Yemen'de
bulunan Âd kavmine gönderilen peygamber. Nûh aleyhisselâmın
getirdiği dîni kuvvetlendirmek, yaymak için gönderilen Nebîlerdendir. Hazret-i
Hûd'un ismi, Hûd bin Abdullah bin Riyâh (veya Ribah) bin el-Halud bin Âd bin Avs
bin İrem bin Sam olup, Sam da Hazret-i Nûh'un oğludur. Kaynaklarda Hazret-i Hûd'un,
Hazret-i Nûh'a kadar olan nesebi başka isimlerle de rivâyet olunmuştur.
Hazret-i Hûd'un diğer ismi Âbir olup, lakabı Nebiyyullah'dır. Hûd;
yumuşaklık, sâkinlik, rûhsat, sulh ve sükûna vesîle olması ümîd olunan şey
mânâsına gelen hevâdet kökündendir.
Hûd
(aleyhisselâm) Âd kavminin yaşadıkları yer olan
Ahkâf
diyârında doğup yetişti. Ahkâf, Yemen'de Aden ile Umman arasındadır. Bu bölgeye
Şihr
de denilmektedir. Kaynak eserlerde zikredildiğine göre, Hazret-i Hûd'un babası
olan Abdullah, bir gece rüyâsında, sırtından bir nûr silsilesinin çıktığını
gördü. Hâtifden (gizliden) bir ses; “Ey Abdullah, kalk! Amcanın kızı ile evlen.
Böyle emrolundun” dedi. O da rüyânın heyecanıyla uyandı. Sabah olduğunda gidip
amcasının kızına evlenme teklifinde bulundu ve onunla evlendi. Mübârek bir
kimse olan Abdullah ile Mercâne ismindeki bu sâliha hanımın evliliğinden,
Hazret-i Hûd dünyâya geldi. Mercâne'nin ismi başka bir rivâyette Mek'abe olup,
Sâm'ın evlâdından Uveylim isminde bir zâtın kızıdır.
Hazret-i
Hûd'un annesi ona hâmile olduğu gece, yerler, yırtıcı hayvanlar ve kuşlar dâhil
olmak üzere her şey onu müjdelediler, tebrik ettiler. Annesinin Hûd aleyhisselâma hâmile kaldığı gecenin sabahında kalkıp
baktıklarında, etrâfta bulunan ağaçların yeşillendiğini, çiçeklerin açtığını ve
hiç mevsimi olmadığı hâlde çeşit çeşit meyvelerin bulunduğunu gördüler. Aynı
zamanda; “Hûd aleyhisselâmın doğumu (gelmesi)
yaklaştı; ona itâat etmezseniz helâk olursunuz” diye sesler duydular.
Mek'abe'nin
hâmilelik müddeti tamamlandıktan sonra, bir Cumâ gecesi Hazret-i Hûd doğdu.
Doğumuyla beraber, o beldede yaşayan bütün insanlarda sebebini ve hikmetini
anlayamadıkları korkuyla karışık bir titreme, kalp çarpıntısı meydana geldi.
Mek'abe'nin bir çocuğu olduğu öğrenilince, önceden gördükleri hâlin hikmetini
anladılar. Âd kavminden olanlar birbirlerine; “Bu çocuk herhâlde peygamber
olacaktır. Ondan sakınınız. Ona karşı dikkatli davranınız” dediler.
Doğduğu
zaman, annesi ona, Âbir ismini verdi. Bu isim, Âber ve Ayber şeklinde de
rivâyet edilmiştir. Ana rahmine düşmesinden îtibâren, her zaman fevkalâde
hâlleri görülen Hazret-i Hûd'un, bebeklik ve çocukluğu da başkalarından çok
farklı idi. Soy bakımından baba ve dedeleri de kendi zamanlarının en seçkini
idiler.
Büyüyüp
yetiştiğinde, çehre îtibâriyle zamanındaki insanların en güzeli, akıl
bakımından da onların en mükemmeli idi. Bir gün namaz kılıyordu. Namazdan sonra
annesi merâkla; “Yavrucuğum! Bu ibâdet kimin içindir? Kime ibâdet ediyorsun?”
deyince; “Beni ve her mahlûku yaratan Allahü teâlâya
ibâdet ediyorum” dedi. Annesi; “Yâni herkesin ibâdet ettiği putlara ibâdet
etmiyorsun öyle mi?” deyince, Hazret-i Hûd şöyle dedi: “Anneciğim! O putlar, hiç
kimseye zarar ve faydası dokunmayan taş parçalarından başka bir şey değildir.
Şeytan, müşriklere; yaptıkları kötü amellerini iyi; putlara tapmayı da süslü
gösterdiği için, onlar putlara tapıyorlar. Halbuki kendisinden başka ibâdet
olunmaya lâyık, hiç bir ilâh bulunmayan, hak ve yegâne mâbud, yalnız Allahü teâlâdır.”
Oğlunun
bu sözlerini dikkatle ve heyecanla dinleyen annesi, Hazret-i Hûd'a sarılarak; “Yavrucuğum!
Sen bildiğin, bildirdiğin şekilde ibâdetine devam et. Muhakkak ki, ben sana
hâmile iken, doğumun esnâsında ve hâlâ şu anda bile çok acâib hâller gördüm ve
görüyorum” dedi ve gördüğü garib hâllerden bâzılarını şöyle anlattı:
“Doğumun
yaklaştığında, pek çok vâdiyi dolaştım. Bu esnâda, sana bir zarar gelmesinden
ziyâdesiyle endişe ediyordum. Bir Cumâ gecesi, sen doğunca, endişelerimin
yersiz ve lüzumsuzluğunu, senin husûsî olarak muhâfaza edildiğini anladım.
Çünkü doğduğun gecenin sabahında, o siyah vâdinin beyazlaşıp kardan ak olduğunu
gördüm. Kupkuru ağaçlar bir gecede yeşerip, taptaze olmuşlar ve meyve
vermişlerdi.
Evlâdım!
Seninle beraber giderken, yoluma çok heybetli birisi çıktı. Seni benden alıp,
daha önce kendilerini hiç görmediğim, beyaz yüzlü nûranî kimselere teslim etti.
Bir müddet sonra bana geri verdiler ve seni getirdiklerinde; başının üzerinde
bir nûr hâlesi, pazularında ise yeşil renkli yâkutlar vardı. O topluluktan
birinin, sana hitâben; “Allahü teâlâ seni
peygamber kıldı. Müjdeler olsun” dediğini işittim. Bu gördüğüm hâllerin şeytânî
olması mümkün değildir, mutlakâ rahmânidir; onlar da meleklerdir. Sen yanlış
bir hâl üzere olamazsın. Onun için, Rabbine bildiğin şekilde ibâdet et!”
Pek
tatlı ve sevimli olan Hazret-i Hûd, sîmâ olarak, Hazret-i Âdem'e çok benzerdi.
Dünyâ ve dünyâlık ile alâkası yoktu ve çok ibâdet ederdi. Kendini; Allahü teâlâya ibâdet ve tâata vermiş idi. Gâyet
şefkâtli, çok cömert bir zât olan Hûd (aleyhisselâm)
ara sıra ticâretle meşgûl olurdu.
Nûh tûfanından sonra, gemide bulunarak kurtulanlar çoğalıp, zamanla Arabistan yarımadası ve başka yerlere dağılarak yerleştiler. Hazret-i Nûh'un torunlarından olan Âd; Yemen'de, Hadrâmut bölgesinde, Umman ile Aden arasında Ahkâf denilen yeri yurt edindi. Âd'ın evlâdı burada çoğalarak büyük bir kabîle oldu. Bu kabîle, Âd'ın soyundan geldiği için, bu kavme Âd kavmi denildi. Âd, kendi arasında yirmiüç kabîleden meydana gelen büyük bir Arab kavmi idi. İbn-i Ebî Hatim, Âd kavminin yerleşme sahasının, Yemen ile Şam arasında olduğunu da rivâyet etmiştir.
Âd kavminin insanları, gâyet uzun boylu, iri cüsseli, tuttuğunu koparan cinsten çok kuvvetli kimselerdi. Yeryüzünde onlardan daha uzun boylu ve cüsseli kimseler gelmemiştir. Aynı zamanda uzun ömürlü idiler. Bedenî olan kuvvetleri yanında, Allahü teâlânın ayrıca bir ihsânı olarak, bulundukları belde de, gâyet bereketli idi. Yaşadıkları yerin toprağı çok verimli, yağmurları da bol idi. Her taraf yemyeşil olup, her yanda, bağlar, bahçeler, etrâfta rengarenk çiçekler, göz görebildiğince çeşit çeşit meyve ağaçları vardı. Adım başı pınarlar, akarsular bulunurdu. Hattâ bu Ahkâf diyârının İrem diye tanındığı, İrem bağları tabirinin oradan geldiği de rivâyet edilmiştir.
Âd kavmi insanları, büyük kaya parçalarını yontarak sütun (direk) şekline getirirler, bu direkler üzerine muazzam, gösterişli binâlar yaparlardı. O muazzam binâlarının içinde ayrıca bağlar, bahçeler, güzel havuzlar bulunurdu. Her yer akıl almaz süslerle, göz kamaştırıcı güzelliklere sâhipti.
Hazret-i Nûh'dan sonra sekiz asır gibi uzun bir zamanın geçmesi sebebiyle, Âd kavmi bozulmaya başladı. Önceleri doğruluk, hak ve adâlet üzere rahat yaşarlarken, zamanla fitne ve fesada başladılar. Dinlerine âit ilimleri büsbütün unutarak doğru yoldan ayrıldılar.
Nûh tûfanını görenler çoktan vefât etmiş olduklarından ve tûfanın tesiri yavaş yavaş insanların hâfıza ve gönüllerinden silindiği için, azmaya başladılar. Şeytan da zâten bütün gayretiyle insanları hidâyet yolundan ayırmak için, devamlı hîle ve tuzaklar hazırlıyordu.
Boy ve kuvvetlerine, ellerindeki nîmetlerin çokluğuna bakarak aldanan bu kavim; “Yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve; bizden daha kuvvetli kim var (olabilir) ki dediler” (Fussilet sûresi: 15) âyetinin haber verdiği şekilde kibre kapıldılar.
Bütün nîmetleri veren Allahü teâlâyı da çoktan unutmuşlardı. Kendilerinin ve bütün âlemin bir yaratıcısı olduğu akıllarına bile gelmiyordu. Her geçen gün kibir ve büyüklenmeleri, cehâlet ve taşkınlıkları artıyordu.
Nihâyet Âd kavmi; samed, samûd, sadâ ve hebâ adlı putlara tapmağa, etrâfta bulunan kabîlelere zulüm ve işkence etmeğe başladı. Öyle zâlim ve gaddar oldular ki, zayıf ve güçsüzler, onların yanında eğlence vâsıtası idi. Bunlar üzerinde âdetâ kuvvet denemesi yaparlar, beğenmedikleri zavallı bir kimseyi çok yüksek binâlardan aşağıya atıverirler, merhamet nedir bilmezlerdi. Âdeta zorbalık ve şiddet ile muâmele etmeyi, kendilerine şiâr edinmişlerdi. Kuvvet, şiddet sâhibi olanlar, diğerlerini ezer, inletir, hattâ işkence ile öldürürlerdi. Güçsüz ve korunmasız olanların hâmisi ve sığınağı yoktu.
Zulüm ve aşağılıkta akıl almaz derecede ileri gitmişlerdi. Herkesin gelip geçmekte olduğu çöl yollarına güyâ kolay, kısa ve emîn olan istikâmeti göstermek için çeşitli yanlış işâretler koyarlardı. Yolu bilmeyen, garib, zavallı yolcular, bu yanlış işâretlere aldanarak farkında bile olmadan, kızgın çöllerin içlerine kadar giderler; Âd kavminin zâlimleri de, bu biçârelerin sıcak çöllerde, açlık ve susuzluktan, perişân bir vaziyete düşmelerini, kurda kuşa yem olmalarını seyrederler ve habis rûhları bu alçaklık ve vahşetten zevk alırdı.
Bâzen uzak olsun, yakın olsun civârlarında bulunan kabîlelere baskın yaparlar, her tarafı yakıp yıkarlardı. Ele geçirdikleri malları yağma ederler, yakaladıkları insanları da köle olarak çalıştırır, yâhut da satarlardı. Merhamet duyguları tamâmen kaybolmuş, yerini, canilik ve zulüm duygusu almıştı. Güç ve kuvvetlerini zulüm ve haksızlıkta kullanıyorlardı.
Allah korkusu ve insanlık düşünceleri dumûra uğrayan, şefkât ve merhametten tamâmen mahrûm kalan bu kavim, elindeki maddî imkan ve zenginlikleri sâdece zulüm vâsıtası olarak kullanıyordu. Garib ve kimsesizleri, zayıfları, haklı, haksız ayırmadan, akıl almaz işkencelerle inletiyorlar, onları köle gibi çalıştırıyorlardı. Komşu kabîleler de bunların zulüm ve işkencelerinden yaka silker hâle gelmişlerdi. Çünkü aynı şekilde onlara da, zulüm ve haksızlık ediyor rahat bırakmıyorlardı.
Maddî imkan ve nîmetleri arttıkça, Âd kavminin şımarıklığı, haddi aşması da artıyor, Allahü teâlânın sonsuz nîmet ve ihsânlarına karşı, şükür yerine nankörlükte ileri gidiyorlardı. Bağ, bahçe, tarla, hayvan, mahsul ve hattâ nesillerinde şaşılacak bir bereket bulunması, dünyâ nîmetleri bakımından, ulaşılması arzu edilen bütün her şeye kavuşmuş olmaları, onların gittikçe azıtıp sapıtmalarına, zulüm ve haksızlıkta daha da ileri gitmelerine sebep oluyordu. Bu hesapsız nîmetlere şükredecekleri yerde, şükrü terkedip şirke, müşrikliğe devam ediyorlar, içinde bulundukları bolluk sebebiyle gurur ve kibre kapılıp, insânî duygu ve meziyetlerden ayrılarak, eğlence ve sefâhet yolunda ilerliyorlardı.
Herkesin gelip geçmekte olduğu işlek yolların kenarlarında yaptıkları gâyet muazzam binâlarda, benzeri görülmemiş bir ihtişâm içinde yaşıyorlardı. Bu umûmi yerlerde, ayrıca yüksek tepelerde, yaptıkları sağlam binâ ve kâşânelerde vakitlerini oyun ve eğlence ile geçiriyorlardı.
Ahlâkî ve insanî değerlerini kaybetmiş, mânevîyattan tamâmen mahrûm kalmış kimselerin, ellerine geçirdikleri kuvveti ve maddî imkanları, başkalarına zulüm ve işkence âleti olarak kullanacakları gâyet açıktır. İşte Âd kavmi de böyle olup, ellerindeki kuvvet ve imkanları ile etrâfa dehşet saçıyorlar, bundan da zevk duyuyorlardı. Bu zamanda Âd kavminin melîki (hâkimi), Halcan bin Vehm isminde, vicdansız, zâlim bir kimse idi.
Âd-ı
ûlâ, ilk Âd kavmi demektir. Âd-ı uhrâ ise sonraki Âd kavmi demektir. Bunların
kimler oldukları hakkında çeşitli rivâyetler varsa da, meşhûr olan rivâyetlere
göre, birinci Âd kavmi, Hûd'un (aleyhisselâm)
zamanında bulunup, ona îmân etmeyerek helâk olanlardır. Necm sûresinin 50.
âyet-i kerîmesinde; “O, ilk Âd kavmini helâk etti” buyruldu.
Bu
kavme ilk Âd kavmi buyrulması, Hazret-i Nûh'dan sonra ilk helâk olan kavim
olması sebebiyledir.
Katâde'nin
(radıyallahü anh) bildirdiğine göre İrem,
bir Âd kavmidir. Onlara, zât-ül-Imâd (direkler sâhibi) denirdi.
Kur’an-ı
kerîmde, Hazret-i Hûd ile Âd kavmi arasında vâki olduğu zikredilen hâdiseler
hep bu Âd-ı ûlâ'ya (birinci Âd'a) aittir. Âd-ı ûlâ'nın helâk olmasından sonra,
geride kalanlardan çoğalanlara da Âd-ı uhrâ (sonraki Âd kavmi) denilmiştir. Âd-ı ûlâ,
Âd-ı uhrâ ve İrem hakkında daha değişik rivâyetler de bildirilmiştir.
İşte
edeb ve hayâ bakımından her türlü azgınlık ve taşkınlığa sâhip olan, hak hukuk
tanımayan Âd kavmi içinde bir zât yetişiyordu. Bu seçilmiş zât, Hûd aleyhisselâm idi. Hûd aleyhisselâmın
Âd kavmi ile olan münâsebeti, sâdece neseb (soy) bakımından onlarla aynı olması
ve aralarında yetişmesi idi. Başka hiç bir yönden onlara benzemiyordu.
Allahü teâlânın
bir ihsânı olarak yaratılıştan, fevkalâde bir güzelliğe sâhip olan Hazret-i Hûd,
kavminin en güzeli ve ahlâkça en üstünü olup, insanlar içinde, Yûsuf aleyhisselâmdan sonra, Âdem aleyhisselâma
en çok benzeyen idi. Muhammed aleyhisselâmın nûru, Hazret-i Hûd'un mübârek alnında
ay gibi parlıyordu. Daha küçüklüğünden itibaren kendisine; “Muhammed Mustafa'nın (sallallahü
aleyhi ve sellem) nûru senin alnındadır. Putları kırmak, küffârı
öldürmek ve küfür ateşini söndürmek O'na nasîb olacak” diye nidâ edildiğini
duyardı. Allahü teâlâ onu muhâfaza etti.
Kavminin taşkınlıklarına kapılmadı. Nûh aleyhisselâmın
dîninde olup, o din üzere ibâdet ederdi. Kavmi arasında, sevilen, sayılan,
hürmet edilen bir kimse idi. Gâyet hâlim, selim, yumuşak huylu ve şefkâtli olan
Hûd aleyhisselâm temiz, îtibâr sâhibi ve soylu
bir âileye mensup idi. Doğruluk ve dürüstlüğü ile başkalarından tamâmen farklı
bir hâlde olduğu herkes tarafından bilinirdi. Cesareti ve zekâsı ise fevkalâde
idi. Kavminin îtibâr ve îtimâdını kazanmış olduğundan, herkes arasında Emîn
lakabı ile tanınmış idi.
