İdrîs'ten (aleyhisselâm) sonra gönderilen peygamber. Kendilerine yeni bir din verilen peygamberler (resûller) dendir. Peygamberler içinde en büyükleri olarak bilinen ve kendilerine ülü’l-azm denilen altı peygamberin ikincisidir. İdrîs (aleyhisselâm) göğe çıkarıldıktan sonra, insanlar azarak doğru yoldan ayrıldılar ve putlara yâni heykellere tapmaya başladılar. Cenâb-ı Hak, bunlara Nûh aleyhisselâmı peygamber olarak gönderdi. Nice yıl, onları dîne dâvet etti. Yalnız, oğullarından Sâm, Hâm, Yâfes ile pek az kimse îmân etti. Kendi oğlu Yâm, yâni Ken’ân başta olmak üzere kavminin çoğu îmân etmedi ve karşı geldi.
Kavmi, Hazret-i Nûh'a hakâret ve işkence edince onlara bedduâ etti. Allahü teâlâ, Nûh'a (aleyhisselâm) gemi yapmasını emretti. Geminin bitiminde, tûfan başladı ve Nûh (aleyhisselâm) mü’minleri de alarak gemiye bindi. Gemidekilerin seksen kişi olduğu ve geminin üç katlı yapıldığı “Arais-ül-mecalis” adlı eserde yazmaktadır. Hazret-i Nûh ayrıca gemiye her hayvandan da birer çift almış, hatta oğlu Ken’ân'ı da gemiye çağırmıştır. Ken’ân; (Ben, dağa çıkar kurtulurum) dediği sırada bir dalga gelerek onu boğmuş, sular dağları aşmıştır. İnsanlar ve hayvanlar telef olup, yağmurlar altı ay sonra durmuş ve sular çekilmiştir. Gemi, Irak'ta bulunan Cûdî dağına oturmuş ve insanlar, tûfandan sonra Hazret-i Nûh'un üç oğlundan çoğalıp yeryüzüne dağılmışlardır. Bunun için, Nûh aleyhisselâma ikinci Âdem (aleyhisselâm) denildi. Sâm'dan Arab, Fars ve Rûm; Hâm'dan Hindistan, Habeş ve Afrika halkı; Yâfes'ten de Asyalılar ve Türkler meydana geldi. Hattâ Bering (Behreng) boğazından Amerika'ya bile geçip yerleşenler oldu. Nûh aleyhisselâm, bin yaşında vefât etti.
Yaşı, insanlar arasında uzun ömre güvenilmemesi ve ne kadar yaşanırsa yaşansın sonunda ölüm olduğu husûsunda bir ölçü olmuştur.
Hazret-i Nûh'un, Hazret-i Âdem'e kadar olan nesebi şöyledir: Nûh bin Lamek bin Metuşalih (bu isim Metüşalh ve Müteveşlih şeklinde de rivâyet edilmiştir) bin Ehnûh (yani İdrîs (aleyhisselâm)) bin Yerd bin Mehlâil bin Kaynân bin Enûş bin Şiş (Şît) (aleyhisselâm) bin Âdem (aleyhisselâm). Ayrıca Hazret-i Nûh'un asıl isminin, Yeşkür, Şâkir ve Abdülgaffâr olduğu da bildirilmiştir. Lakabı Neciyyullah ve Şeyh-ul enbiyâ'dır.
Nûh'un (aleyhisselâm) annesinin ismi Kaynûş binti Berâkil bin Mahvîl'dir. Annesinin ismi; Sebhâr, Şemhâ ve Semhâ şeklinde de bildirilmiştir.
Kaynak eserlerde bildirildiğine göre, İdrîs’in (aleyhisselâm), Metûşâlih isminde bir oğlu vardı. Metûşâlih, babasının bildirdiklerine tamâmen uyan kâmil bir mü’min olup, Meysâha adlı sâliha bir hanımla evlendi. Bu evlilikten ismi, Yemlek ve Lemk şeklinde de bildirilen Lâmek dünyâya geldi. Lâmek; doğumu, çocukluğu, yetişmesi ve gençliğinde, herkesin imrendiği bir hâle sâhip ve pek güzel, güçlü, kuvvetli idi. Muhammed aleyhisselâmın mübârek nûru, Âdem aleyhisselâmdan beri temiz ana-babalardan geçerek ona ulaşmış, şimdi de onun yüzünde parlıyordu. Lamek, Kaynuş isminde sâliha bir hanımla evlendi. Bu evlilikten de Hazret-i Nûh dünyâya geldi. Hazret-i Nûh, Şam diyârında Ba’lebek yakınında, Ayn-ül-ved (sevgi pınarı) isimli yerde, yâhut Diyârbakır'da veya Hindistan'da yetişti.
Hazret-i Nûh'un annesi Kaynûş, hâmileliğinin son zamanlarında kendisi ve doğacak çocuğu hakkında, çok zâlim bir kimse olan zamânın hükümdârından korkuyordu. Bu endişe içerisinde, doğum iyice yaklaştığında, Kaynûş evinden çıkıp, bir mağaraya giderek doğum yaptı. Zevci Lâmek ise o sırada rahatsız olup son anlarını yaşıyordu.
