz. Kim bunu çiğnerse, deveyi boğazlayan Semûd kavmine benzemiş olur. O devenin sütü onlara sebil idi. Deve, kimsenin mülkiyetinde değildi. Onun sâhibi ancak Allahü teâlâ idi. Aynı şekilde vakıf olan akarât (gelirler) ve diğerleri dînimizde Allahü teâlânın mülküdür. Telef, tahrip, tâmir ve satmak sûreti ile vakıflara hıyânet etmek bu kâbildendir. Yine ihtiyaçların giderilmesi için müslümanların ortak mallarına da hıyânet bu kâbildendir. Bu şekilde davrananlar hâinlik yapmak hususunda Semûd kavmine benzer.
14- Dokuz kişinin fesadda ileri olması: Semûd kavminden dokuz kişinin yapmadıkları fesâd yoktu. Bunlar her türlü kötülüğü yaparlar, başkalarının malını zorla elinden alırlar ve kadınlarına tecâvüz ederlerdi.
Mücâhid ve başkalarından rivâyet edildi ki: “Semûd kavmi deveyi boğazlayınca, Sâlih (aleyhisselâm) onlara üç gün sonra size azâb gelir buyurdu. O zaman bu dokuz kişi ittifâk edip; “Eğer o, tehdidinde yalancı ise, ona lâyık olduğu cezâyı verelim. Doğru ise, azâb bize gelmeden önce işini bitirmekte acele edelim de kendimizi böyle bir azâbdan kurtaralım” diyerek, Sâlih'i (aleyhisselâm) öldürmek için evine gittiler.
Abdullah ibni Abbâs buyurdu ki: “Dokuz kişi, Sâlih'in (aleyhisselâm) evine geldiler. Kılıçlarını çektiler. Fakat Cebrâil (aleyhisselâm) onları taşlarla öldürdü. Ancak onlar Cebrâil'i görmeyip, sâdece kendilerine atılan taşları görüyorlardı.”
Katâde (radıyallahü anh); “Dokuz kişi sür’atle Sâlih'in (aleyhisselâm) evine geldiler. Allahü teâlâ elinde kaya bulunan bir meleği onlara gönderdi. O, hepsini helâk etti” diye bildirdi.
Dokuz kişi, diğer Semûdlulardan fazla olarak: mekr (hîle), dînar ve dirhemleri kırmak, başkalarının kadınlarına sarkıntılık etmek, öldürmeye azmetmek gibi çeşitli günahları işlemekte çok ileri gitmişlerdi.
Kur’an-ı kerîmde Neml sûresi 50 ve 51. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Onlar bu şekilde (Sâlih'i (aleyhisselâm) öldürmek için) hîle yaptılar. Biz de onların bu hîlelerinin cezâsını verdik. Halbuki onların bundan haberleri yoktu. İşte bak, o tuzaklarının âkıbeti nice oldu. Çünkü biz onları da kavimlerini de (Cebrâil (aleyhisselâm) ile ve ateşle) helâk ettik.”
Dokuz kişinin, başkalarının yapmadığı ortak husûsiyetlerinden biri de günah işlemekte yardımlaşmaları idi. Bilhassa inananları öldürmek, öldürmeye teşvik ve bunun için hep birlikte yemîn etmek pek kötü ve çok çirkin günahlardır. Bir müslümanın öldürülmesine bir parça söz ile de olsa yardımcı olan kimsenin alnına; “Allah'ın rahmetinden ümidini kesmiştir” yazılır. Bu damga ile Allahü teâlânın huzûruna çıkar.
Beyhekî, “Şuâb” adlı eserinde şöyle anlattı: Mâlik bin Dînar, Neml sûresi 48. âyet-i kerîmesini okudu ve; “Bugün yeryüzünde ifsâd yapan ve ıslâh etmeyen nice kimseler vardır” dedi. Mâlik bin Dinâr'ın (rahmetullahi aleyh) zamanının hâli böyle olursa, diğer zamanların nasıl olduğu artık meydandadır. Akıllı kimse, zamanın bozukluğu içerisinde (onun akışına kendini kaptırmaz) dâimâ ölümü hatırlar, ölümün bir müddet sonra da olsa geleceğini aslâ unutmaz. Rabbinin rızâsını kazanmak için gayret sarfeder. Geçmiş milletlerin çok kuvvetli ve pek zengin olmalarına rağmen, ölüme karşı koyamadıklarından ibret alır. Halbuki onların ömürleri pek uzundu. Geniş arâzileri ve mülkleri vardı. Fakat sonunda helâk oldular ve sâhip oldukları hiç bir şey fayda vermedi.”
--------------------------------------------------------
1) Tefsîr-i Taberî
2) Tefsîr-i Kurtubî
3) Tefsîr-i Kebîr
4) Tefsîr-i Mazharî
5) Garâib-ül-Kur’an (Nişâbûrî)
6) Tefsîr-i Rûh'ul-Beyân
7) Zâd-ül-Mesîr
8) Feth-ül Bârî; cild-6, sh. 268
9) İhyâu Ulumiddîn
10) Metâlib-ül aliyye; cild-3, sh. 271
11) Kısâs-ı Enbiyâ (Arâis-ül-Mecâlis) cild-1, sh. 171
12) Hasâis-ül-Kübrâ; cild-2, sh. 180
13) El-Kâmil fit târih; cild-1, sh. 90
14) Bedâyi-üz Zühûr, sh. 83
15) Târih-i Taberî; cild-1, sh. 115
16) Ravdat-ül ebrâr; sh. 19
17) Mir’ât-ı Kâinat; sh. 77
18) Lügat-ı Târihiyye ve Coğrafya; cild-2, sh. 173
19) Hüsn-üt Tenebbüh; Vr. 230
20) Ahsen-ül-Enbiyâ; sh. 6,
21) Kısas-ı Enbiyâ (Kısaî) cild-1, 108 a.b,
22) Ravdat-üs Safâ; sh. 149
23) Rehber Ansiklopedisi; cild-15, sh. 60
24) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-4, sh. 141
25) İslâm Ahlâkı; sh. 110
26) Şemâil-i Şerif; sh. 531