Hûd
aleyhisselâm, kavminin bu azgın hâline baktıkça
çok üzülüyor, müdâhale edemiyor ve karşı gelemiyordu. Gâyet sâkin olan, hiç
kimseye bir şey söylemeyen, bununla beraber vakâr ve heybet sâhibi olan Hûd'a (aleyhisselâm), dörtyüz yaşına (başka bir rivâyette
kırk yaşına) gelince, Âd kavmine peygamber olduğu bildirildi. Allahü teâlâ, Cebrâil
aleyhisselâm vâsıtasıyla Hazret-i Hûd'a şöyle
vahyetti: “Ey Hûd! Kavmin arasından seni seçtim ve seni Âd kavmine peygamber
kıldım. Onlara git! Kendilerinden korkma! Ben onlara, senin için, mûcize olacak
şeyler gösteririm.
Yâ
Hûd! Ben onlara, altından tahtlar (çok mal ve servet) yanında, kendilerinden
evvel hiç bir kavme nasîb olmayan uzun ömür ve çok kuvvet verdim. Onlara gökten
bol yağmur yağdırdım. Yerden çeşit çeşit otlar bitirdim.
Rızkımı
yiyip benden başkasına ibâdet ediyorlar. Ey Hûd! Sen, benim kulum ve
peygamberimsin. Onlara git! Kendilerini tevhide çağır ve benden başka ilâh
olmadığını, bir olduğumu, ortağımın bulunmadığını söyle ve inanmaya dâvet et!”
Hazret-i Hûd bu vahyi aldıktan sonra doğruca kavminin toplandığı yere gitti. O gün onların bayramları olduğundan hepsi bir yerde toplanmışlardı. Başta melikleri Halcân ve kavmin ileri gelenleri husûsi olarak hazırlanmış altın tahtlar üzerinde oturuyorlardı. Reislerinin başında çeşitli mücevherât ile süslenmiş bir taç vardı. O sırada Hazret-i Hûd'un gür sesi duyuldu. “Ey kavmim!” diyordu. “Benim ve sizin Rabbimiz olan Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Allahü teâlâyı bırakıp da kendilerine ibâdet ettiğiniz şu putlar, sizden önceki Nûh kavminin suda boğularak helâk olmasına sebep oldu. Yâni Nûh kavmi, putlara ibâdet ettiler. Helâk oldular.” Onun bu sözlerini duyan Halcân dedi ki: “Ey Hûd! Yazık sana. Biz bu kadar kalabalık iken, bu kadar güçlü iken sen bize bu sözlerle gâlib geleceğini mi zannediyorsun? Sen bilmez misin ki, her gün ve gecede bizim bin çocuğumuz doğar.”
Dâvetine îtibâr etmeyip dinlememelerine üzülen Hûd (aleyhisselâm), Allahü teâlâya duâ edip, bu kavmin kadınlarının kısır olmalarını diledi. Allahü teâlâ kabûl edip, o sene bütün kadınlar kısır kaldı ve hiç birinin çocuğu olmadı.
A’râf sûresinin 65. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Âd kavmine, kardeşleri Hûd'u (peygamber olarak) gönderdik. Hûd (aleyhisselâm) onlara; “Ey kavmim! Allahü teâlâya ibâdet edin. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Hâlâ O'nun azâbından korkmayacak mısınız?” dedi.”
Tefsîr-i Mazharî'de diyor ki: “Âyet-i kerîmede, Hûd aleyhisselâmın, Âd kavminin kardeşi buyrulması din kardeşliğinden değildir. O kavmin içinden yetiştiği, neseb olarak onlarla aynı soydan geldiği içindir. Dînî inanç ve ibâdetleri bakımından Hûd aleyhisselâmın kavmi ile bir yakınlık ve benzerliği olmamıştır. Âd kavmi, putlara, güneşe, ateşe tapmakta iken; Hûd aleyhisselâm, Nûh aleyhisselâmın getirmiş olduğu dînin îcâplarına göre amel edip ibâdet yapardı.”
Bâzı âlimler, onun melek veya cin cinsinden değil de beşer cinsinden olduğu için “kardeşleri” buyruldu demişlerdir.
Nitekim, Kureyş müşrikleri de Peygamber efendimize; “Sen de bizim neslimizdensin. Bizden birisin. Bize peygamber olarak nasıl gönderilebilirsin?” diyerek îtirâzda bulunmuşlardı. Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede, Âd kavmine kardeşleri Hûd'u (aleyhisselâm) peygamber gönderdiğini, Hûd'un (aleyhisselâm) cin ve melek cinsinden olmadığını, neseb ve soy bakımından Âdlıların kardeşi olduğunu bildirdi. Hazret-i Hûd'un, Âd kavminden bir insan olması, onun peygamberliğine mâni olmayınca, Muhammed aleyhisselâmın Kureyş kabîlesinden olması da peygamberliğine mâni değildir. Âlimler âyet-i kerîmede bu inceliğe işâret buyrulduğunu bildirmişlerdir.
Yine A’râf sûresinin 66. ve daha sonraki âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Hûd aleyhisselâmın kavminden, kâfir olanların ileri gelenleri; (Ey Hûd aleyhisselâm!) Biz seni (kavminin dînini terk ettiğin için) akılsız, peygamberlik dâvâsında da yalancılardan zannediyoruz” dediler. Hûd aleyhisselâm bunlara cevâben şöyle dedi: “Ey kavmim! Bende akıl azlığı ve câhillik yoktur. Ben, âlemlerin Rabbi tarafından size gönderilmiş bir peygamberim. Ben, Rabbimin risâlâtını (bana vahyettiklerini) size tebliğ ediyorum. Size nasîhat (ve sizi tevbeye dâvet) ediyorum. Ben sizin için, güvenilir, emîn bir nasîhatçiyim. (Peygamberliğimde sâdık ve emînim. Allahü teâlânın vahyi ve Allahü teâlânın bana emâneti olan peygamberlik husûsunda emînim. Bu husûsta yalan söylemem. Bir ziyâde ve değişiklik yapmam. Bilakis, bana emrolunan şeyi, aynen emrolunan şekilde tebliğ ederim.) Sizi Allahü teâlânın azâbından korkutmak için, Rabbiniz tarafından içinizden biri vâsıtasıyla vahy (ve haber) gelmesine taaccüb mü ediyorsunuz? (Allahü teâlânın sizi, Nûh kavminin helâkinden sonra onların yerine getirdiğini, yaratılışta size onlardan kat kat ziyâde boy, cüsse ve kuvvet verdiğini ve) Allahü teâlânın daha nice nîmetleri (ihsan ettiği) ni düşünün, hatırlayın. (İhlâs ile Allahü teâlâya ibâdet ederek ve O'na şirk koşmayı bırakarak O'nun bu nîmetlerine şükredin) ki felâh bulasınız, kurtulasınız.”
(Âd kavminin ileri gelenleri Hûd aleyhisselâma) dediler ki: Sen bize, babalarımızın ibâdet ettiği putlarımızı bırakıp, Allahü teâlâya ibâdet, kulluk etmemizi emretmeye mi geldin? Eğer risâletinde (Peygamber olduğunu bildirmek husûsunda) sâdık isen, haydi, (hâlâ O'nun azâbından korkmayacak mısınız? diye) bizi korkuttuğun azâbı getir (de görelim. Kavminin bu inkârcı ve alaycı sözlerine karşı, Hûd aleyhisselâm onlara) dedi ki: Muhakkak ki size Rabbiniz tarafından bir azâb ve gadab vâcib ve hak oldu. Allahü teâlâ tarafından haklarında bir âyet nâzil olması yâhut hiç bir hüccet ve burhan (delil) indirilmemiş iken, sizin ve babalarınızın ilâh diye isimlendirdiğiniz putlarınız ile benimle mücâdele mi ediyorsunuz? (öyleyse şimdi azâbın gelmesini) bekleyin! Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.”
Hûd aleyhisselâm uzun müddet kavmini Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye dâvet etti ise de, pek az kimse îmân etti. Îmân edenler de, diğer müşriklerin, zulüm ve işkencelerinden çekinerek îmânlarını gizliyorlar, açıktan açığa söyleyemiyorlardı.
Kavmin ekserîsi ise, îmân etmedikleri gibi, inkâr ve inâdda pek ileri gidiyorlar, yola gelmiyorlardı. Şirk ve dalâlette kaldıkları gibi, üstelik Hûd aleyhisselâma karşı çıkıyorlar ve onu çok üzüyorlardı. Her defâsında; “... Eğer doğru söylüyorsan, haydi, bize vâd ettiğin, (hâlâ O'nun azâbından korkmayacak mısınız?) diye bizi korkuttuğun azâbı getir (de görelim) dediler. (Hûd aleyhisselâm da onlara) dedi ki: O azâbın geleceği vaktin ilmi Allah katındadır. (Onu sâdece Allahü teâlâ bilir) Ben size vahyolunduğum şeyi bildiriyorum. (Peygamberin vazifesi haber vermektir) Lâkin ben sizi görüyorum ki câhillik ediyorsunuz. (Peygamberlerin, tebliğ ve Allahü teâlânın azâbı ile korkutmak için gönderildiğini bilmiyorsunuz. Sizin bu sözleriniz azâbın gelmesini sür’atlendirir.)” (Ahkâf sûresi: 21-22)
Hûd aleyhisselâm yalvarırcasına kavmine nasîhate devam ediyor, onları, Allahü teâlâya îmâna ve yalnız O'na ibâdet etmeye, âcizlere zulmetmemeye, başkalarına karşı merhametli olmaya, Allahü teâlânın ihsân etmiş olduğu nîmetlere nankörlük etmemeye dâvet ediyordu. Dağ başlarında, çöllerde, ıssız yerlerde, korumasız zavallı kimselere saldırmamalarını, haksız yere başkalarının mallarını almamalarını söylüyor, Allahü teâlâya karşı gelmenin çok büyük felâket olduğunu anlatıyordu.
Hûd aleyhisselâm, neseb olarak Âd kavminden olup, onların arasında yetiştiğinden onların hâllerini çok iyi biliyor, hangi husûslarda çok hassas olduklarını pek iyi anladığı için bütün bunları dikkate alarak konuşuyor, nasîhat ediyordu. Fakat Âd kavmi pek azmış, müşriklik ve putperestliğe iyice dalmış olduğundan nasîhatleri kabûl etmiyor ve inkârda ısrâr ediyordu. Daha düne kadar, aklı, zekâsı, cesâret ve doğruluğu ile çok yakından tanıdıkları, hattâ kendisine “Emîn” lakabını verdikleri Hûd aleyhisselâmı, bu gün yalancı ve akılsız olmakla, ithâm ediyorlardı. Allahü teâlânın emirlerini kabûl edip, îmân etmek, O'nun peygamberine tâbi olmak, bu haddi aşmış, canavarlaşmış kavme pek zor geliyordu.
Mü’minun sûresi 31-42. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Nûh (aleyhisselâm)a inanmadılar. Onları suda boğduk. Ondan sonra yarattığımız insanlara, içlerinden peygamber (Hazret-i, Hûd'u) gönderdik ve Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek, O'ndan başkası yoktur. O'nun azâbından korkunuz! dedik. Dinlemeyenlerden, öldükten sonra tekrar dirilmeğe inanmayanlardan, dünyâ nîmetlerini bol bol vermiş olduğumuz birçoğu, bu peygamber, sizin gibi yiyip içiyor. Kendiniz gibi birçok şeye muhtâç olan birine inanırsanız, aldanmış, ziyân etmiş olursunuz. Peygamber, size ölüp, kemikleriniz çürüyüp, toz toprak olduktan sonra, tekrar dirilerek kabirden kalkacaksınız diyor. Hiç böyle şey olur mu? Ne varsa, ancak bu dünyâdadır. Cennet, Cehennem, hep buradadır. Bu dünyâ böyle gelmiş böyle gider. Öldükten sonra, bir daha dirilmek yoktur. O (peygamber olduğunu söyleyen) kimse (risâlet dâvâsında ve öldükten sonra tekrar diriltileceğimizi söylemek husûsunda) Allahü teâlâya iftirâ ediyor. Biz ona inanıcı, onu tasdik edici değiliz, dediler.
(Onların bu sözlerine karşı, peygamberleri olan Hûd (aleyhisselâm), Allahü teâlâya duâ edip); “Yâ Rabbî! Onların beni yalanlamalarına karşı, bana yardım et! (Beni yalanladıkları için, intikâmımı onlardan al!) dedi. Allahü teâlâ, az zamanda azâb geldiğini görüp, seni yalanladıklarına pişman olurlar buyurdu. Nihâyet onları, müthiş bir sayha, (korkunç bir azâb gürültüsü) Allahü teâlâdan adâlet olarak yakalayıverdi. (Şirk ve isyânla nefslerine) zulmedenler, Allahü teâlânın rahmetinden uzak olsunlar.”
Burada meâlleri yazılan, Mü’minun sûresinin 31-42. âyet-i kerîmeleri için, bâzı müfessirler, Âd; bâzıları ise hem Âd hem de Semûd kavimleri hakkında nâzil olduğunu bildirmişlerdir.
Fahrüddîn-i Râzî hazretlerinin bildirdiğine göre, Allahü teâlâ, bu âyet-i kerîmelerde onların şu üç kötü vasfını bildirdi. 1-Yaratanı inkâr, 2- Kıyâmet gününü inkâr, 3- Dünyâ sevgisine, dünyânın geçici lezzet ve zevklerine dalmak.
Hûd aleyhisselâm; “Ey kavmim! Allahü teâlâya ibâdet ediniz.” (A’râf sûresi: 65) dedikçe, onlar; “Hayır, biz Allah'a ibâdet etmeyiz. Ancak şu putlarımıza ibâdet ederiz” diyerek putlarını gösterirlerdi. Ona karşı kaba ve inkârcı davranmaya devam ederlerdi. Hûd aleyhisselâm onlara, bu itikatlarının yanlışlığını, Allahü teâlâdan başka ibâdete lâyık bir ilâh bulunmadığını bildiriyor, müşriklikte inâd ve ısrâr etmemelerini söylüyordu. Buna rağmen Âd kavminin insanları, hazret-i Hûd'un vâz ve nasîhatlerine kulak vermiyor ve bildiklerinden şaşmıyorlardı. Devamlı olarak, yüksek binâlar yapmakta, garib, güçsüz, zavallı ve kimsesizlere zulmetmekte âdetâ birbirleriyle yarış ediyorlardı. Herkesin gelip geçtiği yolların kenarlarına kurdukları ihtişâmlı binâlardan, gelip geçenlerle eğlenirler, bilhassa Hûd aleyhisselâmın evine giden misâfirlerle istihzâ (alay) ederler ve insanların onun yanına gidip, konuşup görüşmelerine mâni olmak isterlerdi. Hûd aleyhisselâm, çok güç şartlar altında kalmış olmasına, pek çok mânilerle karşılaşmış bulunmasına rağmen, sabır ve tahammül gösteriyor, bıkmadan, usanmadan ve yorulmadan onları îmâna dâvete devam ediyordu. Onlar ise, ters, sert, kırıcı ve kaba cevaplarına ve kibirli sözlerine devam ediyorlardı.
Hazret-i Hûd'a ilk îmân eden, Cünâde bin Esam isminde bir zâttır. Bu zât, Hazret-i Hûd'un amcasının oğlu idi. Cünâde bir gün, akrabâlarından kırk kadar kişiyle otururken, onlara dedi ki: “Ey kavmim! Defâlarca size, doğru saâdet yolu teklif edildiği hâlde, sizi bundan men eden nedir? Niçin kabûl etmiyorsunuz? Bâtılda bir tatlılık yoktur, niçin onu terk etmiyorsunuz. Bu Hûd aleyhisselâm sizin yakın akrabânızdır, amcanızın oğludur. Şüphesiz siz onu, önce ve sonra, doğru, sâdık olarak tanırsınız. O size Allahü teâlâ tarafından vâiz ve peygamber olarak geldi. Şimdi niçin onu yalanlayıp hakâret ediyorsunuz? Allahü teâlâdan korkunuz ve ona itâat ediniz. Siz böyle inkâr ve inâtta ısrâr ederseniz, Nûh kavminin başına gelen felâketin, sizin başınıza da gelmesinden korkuyorum.”
Âdlılar, Cünâde'nin bu sözlerine fenâ hâlde kızdılar. Üzerine hücûm edip, hakârete başladılar. Cünâde, ellerinden kurtulup Hûd'un (aleyhisselâm) yanına dönerek, olanları anlatınca, Hazret-i Hûd onu teselli ederek; “Üzülme! Âhırette senin için hüzün yoktur. Ecrini (mükâfâtını) Allahü teâlâ verir” buyurdu.
Hûd (aleyhisselâm) bir gün yolda giderken, Mersed bin Sa'd (veya Mes’ûd) isminde bir zât ile karşılaştı. Bu zâtın ismi, Mürsed bin Sa'îd şeklinde de bildirilmiştir. Mersed dedi ki: “Yâ Hûd! Ben de sana bir iş için geliyordum. Eğer ben sana o işimi haber vermeden evvel, sen bana haber verirsen, sen Nebîsin (peygambersin). Hazret-i Hûd ona tebessüm edip şöyle buyurdu: “Dün gece yatarken hanımınla aranızda şöyle bir konuşma geçti. Sen hanımına; Yarın Hûd'a (aleyhisselâm) gideceğim. Bu konuşmalarımızı bana haber verirse o peygamberdir. Kendisine îmân edeceğim dedin. Mersed bunları duyunca, kelime-i şehâdeti söyleyip; “Ben şehâdet ederim ki, hak mâbud olarak, Allah'tan başka ilâh yoktur. O Allah ki, seni peygamber olarak gönderdi. Seni tasdik eden kimseye ne mutlu. Seni yalanlayan kimseye de yazıklar olsun” dedi. Sonra; “Ey Allah'ın Nebîsi! Acabâ benim çocuğum olacak mı?” diye suâl etti. Hazret-i Hûd buna cevâben; “Hanımın şimdi hâmiledir. Bu hâmilelikten iki erkek çocuğun olur. (Hanımın ikiz doğurur). Ayrıca hanımının, senden, daha çok çocuğu olacaktır. On batında ikiz doğum yapar. Hepsi de erkek olur. Ayrıca çocuklarının hepsi de benim ümmetimden olur.”