Doğumdan sonra çocuğunu mağarada bırakıp, büyük bir üzüntü ile, içli gözyaşları dökerek ve vah oğlum diye sızlanarak mağaradan ayrılmak üzere iken, daha yeni doğmuş, kundağa sarılmış olan Hazret-i Nûh, Allahü teâlânın izni ile konuşmaya başladı. Annesini hayretler içinde bırakan bu mübârek çocuk; (Anneciğim! Benim için korkma! Endişe etme! Çünkü beni yaratan elbette korur) diyordu.
Kundaktaki bebeğinin böyle konuşması, gözü yaşlı anneyi hem rahatlattı, hem de daha çok üzülmesine sebep oldu. Çünkü, Kaynûş, evlâdının bu sözüyle, onun Allahü teâlâ tarafından husûsî olarak korunduğunu, kendisine bir zarar gelmesinden endişe etmeye lüzum kalmadığını hissederek rahatladı. Diğer taraftan, kendisinden bu sözleri duymakla, gönlünde yavrusuna karşı muhabbet ve şefkâtinin kat kat arttığını hissetmiş ve böyle bir yavrudan ayrılmak, hele bir mağarada bırakıp gitmek ona pek zor gelmişti. Bu acıya ve ayrılığa tahammül etmek, öyle bir anne için elbette mümkün değildi. Ama oğlunun selâmeti için bu acıya sabretmesi îcâb ettiğini düşünerek, onu Allahü teâlâya emânet edip, gözyaşları içerisinde evine döndü.
Nûh (aleyhisselâm) kırk gün kadar, doğduğu mağarada kaldı. Bundan sonra melekler onu alıp, annesinin yanına götürdüler. Annesi Kaynûş buna pek sevindi. Bu kırk gün içinde, Nûh'un (aleyhisselâm) babası Lâmek de vefât etmiş idi. Lâmek’in (rahmetullahi aleyh), Nûh'un (aleyhisselâm) peygamberliğinden sonra vefât ettiği de bildirilmiştir. Hazret-i Nûh, çocukluğunda ve gençliğinde, zâhirde ve batında, (görünüşte ve iç âleminde) çok güzel, pek mükemmel idi. Bütün güzel sıfatları kendinde toplamıştı. Şekl-ü şemâil yâni vücut görünüşü ile, huy ve yaradılış bakımından Hazret-i Âdem'e çok benzerdi.
İdrîs aleyhisselâm
insanlara peygamber olarak gönderilip, onlara doğru yolu gösterdikten sonra
diri olarak göğe kaldırıldı. Bundan sonra ona tâbi olup, yolunda bulunan ve
Âdem (aleyhisselâm) ile Hazret-i Nûh arasında,
çeşitli zamanlarda geldikleri de bildirilen Vedd, Süvâ, Yegûs, Ye’ûk ve Nesr
isimlerindeki kıymetli âlim zâtlar Arab yarımadasının çeşitli yerlerine
dağılarak İdrîs'in (aleyhisselâm) dînini
yaymaya çalıştılar. Bu âlimler, Arab yarımadasının çeşitli yerlerinde dağınık
vaziyette yaşayan insanların yanlarına, ayaklarına kadar giderek, onlara doğru
olan hidâyet yolunu anlatıyorlardı. Bunun için bütün gayretlerini sarfediyorlar
ve hiç bir fedâkarlıktan kaçmıyorlardı.
İbn-i Ebî Hâtim'in (radıyallahü
anh) bildirdiğine göre, Tabiînden ve Fukahâ-i seb’a diye bilinen
Medîne'nin yedi büyük âliminden Urve bin Zübeyr (rahmetullahi
aleyh); İdrîs'in (aleyhisselâm) eshâbından
olan ve insanlara doğru yolu gösteren bu büyük âlimler hakkında; “Vedd, Yegûs,
Ye’ûk, Süvâ ve Nesr, Hazret-i Âdem'in evlâdından yâni torunlarındandır. Vedd,
onların en büyüğü ve içlerinde en üstün olan idi” buyurmuştur.
Bu âlimler, ahlâk ve edeblerinin fevkalâde olması, hep Allahü teâlâdan, kıyâmetten, âhıretten
anlatmaları, dinleyenleri çeken tatlı sohbetleri ile, gittikleri her yerde sevilip
sayıldılar. Herkes bunları pek çok sevip, anlattıklarına inanıyor, onlara tâbi
oluyordu. Nihâyet onlar da, birer birer vefât edip, âhırete göçtüler. Sevenleri
kedere boğuldu ve kimse onları unutamadı.
Kavmin içinde bulunan bâzı münâfıklar, doğru îmân sâhiplerinin,
vefât eden âlimlere olan muhabbet ve bağlılıklarını istismar ettiler. Temiz
îmân sâhibi insanları kandırabilmek için sanki mü’minlerden imiş gibi
göründüler. Onlara yaklaşarak; “Bizler, bu kıymetli büyüklerimizin, âlim
zâtların vefâtlarından bir müddet sonra, unutulacağından ve nasîhatlerinin tesirinin
kaybolacağından ve dolayısıyla, insanların doğru yoldan ayrılacaklarından
endişe ediyoruz. En iyisi biz, bu âlimlerin bulundukları yerlere birer alâmet
koyup, nişân diksek, hattâ, bu âlimlerimizin küçük birer timsallerini yapıp
evlerimizde bulundursak ne kadar güzel olur. Böyle yapınca hem devamlı
hatırlayarak onları unutmamış, hem de nasîhatlerine uymuş oluruz. Hep birlik
olalım ve bu husûsu ihmâl etmeyelim” dediler.