Hazret-i Hûd'dan bunları dinleyen Mersed, sevincinden Hazret-i Hûd'a sarılıp, alnından öptü. Allahü teâlâya hamd ve senâ ederek oradan ayrılıp, hanımının yanına döndü. Olanları hanımına haber verdi. O da çok sevinip, hemen îmân etti. Mersed, îmânını gizlerdi. Kavminin ileri gelenlerinden olduğu için, onların arasında oturur, Hazret-i Hûd hakkında ne konuştuklarını, ne yapacaklarını dinlerdi. Ona bir zarar vermeyi konuşurlarsa, onlara; “Ey akrabâlarım! Ona mühlet tanıyın. Hemen öldürmeye kalkmayın. Çünkü o, kardeşimizdir ve amcamızın oğludur” diyerek caydırırdı.
Hûd aleyhisselâm zamanında O'na îmân etmiş olan Nûheyl bin Halîl isminde bir zât vardı. Bu zât, o rezil kavmin ileri gelenleri ile beraber bulunur, onların îmân etmeleri için devamlı nasîhat ederdi. Uzun müddet böyle devam ettiği hâlde, kavminde hiçbir değişiklik olmadığını görüp, bu işten vazgeçti. Kendisi gibi îmân edenlerle birlikte bir köşede ibâdet ve tâat ile meşgûl olmaya başladı. Bir gece uykuda bir ses duydu. Rahmânî olan bu ses; “Ey Nûheyl! Başını kaldır. Semâya doğru bak! Kavminin üzerine gölge veren ve onların üstüne kadar gelen azâb bulutunu seyredip, ibret al” diyordu. Hakikaten, Âd kavminin üzerinde, zulmetten yaratılmış siyah bir bulutun büyük bir dağ gibi durmakta olduğunu gördü.
Korkuyla uyanan Nûheyl, doğruca Amr bin Bâ'ıd (veya Bâ'ıs) bin Esam ismindeki amcasının oğlunun yanına gitti. Korku ve dehşet içersinde, gördüğü hâli ona anlattı. Daha önce kendisinin çok uğraştığını, bu azgın kavme söz geçiremediğini bu sebepten gidip bu hâli Âd kavmine haber vermesini söyledi. “Git! Âd oğullarına benim gördüğüm bu hâli anlat! Hidayete kavuşmalarına çalış. Îmân etmeleri için gayret göster!” dedi. Amr gidip, kavmine bunları anlattı. Hûd aleyhisselâmın anlattıklarını kabûl etmeyen apaçık mûcizelerini gördükleri hâlde yine inkâr eden Âd kavmi, Amr bin Bâ'ıd'ın sözlerine aldırmadılar ve onu reddettiler. Hattâ öldürmeye kalktılar, fakat buna güçleri yetmedi. Amr, ellerinden kurtulup Nûheyl'in yanına geldi ve olanları haber verdi.
Nûheyl de Hûd aleyhisselâma bildirdi. Bu hâli kavmine bizzât kendisi anlatabilmek için ondan izin alıp, Vâdi-i gays isminde bir yere gelerek Âd kavmini yanına topladı. Nûheyl, Âd kavminin Benî Esam kolundan sözü dinlenir bir zât idi. Uykuda gördüğü hâli onlara uzun uzun anlattı. Yumuşaklıkla, tatlılıkla, onların îmân etmelerine gayret etti. Fakat, bu Âd kavmi idi ve hakkı, hakîkati kabûl etmemek husûsunda sanki ahdları vardı. Ne anlatılsa, ne gösterilse kâr etmiyor, inanmıyorlardı. Nûheyl'in; sözlerine, anlattıklarına da kulak asmadılar. “Ey Esam oğlu! Zamânımızda peygamberlik işi size mi kaldı. Demek ki, peygamberlik size geldi. Siz bu işinize devam edin. Fakat devamlı olarak bizi azâbla korkutuyorsunuz. Ama hâlâ biz, o dediğiniz azâblardan, sıkıntılardan, güç hâllerden hiç bir şey görmedik. Eğer siz bizleri azâb ile korkuttuğunuz sözlerinizde sâdık iseniz, dediğiniz azâbları bize de gösterin” diyerek alay ettiler.
Hazret-i Hûd, bütün bunları gördükçe, devamlı sabrediyor; “Bekleyelim. Belki îmân edip, Allahü teâlânın emirlerine itâatkar olurlar da, azâb ve cezâları, Cennet nîmetlerine ve sevâba dönüşür” diyordu.
Zaman ilerleyip, günler aylar birbirini tâkip ederek seneler geçiyor, Hazret-i Hûd da kavmini îmâna dâvete devam ediyordu. İnsanların, îtirâz ve muhâlefetlerine, inanmamalarına, kendisini yalanlayıp iftirâ etmelerine rağmen, o, bu kudsî vazifesini hiç aksatmadan sürdürüyordu. Kavmini doğru yola kavuşturmak için tebliğ vazifesine devam ediyor; onları putlara tapmaktan, zulüm ve haksızlık yapmaktan vaz geçmeye, günahlardan tevbe etmeye yalnız Allahü teâlâya ibâdet ve O'na şükretmeye dâvet ediyordu.
Âd kavmi, her defâsında, onun söylediklerine îtirâz ve onu tekzip ediyorlardı. Zamân ilerledikçe, bu îtirâz ve yalanlamaları alay ve hakârete dönüştü. Hattâ, daha ileri giderek, onu taşa tutmaya, dövmeye başladılar. Bu hâl o dereceye geldi ki, Hazret-i Hûd'u döverler, kendinden geçip bayıldığı zaman, ayakları altında çiğnerlerdi ve artık öldü diye iyice kanaat getirmedikçe bırakmazlardı. Bundan sonra da, sanki mühim bir iş yapmış gibi, alçak tabîatları ve aşağılık zevkleri icâbı sevinç kahkahaları atarlardı.
Hazret-i Hûd, bunların akıllanmayıp yola gelmeyeceklerini anlayınca, Hazret-i Nûh'un, vefâtından evvel oğlu Sâm'a vasiyetlerde bulunduğu Vâdi-i Nûh denilen yere geldi. Orası, suyu tatlı olan bir yer idi. O sudan abdest alıp yirmi rekat namaz kıldı. Sonra ellerini kaldırıp; Allahü teâlâya şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî, sen her şeyi biliyorsun. Ben onlara risâletimi (peygamberliğimi) tebliğ ettim. Kendilerini açlık ve kıtlık azâbıyla korkuttum, fakat îmân etmiyorlar.
Ey Rabbim! Onlara, ders almalarına, akıllarını başlarına toplamalarına vesîle olacak bir musîbet ver. Ümîd olunur ki îmân ederler. Şâyet yine îmân etmezlerse, onları öyle bir azâb ile helâk eyle ki, daha evvel ve daha sonra hiç bir kavim öyle bir azâb ile helâk edilmiş olmasın.” Allahü teâlâ onun bu duâsını kabûl etti. Azgın ve taşkın Âd kavminin sonu gelmişti.
Âd kavminin, nasîhat dinlememesi ve Hûd aleyhisselâmın bildirdiklerini kabûl etmemekte ısrârı üzerine; onlara Allahü teâlâ tarafından gönderilecek azâbın işâretleri görülmeye başladı. Üç sene müddetle Âd kavminin bulunduğu yere hiç yağmur yağmadı. Akan pınarlar kuruyup, ağaçlar, meyveler sararıp soldu ve meşhûr İrem bağları yok oldu. Yağmurların yağmaması sebebiyle meydana gelen kuraklık, ortalığı kasıp kavuruyor, hayvanlar susuzluktan telef oluyordu. İnsanlarda bir yudum suya ve bir lokma ekmeğe muhtâç hâle gelmişlerdi. Devamlı olarak bunaltıcı kuru bir rüzgâr esiyor, tozdan göz gözü görmüyor, Âd kavminin insanları ağızlarını güçlükle açıyor ve zor nefes alıyorlardı. Hepsi perişân bir vaziyette bulunuyordu. Hâl böyle iken Hûd aleyhisselâm hiç durmadan sabır ve merhametle onları dîne dâvet ediyor, sıkıntıların, bu zor şartların daha büyük bir azâbın habercisi olduğunu söylüyor, bütün belâ ve musîbetlerin kendini (peygamberleri olan Hûd aleyhisselâmı) dinlemeyip, karşı çıkmaları sebebiyle geldiğini bildiriyor, küfür ve inâttan vazgeçmelerine çalışıyordu. İşin şaşılacak tarafı, bu hâlde bile onlar Hûd aleyhisselâmın söylediklerini kabûl etmedikleri gibi, inâdla işkence etmeye, hattâ onu öldürmeye kalkışıyorlardı.
Rivâyet edildiğine göre, meydana gelen müthiş kuraklık sebebiyle, kavminin hepsi perişân oldu. Sonunda Hazret-i Hûd'a gelerek; “Sen doğru sözlü, duâsı makbûl, yardım sever, iyilik sâhibi, emîn bir zâtsın. Duâ et de, bundan sonra davarlarımız kırılmasın. Yağmurlar yağsın. Bolluk meydana gelsin” diye yalvardılar. Hazret-i Hûd onlara cevâben; “Ben duâ edip de yağmur yağarsa, siz benim bildirdiğim şekilde, îmân edip günahlarınıza tevbe eder misiniz?” buyurarak îmân etmeyi teklif etti. Bu durum karşısında hemen geri dönüp, bu teklifi kabûl etmediler.
Âd
kavmi üç seneden beri devam eden kuraklık sebebiyle perişân olup, mecâlsiz
kaldı. Hûd aleyhisselâm, bu hâlin bir fırsat
olmasını diliyor, böylece artık yola gelebileceklerini tahmin ediyordu. Fakat,
durum tam tersine cereyân etti. Hûd aleyhisselâmın
dâveti devam ettikçe, Âdlılar yumuşayacakları yerde, aksine diş biliyorlar, inkâr,
yalanlama, kaba ve sert cevap vermede pek aşırı gidiyorlardı. Hattâ, kuraklık
ve kıtlık sebebiyle, bu hâle düşmelerine Hazret-i Hûd'un sebep olduğunu ileri
sürerek, ona daha çok düşman oluyorlar, kinleri de gittikçe, artıyordu.
Kendilerinin çok zâlim ve âsî olmaları sebebiyle, başlarına gelen bu belâyı
hazret-i Hûd'a yükleyerek, nihâyet onu tuzağa düşürmeğe ve öldürmeğe karar
verdiler. Kendi aralarında aldıkları bu kararı uygulayabilmek için, bir de
tuzak hazırladılar. Bu çirkin plânlarına göre, Hazret-i Hûd'a güyâ, cevap
veremeyeceği sorular soracaklar, güç yetmeyecek bâzı şeyler isteyecekler, cevap
veremeyince de, etrâfta bulunanlara; “Gördünüz mü? İşte bakın bu yalancının
biridir. Söyledikleri eskilerin yalanlarından ibâret uydurma ve düzme şeylerdir”
diyeceklerdi. Böylece, diğer insanları da tahrik edip, Hûd aleyhisselâma saldıracaklar, öldüreceklerdi. Bu bozuk
niyetlerini tatbik etmek üzere yola çıktılar. Hûd aleyhisselâmın
yanına geldiler. O, kavmini yine Allahü teâlâya
îmân etmeye, yalnız O'na ibâdet etmeye dâvet etti.
Kur’an-ı
kerîmde Hûd sûresinin 53. âyetinde bildirildiği gibi, Âdlılar; “Ey Hûd! Sen bize,
senin dâvânın doğru olduğuna delâlet edecek bir hüccet (delil) getirmedin ki
dediler.” Aslında Hûd aleyhisselâm
mûcizeler göstermişti. Fakat onlar kibir ve gururları sebebiyle kabûl
etmemişlerdi. Şimdi de, asıl maksatları mûcize istemek ve mûcize gösterilirse
îmân etmeye niyet etmek değil, Hazret-i Hûd'u zor durumda bırakmaktı. Onlara; “Ne
mûcize istersiniz?” diye sordu. Onlar; “Rüzgârı istediğin tarafa çevir”
dediler. Hûd aleyhisselâm duâ etti. Allahü teâlâ; “Ne tarafa istersen elinle işâret
et!” buyurdu. O da eliyle işâret edince, rüzgâr istediği istikâmette esmeye
başladı.
Âd
kavmi, bir de mûcize olarak, büyük kayaların toprak olmasını istediler. Hûd aleyhisselâmın duâsı ile bu da oldu. Bu mûcizeleri
gördükleri hâlde inanmayıp, hırçınlık ve kabalıklarına devam ettiler. Tekrar
mûcize istediler. Koyunların yünleri ipek olsun dediler. Hûd aleyhisselâm duâ etti. Koyunların yünü ipek hâline
geldi. Bu mûcizeler açıkça görülünce, Âdlıların çirkin plânları suya düştü.
Üstelik birbirlerine karşı mahcub ve rencide oldular. Bundan hâsıl olan
şaşkınlıkla ve mağlubiyetlerini telâfî etmek için dediler ki: “Ey Hûd! Sen bize
nasîhat ederek; “Ey
kavmim! Rabbinize istiğfâr (O'na îmân) edin! Sonra O'na tevbe edin ki, gökten
üzerinize bol bol bereket (ekinleri yetiştirecek yağmur) indirsin ve
kuvvetinize kuvvet katarak sizi çoğaltsın. Günahlarınızda ısrâr ederek îmândan
yüz çevirmeyin” (Hûd sûresi: 52) diyorsun. Sana bir şey demiyoruz.
Sen bizim aramızda yetiştin. Seni çok iyi tanıyoruz. Doğru, emîn bir kimsesin.
Sende herhangi bir hastalık bulunmakla da seni ithâm etmiyoruz. Fakat sen
putlarımıza hakâret ediyorsun. Hattâ daha da ileri giderek, bizleri, putlara
ibâdet etmekten alıkoymak istiyorsun. Kur’an-ı kerîmde müşriklerin bu sözleri
meâlen şöyle bildirilmektedir: “Ey Hûd! Senin bu sözünle biz ilâhlarımıza (putlarımıza) ibâdeti terk
edicilerden değiliz. Ve sana îmân edici, (davetini kabûl edici ve
seni tasdik edici) de değiliz. Biz sana ancak şunu söyleyebiliriz ki, sen,
bizim putlarımıza dil uzattığın, onlara ibâdeti terk etmemizi istediğin için
putlarımızdan birisi seni fenâ hâlde çarpmış.” (Hûd sûresi: 54) Aklımızın
almadığı hayâle gelmez bir dâvâda bulunduğuna, böyle şeyler söylediğine göre,
sana putlarımızdan delilik ârız olmuş.”
Onların
bu sözlerini dinleyen Hûd aleyhisselâm, böyle
sözlerle halka kendisini deli gibi göstermeye kalkışmalarına üzülerek, âyet-i
kerîmede bildirildiği gibi şöyle cevap verdi: “Ben kendime (şu kâinatı yaratan,
her nîmetin sâhibi olan, sizin gibi zâlim ve gaddar kavimleri de yerle bir
edip, geriye ibret için sâdece harâbelerini bırakan) Allahü teâlâyı şâhid tutarım, ve siz de (sözlerime,
hareketlerime bakarak) şâhid olun ki, ben, Allahü teâlâyı
bırakıp da O'na şerik (ortak) koştuğunuz putlardan berîyim (uzağım). Şâyet o
putlarınızda başkalarına tesir edecek, sizin dediğiniz gibi başkalarını
çarpacak, delilik yükleyecek, zarar verecek bir kuvvet varsa, putlarınız da
dâhil olmak üzere, hepiniz toplanın. Beni helâk etmek için istediğiniz tuzağı
kurun. (Beni yok etmek için elinizden geleni yapın. Hem bana) mühlet de
vermeyin. Ben, benim ve sizin Rabbiniz olan Allahü teâlâya
güvendim. O'na tevekkül ettim. (Bütün kuvvetinizi seferber etseniz,
bana zarar veremezsiniz. Buna gücünüz yetmez.) Allahü
teâlâ
bütün mahlûkât üzerine tasarruf edici, onları dilediği şekilde kullanıcıdır.
Benim Rabbim hak ve adâlet üzeredir.
Eğer îmândan yüz
çevirirseniz (siz
bilirsiniz. Benim vazifem olan peygamberlik vazifemi) ben size tebliğ ettim. (Eğer
îmândan yüz çevirirseniz) Rabbim sizi helâk eder ve yerinize başka bir kavim getirir
de hiç bir şeyle O'na zarar veremezsiniz. Rabbim her şeyi hakkıyla görüp
gözetendir. (yani herkesin fiil, söz ve hâllerini tam olarak bilir.
Hiç bir şey O'na gizli kalmaz. Gizli açık her şeyi bilici ve mükâfât veya cezâ
olarak karşılığını vericidir.) (Hûd sûresi: 54-57)
Hûd
aleyhisselâmın, son derece cesâret ve şecâat
timsâli olarak, gâyet vakur bir şekilde cevap vermesi, orada bulunanlara çok tesir
etti. Hiç birisi, değil ona saldırmak, her hangi bir söz ile cevap bile
veremedi. Hepsi donup kaldılar. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Çünkü, ondan bu
şekilde pervâsızca, korkmadan, çekinmeden böyle sözler söyleyebileceğini,
kendilerine meydan okuyacağını hiç tahmin etmiyorlardı. Hûd aleyhisselâm ise, onların şaşkınlıklarını daha da
artıracak şekilde; “Hani ne oldu? Olduğunuz yerde kalakaldınız. Siz kalabalık
bir grupsunuz. Ben ise yalnız başımayım. Hep birden üzerime saldırsanıza. Benim
gibi yalnız bir kimsenin, sizin gibi kalabalık topluluğa meydan okumasına
şaşırmadınız mı?” diyerek sözlerine devam etti.
Hûd
aleyhisselâmın, Âd kavmine bâzı mûcizeler
göstermiş olmakla beraber, onlara böyle söyleyerek meydan okuması da bir
mûcizedir. Çünkü, Âd kavminin insanları, bedenen güçlü, kuvvetli, bununla
beraber çok kibirli ve pek zâlim kimselerdi. Bu hâdisede olduğu gibi, bir
kimsenin onlara meydan okuması şöyle dursun, karşılarında durup herhangi bir
şey söylemesine bile tahammül edemezlerdi. Devamlı cebr ile hareket eder, sırf
eğlenmek, gülmek için adam öldürürler, kızdıkları birini, yapmış oldukları çok
yüksek binâların tepesinden aşağıya atıverirlerdi. Bu kadar acımasız olan bu
kimselere biri çıkıp da ters bir şey söyleyecek olsa, onu linç edip hemen
oracıkta öldürürlerdi. İşte Hûd'un (aleyhisselâm)
yukarıdaki sözlerine hiç cevap verememeleri, susup kalmaları onun bir
mûcizesidir.