Bu münâfıkların, böyle gönül alıcı sözlerle mü’minlere
yaklaşmaları, şeytanca maksatlarının o an için anlaşılmasına mâni oluyordu.
Onların bu düşüncelerinin arkasında putperestlik illetinin ortaya çıkarılması
fikri yatıyordu. Yâni münâfıklar, insanlığı ebedî felâkete, sonsuz azâblara
sürükleyecek olan, putperestlik, müşriklik zehirini şekerle kaplayıp yaldızla
süsleyerek, tatlı sözlerle insanlara vermek istiyorlardı. Mü’minlerin ileri
gelenleri böyle bir durumun ileride ne gibi netîceler hâsıl edeceğini bilemeyip
düşünemediklerinden ve işin garibi, bu fikri telkin edenler, mü’minlerdenmiş
gibi göründüklerinden, bu fiili mâkul karşıladılar. Zâhirî sebeplere göre, bu
hâlin maksada uygun olduğunu zannettiler. Hattâ, şeytanın, insan şekline
girerek onlara bu fikri verdiği de rivâyet edilmiştir.
Şâyet bu fikir, İdrîs'e (aleyhisselâm)
îmân etmeyenlerden gelmiş olsaydı, îmân sâhibi olanlar durup, düşünürler, böyle
bir durumun, ilk bakışta faydalı görünse bile mahzurlarının da bulunabileceğini
tahminde geç kalmaz ve buna göre hareket ederlerdi. Lâkin bu fikir, mü’min
görünen münâfıklar tarafından ortaya atıldığı için hemen hiç kimse karşı
çıkmadı. Üstelik herkes tarafından da kabûle şâyân görüldü. Böylece
münâfıkların sinsi plânları tutarak, ilk başta maksatlarına uygun bir şekilde
işlemeye başlamıştı.
Nihâyet insanlar, kendilerine doğru yolu gösteren ve
nasîhatlerde bulunan Vedd, Süvâ’, Yegûs, Ye’ûk ve Nesr isimlerindeki o
âlim zâtların birer heykellerini yaparak, onların daha ziyâde bulundukları
yerlere diktiler. Bunu, güyâ o âlimlerin feyzlerinden istifâde etmeyi
kolaylaştırmak, onları unutmamak için yapmışlardı.
Zamân akıp giderken, insanlar, bu heykellerin, daha
küçük sûretlerini yapıp evlerinde bulundurmaya başladılar. Böylece, onların
feyzlerinden daha çok istifâde edeceklerine, nasîhat ve vasiyetlerini
unutmayıp, onlara tam uyacaklarına inanıyorlardı. Münâfıkların, hak dîne düşman
olanların sinsi plânları, maksatlarına uygun bir şekil almıştı.
Nesiller değişip, bu heykellerin dikiliş maksatları
unutulunca, insanlar zamanla, bu heykelleri daha çok tâzim etmeye başladılar.
Bu husûs, münâfıklarca dîne daha çok sarılmaya ve bağlanmaya sebep şeklinde
gösteriliyor ve büsbütün yoldan çıkarabilmek için tahrifleri olanca hızı ile devam
ediyordu. Öyle bir hâle geldi ki, insanlar, farz ibâdetlerini yaptıktan başka,
muayyen zamanlarda o heykellerin etrâfında toplanırlar, ziyâret ederler, o
heykellere saygı ve hürmet gösterirlerdi. Mü’min olanlar, geçmiş âlimlerin
yolunda olmak, nasîhatlerini hatırlamak perdesi altında putperestliğe doğru
adım adım yaklaştırıldıklarının farkında bile değillerdi. Münâfıklar sinsi ve
şeytanca hareket ediyorlardı. İnsanlar, bu heykellerin evlerde bulunan küçük
sûretlerini de tâzim etmeye, onları geçmiş âlimlerin sohbet ve nasîhatlerini
hatırlatıcı ve kendilerinin kötülüklerden men edip, uyarıcı olarak kabûl etmeye
başladılar.
Uzun yıllar geçip, nesiller değiştikçe heykellere olan
muâmele,onların ibâdete karıştırılması, önceki mü’minlerin itikatlarının ve
yaptıklarının aksine olarak çok değişti. Bu durum şeytanın ve dîne düşmanlıkta
ona iş bırakmayan münâfıkların çok hoşuna gidiyordu. Çünkü onlar, git gide
maksatlarına ve hedeflerine yaklaşıyorlardı. Zamân ilerledikçe, yeni yetişen
nesiller, bu heykellerin dikiliş gâyesini unuttular. Şeytanın, münâfıkların
vesvese ve aldatmaları ile, inanç ve ibâdetlerinde değişiklikler meydana geldi.
İnsanlar, bu dikili taşlarda üstün vasıflar bulunduğunu zannetmeye, diğer
yapılan ibâdetlerden ziyâde bu heykellere hürmet göstermeye başladılar.