Hûd
aleyhisselâm tebliğ vazifesine devam ederek bir
gün kavmine; “Ey kavmim! Şu putlara ibâdet etmekten vaz geçip, Allahü teâlâya îmân edin ve O'ndan mağfiret
dileyin. Bana tâbi olur, dediklerimi yaparsanız, Allahü
teâlâ sizi affeder ve bol bol yağmur verir. Çok rahmet edip, kıtlığı
giderir. Mallarınıza ve kendinize bereket ihsân eder” diye nasîhat etti. Çünkü,
Âdlıların memleketlerini kasıp kavuran müthiş bir kıtlık ve kadınlarında da
kısırlık vardı. Zirâatçı bir kavim olduklarından bol yağmura ve kendilerini
muhâfaza için çok nüfusa ihtiyaçları vardı.
O
böyle nasîhat ederken, kavmin meliki olan Halcân ismindeki zâlim de orada idi. Hûd
aleyhisselâm bu sözleri, Allahü teâlâdan gelen bir ihsân ve ince bir duygu
ile coşarak söyleyince, ta uzaklarda bulunan kuşlar ve vahşî hayvanlar bile
huzûruna gelip; “Buyur, biz emrinize hazırız ya Hûd (aleyhisselâm)!
Sen vazifeni tebliğ et! Bunu yaparken, Allahü teâlânın
mahlûklarından hiç korkma!” dediler. Bu hâli büyük-küçük herkes gördüğü hâlde
yine inanmadılar. Bu sırada, kavmin ileri gelenlerinden olan bir şahıs îtirâz
edip cevap verecek oldu ise de, o anda dili tutuldu, konuşamadı. Âd kavminin
insanları bu apaçık mûcizeleri gördükleri hâlde yine inâd ediyor ve karşı
çıkıyorlardı. Hûd aleyhisselâm ise büyük bir
sabır ve metânetle, belki akıllanırlar ve uyanırlar diye hiç durmadan sabırla
nasîhat ediyordu.
Kendi
anlayışlarına göre, kim kuvvetli ise haklı odur diyen, maddî ve dünyevî zevk ve
menfaat nerde ise orada bulunarak hak, hukûk, adâlet ve mânevîyattan tamâmen
uzaklaşan Âd kavmi, Hûd aleyhisselâmın
peygamberliğinde de, maddî bir menfaat aradı. Çünkü maksatları ve ölçüleri bu
idi.
Azgın
ve taşkın Âdlıların, aralarında yetişip peygamber olarak gönderilen Hûd aleyhisselâm, her türlü, inkâr, yalanlama, kaba ve
sert cevaplara, sıkıntı ve azarlamalara rağmen, anlaşılması mümkün olmayan bir
sabır, tatlı dil ve yumuşaklık gösteriyor; yılmak bilmeyen kuvvetli bir azîmle
dâvâsına devam ediyordu. Bütün kavim karşı çıktığı hâlde, o, dâvâsından vaz
geçmediği gibi, yaymak husûsunda da en küçük bir gerilemede bile bulunmuyordu.
O hâlde, Âdlıların ölçülerine göre, bu mücâdelenin altında mutlakâ çok yüksek
bir ücret, maddî bir menfaat bulunması icâbederdi. Bu gibi bozuk düşüncelerini
kendi aralarında konuştukları gibi, nihâyet bir gün Hûd aleyhisselâma da söylediler. Nitekim, kendisinden evvel peygamber
olan Nûh aleyhisselâma da, kavmi, böyle bir
isnatta bulunmuşlardı. Hazret-i Hûd; kavminin, bu mesnetsiz iddia ve ithâmlarını
kesinlikle reddedip, böyle bir maksadının bulunmadığını, ücretini (yaptığı
vazifenin karşılığı olan sevâbı) âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâdan beklediğini bildirdi. Onun bu
hâli, Kur’an-ı kerîmin Şuarâ sûresinin 123. ve daha sonraki âyet-i
kerîmelerinde şöyle bildirilmektedir:
“Âd kavmi de (resûlleri olan Hûd aleyhisselâmı ve diğer) peygamberleri tekzip ettiler, yalanladılar. (Neseb
bakımından kardeşleri olan) Hûd (aleyhisselâm) onlara şöyle
dedi: Allahü teâlâdan korkmaz mısınız da O'ndan başka şeylere, putlara ibâdet
edersiniz. Ben size Allahü
teâlâ tarafından gönderilmiş emîn bir peygamberim.
(Zâten aranızda da emîn olmakla tanınırım). O hâlde, Allahü teâlâdan
korkun ve (tevhid ve tâat hakkındaki emrimde) bana itâat edin. (Sizi Allahü teâlâya îmân etmeye dâvet ve sizlere çok
nasîhat ettiğim için) sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ve mükâfâtım
ancak âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâya mahsustur. Siz her yüksek
mevkide bir köşk binâ eder, geçenlerle alay mı edersiniz? Ve içlerinde ebedî
kalacakmış gibi muazzam kaleler ve havuzlar ediniyorsunuz. Bir kimseyi
yakaladığınız zaman zorbaca, merhametsizce (döverek, söverek) yakalıyorsunuz.
Artık Allahü teâlâdan korkun ve bana itâat edin.
Size bildiğiniz şeyler (nimetler) le yardım eden ve size davarlar, oğullar,
Cennet misâli çok güzel bahçeler, pınarlar ihsân eden Allahü teâlâdan korkun, (O'na şirk koşmaktan, karşı
gelmekten) sakının.
Gerçekten ben, üzerinize büyük bir günün azâbının erişmesinden korkuyorum.
(Zirâ her nîmetin sâhibi olup, kullarına ihsân etmeye kâdir olan Allahü teâlâ, nîmetlerine nankörlük eden, râzı
olmadığı şekilde kullananlardan da intikâm almaya kâdirdir. Hûd aleyhisselâmın bu nasîhatlerine onlar hiç kulak
asmıyorlardı. Karşılık olarak) dediler ki: Sen bize nasîhat etsen de etmesen de (azab
ile korkutsan da korkutmasan da) birdir. Biz bu hâlimizden vazgeçecek (eski
hâlimizi) değiştirecek
değiliz. (Senin) bu (söylediğin şeyler) eskilerin yalanlarından, başka bir şey
değildir. Biz, azâba uğratılacak da değiliz.”
Hûd
aleyhisselâm bir defâsında, kavmin toplu
bulunduğu bir sırada yanlarına gitmiş ve onları îmâna dâvet etmişti. Kavmin reisi
olan Halcân da, Hazret-i Hûd'a karşı; “Sen bize gâlib geleceğini mi
zannediyorsun. Bir gün ve bir gece içinde bizim bin çocuğumuz oluyor” demişti.
Onun bu sözü gayret-i ilâhiyeye dokunup, Allahü
teâlâ o günden sonra onlara evlât vermedi. Çocukları olmadı. Ne
yaptılarsa bir çâresini bulamadılar. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Bu
hâllerin, Hazret-i Hûd'un sözlerine îtirâz etmeleri sebebiyle başlarına
geldiğini tahmin edip, durumu Halcân'a bildirdiler. O ise, ihtimâlden ziyâde
apaçık bir hakîkat olan bu durumu hemen kapatmak istedi. Kuru kuruya bir inâd
ile, ne pahasına olursa olsun inanmamak, kabûl etmemek istiyordu. Yanına
gelenlere; “Hayır. Durum sizin bildiğiniz gibi değildir. Ben rüyâda bir şey
gördüm. Eğer onu yaparsanız çocuklarınız olur” dedi ve gördüğünü de; “Putlarınızı
çıkartıp, onları vesîle ederek çocuk isteyeceksiniz. Hem ihtiyaçlarınız
giderilecek, hem de Hûd'a (aleyhisselâm) karşı
böylece zafer kazanmış olacaksınız” şeklinde anlattı. Halcân'ın, samîmi olmayan
bu uydurma sözlerini dinleyen Âdlılar, yine de onun söylediği şekilde
davrandılar, buna rağmen çocukları olmadı.
Hazret-i
Hûd da bir taraftan onlara; “Ey kavmim! Sizi yaratan, her nîmeti veren Allahü teâlâdan korkun. O'na itâat edin ki,
isteğinizi kabûl etsin. Size çocuk versin. Mülkünüze mülk, kuvvetinize kuvvet
katsın. Ben sizi, Allahü teâlâya îmân ve
yalnız O'na ibâdet etmeye dâvet ediyorum. Eğer icâbet eder, dâvetimi kabûl
ederseniz, nîmete kavuşursunuz. Şâyet icâbet etmezseniz, Allahü teâlâ size azâb eder” dedi.
Hazret-i
Hûd böyle söyleyince, Âdlılar onun üzerine hücûm edip, dövmeye başladılar.
Hattâ mübârek başından çıkan kanlar yüzüne aktı. O sırada îmân etmiş olanlardan
biri gelip, Âdlılara; “Peygamberimize
hakâret husûsunda çok ileri gidiyorsunuz. Onun haber verdiği acı azâbdan
korkunuz” dedi. Âdlılar onun mü’min olduğunu bilmiyorlardı. “Sen bizim
aleyhimizde bir şey söylemeye cesâret edersin ha!” diyerek ona ve tekrar
Hazret-i Hûd'a dil uzattılar. Sataşıp, terslediler. Hazret-i Hûd o kimseye
teşekkür etti. Onu övdü ve; “Sen kavmine nasîhatte bulundun. Allahü teâlâ dilediğini dalâlette bırakır”
buyurdu.
Rivayet
edildiğine göre, Âd kavmi, kendilerini perişân eden kuraklığa dört yıl müddetle
tahammül ettiler. Nihâyet melikleri olan Halcân'ın yanına geldiler. İleri
gelenleri vâsıtasıyla, Halcân'a; “Artık daha fazla dayanamıyoruz. Hûd'un (aleyhisselâm) söylediklerinin, haber verdiklerinin
doğru olmasından korkuyoruz. Yâni ona îmân etmekten başka çâremiz kalmadığını
hissediyoruz” dediler.
Halcân,
o kadar zulüm ve haksızlıklarına, aşağılık ve alçaklıklarına, şirk ve
isyânlarına, küfürdeki inâd ve ısrârlarına bir yenisini daha ekleyerek,
kavminin bu sözlerine şiddetle karşı çıktı ve; “İçinde bulunduğunuz zorluklar
sebebiyle Hûd'un dînine girmeye azmettiğinizi haber aldım. Kumları yemek ve
idrarlarınızı içmek pahasına da olsa onun dînine girmeyeceksiniz” dedi. “O çok
yalan söyleyen sihirbazın biridir” gibi hezeyânlarla da Hazret-i Hûd'a dil
uzattı. Bu saçma sözlerini kendi bozuk mantığı ile güyâ şöyle isbât etmeye
çalışıyordu: “Bu belâ bize, ona itâat etmediğimiz için isâbet etmiş ise, o
hâlde niye davarlarımız, ehlî ve vahşî hayvanlar açlıktan helâk oldular?
Onların böyle bir günahları yok ki. Bize isâbet eden, aynen onlara da isâbet
etti. Şüphesiz, bu belâ size ve sizin dışınızda olanların hepsine isâbet
etmiştir. Siz bu hâle bir miktar daha sabredin. Bu böyle devam edecek değil ve
siz de hep bu hâlde kalacak değilsiniz.” Halcân'ın bu sözlerinden sonra Âdlılar,
Hazret-i Hûd'a tâbi olmaktan yine vazgeçtiler. Halcân'ın sözlerine aldanarak
olanca güçleri ile açlığa tahammül etmeye, bu sıkıntılara göğüs germeye
çalıştılar.
Bu
esnâda Hazret-i Hûd, yüksek bir tepeye çıkarak şöyle nidâ etti: “Ey Âdlılar!
Beni inkâr etmeye devam ediyorsunuz. Ama biliniz ki, şu içinde bulunduğunuz hâl
benim, sizi, kendisiyle korkuttuğum azâbın başlangıcıdır. Benim sözlerime
iltifât etmez, inanmazsanız o azâba kavuşursunuz. Şâyet Allahü teâlâya îmân ederseniz, gökten size yağmur
yağdırması, yerden ot bitirmesi için O'na duâ ederim.”
Musîbetten
kurtulmak için, Hûd aleyhisselâma uymanın şart
olduğunu bir türlü anlayamayan Âdlılar bunu dinledikten sonra, birbirlerine; “Bu
dört sene içinde yapabildiğimiz kadar güçlüklere göğüs gerdik. Bunu hepiniz
biliyorsunuz. Korkarız ki, bu hâl bizim aleyhimize devam edecek, İstiska
(yağmur duâsı) için Mekke'ye heyet gönderelim. Çünkü nerede ise helâk olacağız”
diyerek bir heyetin yağmur duâsı için Mekke'ye gitmesine karar verdiler.
O zamanda, mü’min, müşrik hangi din ve milletten olursa olsun; herhangi bir kimsenin bir sıkıntısı olsa, başı daralsa, haksızlığa uğrasa veya bir şey isteyecek olsa, Kâbe-i muazzamanın yanına gelerek duâ ederdi. Burası, yapılan duâların mutlaka kabûl olması sebebiyle, Âdem aleyhisselâmdan beri Beytullah olarak tanınmış ve hürmet yönü dâimâ gözetilmiştir. Bu yüzden Mekke hiç boş kalmazdı. Değişik beldelerden gelen çeşitli insanlar toplanırlar ve duâda bulunurlardı. Beytullah'ın yerinde, o zaman kırmızı bir tepeciğin olduğu söylenmektedir.
Mekke ahâlisi, Nûh aleyhisselâmın oğlu Sam'ın torunu olan Amelîk bin Lâvüd (veya Lâvez) bin Sâm'ın neslinden gelenlerdendi. Mekke'nin halkına da, dedeleri olan Amelîk'a nispetle Amâlika denilmiştir. Amâlika kabîlesinin reisi, Muaviye bin Bekr isminde birisi olup, annesi Keldehe, Âd kavminden Hayr (veya Hayberî) isimli birinin kızı idi. Mekke hâkimi Muaviye'nin sarayı ise şehrin dışında bulunuyordu.
Dört seneden beri devam eden kıtlık ve yağmursuzluktan çok muzdarip olan Âd kavminin insanları, bütün bu sıkıntıların, Hûd aleyhisselâma karşı çıkmaları yüzünden olduğunu bir türlü anlayamamışlardı. Nihâyet onlar da zamanın âdetlerine göre, kavmin ileri gelenlerinden yetmiş kişiyi seçerek, Kayl bin Amr isimli birinin başkanlığında, süslü develerle bir heyet hâlinde, duâ edip, kavimlerindeki kıtlığın sona ermesi için Mekke'ye gönderdiler. Heyette, Mersed bin Sa'd bin Ufeyr isminde bir zât vardı. Hûd aleyhisselâma îmân etmiş fakat kavminin müşriklerinden çekindiğinden müslümanlığını gizlemişti. Bununla beraber, kavmin ileri gelenlerinden olması sebebi ile heyete dâhil edilmişti. Heyette, Mu’âviye bin Bekr'in dayısı Cülhüme bin Hayr’dan başka; Muaviye'nin kızkardeşi Hüzeyle ile evli olan eniştesi Lükaym bin Hezzâl da bulunuyordu.
Lükaym'ın; Ubeyd, Amr, Âmir ve Umeyr ismindeki çocukları, Mekke'de dayıları Mu’âviye'nin yanında duruyor ve nezâretinde bulunuyorlardı. Âd kavminin tamâmen helâk olmasından sonra, bu dört çocuktan gelen nesle Lükaym oğulları denilmiş ve bunlar Âd kavminin bâkiyesi (kalanları) kabûl edilmiştir.
Mu’âviye bin Bekr'in, Mekke reisi olması, bir de Âdlıların onun dayıları mesâbesinde bulunmasından dolayı, Âd kavminden gelen heyet, doğruca Mu’âviye'nin sarayına indi ve orada misâfir oldu. Akrabâlık yüzünden Mu’âviye de onlara çok ikrâmlarda bulunup, o zaman Mekke'de bulunan ve kendilerine Kaynetân denilen meşhûr iki şarkıcı kadını da şarkı söylemeleri için kirâladı.
Âdlılar, Mekke'ye bir ayda gelmişlerdi. Bir ay da Mu’âviye’nin sarayında kaldılar. Devamlı içki içip, eğleniyorlardı. Mersed ismindeki mü’min zât ise onlara karışmaz, bir köşede gizlice ibâdet ederdi. Ötekiler buradaki zevk ve eğlenceyi görünce, asıl geliş maksatlarını, geride bıraktıkları yakınlarının kuraklık sebebiyle neler çektiklerini âdetâ unutmuşlardı. Mu’âviye, onların zevk ve eğlenceye dalıp, geliş maksatlarını unutmalarına, vurdum duymazlıklarına ve çok kalmalarına içerlemeye başladı. Kavimlerinin, kendilerine isâbet etmiş olan kıtlık belâsının kaldırılması için, duâ etmek üzere gönderdiği bu insanlar ise ne yapıyorlardı? Mu’âviye bunları düşündükçe çok üzülüyordu. “Benim dayılarım, yakınlarım, akrabâm (Âd kavmi) orada helâk olurken, bunlar yanımda duruyorlar ve gitmiyorlar. Misâfirim oldukları için bir şey diyemediğim gibi, onlara nasıl muâmele edeceğimi de bilemiyorum. Kavimlerinin onları buraya gönderme maksatları olan, duâ etmeyi hatırlatsam ve evimden çıkmalarını emretsem, çok kalmaları sebebiyle benim darıldığımı, sıkıldığımı zannederler. Geride bıraktıkları (Âd kavmi) ise açlık ve susuzluktan helâk oluyorlar. Acabâ ne yapsam ki...” şeklinde bir düşüncenin içinde idi.