Böylece, daha çok sevap kazanacaklarına, Allahü
teâlâ katında bu heykellerin kendilerine şefâatçi olacağına,
dolayısıyla bunlara daha çok hürmet ve tâzim etmenin lâzım geldiğine inanmaya
başladılar.
Daha sonra insanlar, bu heykellerde, ilâhi kudret
bulunduğuna inanmaya, bunları, mânevî olarak gözlerinde daha çok büyütmeye
başladılar. Nihâyet, onların ilâh olduğunu zannedip, kendilerine put edindiler
ve tapınmaya başladılar. Böylece insanlar putlara tapmaya yönelmiş, hakîki ve
yegâne mâbut olan Allahü teâlâya
ibâdetten yüz çevirir olmuşlardı. Artık, insanlar putlara ibâdet ediyorlardı.
Böylece yeryüzünde ilk defâ putperestlik, putlara ibâdet etme başlamış, şeytan
ve onun avânesi olan münâfıklar, maksatlarına kavuşmuşlardı.
Mü’minlere, îmân etmiş görünerek yaklaşan, süslü, tatlı
sözlerle, çeşitli entrikalar çevirerek, îmân sâhiplerini doğru yoldan ayırmaya,
îmânlarını çalmaya çalışanların, îmân etmeyen ve îmân edenlere de açıkça
düşmanlıkta bulunan din düşmanlarından daha çok zararlı oldukları böylece
anlaşılmış oldu. Kıyâmete kadar devam edecek olan bu sinsi düşmanlığın ilki
böylece ortaya çıktı.
İnsanlar puta tapmaya başlayıp Allahü teâlâya ibâdet ve tâattan yüz çevirince tabiî
olarak, git gide aralarında, zulüm, ahlâksızlık, fitne, fesâd ve zorbalık gibi
kötülükler arttı ve yayıldı. Kâinatta bulunan her şey, insan aklının idrâk
edemeyip âciz kaldığı, fevkalâde, akıl almaz bir ahenk ve nizâm içinde cereyân
ederken ve her şey bütün teferruâtıyla insanoğlunun hizmetine sunulmuşken,
insanlar bunu anlayamıyorlardı. Bütün bu nîmetlerden ve her nîmetin sâhibi olan
Allahü teâlâdan gâfil idiler. Üstelik
O'ndan başkasına, putlara, heykellere ibâdet ediyorlar, bu hâlin Allahü teâlâyı gadaba getireceğini, kendilerine
azâb edeceğini bir türlü akıl edemiyorlardı.
Kâinattaki birçok mahlûk, kendilerinde hiç şuur
olmadığı hâlde insanlara hizmet ederken, bu insanlar, ihsân edilmiş olan akıl
ve şuurlarını kullanmayarak, Allahü teâlâdan
başkasına ibâdet ediyorlardı.
Hiç kimseye fayda ve zararı olmayan taş parçalarına
tapan insanlar, hakîkî ve yegâne mâbut olan Allahü
teâlâdan yüz çevirip, O'na kulluk etmekten uzaklaştıkça daha çok
bozuldular. Zâten, O'nu unutup, başka şeylere ibâdet etmeleri her fenâlık ve
alçaklığın habercisi olup, en büyük kötülük ve çirkinlikti.
Nitekim insanlar günden güne daha da bozularak her
türlü fenâlık ve ahlâksızlığı işler oldular. Güçlü kuvvetli olanlar, zayıf ve
âciz kimselere zulmederlerdi. Fakirler, garipler, zavallılar, güç ve kuvvetten
düşüp zayıf olanlar, kötülerin şerlerinden korunabilmek için kaçacak yer
ararlardı.
Gün geçtikçe biraz daha bozulup, çirkinleşen, zulüm ve
haksızlıkların her gün biraz daha kök saldığı bu kavmin içinde bulundukları
hâlde, bunlara hiç benzemeyen bir takım kimseler vardı. Bunlar Kûfe şehrinde
bulunan, hiç bir zaman Allahü teâlâdan
başkasına ibâdet etmeyen ve tevhid dîninden ayrılmayan insanlar olup, kavmin
azgınlık ve taşkınlıklarına kapılmamış hakîkî îmân sâhibi temiz mü’minler idi.
Hazret-i Nûh'un âilesi de, bunlar arasında idi. Bu mü’minlerin hepsi istisnâsız,
İdrîs'in (aleyhisselâm) bildirdiği dînin
esaslarına inanarak uygun amel eden, takvâ sâhibi sâlih kimselerdi. Fakat zâlim
hükümdârlarından korktukları için îmânlarını gizlerlerdi. Zâten sayıları pek az
olup, üçü beşi geçmezdi.
Nûh (aleyhisselâm) gençliğinde
bir müddet çobanlık yaparak kavminin sürülerini otlattı. Zamân zaman ticâretle
meşgûl oldu. Her ne kadar, bu vesîlelerle kavminden inanmayanlar ile teması
olduysa da, onları putlara taptıkları için sevmedi. Kavminin başında, Kâbil'in
soyundan gelme, Dermesil veya Dernesil isminde çok zâlim bir hükümdâr vardı.