Mu’âviye kendi kendine böyle düşünürken hatırına şarkıcı kadınlar geldi. Onlara durumdan yakınarak, düşündüklerini bildirdi. Şarkıcılar, Mu’âviye’ye; “Sen bize bu dediklerini anlatan bir şiir söyle. Biz de o şiiri şarkı şeklinde misâfirlere okuyalım. O zaman anlayıp harekete geçerler” şeklinde cevap verdiler.
Bunun üzerine Mu’âviye şu meâlde bir şiir söyledi: “Şüphesiz Âd kavmi, açlık ve susuzluk şiddetiyle bir şey söyleyemeyecek, iki kelimeyi bir araya getiremeyecek şekilde hâlsiz ve perişân olmuştur. Kadınları da, açlık ve susuzluğun had safhada olması sebebiyle pek zor durumdadır. Âd kavmi o kadar hâlsiz ve hareketsiz kalmışlardır ki, vahşî hayvanlar, onların yanlarına kadar sokulabilmekte, bir ok ve mızrak darbesi gelir diye çekinmemektedirler. Sizler ise burada, gece-gündüz zevk-ü safâdasınız. Kavminiz sizi, duâ etmek üzere, kendileri nâmına buraya elçiler olarak gönderdi. Siz ise buna riâyet etmediniz. Sizin bu elçiliğiniz kavminizin şânına yakışır bir elçilik değildir.”
Muganniyeler (şarkıcı kadınlar) bu şiiri okudukları zaman, Âd kavminin gönderdiği heyet, vazifelerini hatırladılar. Birbirlerine; “Ey topluluk! Kavminiz sizi, kendilerine gelmiş olan belânın def’i için duâ etmeye göndermişti. Siz ise onların verdiği vazifede çok geciktiniz. Haydi Harem-i şerîfe girip, kavminiz için duâ edin” diyerek geciktikleri için hem hayıflandılar hem de bu husûsta kabahati birbirlerine yüklediler.
Sonunda duâ etmek üzere Harem'e gidelim diye kalktıkları sırada, Mersed ismindeki zât onlara; “Siz, (Âd kavmine) peygamber olarak gönderilen Hûd aleyhisselâma îmân ve itâat edip tevbe etmedikçe, Allahü teâlâ duânızı kabûl etmez” dedi. Böylece müslüman olduğunu, Hûd aleyhisselâma îmân ettiğini açıkladı. Onun bu sözlerinden îmân etmiş olduğunu anlayan Âdlılar, fenâ hâlde kızıp, çok hakâret ederek ağızlarına geleni söylediler. O da bu hakâretlerden çok incinip, ağladı. Âdlılar, Mu’âviye’ye ve Mu’âviye'nin babası Bekr'e de; “Bunu bizden uzaklaştırınız. Harem'e bizimle birlikte gelmesin. Çünkü o, bizim dînimizi terk ederek Hûd'un (aleyhisselâm) dînine girdi” dediler.
Bunun üzerine aslında tâ baştan beri onlardan ayrı olan ve eğlencelerine hiç katılmayıp, tek başına bir köşede ibâdetle meşgûl olan Mersed bin Sa'd onlardan ayrıldı. Âdlılar, Beytullah'da duâ etmek için Mu’âviye’nin evinden çıktıktan sonra, Mersed de yola düştü. Rivâyet olunduğuna göre, îmân etmiş olan Mersed, devesi üzerinde Harem-i şerîfe doğru gelirken, yolda bir kısım melâike onu karşıladılar. “Hoş geldin! Merhâbâ ey Mersed!” diye iltifâtta bulunup, nereye gittiğini sordular. O da Harem-i şerîfe gitmek üzere olduğunu söyleyince; melekler, devesinden indirip, getirdikleri bir deveye bindirerek Harem-i şerîfe geldiler.
Mersed, Harem-i şerîfe geldiğinde melekler, Harem'in sağından ve solundan gelerek her tarafı tuttular. Her birinin elinde, bembeyaz, nûrdan âlemler (bayraklar) vardı.Her biri: “Ey Rabbimiz! Kavmine karşı, Hûd'a (aleyhisselâm) yardım et!” diye duâ ediyorlardı.
Mersed'in, Harem-i şerîfte duâ ettiği sırada, Âd heyeti de duâ ediyordu. Fakat Mersed, onlara hiç karışmadı ve; “Yâ Rabbî! Bana yalnız benim dileğimi, isteğimi ihsân et! Âd kavminden gelen, heyetin yaptığı duânın içine beni sokma! Onlarla beraber gelmiş isem de, onlardan farklıyım. Yâ Rabbî! Sana ve peygamberine inandım, îmân ettim. Ben onların isteklerinin, duâlarının dışındayım” diye duâ etti. Bunun üzerine gizliden bir ses; dileğinin ne olduğunu sorunca, o, doğruluk ve iyilik istediğini söyledi ve buna kavuştu.
Bundan sonra Âd kavminden gelen heyet; “Bizim dileğimiz Kayl'ın dileğidir. O ne isterse biz de onu istiyoruz” diye duâ etti.
Kayl da kalkarak; “Yâ Rabbî! İçimizde peygamber olduğunu söyleyen Hûd aleyhisselâm, eğer dâvâsında sâdık ise yağmur yağdır ve bize su ver! Şüphesiz biz helâk olduk” diye duâ etti.
Kayl bilerek veya bilmeyerek Hazret-i Hûd'u vesîle ettiği için, Allahü teâlânın izni ile o sırada gökyüzünde, beyaz, kızıl ve siyah olmak üzere üç ayrı bulut göründü. Gaybden; “Ey Kayl! Kendin ve kavmin için bu bulutlardan birini seç!” diye bir ses geldi. Kayl ve yanındakiler; “Beyaz bulut boş ve faydasızdır, kızıl renkli bulutun, sâdece rüzgâr ile dolu olduğu çok vâkidir. Siyah bulut ise yağmur ile dolu ve pek faydalıdır” diyerek hepsi birden siyah bulutu tercih edince, başkanları olan Kayl; “Siyah bulutu seçtim. Çünkü siyah bulut, suyu en çok olandır” dedi. Bunun üzerine tekrar nidâ geldi. O ses; “Sen o bulutu seçmekle; evleri, ocakları yıkıp yok edecek çok şiddetli bir azâbı seçtin. O azâb, Âd kavminden hiç kimseyi bırakmaz. Herkesi yok eder” diyordu. Fakat onlar bunu tercih ettiklerinden, o bulut Âd kavminin bulunduğu memlekete doğru gitti. Geride kalanlar, gelen nidâya hiç aldırış etmiyor, bunun yağmur yüklü bir bulut olduğunu zannediyorlardı.
Bu arada, Âd heyetinde bulunan Lokman bin Âd ismindeki bir kimse de, duâ esnâsında heyette bulunanlardan geri kalmıştı. Daha sonra kendi başına, yalnız olarak; “Yâ Rabbî! Ben sana sırf kendi hâcetimi istemek üzere geldim. Benim isteğimi ver” dedi ve uzun ömürlü olmağı diledi. Buna; “Bir zaman seçip, ne kadar ömür istediğini söyle; zîrâ, devamlılık ölümsüzlük mümkün değildir ve ölüm mutlakâ gelecektir” denildi. O da, yedi kerkenez (veya Akbaba) ömrü istedi. Ona da dileği kadar ömür verildi.
Lokman bin Âd, bu duâdan sonra yumurtadan yeni çıkmış bir kerkenez yavrusu alıp besledi. Bu ölünce başka bir kerkenez yavrusu aldı. Böylece yedi kerkenez besledi. Kaynakların ekserisinde bildirildiğine göre, her kerkenez seksen sene yaşıyordu. Yedinci kerkenezin İsmi Lübed (veya Lübend) idi. Lübed onların lisânında; dehr yâni uzun zaman demek olup, bu son kerkenezin daha uzun ömürlü olması ümidiyle bu ismi vermişti. Yedinci kerkenezin ömrü seksen seneyi doldurmak üzere iken yeğeni (kardeşinin oğlu), Lokman bin Âd'a dedi ki: “Ey amca! Bu kerkenezden sonra artık ömrün kalmadı.” Lokman bin Âd da ona; “Ey kardeşimin oğlu! Bu lübeddir (yani çok uzun ömürlü olacak)” dedi.
Lokman bin Âd'ın, Lübed'den başka çok kerkenezleri vardı. Hattâ bu mânâya nispetle kendisine Sâhib-ün-nüsûr denilirdi. Onlarla meşgûl olur, eğlenir, zevkle uçuşlarını seyrederdi. Artık Lübed'in ömrü seksen seneye ulaşmıştı. Bir gün Lokman bin Âd, aşağıdan, dağın tepesinde bulunan kerkenezlere seslendi. Hepsi uçup geldi. Fakat o da ne? Lübed gelmemişti. Seksen senedir bu hâl ilk defâ oluyordu. Bunun sebebini merâk ederek gidip tepedeki yuvalarına bakmaya karar verdi. Kerkenezlerle birlikte tepeye doğru çıkmaya başladı, fakat kendisini çok zayıf ve halsiz hissetti. Daha önce hiç zayıf ve tâkâtsiz kaldığı görülmemişti. Tepeye vardığında, Lübed'in diğer kerkenezlerin önünde yattığını görünce; “Kalk, kanatlan, ey Lübed!” diye seslendi. Lübed, kalkmak için son defâ gayrete geldi. Lâkin kalkamadı ve düşüp can verdi. Lokman bin Âd da o anda öldü.
Rivâyet edilir ki, Harem-i şerîfte, Âd kavminden olan üç kişi, (Mersed, Lokman ve Kayl) duâ ederlerken, Mersed ve Lokman husûsî olarak kendileri, Kayl da kavmi için duâ etmişti. O sırada Kayl'a gizli bir nidâ gelip, “Yakınında bulunan arkadaşlarının (Mersed ve Lokman) sırf kendilerine duâ ettikleri gibi sen de sâdece kendin için dilekte bulun” denildi. O da; “Kavmime ne gelirse, bana da aynısının gelmesini isterim” deyince, o gizli ses; “Kavmin için helâk olmak vardır” dedi. Buna rağmen, o, kararını değiştirmeyip; “Kavmime gelen bana da gelsin. Helâk ise hiç aldırış etmeden helâk olurum. Kavmim helâk olduktan sonra, benim geride kalmamın ne mânâsı var, bunu istemem” dedi. Bunu, aslında kavmine olan bağlılığından değil, böyle bir belâ ve musîbet geleceğine inanmadığı için söylüyordu. Netîcede kavmine gelen musîbet onu da bularak helâk oldu.
Mersed
ve Lokman bin Âd hariç, Kayl bin Ayr ve beraberindeki heyet, kendileri ve
kavimleri için; “O bir azâb bulutudur” diye ikaz olunduğu hâlde seçtikleri
siyah bulut, Allahü teâlânın izni ve
kudretiyle, onlar daha Mekke'den ayrılmadan, Âd kavminin bulunduğu vadiye doğru
gitti. Kayl ve yanındakiler de, kendi kanaatlerine göre, kavmimiz artık rahata
ve bol suya kavuştular düşüncesiyle, sevinç içerisinde Mu’âviye'nin sarayına
döndüler.
Diğer
taraftan azâb yüklü siyah bulut, Âd kavminin bulunduğu yere, Magîs dedikleri
bir vâdi tarafından gelerek yaklaştı. Ufuktaki bulutu, ilk önce Âd kavminden
ismi, Mehded ve Fehded şeklinde de bildirilen Mehder adlı bir kadın gördü.
Mehder, buluttaki azâbı görür görmez bir çığlık attı ve bayılıp düştü. Bir
zaman sonra kendine geldiğinde; “Sana ne oldu! Ne gördün de birdenbire bayılıp
düştün?” deyince, kadın; “Şu bulutu, görüyorsunuz ya, onu parıldayarak etrâfa
kıvılcım saçan korkunç bir ateş şeklinde gördüm ve onun içinde, heybetli ve
güçlü kuvvetli bir takım kimselerin o ateş bulutunu alarak bizim bulunduğumuz
yere doğru ilerlediklerini görünce, bu dehşetli hâlden bayılıp düştüm” diye
cevap verdi. Buna rağmen, Âd kavminin insanları bu hâle hiç ehemmiyet
vermiyorlar, gelenin yağmur yüklü bir bulut olduğunu zannettiklerinden, çok
sevinip, birbirlerine müjde veriyorlardı. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen
buyruldu ki: “Onlar
kendi vâdilerine karşı gelen azâbı, bir bulut parçası olarak görünce, memnun
olup sevinerek; İşte şu görülen şey bize çok yağmur yağdıracak bir buluttur
dediler. (Hûd aleyhisselâmda onların
bu sözlerine karşı): Hayır. O, yağmur yağdırıcı bir bulut değil, bilakis o, sizin
acele gelmesini istediğiniz azâbdır. O bulut zannettiğiniz şey, kendisinde
azâb-ı elîm bulunan bir rüzgârdır. O rüzgâr, Rabbimin emriyle uğradığı her şeyi
helâk eder (dedi). (Ahkâf sûresi: 24)
Hûd
aleyhisselâm, devamlı olarak onları Allahü teâlânın şiddetli azâbları ile korkuttukça,
Ahkâf sûresinin 22. âyetinde bildirildiği gibi; “Haydi, bizi korkutmakta olduğun azâbı getir
(de görelim)”
diyerek taşkınlıkta daha ileri giderlerdi. İşte Âdlıların yağmur yüklü bulut
zannettikleri o şiddetli azâbın, Magîs vâdisi tarafından geldiği görülünce,
müşriklerin sevinmelerine karşı, Hûd aleyhisselâm,
onların yukarıdaki; “Azâbı getir de görelim” şeklindeki sözlerine
cevap olmak üzere; “O sizin acele gelmesini istediğiniz azâbdır”
buyurdu. (Ahkâf sûresi: 24) Artık bu apaçık sözleri duyduktan sonra, îmân
etmeye koşmaları, böylece iki cihânda saâdete kavuşmaları gerekirken, inâd ve inkârlarında
ısrâr edip taşkınlıkta bulundular ve bozuk yoldan ayrılmadılar.
Âyet-i
kerîmelerde sarâhaten (açıkça) bildirildiği gibi, kendilerine peygamber olarak
gönderilen Hûd aleyhisselâma inanmayıp,
müşriklikte ısrâr eden, azgınlık ve taşkınlıkta, kibir ve gururda haddi aşan,
hattâ Allahü teâlânın emir ve yasaklarını
tebliğ eden zâta hücûm ederek, inciten azgın Âd kavmi, şiddetli rüzgâr ile
helâk edilmiştir. Nitekim, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in (radıyallahü
anh) naklettiği, İmâm-ı Buharî ve İmâm-ı Müslim'in (rahmetullahi aleyhima), Abdullah ibni Abbâs'dan (radıyallahü anhümâ) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte; “Ben saba rüzgârı ile yardım olundum, Âd (kavmi) ise debûr ile
helâk edildi” buyrulmuştur. Allahü teâlâ,
kullarının ibret alması ve âhıret yolculuğunda hazırlıklı olmaları için, geçmiş
ümmetlere âit bâzı kıssaları bildirmiş, Kur’an-ı kerîmin çeşitli âyetlerinde Âd
kavminin hâlini ve başlarına gelen azâbı da haber vermiştir.
Âd
kavminin helâk edilmesinde, sebep olan şiddetli rüzgâr için, âyet-i
kerîmelerde; azâb-ı
elîm, rîh-i akîm, sarsar ve âtiye gibi kelimeler geçmektedir. Azâb-ı elim,
elem verici, şiddetli azâb demektir.
Rîh, yâni yel, rüzgâr normalde çok
faydalıdır. Çirkin kokuları giderip, hoş kokular getirir. İnsana ferahlık,
rahatlık verir. Ağaçlara su yürütür. Rîh-ı akîm ise, bu faydaları bulunmayan
rüzgârdır.
Yine
âyet-i kerîmede geçen sarsar kelimesi; soğuğu çok şiddetli ve pek
gürültülü rüzgâr mânâsına gelir. Bir de pek soğuk mânâsında olup, soğukluğu,
dokunduğu yeri yakacak derecede olan demektir. Âtiye ise aman vermeyen ve çok
şiddetli esen rüzgâra denir. Şiddeti nihâyet derecesinde olup, ölçüsü, tartısı
yok demektir. Hiç kimse bu rüzgârdan kendini koruyamaz. Nitekim Âd kavmini
helâk eden rüzgâr, uzun boylu ve iri cüsseli insanları kaldırıp kaldırıp
çarpıyor, kendilerini korumak için tutundukları büyük kayalar ve içlerine
sığındıkları muazzam binâların hiç biri işe yaramıyordu. Çünkü azâb fırtınası,
bu kavmin insanlarını tutundukları kayalarla ve içine girdikleri evlerle
birlikte hemen havaya, çok yükseğe kaldırdığı gibi bırakıveriyordu. Böylece
şiddetli olan bu rüzgâra âtiye de denilmiştir.
Gördükleri
bulut, bir taraftan yaklaşırken, Âd kavminin insanları sevinç ve neşe içersinde
onu karşılamak üzere toplanmışlardı. Bunun yağmur yüklü bir bulut olmadığı,
şiddetli bir azâb taşıdığı husûsunda, Hûd aleyhisselâmın
ve bulutu görür görmez bayılıp düşen kadının sözlerine hiç aldırış etmeyen Âd
kavminin insanları, onun yağmur yüklü olduğunu zannediyorlardı. Nihâyet o
buluttan şiddetli bir gürültü ve fırtına çıktı.
Allahü teâlâ
rüzgâr ile vazifeli meleğe, rüzgârın bulunduğu hazînenin bâzı kapaklarını
açarak, rüzgârın normalden çok esmesini emretti.
Cebrâil
(aleyhisselâm), rüzgâra; “Ey rüzgâr! Âd kavmine
azâb olarak, Hûd aleyhisselâm ve ona tâbi
olanlara da rahmet olarak es!” diye emir verdi.
Hûd
(aleyhisselâm) yanında mü’minler bulunduğu
hâlde, yüksek bir dağdan kavmine seslenerek; “Ey Âd kavmi! Sizi gölgeleyen ve
bulut şeklinde gelen azâbı, o bulutta olan sarsar ve rîh-ı akîmi görmüyorsanız
yazıklar olsun. Başınıza belâ gelmeden ve azâbdan kurtuluş için kaçacak yer
kalmayacağı zamandan önce Allahü teâlâya
îmân ediniz” demesine karşılık, bu insanlar, Hûd'un (aleyhisselâm)
sözlerine hiç önem vermeyip; “Sabredelim. Bu, yağmur öncesinde görülen bir
rüzgârdır ve arkasından çok yağmur yağacağına işârettir” dediler.