Dermesil, içki içer, kumar oynar, zamanını oyun ve eğlence ile geçirirdi. Onun
zamanında, demir, bakır ve kurşundan muhtelif eşyalar yapılırdı. Dermesil ve
kavmi, baba ve dedelerinin putları olan Vedd, Süvâ’, Yegûs, Ye’ûk ve Nesr
isimlerindeki putlara ibâdet ederlerdi. Demir, bakır ve kurşunu rahat
işleyebildikleri için, kendilerine göre muhtelif sûretlerde şekiller yaparlar,
sonra bu şekil ve heykelleri put kabûl edip, onlara ibâdet ederlerdi. Böylece
muhtelif şekillerde binlerce putları oldu. Her kabîlenin ayrı bir putu vardı.
Daha sonra Dermesil, putlar için büyük bir puthâne
yapılmasını emretti. Her put, pek güzel, kıymetli örtülerle döşenmiş masalara
kondu. Ayrıca putlar için, nöbetle vazife yapan hizmetçiler vardı. Hazret-i
Nûh, onların bu gülünç durumlarını hiç tasvip etmez ve onlardan uzak kalırdı.
Aralarına karışmadığı gibi, bayramlarına da iştirâk etmezdi.
Bu kadar azgın, haddi aşmış, her türlü ahlâksızlık ve kötülüğün yayılıp, yerleşmiş olduğu bu kavme, Allahü teâlâ, Hazret-i Nûh'u elli yaşında peygamber gönderdi. Peygamber olduğunu haber vermek ve kendisini müjdelemek üzere, Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâmı Hazret-i Nûh'a gönderince, Cebrâil (aleyhisselâm) Nûh'un (aleyhisselâm) yanına gelerek; “Esselâmü aleyke ey Nûh!” dedi. O da; “ve aleykesselâm. Kimsiniz?”dedi. Cebrâil (aleyhisselâm); “Ben Cebrâil'im. Allahü teâlâ tarafından, peygamberliğini bildirmek için geldim. Allahü teâlâ sana selâm ediyor. Seni kavmine peygamber yaptı. Dermesil ve kavmine git! Onları, Allahü teâlâya îmân etmeye, yalnız O'na ibâdet ve kullukta bulunmaya dâvet et!” dedi ve gitti.
O zamanda, o beldede yaşayan bütün insanlara peygamber olarak gönderilen Nûh (aleyhisselâm), ömrünün sonuna kadar, insanları, îmâna çağırıp, Allahü teâlânın emirlerine uymaya dâvet edeceğine dâir söz (mîsak) verdi.
Nitekim Ahzâb sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “(Ey Resûlüm (sallallahü aleyhi ve sellem)! Şunu hatırla ki) biz peygamberlerden, ümmetlerine risâleti, peygamberliği tebliğ ve onları dîne dâvet etmeleri için ahd aldık. Hususen bu ahd aldıklarımız içinde meşhûr ve ülül-azm olanlar; sen, Nûh, İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ bin Meryem (aleyhimüsselâm). Biz bunlardan sağlam yemînli, te’kidli bir ahd, söz aldık.”
A’râf sûresinin 59. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Muhakkak ki biz, Nûh'u (aleyhisselâm) kavmine resûl olarak gönderdik.” (İbn-i Cerir (rahmetullahi aleyh) ve başkalarının rivâyetlerine göre kavminin ismi Benû Râsib idi.) Nûh (aleyhisselâm) onlara dedi ki, ey kavmim! Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Eğer O'na îmân etmezseniz, kıyâmet gününde (veya tûfan gününde) size büyük bir azâbın isâbet etmesinden korkuyorum."
Hûd sûresinin 25 ve 26. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyruldu ki; “Biz Nûh'u (aleyhisselâm) kavmine peygamber olarak gönderdik. O onlara dedi ki: Ben sizi Allahü teâlânın azâbıyla korkutuyorum ve azâbdan kurtuluşun çâresini açıklıyor, beyân ediyorum. Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeyin. Bana muhâlefet etmeniz hâlinde, bir gün, (dünyâda garkla, suda boğulmakla, âhırette ise ateş ile) üzerinize elem verici çok şiddetli bir azâbın gelmesinden korkuyorum.”
Ebü’ş-şeyh, İbn-i Ebî Hatim ve İbn-i Asâkir’in (rahmetullahi aleyhim) Enes'den (radıyallahü anh) bildirdikleri bir hadîs-i şerîfte resûllerin ilkinin Hazret-i Nûh olduğu bildirilmiştir.
“Hüsn-üt-tenebbüh” kitabının müellifi olan Necmüddîn-i Gazzî (rahmetullahi aleyh) bu hadîs-i şerîf hakkında buyuruyor ki: “Hazret-i Âdem'in peygamberlerin ilki olduğu husûsunda icma vardır. Ancak ilk resûlün Âdem (aleyhisselâm) mı? Yoksa Nûh (aleyhisselâm) mı? olduğunda muhtelif rivâyetler var ise de, Hazret-i Âdem'in ilk resûl olduğu açıktır. Hazret-i Enes'in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) murâdının, Âdem aleyhisselâmın oğulları içinde ilk resûl Nûh'tur (aleyhisselâm) buyurmuş olması muhtemeldir veya bu hadîs-i şerîfin devamı vardır ve bu bize ulaşmamıştır. Nitekim, Hâkim et-Tirmizî'nin (rahmetullahi aleyh), Ebû Zer'den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte; “Resûllerin ilki Âdem (aleyhisselâm) sonuncusu Muhammed'dir (sallallahü aleyhi ve sellem). İsrâil oğullarının peygamberlerinin ilki Mûsâ (aleyhisselâm), sonuncusu Îsâ'dır (aleyhisselâm). Kalem ile ilk yazı yazan İdrîs'tir (aleyhisselâm).” buyurulmaktadır.”
Hazret-i Nûh'a peygamberliğinin bildirildiği, insanları Allahü teâlâya îmân ve ibâdete çağırmakla emr olunduğu sırada, kavmi tam bir sefâhet içinde idi. İçki, kumar, zinâ, zulüm, haksızlık gibi her türlü ahlâksızlık ve kötülük almış yürümüştü.
Hazret-i Nûh, peygamber olduğu kendisine bildirildikten sonra, kavmine nasîhat etmeye, onları îmâna dâvet etmeye başladı. Bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm gibi, Hazret-i Nûh da peygamberliğinin ilk zamanlarında, gizliden gizliye insanları hak dîne dâvet ediyordu. Yılmadan, gece-gündüz, gayret ederek çalıştı. Bir zaman sonra açıktan açığa insanları dîne dâvet etmeye başladı.
Diğer bütün peygamberler gibi, Hazret-i Nûh da kavminin azgınlık ve taşkınlıklarına, bozuk işlerine kapılmamıştı. Çocukluk ve gençliğinden îtibâren sâlih bir zât ve emîn bir kimse olarak tanınmış ve hiç kimse ondan bir sıkıntı ve rahatsızlık görmemişti.
Böyle olunca onun, tevhid dînine dâvetinin çok tesirli olması, hemen herkesin, onun dâvetini kolayca ve hemen kabûl etmesi icâbediyordu. Ama böyle olmadı. Bilhassa kavminin ileri gelenleri ona karşı çıktı. Çünkü onun söyledikleri, bu haddi aşmış kimselerin, habis zevklerine gem vuruyor ve bu kötü işlerden vazgeçmelerini emrediyordu.
Nûh'un (aleyhisselâm) dâvetine çok az kimse icâbet etmişti.
Nûh (aleyhisselâm) bir bayram gününde kavminin yanına gitti. O günü bayram olarak, babaları (yani o azgın kavimde bulunanların bir kısmının ataları, dedeleri olan) Kâbil koymuştu. Onlar kendilerine göre bayram günü geldiğinde, bir yere toplanırlar, putlarını masaların üzerine dikerek, onlara kurban keserlerdi. Putların önünde secdeye kapanarak ibâdet ederlerdi. Ayrıca içki içerler ve çalgı çalıp oynarlardı. Kadın erkek karışırlar, hattâ hepsi çıplak olarak bir arada bulunur, zinâ yaparlar, her türlü ahlâksızlık ve rezâleti işlerlerdi.
İşte böyle bir günde Hazret-i Nûh, onların bulunduğu yere vardı. Giderken de; “Allah'ım! Onlara karşı bana yardım eyle” diye duâ etti. Kendilerine yaklaştığında, yüksek sesle; “Ey kavmim! Allahü teâlâ tarafından, size nasîhatçi olarak geldim. Sizi, Allahü teâlâya îmân ve yalnız O'na ibâdet etmeye dâvet ediyorum. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Sizi, putlara ibâdet etmekten men ediyorum. Allahü teâlâdan korkun. Bana itâat edin.” diyerek nidâ etti. Hazret-i Nûh böyle söylerken, masaların üzerlerinde bulunan putların hepsi yere devrildi.
Kavmin melîki olan Dermesil, yanında bulunanlara; “O da kim?” diyerek, alay edici bir tavırla Nûh'u (aleyhisselâm) sordu. Onlar da; (Ey Melik! O, bizim kavmimizden olduğu hâlde, hâli bize uymayan birisidir. İsmi Nûh bin Lamek'dir. Önceleri akıllı idi. Sonra aklını kaybedip peygamber olduğunu, Allahü teâlâdan kendisine vahiy geldiğini iddia etmeye başladı. O, mecnûn yâni delidir. Şu anda cinneti, deliliği fazlalaşmış olduğundan böyle şeyler söylüyor) dediler. Dermesil; “Peki neler söylüyor?” dedi. Etrâfındakiler; “O, insanları, bir olan Allahü teâlâya îmân etmeye, O'ndan başkasına ibâdet etmemeye dâvet ediyor. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur diyor. Bizi, putlarımıza ibâdet etmekten men ediyor.” dediler.
Bu söylenilenlere çok kızan Dermesil, derhal onun huzûruna getirilmesini emretti. Kralın adamları, hemen Hazret-i Nûh'u yakalayıp, döverek, reislerinin yanına getirdiler. Dermesil, Hazret-i Nûh'a; “Yazık sana; demek sen bizim ilâhlarımızı inkâr ediyorsun ha!... Söyle bakalım sen kimsin?” dedi. Hazret-i Nûh, büyük bir sabır ve tevâzû ile, fakat vakâr ve heybet içerisinde; “Ben Nûh bin Lamek'im. Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlânın peygamberiyim. Sizleri, Allahü teâlâya îmâna dâvet ediyorum. Benim, O'nun peygamberi olduğumu tasdik ve putlara ibâdeti terk etmeniz için nasîhat vermek üzere, peygamber olarak gönderildim.” buyurdu.