Azâb
bulutu vadiyi geçip, üzerlerine doğru ilerleyince, kendilerine pek güvenen
mağrur Âdlılar, birbirlerine; “Gelin! Hep beraber oraya gidelim. Üzerimize
gelen kasırgayı, vâdiyi kaplayan uğultuyu bertaraf edelim. Mehder'in dedikleri
ve gördükleri doğru ise, o rüzgâr bulutunda bulunan ve ellerinde ateşlerle
gelen kimseleri geri çevirelim” dediler. İçlerinde reisleri Halcân'ın da
bulunduğu bu adamlar, hep beraber gelmekte olan buluta doğru gidip yakınına
vardıklarında, buluttan korkunç sesler, çöl fırtınasına benzer, kuvvetli
rüzgârlar, çok kuvvetli esen kasırgalar zuhûr etti. Âd kavminden oraya gelen
insanların hepsini yere seren bu kuvvetli rüzgârın müthiş bir uğultusu ve dayanılmaz
bir soğuğu vardı. Fırtına, hiç mağlubiyete alışmamış, birinin karşısında
yenilmek nedir bilmeyen Âdlıların hepsini yere serdi. Kızarak geri geri kaçmaya
başladılar. Başları olan Halcân bir taraftan dağa doğru kaçıyor, bir taraftan
da; “Bu rüzgâr beni dize getirmeseydi, ben onu dize getirirdim” diye
söyleniyordu. Evlerine çekildiler ve ortalık biraz sâkinleşince, bol yağmura
kavuşmak ümidiyle tekrar çıktılar. Hûd aleyhisselâm
bunları görüp, olanlardan sonra herhâlde uslandılar, îmân etmeye, tâbi olmaya
geliyorlar diye düşündü. Halbuki onlar inâdlarında ısrâr edip, Hûd aleyhisselâmı yalanlamaya devam ettiler. Hûd aleyhisselâm bunların, îmânsızlıkta bu kadar ısrâr
etmelerine çok üzülüyor, bile bile inâd ile kendilerini ebedî azâblara, felâketlere
atmalarına çok acıyordu.
Tayin
olunan vakit gelince, vazifeli melekler, bulut ile beraber bu kavmin etrâfını
kuşattılar. Küfür ve inâdlarında direnen bu insanlar, âilelerini muhkem
kalelere ve yer altındaki sığınaklara bırakarak azâb bulutu ile, vazifeli
meleklere karşı (güyâ) harbetmek için ok ve silâhlarını aldılar.
Bu
hâlde, bulut ve melekler, Allahü teâlânın
emrini beklerken, Hûd (aleyhisselâm) ve ona
tâbi olan mü’minler de bu şaşkın kavmin îmâna gelmesini istiyorlardı. Onlar
ise, bu bekleyişi, bulutun ve buluttaki meleklerin saldırmaya cesâret
edemedikleri şeklinde yorumluyorlar, hattâ, Hazret-i Hûd'a (aleyhisselâm); “Ey Hûd! Kuvvet bakımından bizden daha
şiddetli kimsenin olamayacağını şimdi göreceksin” diyerek, kendilerinin üstün
geleceğini emîn bir şekilde söylemekten çekinmiyorlardı.
Nitekim,
Fussilet sûresi 15. âyet-i kerîmesinde, onların kuvvetlerinin çokluğuna
aldanmalarının câiz olmadığını beyân için, onlar hakkında meâlen buyruldu ki: “Onlar bilmediler
mi ki, onları yoktan yaratan, kendilerine kuvvetli olmak husûsiyetini veren,
üzerlerine azâb gönderip hepsini helâk etmeğe kâdir olan Allahü teâlâ, kuvvet ve kudrette onların hepsinden daha üstün, daha
şiddetlidir. Onlar, Allahü
teâlânın kâdir bir zât olduğunu, başkalarının
yapmaya kâdir olamadıkları şeylere gücünün yettiğini, pek kuvvetli olduğunu
düşünmediler mi? Fakat onlar bizim âyetlerimizin hak olduğunu bildikleri hâlde,
bile bile inkâr ediyorlardı.”
“Tefsîr-i
kebir”de bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyruluyor ki: “Onlar, boy ve cüsse
bakımından, başkalarından daha kuvvetli iseler de, onları yaratan, onlardan
elbette daha kuvvetlidir. O hâlde onlara lâyık olan, kuvvetleriyle zayıfları ezmek
değil, kendilerinden çok daha kuvvetli olan Allahü
teâlâya itâat etmek idi. Fakat onlar kibir ve inkâr yolunu
tutmuşlardı. Katiyen o bozuk yoldan dönmediler. Şiddetli azâbı hak ettiler.
Allahü teâlâ,
Kur’an-ı kerîmde onların bu hâllerini haber verdi ki, insanlar ibret alsınlar,
kavuştukları dünyâlık nîmetlere aldanmasınlar, âhırete yönelsinler, orası için
hazırlıkta bulunsunlar.”
Nihâyet
bir Çarşamba günü sabahı, buluttan rüzgâr esmeye başladı. Rüzgâr estikçe
şiddetleniyordu. Esmeye başladığının ikinci gününde, ağaçları köklerinden
söküp, havaya fırlatacak kadar oldu. Fırtına gittikçe şiddetlendiği gibi,
uğultusu ve soğuğu da devamlı artıyordu. Fırtınadan; yağmur yerine, târifi
mümkün olmayan şiddetli bir ses ve soğuk geliyordu.
Âdlılar,
bu rüzgârın çok şiddetli olduğunu, develeri ve dev cüsseli insanları havaya
uçurduğunu görünce, koşuşarak pek muhkem ve çok emîn bildikleri muazzam
köşklerine girip kapılarını kilitlediler. Fakat rüzgâr çok şiddetli estiğinden,
ne ev ne de ağaç bırakıyordu. O muazzam evleri, muhteşem köşkleri söküp söküp
havaya fırlattı ve içindekileri helâk etti.
O
uğultulu fırtına, Âd kavminin insanlarını tutundukları büyük ağaç ve kocaman
kayalarla birlikte göz açıp kapayıncaya kadar yerden kaldırıp, göklere
çıkarıyor ve çok yükseklerden bırakıveriyordu. Bu dayanılmaz rüzgâr; “Bizden daha
kuvvetli kim olabilir ki” (Fussilet sûresi: 15) diye büyüklük
taslayanları saman çöpleri gibi havada uçuruyordu. Rüzgâr onları o kadar
yükseğe kaldırdı ki, büyük cüsseleriyle, havada, ancak çekirge kadar
görünürlerdi. Sonra rüzgâr, onlardan her birini, o kadar yükseklikten yere,
yüzüstü çarpıverirdi. Sonra Allahü teâlâ
rüzgâra emretti. Rüzgâr, Âdlıların etrâflarında bulunan kum tepelerini onların
üzerlerine yığdı. Yedi gece ve sekiz gün, bu kum yığınlarının altında
inlediler. Allahü teâlâ yine rüzgâra
emredince, rüzgâr onların üzerlerinden kumları kaldırdı ve hepsini denize attı.
Onlar kum yığınları altında helâk olduktan sonra, Allahü
teâlânın emri ile siyah bir kuşun, onların cesetlerini denize taşıdığı
da rivâyet olunmuştur.
Allahü teâlâ,
Âd kavmine gelen şiddetli azâbı bildirerek meâlen buyuruyor ki:
“Hûd'u (aleyhisselâm)
ve dinde ona
tâbi olanları rahmetimizle kurtardık. Bizim âyetlerimizi tekzip edip (yalanlayıp), mü’min
olmayanların ise silsile ve köklerini kestik.” (A’râf sûresi: 72)
“Vaktâ ki azâb emrimiz
geldi. Hûd'u (aleyhisselâm) ve ona îmân edenleri rahmetimizle kurtardık ve azâb-ı galîzden
(ağır azâbdan veya âhıret azâbından) da necât (kurtuluş) verdik.”
(Hûd sûresi: 58)
Tefsîr
âlimleri, bu âyet-i kerîmelerde; (…Rahmetimizle…) buyrulmasında şu iki husûsu
bildirmişlerdir:
1-
Bir kimse, îmân sâhibi olmakta ve sâlih ameller işlemekte ne kadar ileri ve
gayretli olursa olsun, ancak Allahü teâlânın
rahmeti ve merhameti ile kurtulabilir. O'nun rahmeti olmadan, hiç kimse, ibâdet
ve tâati sebebiyle azâbdan kurtulamaz. Şu kadar var ki, rahmet ve merhametine,
kullarının, hâlis îmân ve hâlis ibâdetlerini sebep, vâsıta kılmıştır.
2-
Allahü teâlâ, Hazret-i Hûd'a ve ona tâbi
olan mü’minlere merhamet ederek, kâfirlere gelen umûmî azâbdan onları muhâfaza
buyurdu.
“Biz de üzerlerine dünyâ
hayatında zillet ve rüsvâ olmak azâbını tattırmak için uğursuz günlerde çok
soğuk (kavurucu) bir rüzgâr
gönderdik. Onların âhıretteki azâbları ise (dünyâdaki azâblarından
elbette) daha
şiddetlidir. Onlar (dünyâda ve âhırette) yardım da görmezler.” (Fussilet sûresi:
16)
Nühûsetli günler; meş’ûm yâni uğursuz günler
demektir. Âd kavmi üzerine, şiddetli rüzgâr olarak gönderilen azâbın geldiği
günlerin, onlar hakkında fenâ günler olduğunu beyân eder. Eyyâm-ı nahs (uğursuz, fenâ
günler), onların helâk oldukları günlerdir ve bu günlerin fenâ olması o zamana
mahsustur. Peygamberimizin ümmetinde
böyle, eyyâm-ı nahs yoktur. Nitekim bir hadîs-i
şerîfte; “Müslümanlıkta, uğursuzluk ve hastalığın, sağlam kimseye
muhakkak geçmesi yoktur” buyruldu.
Kaynak eserlerde zikredildiğine göre, Âd
kavmini helâk eden rüzgâr bir kış mevsiminin sonunda, Şevvâl ayında bir
Çarşamba günü başladığından, bâzı kimseler, Çarşamba gününü tetayyur etmişler yâni
uğursuz saymışlardır. Hattâ bir çok kimse, o günü, uğursuz saydığı için
Çarşamba günü hiç bir iş yapmazlar, evlerinden çıkmazlar. Bu kimselerin böyle
inanç ve îtikâd edinmeleri çok yanlıştır. Nitekim dînimizde uğursuzluğun
olmadığı hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir.
Yedi
gece ve sekiz gün süren şiddetli azâb rüzgârı ile mahv-ü perişân olan Âd
kavminin insanlarını, o soğuk ve uğultulu rüzgâr, çok feci şekilde helâk etmiş;
onlardan hiç biri, değil başkalarını, kendilerini dahî koruyarak azâbdan
kurtulmaya muvaffak olamamıştır. Nitekim Zâriyât sûresinin 41 ve 42. âyet-i
kerîmelerinde meâlen; “Âd kavminin helâk edilmesinde de bir ibret vardır. Hani
üzerlerine o helâk edici rüzgârı göndermiştik (O rüzgârda ne hayır,
ne de bereket vardı. Helâk rüzgârıydı.) Her nereye uğradıysa (mallarından,
hayvanlarından ve canlarından) hiç bir şeylerini bırakmayıp hepsini kül gibi savurdu (helak
etti).”
buyruldu.
Ayrıca
Hâkka sûresinin 6, 7 ve 8. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Âd kavmine
gelince onlar da, kasıp kavuran, uğultulu, azgın ve şiddetli bir kasırga ile
helâk edildiler. Allahü
teâlâ o rüzgârı, yedi gece ve sekiz gün devamlı
olarak onların üzerlerine musallat etti. (Öyle bir hâle geldiler ki,
o vakit orada bulunsaydın bu müddet zarfında) onların, köklerinden kopup, yere serilen kof
hurma kütükleri gibi, nasıl ölüp, yıkıla kaldıklarını görürdün. Şimdi onlardan
bir kalan görebiliyor musun?”
Tabiînin
büyüklerinden Şehr bin Havşeb'in (rahmetullahi aleyh)
Abdullah ibni Abbâs'dan (radıyallahü anhümâ)
rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allahü
teâlânın gökten indirdiği hiç bir yağmur ve
esen rüzgâr yoktur ki, ölçüsüz olsun. Ancak Nûh tûfanında ve Âd kavminin helâk
edildiğinde böyle olmadı. Nûh tûfanı günü, su, Allahü teâlânın emri
ile hazînelerinden taştı ve ona hiç bir yol, ölçü olmadı. Âd kavminin helâk
edildiği zaman da rüzgâr, Allahü teâlânın emri ile hiç bir ölçü ve
yol olmadan her yerden korkunç bir şekilde esti.”
Âd
kavmini helâk etmek için esen rüzgâr, Allahü teâlâya
âsî olan ve O'nun emirlerini, hiçe sayıp alay eden o azgın kavmin insanlarını
yok etti. Ancak peygamberlerine tâbi olanlar kurtuldular.
Rivâyet
edildiğine göre, Âd kavminden îmân etmeyip, cehâlet ve şirkte inâd edenlerin
hepsi helâk olurken, en son reisleri Halcân kalmıştı. Halcân can korkusuyla bir
taraftan dağa doğru kaçarken, bir yandan da, kavminin başına gelen bu felâketi
anlayamamanın ve hakîkati kabûl edememenin verdiği hayretle karışık bir korku
içinde mırıldanıyordu. O, bu zavallılık hâlinde ve acınacak durumda iken bile
îmân etmeyi düşünmüyor ve ahmaklığında ısrâr ediyordu. O sırada, Hazret-i Hûd
onu gördü ve; “Kendine yazık ediyorsun ey Halcân! Bile bile ebedî felâkete
gidiyorsun. Gel, müslüman ol! Ancak bu şekilde kurtulursun” buyurunca, Halcân; “Müslüman
olursam, Rabbinin katında benim için ne var?” dedi. O da; “Cennet var” deyince,
Halcân; “Peki, kavmimi helâk eden şu bulutun içinde gördüğüm çok heybetli kimseler
kimdir?” dedi. Hazret-i Hûd; “Rabbimin melekleridir” karşılığını verdi. Halcân;
“Şâyet müslüman olursam, Rabbin beni onlardan korur mu?” diye sorunca; Hûd aleyhisselâm; “Yazık sana. Sen hiç pâdişah gördün mü
ki, o, bir kimseyi ordusundan, askerinden koruyamıyor olsun?” cevâbını verdi.
Bunun üzerine Halcân; “Keşke Rabbin benim râzı olduğumu yapıp, kavmimi helâk
etmeseydi. Güç ve kuvvetimiz, mal ve servetimiz devamlı olsaydı” dedi ve yine
îmân etmedi. Nihâyet, şiddetli rüzgâr gelip onu da helâk etti.
Zâriyât
sûresi 41 ve 42. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Âd kavminin helâk edilmesinde de bir ibret
vardır. Hani, üzerlerine, (kendisinde ne hayır, ne de bereket
bulunan ve bir helâk rüzgârı olan) o kısır rüzgârı göndermiştik. O rüzgâr her nereye
uğradıysa, (Âdlıların canlarını, mallarını, hayvanlarını, her
şeylerini)
bırakmayıp kül gibi savurdu (helak etti)”.
Diğer
taraftan, Mekke'de Harem-i şerîfte duâ eden Âd kavmi heyeti, daha sonra, tekrar
Mu’âviye bin Bekr'in sarayına dönüp orada bulunuyorlardı. O sırada mehtaplı bir
gecede, devesinin üzerinde bir kişinin, kendilerine doğru yaklaşmakta olduğunu
gördüler. Yanlarına gelince, o kimseye nereden gelip, nereye gittiğini
sordular. O da, Yemen tarafından geldiğini, Mısır'a gitmek için yolda bulunduğunu
söyledi. Âdlılar buna sevinip, hemen, kavimlerinden haber sormaya başladılar. O
kimse; “Âd kavminden olanların işi bitti. Debdebeli hayatları, kahredici
rüzgârla sona ererek perişân oldular. Köşkleri, kemerli yüksek binâları,
gösterişli kaşaneleri yerle bir oldu” deyip, Âd kavminin helâk edildiğini haber
verdi ve olanları da uzun uzun anlattı. Mu’âviye'nin evinde bulunanlar, başka
bir kavimden olan ve olup bitenleri uzaktan gören bu zâtın anlattıklarına bir
türlü inanamıyorlardı. Hayrete düşerek gelen kimseye, Hûd aleyhisselâmı ve ona tâbi olanların hâllerini
sorunca; “Onları geçtiğimde deniz sahilinde ilerliyorlardı” cevâbını verdi.
Yâni Âd kavminin helâkından sonra Hûd aleyhisselâm,
kendisine îmân etmiş olanlarla birlikte, Yemen'den ayrılarak sâhil yolundan
Mekke-i mükerremeye doğru geliyordu.
Mu’aviye
bin Bekr'in evinde bulunanlar, gelen kimsenin büyük bir heyecanla anlattıkları
haberlere bir türlü inanamadıklarından, hâlâ tereddüt içinde idiler. Mu’âviye
bin Bekr'in kızkardeşi Hüzeyle binti Bekr; “Mekke'nin Rabbine yemîn ederim ki,
gelen kimsenin anlattıkları doğrudur. Zâten Harem'de duâ edilip, siyah bulut
seçildiğinde, gizli bir münâdî, bunun, Âd kavminden hiç kimseyi bırakmayıp
helâk edecek bir azâb olduğunu söylememiş miydi?” dedi.
Daha
sonra Kayl bin Ayr ve heyeti üzerine, Âd yurdunda, Âdlıları helâk eden rüzgâra
benzeyen şiddetli bir rüzgâr esti. Onlar da aynı şekilde helâk oldular. Böylece
Harem-i şerîfte duâ eden Mersed, Kayl ve Lokmân'ın her birine istedikleri
verilmiş oldu.