Bunun üzerine Dermesil, Hazret-i Nûh'a; “Ey Nûh! Sen bize, bizim bilmediğimiz şeyler anlatıyorsun. O hâlde biz senin saçmaladığını zannediyoruz. Eğer mecnûn isen, seni tedâvi edelim. Fakir olduğun için böyle yapıyorsan sana yardım edelim" deyince, Hazret-i Nûh şöyle cevap verdi: “Ey kavmim! Ben deli değilim ki, siz beni tedâvi edesiniz. Ben sizin elinizde bulunanlara muhtâç değilim ki, bana yardım edesiniz. Mülk, kendisinden başka ilâh bulunmayan, her şeye gâlib ve hâkim olan Allahü teâlânındır. Ben sizden böyle şeyler istemiyorum. Benim sizden istediğim tek şey, La ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur) demeniz ve benim, O'nun resûlü, peygamberi olduğumu tasdik etmenizdir.”
Hazret-i Nûh'un bu sözlerini dinleyen Dermesil fenâ hâlde kızdı ve; “Ey Nûh! Bizim âdetlerimize göre bu gün bayram olup, adam öldürmek câiz değildir. Şâyet böyle olmasaydı, seni, pek şiddetli bir şekilde öldürürdük.” diyerek kin ve düşmanlığını bildirdi.
Nûh'a (aleyhisselâm) ilk îmân eden, Amûre isminde bir hanımdır. Hazret-i Nûh bu hanımla evlendi. Bundan Sâm, Hâm ve Yâfes adında üç oğlu ile Hadûre, Nesûre ve Mahbûre isimlerinde üç kızı oldu. Daha sonra başka bir kadın daha îmân etti. Hazret-i Nûh onunla da evlendi. Ken’ân (Yam) isimli oğlu bu kadından oldu. Fakat bu kadın daha sonra, Nûh'un (aleyhisselâm) dîninden dönüp mürted oldu. Yâni mü’min iken îmândan ayrılıp îmânsızlığı seçti ve putperestliğe döndü.
Hazret-i Nûh, devamlı olarak kavmine, kendilerine peygamber olarak gönderildiğini bildirdi. Onlara, putlara tapmaktan, haksızlıktan, zulüm ve işkenceden, aşağılıktan vaz geçmelerini ve içinde bulundukları ahlâksızlıklara son vermelerini söyledi. Allahü teâlâya îmân etmelerini ve O'nun emirlerine tâbi olmalarını, bunlara riâyet etmezlerse, Allahü teâlânın azâbının pek şiddetli ve çok çetin olduğunu her defâsında tekrar tekrar haber verdi.
Fakat zulüm ve zorbalığa alışmış olan bu gaddar insanlar buna inanmadılar, kabûl etmeyip karşı geldiler. Nitekim Şuarâ sûresinin 105. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Nûh kavmi, peygamberleri tekzip etti, yalanladı.”
Tabiînin büyüklerinden olan Hasen-i Basrî hazretlerine; (Ey Ebû Sa’îd! Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde: “Nûh kavmi, peygamberleri tekzip etti”, “Âd kavmi, peygamberleri tekzip etti”, “Semûd kavmi, peygamberleri tekzip etti” buyuruyor. Bu kavimlerin her birine bir peygamber gönderilmiş olduğu hâlde, böyle buyrulmasının hikmeti nedir?" diye suâl edilince, Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) cevap olarak buyurdu ki: “Bütün peygamberler, ümmetlerine aynı îmânı yâni aynı şeylere inanmayı bildirmiş olduklarından, onlardan herhangi birini inkâr (hatta peygamber olduğunda şüphe) etmek, bütün peygamberleri inkâr etmek olur.”
Hazret-i Nûh, inanmayanları, Allahü teâlânın azâbı ile korkutunca, bu hâlden en çok, kavmin ileri gelen yönetici durumundaki kimseler rahatsız oluyordu. Çünkü, diğer insanların, başlarında bulunanlara; “Bu peygamber olduğunu söyleyen zât, bizi şiddetli azâb ile korkutuyor. Söyledikleri doğru ise hâlimiz ne olur?” demelerinden çekiniyorlardı.
Onlara göre bunun çâresi, azâb ile korkutandan kurtulmak, onu susturmak, en azından sindirmekti. Bu sebeple Nûh'a (aleyhisselâm) en çok kavmin ileri gelenleri karşı çıkıyorlar, pek katı ve sert cevaplar verdikleri gibi sataşarak eziyet ediyorlardı. Kur’an-ı kerîmde, Hûd sûresinin 27. âyeti kerîmesinde meâlen bildirildiğine göre, kavmin ileri gelenleri şöyle karşı çıktılar: “Nûh kavminden kâfir olanların ileri gelenleri, reisleri Nûh'a dediler ki: Biz seni ancak, bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Böyle olunca senin üzerimizde ne üstünlüğün ve ne meziyetin var ki, peygamberlik vazifesi ve kendisine tâbi olunması icâbettiği gibi bir husûsiyet sana has kılınmış olsun. Ve biz, sana uymuş, îmân etmiş olanların da, en alçak ve aşağılarımız olduklarını görüyoruz. Senin ve sana tâbi olanların bizim üzerimize bir fazîletiniz, üstünlüğünüz olduğunu görmüyoruz ki, sen peygamber olmaya ehil ve kendisine tâbi olunmaya lâyık ve müstehak olasın. Bilakis biz, seni, peygamberlik dâvâsında; sana tâbi olanları da, senin sadık olduğunu bilmeleri husûsunda yalancılardan zannediyoruz.”