Yemen
tarafından gelen kimsenin, Âd kavminin helâkini anlatmasını dinledikten ve Kayl
ile beraberindekilerin fecî âkıbetlerini de gördükten sonra, Mersed'in şu
meâlde bir şiir söylediği rivâyet edilmiştir: “Âd kavmi, peygamberlerine
inanmayıp isyân etti. Bu yüzden semâ onları ıslatmadı ve bir damla yağmur bile
düşmedi. Susuzluk içinde kıvrandılar ve su bulmak için, bir ay yol yürüyüp
Kâbe'ye geldiler. Fakat kör olduklarından, niçin bu musîbete uğradıklarını bir
türlü anlamak istemiyorlar, anlasalar bile kabûl etmiyorlardı. Onlarda körü
körüne bir inâd; küfür ve isyânda, zulüm ve haksızlıkta kuru kuruya bir ısrâr
vardı. Üstelik; semûd, sadâ ve hebâ adını verdikleri putlara tapıyorlar, Allahü teâlâya şirk koşuyorlardı.
Pek
azgın ve haddi aşan, kalbleri boş bir sahrâ gibi olan ve her türlü mânevî
düşünce ve hislerden uzak bulunan bu kavim, Hazret-i Hûd'un nasîhatlerini
dinlemeyip, azâb ile korkutmasına aldırış etmedi.
Rablerini
açıktan açığa inkârları yüzünden susuzluğa düçâr oldular. Zâten onların bozuk
hâlleri, aslında, büyük bir belâya tutulacaklarının habercisi idi. Nâsîhat;
susuzluğa düşenlerin akıllarını başlarına toplamalarına ve uyanmalarına
yetmedi. Sonunda susuzlukla beraber, üzerlerine kara bir bulut gelerek helâk
olup gittiler. Hûd (aleyhisselâm), kavmine
saâdet yolunu gösterdi. Biz hidâyeti onun vesîlesiyle gördük. Hazret-i Hûd'un
ilâhı olan Allahü teâlâ, benim de ilâhım
ve Rabbimdir. Yâni ben O'na inanıp, îmân getirip, îtimâd ve tevekkül ettim.
O'na güvendim. O'nun rahmetini ve yardımını ümîd ederim. Kendim, çoluk-çocuğum
Hazret-i Hûd'un yoluna fedâ olsun. Hazret-i Hûd ve ona tâbi olanlar, buraya
geldiklerinde, inşallah bende onlara katılacağım.”
Rivâyet
edildiğine göre, Âd kavminin helâki, kış mevsiminin sonunda, Şevvâl ayının
üçüncü haftasında bir Çarşamba günü başlamıştı. Bu îtibârla azâb günlerinin
sürdüğü zamana
Eyyâm-ı e’câz denilmiştir. İhtiyâr bir kadın, rüzgâr beni bulamasın
diye çok gizli ve emniyetli zannettiği bir yerde saklanmıştı. O korkunç
fırtına, başladığının sekizinci ve son gününde ihtiyâr kadını da gizlendiği
yerde helâk etti. Buna nispetle bu azâb günlerine Eyyam-ı acûz da denilmiştir.
Kışın
sonuna rastlayan bu günlere Araplar da Berd-ül-acûz demişlerdir. Aynı günlerdeki
şiddetli soğuklara Türkçe'de de Kocakarı soğuğu tabiri kullanılmak âdet olmuştur.
Ekseriya, şiddeti pek çok olup, sebze ve meyveleri yakan bu soğuk günlerin, Âd
kavminin âkıbetinden haberdâr olmak ve ibret almak için halk arasında kaldığı
bildirilmektedir.
“Sahîh-i
Buhârî”de Âişe'den (radıyallahü anhâ) şöyle
rivâyet olunmaktadır: Âişe vâlidemiz demiştir ki: Nebî (sallallahü aleyhi ve sellem), semâdan yağmur yüklü sanılan bir
bulut görünce, (ona karşı) yönelir, geri döner, (eve) girer, çıkardı. (Endişeli
olduğundan mübârek) yüzünün rengi değişirdi. Gökten yağmur yağdığında, O'ndaki
bu hâl kaybolurdu. (Âişe (radıyallahü anhâ) devam
ederek:) Ben bu hâlin sebebini, O'ndan anlamak, öğrenmek istedim. Bana; “Bilmiyorum ki,
belki o (bulut, Âd) kavminin dediği gibi bir buluttur” buyurup,
sonra; “Âdlılar
kendi vâdilerine karşı gelen azâbı bir bulut parçası şeklinde görünce, memnun
olup, sevinerek; İşte şu görülen şey, bize çok yağmur yağdıracak bir buluttur
dediler. (Hûd aleyhisselâm onların
bu sözlerine karşı); Hayır, o bulut yağmur yağdırıcı bir bulut değildir. Bilakis
o, sizin acele gelmesini istediğiniz azâptır. O bulut zannettiğiniz şey,
kendisinde elem verici, şiddetli azâb bulunan bir rüzgârdır. O rüzgâr, Rabbinin
emriyle uğradığı her şeyi helâk eder dedi” meâlindeki Ahkâf
sûresinin 24 ve 25. âyet-i kerîmelerini okudu.”
Âd
kavmi bu korkunç azâb ile müthiş bir şekilde helâk olurken, Hûd aleyhisselâm ve ona îmân edenler, hep birlikte avlu
gibi bir yerde bulunuyorlardı. Zâten, Hûd aleyhisselâma
azâbın geldiği bildirilince, o gün, gün ağarırken eshâbını bir yere toplamıştı.
İnsanları havalara uçurup, evleri harâb eden, dağları deviren, ahkâf
denilen kum tepelerini, Âdlıların üzerlerine yığan o şiddetli kasırga, Allahü teâlânın izni ile Hûd aleyhisselâmın ve ona tâbi olanların yüzlerine gâyet
hoş gelen, tatlı ve serinletici bir rüzgâr şeklinde esmişti. Hûd'a (aleyhisselâm) îmân edenlerin dörtbin kadar olduğu
rivâyet olunmuştur.
Eski
zamanlarda, azan ve doğru yoldan ayrılan bir kavmin insanlarına, Allahü teâlâ peygamber gönderir onlar, gelen
peygambere inanmaz, eziyet ve hakârette bulunup, azgınlık ve taşkınlıkları son
haddine ulaşınca, bir musîbet ile onları helâk ederdi. Bu durumdaki peygamber
ve kendisine îmân edenler, bulundukları beldeden ayrılıp, Mekke-i mükerremeye
gelirler hac yaparlar. Bir müddet veya vefâtlarına kadar orada kalıp, ibâdetle
meşgûl olurlardı.
Rivâyet
edildiğine göre, Âd kavmi o korkunç rüzgâr ile helâk edilince Hûd (aleyhisselâm), îmân edenlere; “Burada yaşayanlar Hak teâlâ hazretlerinin kahrına, gadabına
uğradıkları için artık bizim burada durmamız uygun değildir. Bu sebepten bu
yerlerden hareket edip gitmemiz gerekir” buyurdu. Îmân edenlerle birlikte Mekke-i
mükerremeye geldiler ve Kâbe-i muazzamanın bulunduğu yerde, ibâdet ve tâatla
meşgûl oldular. Hûd aleyhisselâm, orada vefât
etti. Vefâtında 150, 472 veya 464 yaşlarında olduğu ve kabrinin Harem-i şerîfte
Hicr
denilen yerde bulunduğu rivâyet edilmektedir. Târih-i Taberî'de 500 sene ömür
sürdüğü, peygamberliğinin yâni insanları saâdete dâvet etmesinin ise, 50-70
veya 100 sene olduğu bildirilmiştir.
Rivâyete
göre, Harem-i şerîfte Rükn, Makâm ve Zemzem arasında; Hûd, Sâlih, Şuayb ve İsmâil'in
de (aleyhimüsselâm) bulunduğu doksan dokuz peygamber medfûndur.
Bütün
hâdiselerde olduğu gibi, Âd kavminin helâk olmasında da, mü’minlerin ibret
almaları ve sakınmaları gereken husûslar vardır. Bunlardan bâzıları “Hüsn-üt-tenebbüh”
kitabında şöyle bildirilmektedir:
1-
Şirk ve küfürden, putlara ve başka mahlûklara ibâdet etmekten çok sakınmalıdır.
Hakikat apaçık meydanda iken, körü körüne, inâd ederek Cehennem’e gitmemelidir.
Bu husûsta kendini haklı göstermek için, baba ve dedelerinin yolunda olduğunu
söylemek, insanı azâbdan kurtarmamakta, helâkine mâni olamamaktadır.
2-
İster küfrü icâbettirsin, ister büyük günah olsun, dinde hiç bir bid’at ortaya
çıkarmamalıdır. Nitekim Âd kavmi, putlara tapmayı çıkardılar. Bu bid’atleri
müşriklik, yâni küfür idi. Bu hâlleri, kendilerine peygamber gönderilerek ikaz
edildi. Fakat onlar, şirk ve isyânda ısrâr ettiler. Bu sebepten Allahü teâlâ onların dâbirini (kökünü) kesti.
Yeryüzü onlardan temizlendi ve haberleri, kendilerinden sonrakilere ibret
olarak kaldı.
3-
Doğruluğu ile tanınmış kimseleri yalanlamaktan ve yalan söylemekten çok
sakınmalıdır. Bilindiği gibi, bütün peygamberler, peygamberliklerinin
bildirilmesinden önce ve sonra, kavimleri arasında sâdık ve emîn olarak
bilinen, meşhûr kimselerdir. Peygamber olduğu bildirildikten sonra; bunlar, Allahü teâlâdan, kıyâmet ve âhıret hâllerinden
anlatmaya, insanları saâdete dâvet etmeye başlayınca; inanmayanlar tarafından
yalancılıkla, sihirbazlıkla, aklını kaybetmek gibi sıfatlarla ithâm
edilmişlerdir. Îmân edenlerin dışında herkes bu hatâya düşmüş, bundan dolayı
yalan; bütün dinlerde haram kılınmıştır.
Nitekim,
Kâf sûresinin 12, 13 ve 14. âyet-i kerîmelerinde Kureyş müşriklerinden önce Nûh
kavmi, Eshâb-ı Ress, Semûd kavmi, Âd kavmi ve Fir’avnun da kendilerine gönderilen
peygamberleri yalanladıkları bildirilmektedir.
4-
Hak ve doğru olan zâhir olup, açıkça meydana çıktıktan sonra, bâtılda ısrâr
etmekten sakınmalıdır. Çoğu defâ; bir kavme peygamber geldiğinde, o zâtın
peygamber olduğunu kabûl etmeyenler; “Peygamberlik iddiasında sâdık isen, bize
açık deliller getir, bunu biz de anlayalım” diyerek mûcize isterlerdi.
Peygamber olan zât, Allahü teâlânın izni
ile onlara mûcize gösterince de insâfı olanlar, bu apaçık hüccet (delil)
karşısında îmân ile şereflenirler, kuru kuruya bir inâd ve bâtılda ısrâr
edenler ise, hakîkat bu derece ortada iken yine kabûl etmeyip, üstelik o
peygamberi bir de yalancılık ve sihirbazlıkla ithâm ederlerdi.
5-
Allahü teâlânın rızâsı için, insanlara vâz
ve nasîhat veren, onları Allahü teâlânın
azâbı ile korkutan bir zâtın, bu işi, mutlakâ dünyâlık menfaat elde etmek için
yapıyor olduğunu tahminden ve böyle düşünmekten çok sakınmalıdır. Bu şekilde
bir düşünce, o yüce kişiyi dünyâ menfaatine düşkün olmakla ithâm etmek
olacağından, bunun çirkinliği hemen ortaya çıkar. Hazret-i Hûd da kavmine
maksadının onlara nasîhat etmek olduğunu, bunun için kendilerinden bir ücret
talep etmediğini, vazifesine karşılık ecrin ve mükâfâtın Allahü teâlâ tarafından verileceğini söylerdi.
İstisnâsız olarak bütün peygamberler (aleyhimüsselâm), Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, karşılıksız
olarak, ücret almadan öğretmişlerdir. Yâni onların hiç birisi, bu husûsta ücret
ve karşılık almamış ve böyle bir şey beklememişler, her zaman bundan uzak durmuşlardır.
6-
Ma’siyetlerde (günah işlemekte) ısrâr etmekten, tevbe ve istiğfârı
geciktirmekten veya terketmekten de çok sakınmalıdır.
İbn-i
Asâkir (rahmetullahi aleyh), Dahhâk'ın (rahmetullahi aleyh) şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “Hazret-i
Hûd'un dâvetine icâbet etmeyen Âd kavmine, Allahü
teâlâ uzun müddet yağmur vermedi. Kur’an-ı kerîmde zikrolunduğuna
göre, Hazret-i Hûd, kavmine; “Rabbinize istiğfâr edin. (Ondan mağfiret
dileyin.) Sonra
O'na tevbe edin” (Hûd sûresi: 52) dedi. Bu âyet-i kerîme, istiğfâr etmenin
ukûbeti (cezâyı) uzaklaştırdığını ve pek çok faydalar te’min ettiğini; günahta
ısrârın ise rızka mâni olduğunu göstermektedir.”
Yukarıda da anlatıldığı üzere; Âd kavminin, şiddetli rüzgâr ile helâk edilip, köklerinin kazınmasına sebep olan ahlâk ve amellerinden bâzıları maddeler hâlinde özetle şöyledir:
1- Âdlılar, Allahü teâlânın evliyâsından yüz çevirip onlara buğzediyorlar ve sevdiği peygamberine karşı geliyorlar, onlarla birlikte bulunmaktan kaçınıyorlardı. Kötülerle beraber olmayı üstün görüp onlara uyuyorlar, onların yaptıkları işlere meylediyorlardı.
Nitekim Hûd sûresi 59 ve 60. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyuruldu ki: “İşte Âd kavmi, Rablerinin âyetlerini inkâr ettiler ve O'nun peygamberlerine isyân ettiler. Her inâdçı zorbanın emrine tâbi olup gittiler. Onlar bu dünyâda (rîh-ı akîm) ve âhırette (azâb-ı elîm ile) lânete (azâb ve cezâya) tâbi tutuldular. Dikkat edin. Âd kavmi, Rablerini (ve O’nun nîmetlerini) inkâr ettiler. Haberiniz olsun. Hûd'un kavmi olan Âd, Allahü teâlânın rahmetinden uzaktır.”
Âd kavmi, kendilerine peygamber olarak gönderilen Hazret-i Hûd'u tekzip etmişlerdir. Halbuki âyet-i kerîmede Allahü teâlânın peygamberlerine isyân ettikleri bildirilmiştir. Bu husûsu âlimler şöyle îzâh etmişlerdir: Bir peygamberi inkâr etmek, hepsini inkâr etmek olur. Onlar Hazret-i Hûd'u inkâr ettiklerine göre, peygamberlerin hiç birine inanmamışlardır. Hattâ şüpheli olarak söylemiş olsa yine böyledir.
Nitekim, ilmihal kitaplarında; “Bir kimse, peygamberlere (aleyhimüsselâm) inandım. Fakat; Âdem aleyhisselâm peygamber midir bilmiyorum dese, îmânsız olur” buyurulmaktadır.
2- Allahü teâlânın peygamberi olan Hazret-i Hûd'a ve Allahü teâlânın evliyâsına, yâni Hazret-i Hûd'a tâbi olanlara eziyet ederler, kötülük yaparlardı. Onların kadr-ü kıymetlerini alçaltıcı hareketlerde bulunurlardı.
3- Putlara ibâdet ederler, onların fayda ve zarar vereceklerine inanırlardı.
4- Allahü teâlânın kendilerine ihsân ettiği güç ve kuvvetlerini beğenirler, buna güvenirler ve bu hâlleriyle övünüp kibirlenirlerdi. Üstünlük husûsunda, daha doğrusu; övünmek, kibirlenmek, üstünlük taslamak gibi çok kötü olan şeylerde âdetâ yarış ederlerdi.
Nitekim, “Taberânî”de ve “Kıvam-üs-sünne'de İsfehânî’nin (rahmetullahi aleyh) “Tergib ve Terhib”inde Abdullah ibni Mübârek’in, Abbâs bin Abdülmuttalîb'den (radıyallahü anhüm) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Bu din zâhir olur. Hattâ, denizleri bile aşar. Allah yolunda denizlere atlarla girilir. Sonra Kur'ân-ı kerîm okuyan bir kavim gelir; Biz Kur’an-ı kerîmi okuduk. Bizden daha kârî (Kur’an-ı kerîmi daha iyi okuyan), bizden daha fakîh (fıkıh ilmini iyi bilen) ve bizden daha âlim kim var? derler. Onlarda hiç hayır var mıdır?” Bunun üzerine Eshâb-ı kirâm; “Hayır, yâ Resûlallah! Onlarda hiç hayır yoktur” deyince, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de; “Onlar bu ümmetin içersindedirler. Onlar, Cehennem’in yakacaklarıdır” buyurmuştur.
5- insanlara zulüm ve onlara karşı azgınlık ve taşkınlık yaparlar, mallarını cebr kullanarak (zorla) alırlar ve haksız yere döverler, hattâ öldürürlerdi. İnsanlara karşı büyüklenmekten, zorbalık yapmaktan zevk alırlardı.
6- Güç ve kuvvetlerine güvendikleri için aldanırlar, hiç ihtiyaçları olmadığı hâlde, yüksek yerlere muhteşem binâlar yapmakta bir birleriyle yarış ederlerdi.
7- Âd kavminin insanları gâyet dik kafalı, inâdçı ve çok kibirli olmalarının yanında, uzun emel sâhibi idiler. Allahü teâlâya ibâdet ve tâatla vakit geçirmeyi bilmediklerinden, bilseler de kabûl etmediklerinden, oyun ve eğlenceye dalıp boş ve uygunsuz işlerle zamanlarını ziyân ederlerdi. Garib ve zavallı kimselerle, yoldan gelip geçenlerle eğlenirler ve Allahü teâlânın lütfettiği nîmetlere nankörlük ederlerdi.
8- Hûd (aleyhisselâm), kavmine; hâllerini, gittikleri yolun iyi olmadığını, böyle devam ederse, akıbetlerinin pek fenâ olacağını haber verirdi. Onlara, Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmetleri hatırlatır, kendilerini Allahü teâlânın azâbı ile korkuturdu. Allahü teâlâya îmân etmelerini, O'ndan korkmalarını, O'na itâat ve ibâdet etmelerini söylerdi. Allahü teâlânın, çok mal, evlâd, bahçeler ve sular vererek ihsânda bulunduğunu, bütün bunlara nankörlük etmeye devam ederlerse, kendilerine, büyük bir azâbın gelmesinden korktuğunu bildirdikçe; Âdlılar gaflet ve cehâlet uykusuna tamâmen dalmış olduklarından, onun vâz ve nasîhatlerine kulak asmazlar hattâ; “Sen bize nasîhat etsen de etmesen de bizim için farketmez.” (Şuarâ sûresi: 136) Bu hal, bizden öncekilerin, baba ve dedelerimizin ahlâkıdır. Biz bunları terkedip de senin söylediklerine tâbi olacak değiliz derlerdi.
Hazret-i Hûd, tebliğ vazifesine devam ederek, kavmine Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmetleri, bunlara karşı onların yaptıkları kötülükleri anlatır, maksadının, onları gafletten uyandırmak olduğunu bildirirdi. Bütün bunlara rağmen, Âdlıların gafleti, kalblerinin kör oluşundan, öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmadıkları için âhırette, bu dünyâda yapmış olduklarının karşılığını görmeyi inkâr etmeleri ve Hazret-i Hûd'u yalanlamaları, ebedî felâketlerine sebep oldu. Nitekim, Şuarâ sûresinin 139. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Böylece onu (Hûd peygamberi) tekzip ettiler (yalanladılar). Biz de onları helâk ettik. Muhakkak ki, onlara yaptığımız bu işte, sonrakiler için bir ibret vardır” buyruldu.
9- Âd kavmi mensuplarının kötü huylarından biri de, çok iftirâcı olmaları idi. Doğru yoldan o kadar ayrılmış, hak ve hakîkatten o kadar uzaklaşmışlardı ki, akıl ve kemâl sâhiplerini câhil görürlerdi, işlerinde doğru olup isâbet edenleri, hatâya düşmekle ve kusurlu olmakla ithâm ederlerdi.
Nitekim Hazret-i Hûd, Âd kavmini îmâna dâvet edip, onları, Allahü teâlânın azâbı ile korkuttuğu zaman, kabûl etmemişler; üstelik, A’râf sûresinin 66. âyet-i kerîmesinde bildirildiği gibi; “...Gerçekten biz seni sefâhet (akıl azlığı, çılgınlık) içinde görüyoruz ve seni hakîkaten yalancılardan zannediyoruz” demişlerdi.
Kendilerini hak mâbud olan Allahü teâlâya îmân ve yalnız O'na ibâdet etmeye dâvet eden bir peygambere böyle söylemeleri, onların, büyüklere karşı, cür’etkâr davrandıklarını ve hitâb ederken edebi gözetmediklerini; bunun yanında, aklı kemâlde, irfânı zirvede olan Hazret-i Hûd'u sefih olmakla ithâm etmeleri, onların pek düşük, bayağı ve alçak kimseler olduğunu göstermektedir. Bir kimsenin, kendisinde bulunan aşağı ve bayağı bir vasfı, kâmil bir zâta isnât etmesi gülünç olmasının yanında ne kadar garib ve ne derece cür’etkâr bir davranıştır.
Hâl böyle iken Hûd (aleyhisselâm) onlara; “Hayır! Bilakis sefîhler sizlersiniz” veya; “Sefîhlik ancak sizde bulunur” diye cevap vermedi. Çünkü böyle cevap vermesi, onları tamâmen ürkütür ve uzaklaştırırdı. O yine, A’râf sûresinin 67 ve 68, âyet-i kerîmelerinde bildirildiği gibi, kavmine şu hikmetli cevâbı verdi: “...Ey kavmim! Bende çılgınlık, akıl azlığı ve câhillik yoktur. Ben ancak, âlemlerin Rabbi tarafından size gönderilmiş bir peygamberim. Ben, Rabbimin risâletini (bana vahyettiklerini) size tebliğ ediyorum. Size nasîhat (ve sizi tevbeye dâvet) ediyorum. Ben, sizin için, güvenilir, emîn bir nasîhatçiyim. (Peygamberliğimde sâdık ve emînim).” Hûd (aleyhisselâm) kavminin karşı çıkmalarına, yalanlamalarına karşı, kendi hâline en uygun şekilde böyle cevap verirdi. Daha değişik bir tarzda cevap vermiş olsaydı, bu durum onlara ağır gelirdi. Hem böyle bir cevap, nasîhat edenin sabırsızlığına delâlet eder. Halbuki emr-i mâruf ve nehy-i münker yapanın, sabır yolundan ayrılmaması lâzımdır.
Sefîhin sefîhliğine, câhilin câhilliğine, onun sözünün ve işinin benzeri ile karşılık vermek, akıllı kimseye yakışmaz. İşte, kötü kimselere cevap verirken öyle bir cevap vermelidir ki, verilen cevapla, hem onlar, Hakk'a ve hakîkate dâvet edilmiş; hem de kötülüklerden men edilerek, cehâletleri de en iyi şekilde yok edilmiş olsun.
10- Âd kavminin husûsiyetlerinden birisi de, çok şımarık, azgın, kendini beğenmiş, kibirli, hakkı, doğruyu kabûl etmeyen kimseler olmaları idi. Tamâmen oyun, eğlence ve kumara dalmışlar, böylece Hak ve hakîkatten büsbütün uzaklaşarak, söz dinlemeyen, nasîhat kabûl etmeyen bir hâle gelmişlerdi. Bu hal, onların şiddetli rüzgâr azâbı ile helâk edilmelerine sebep oldu.
11- Âdlılar, nefslerine uyarak yaptıkları bozuk amellerine îtimâd edip nefse güvenirler ve bu kötü işlerine cezâ verileceğini düşünmedikleri gibi, üstelik bu çirkin amellerine sevâb ve mükâfât beklerlerdi. Nitekim, Ahkâf sûresi 24. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Onlar, kendi vâdilerine karşı gelen azâbı, bir bulut parçası olarak görünce, memnun olup sevinerek ve birbirlerine müjde vererek; “İşte şu görünen şey bize çok yağmur yağdıracak bir buluttur dediler.”
İmâm-ı Şâfii (rahmetullahi aleyh) “El-Ümm” isimli eserinde, Abdullah ibni Abbâs'ın (radıyallahü anhümâ) şöyle rivâyet ettiğini bildirmektedir: “Ne zaman bir rüzgâr esse, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek iki dizleri üzerine çöker; “Ey Allah'ım! Onu rahmet eyle. Onu azâb kılma. Allah'ım! Onu riyâh (nimet getirici) kıl, rîh (rîh-ı sarsar) kılma!” buyururdu. Nitekim, Fussilet sûresi 16 ve Kamer sûresinin 19. âyet-i kerîmelerinde; (Âdlıların) üzerlerine rîh-ı sarsar (çok soğuk bir rüzgâr) gönderdik” buyurulmaktadır.
Âlimlerin bildirdiğine göre; Âd kavmini helâk etti diye rüzgâra sebbetmek yâni onu lânetlemek mekrûhtur. Çünkü rüzgârı Allahü teâlâ gönderir. Rüzgâr, O'nun izni ve emri ile rahmet de olabilir, azâb da.
12- Âd kavminden olanlar, Allahü teâlânın âyetlerini gördükleri, kendilerine gelen azâbı ayân beyân bildikleri hâlde, günahlara tesmîm ederler, yâni günahları terk etmemeğe, kat’î karar vermiş gibi bir hâl ile bozuk işlerine devam ederlerdi. Kendilerinde bulunan, büyüklenmek, tekebbür sıfatları son haddine varmıştı. Hazret-i Hûd'un gösterdiği mûcizeleri gördükleri, böylece onun söylediklerinin doğru olduğu iyice anlaşıldığı hâlde yine inanmayıp, yalanlamışlardı. Kendi sözlerinin bâtıl ve yanlış olduğunu, hasım saydıkları Hazret-i Hûd'un ise doğru söylediğini bildikleri hâlde, habis ve alçak tıynetleri îcâbı yine de kabûle yanaşmazlar, inâd ve muhâlefete devam ederlerdi. Tefekkür etmeyip hiç bir şeyden ibret almazlar, sâdece kuvvetlerine ve kalabalık olmalarına güvenirler ve bunda aşırı giderlerdi.
Meselâ, onları helâk eden rüzgâr, bir bulut şeklinde gelip esmeye başlayınca, âilelerini ortalarına alıp, kendileri onların etrâfında halka oldular. Elbiselerinin eteklerini birbirlerine bağlayarak, ayaklarını yere, kuvvetlice dayayıp, ellerini de birbirlerine kenetleyerek durdular. Güyâ, rüzgâr ne kadar kuvvetli ve şiddetli eserse essin, onlara bir şey yapamayacak, yerlerinden oynatamayacaktı. Nitekim bu hâlde iken Hazret-i Hûd'a; “Bizim ayaklarımızı buradan kim giderip, kaldırabilir” dediler. Biraz sonra rüzgâr bunları yerden alıp, havaya fırlattı ve her biri, içi boş, kof hurma kütükleri gibi yerlere atıldılar.
Akıllı insan, böyle hâller karşısında her şeyin sâhip ve mâlikinin yalnız Allahü teâlâ olduğunu anlar, O'ndan korkar. Dâima uyanık olur, hep O'nun râzı olduğu, beğendiği amelleri yapar.
İbn-i Ebî Şeybe (rahmetullahi aleyh), Şerh bin Havşeb'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etmiştir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında, Medîne-i münevverede zelzele olmuştu. O zaman Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Muhakkak Rabbiniz sizden hoşnutluğunu (yani rızâsını kazanmanızı) istiyor, öyleyse Allahü teâlâdan râzı olduğu şeylere dönmeyi isteyiniz.”
İmâm-ı Ahmed, Buharî, Müslim, Nesâî ve Hâkim (rahmetullahi aleyhim), Abdullah bin Ömer'den (radıyallahü anhümâ) şöyle rivâyet etmişlerdir:
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) gök gürültüsü ve yıldırımları duyunca; “Allah'ım! Bizi gadabınla öldürme! Azâbınla helâk etme! Bundan önce bize âfiyet ver” diye duâ ederdi.
İbn-i Asâkir'in Sâlim bin Ebî Ca'd'dan (rahmetullahi aleyhima) rivâyet ettiğine göre, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûrunda peygamberler zikrediliyordu. Hûd aleyhisselâm zikredilince; “O halîlullahdır (Allahü teâlânın dostudur) buyurdu.
Allahü teâlânın dostu olmak, Hazret-i İbrâhim’de açıkça görüldüğünden ona Halîl-ür-Rahmân denildi. Bu vasıf onda daha zâhir ise de, yalnız ona âit olmayıp, diğer peygamberler için de söylenmektedir.
Nitekim sahîh bir hadis-i şerîfte, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisi hakkında Eshâb-ı kirâma; “Sâhibiniz (yani ben) Allahü teâlânın halîliyim” buyurmuştur.
Hûd
aleyhisselâmın belli başlı mûcizeleri dört nevî
idi:
1-
Allahü teâlânın izni ile rüzgârları
istediği tarafa döndürürdü.
Bu
mûcizenin meydana gelmesine sebep şudur: Îmân etmek için, kavmi kendisinden
mûcize istediklerinde Hazret-i Hûd, onlara; “Nasıl mûcize istersiniz?” diye
sordu. Kavmi; “Rüzgârı istediğimiz tarafa çevir, döndür” dediler. Hûd (aleyhisselâm) duâ etti. Vahiy gelip, Allahü teâlâ; “Ne tarafa istersen, elinle işâret
et!” buyurdu. Bundan sonra Hazret-i Hûd, rüzgârı sağ tarafa döndürmek isterse
sağ eliyle, sol tarafa döndürmek isterse sol eliyle işâret ederdi. Böyle işâret
etmesiyle rüzgârın o tarafa dönmesi bir olurdu.
Âd
kavmi, bir mûcize gösterirsen îmân ederiz dedikleri ve bu mûcizeyi gördükleri
hâlde îmân etmedikleri için, yine rüzgâr cinsinden ve âyet-i kerîmede rîh-ı sarsar
diye bildirilen şiddetli rüzgâr ile helâk olundular.
Âd
kavminin insanları güçlü, kuvvetli, iri cüsseli kimseler idi. Gelip geçmiş
bütün insanlar içinde boy, cüsse ve kuvvet bakımından en ileride olanlar Âd
kavmine mensuptu. Bu kadar iri cüsselerine ve kuvvetlerine rağmen, şiddetli
rüzgâr onları helâk etti. Öylesine kaldırıp yere vurdu ki, onlardan hiç birisi
aslâ karşı koyamadı; zâten buna güçleri de yetmezdi.
Âyet-i
kerîmelerde, onların her birinin, rüzgâr kendilerine çarptıktan sonra,
rüzgârlara tahammülü pek az olan hurma ağaçları gibi yere devrildikleri haber
verilmiştir.
2-
Âd kavminin bulunduğu havâlide, taş ve kayalıklardan ibâret bir dağ vardı. Bu
dağda ne bir ot biter, ne de bir su çıkardı. Âd kavmi, Hazret-i Hûd'a
peygamberlik iddiasında sâdık olduğuna delil olmak üzere, bu dağı, koyunlarını
ve diğer hayvanlarını otlatmak üzere mera hâline çevirmesini söylediler. O da
bunun için Allahü teâlâya duâ etti.
Duânın hemen akabinde, o kayaların hepsi, bir anda temiz, verimli toprağa
dönüşüverdi. Üstelik bu dağ, yemyeşil olup, her taraf çiçeklerle donanmıştı.
Etrâfta güzel çeşmeler peydâ olmuş, her yer gönül alıcı bir güzellikle, güllük
gülistanlık hâline gelmişti.
Bu
mûcizeyi de gözleriyle gören Âdlıların kalbleri, toprak hâline gelmiş olan
kayalardan daha katı olduğundan, yine îmân etmediler.
3-
Hazret-i Hûd'un mûcizelerinden biri de, duâsı bereketiyle yünün, ibrişim (ipekten
işlenmiş bir çeşit iplik) şekline gelmesidir.
Âd
kavmi, mûcize olarak ondan, koyunlarının yünlerini ibrişim hâline getirmek için
cenâb-ı Hakk'a duâ etmesini istemişlerdi.
O da duâ edip, bütün yünler, Allahü teâlânın
izni ile ibrişim hâline gelmiş idi.
4-
Hazret-i Hûd bir zaman bâzı kimselerle birlikte sefere çıkmıştı. Yolculuk
esnâsında şiddetli yağmura tutuldular. Yürümeye imkanları olmadığı gibi,
sığınıp rahat edebilecek kapalı bir yer de yoktu. Hûd'un (aleyhisselâm) duâsı üzerine Allahü teâlâ rüzgâr vâsıtasıyla onlara,
sığınılacak bir menzil yapabilmek için ne lâzımsa hepsini gönderdi. Onlar da o
ıssız vâdide kendilerine yetecek kadar sığınaklar yapıp, hava rahatlayıncaya
kadar orada kaldılar. Daha sonra yollarına devam ettiler.
Âd
kavminin helâk olmasından sonra, Sâlih (aleyhisselâm)
Semûd kavmine peygamber olarak gönderildi.
Hazret-i
Yûsuf'tan sonra, insanlar içinde Hazret-i Âdem'e en çok benzeyen Hûd aleyhisselâm idi. Orta boylu, gür saçlı ve nûr yüzlü
idi. Sabâhati pek fazla, yâni mübârek yüzü çok güzel idi. Mübârek çehresi ay
misâli parlardı ve mübârek vücûdu kıllı idi.
Hazret-i
Hûd'un sıfatı; zühd, ibâdet, sehâ (cömertlik) ve şefkât idi. Fakirlere çok sadaka
verirdi. Helâl yoldan geçimini te’min etmek için zaman zaman ticâretle meşgûl
olurdu.
Kur’an-ı
kerîmde; A’râf,
Hûd, Mü’minûn, Şuarâ, Fussilet, Ahkâf, Zâriyât, Kamer, Hâkka ve Fecr
sûrelerinde, Hazret-i Hûd ve peygamber olarak gönderildiği Âd kavminden
bahsedilmektedir. Yâni ona ve kavmine âit haberler, bu sûrelerde
zikredilmektedir.
--------------------------------------------------------
1)
Tefsîr-i Beydâvî
2)
Tefsîr-i Taberî
3)
Tefsîr-i Tibyân
4)
Tefsîr-i Menâkıb
5)
Tefsîr-i Mazharî
6)
Tefsîr-i kebîr
7)
Garâib-ül-Kur’an ve Ragâib-ül-fürkân (Tefsîr-i Nîşâburî)
8)
El-Câmi-u li-ahkam-il-Kur’an (Tefsiri Kurtubî; cild-16, sh. 203
9)
Müsned-i Ahmed bin Hanbel; cild-3, sh. 481, cild-6, sh. 182
10)
Sünen-i Tirmizî; cild-5, sh. 66
11)
Feth-ul-Bârî (Buhârî Şerhi); cild-6, sh. 267
12)
Ravdat-ül-ebrâr; cild-1, sh. 20
13)
Delâil-ün-nübüvve; sh. 105
14)
Lügât-i târih ve coğrafya (Osmanlıca); cild-7, sh. 174
15)
Hasâis-ül-kübrâ; cild-2, sh. 180
16)
El-Meârif; sh. 14
17)
Târih-ul-ümem vel-müluk (Târih-i Taberî); cild-1, sh. 110
18)
Kısas-ül-enbiyâ (Arâis-ül-mecâlis); sh. 61
19)
Kasas-ül-enbiyâ (Abdülvehhâb en-Neccâr); sh. 49
20)
Bedâi'uz-zühûr; sh. 78
21)
Kâmus-ül-a'lam; cild-5, sh. 3037, cild-6, sh. 4768
22)
Rehber Ansiklopedisi; cild-7, sh. 322
23)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-3, sh. 13
24)
Tam İlmihal Seâdet-i Ebediyye; sh. 1071
25)
Mir’ât-ı Kâinat; cild-1, sh. 75
36)
Künh-ül-ahbâr; cild-2, sh. 95
27)
Hüsn-üt-tenebbüh (Necmüddîn Gazzi, Süleymâniye Kütüphânesi Murâd Buharî kısmı
No: 69)
28)
Bedv-üd-dünyâ ve kısas-ül-enbiyâ (Kısâî); cild-1, sh. 92
29)
Ahsen-ül-enbâ fî ma'şer-i-enbiyâ; sh. 7
30)
Mu'cizât-ül-enbiyâ; sh. 25