Aslında, kendileri pek aşağı ve rezil kimseler olan o kâfirlerin, Nûh'a (aleyhisselâm) îmân etmiş olan mü’minleri aşağı, hafif ve rezil görmelerine sebep, îmân nîmetinden mahrûm olmaları, her şeyin, dünyânın zâhirînden, görünüşünden ibâret olduğunu zannetmeleridir. Çünkü onlar, dünyâ hayatından sonra gelen âhıret hayatını, sonsuz yaşamayı bilmezler ve inanmazlardı. Onlara göre lezzet ve zevk veren şeyi daha çok olan, en şerefli ve çok üstün idi. Bundan mahrûm olanlar da rezil kimseler idi. Onlar, hakîkî kıymet ve üstünlüğün, îmân etmekte olduğunu, îmân nîmeti ile şereflenmiş bir çöpçünün, îmândan mahrûm olan bir sultândan çok daha kıymetli ve üstün olduğunu anlayamıyorlardı. Böylece, peygamber olacak zâtın ya melek veya melik yâni hükümdâr olması icâbettiğini düşünüyorlar, bunun aksini kabûl etmiyorlardı. Bu sebeple, Hazret-i Nûh'a; “Etrâfındaki o rezil, aşağı, mal, mevki sâhibi olmayan kimseleri kov! O zaman belki biz de sana inanırız. Yoksa onlarla beraber olmayı kendimiz için aşağılık sayarız” dediler.
Hûd sûresi 28-30. âyet-i kerîmelerinde meâlen bildirildiği gibi, Hazret-i Nûh, kavminin bu karşı çıkmalarına ve bozuk isteklerine şöyle cevap verdi: “Nûh onlara dedi ki: "Ey kavmim! Bana haber verin. Eğer ben Rabbim tarafından, dâvâmın doğru olduğuna açık hüccet ve delil üzere gelmiş isem; O, kendi katından bana nübüvvet, peygamberlik vermiş ise ve bütün bunlar da size gizlenmiş (sizde bunları görecek göz yok) ise, istemediğiniz hâlde onu size zorla mı kabûl ettireceğiz.
Ey kavmim! Risaletimi tebliğ ettiğim için, ben sizden mal istemiyorum. Bu yaptığım tebliğ işine karşılık (olarak) benim ecrim Allahü teâlâya aittir. Sizin talebinizle mü’minleri yanımdan kovacak, tard edecek değilim. Zirâ onlar, kıyâmet günü Rablerine kavuşup mükâfâtlarını alacaklar. (Böyle olunca Allahü teâlâ, onlara mükâfât verdiği gibi, onlara zulmedenlere ve onları terk edenlere, kovanlara da cezâlarını elbette verir.) Lâkin ben sizi, (Allahü teâlâ ile karşılaşılacak, O'nun huzûruna çıkılacak olan kıyâmet gününü, o mü’minlerin Allahü teâlânın huzûruna çıkacaklarını, onların mertebelerinin Allahü teâlâya yakınlığını inkâr eden veya Allahü teâlâya îmân etmiş olanlara erazil (rezillerin de rezilleri) demekle küstahlıkta bulunan, böylece) câhillik eden bir kavim olarak görüyorum.
Ey kavmim! Îmân edip, bana tâbi olan mü’minler, bu durumda iken, ben sizin arzunuza uyarak onları yanımdan tardetsem, kovsam, o takdirde, Allahü teâlânın azâbından beni kim kurtarır. Benim onları kovmamı, yanımdan uzaklaştırmamı istemekliğinizin doğru olmadığını düşünmez, tefekkür etmez misiniz?”
Kavmin ileri gelenleri, Nûh'a (aleyhisselâm) akıllarına gelen her sözü çekinmeden söylüyor, her hakâreti yapıyorlardı. Bunun için devamlı, hücûm ediyorlar, kendi kısır akıllarına ve bozuk mantıklarına göre susturmaya, dâvâsından caydırmaya çalışıyorlardı. Onlara göre Nûh (aleyhisselâm) yanlış yolda idi. Hazret-i Nûh'u, anlamak istememelerinin sebebi, gerçekte kendilerinin bozuk olmalarından ve Hazret-i Nûh'un, istedikleri gibi hareket etmeyip onlara hakîkî saâdet yolunu göstermesindendi.
“Kavminin ileri gelenleri Nûh'a (aleyhisselâm), “Biz senin, apaçık, bir dalâlet içinde bulunduğunu görüyoruz” dediler. Nûh da onlara cevâben şöyle dedi: “Ey kavmim bende dalâlet yoktur. Ben, ancak, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ tarafından size gönderilmiş bir peygamberim. Rabbimin (risâlâtını, îtikâd, ahkam ve nasîhate dâir) bana vahyettiklerini çeşitli vakitlerde size tebliğ ediyorum. Doğruluk ve iyiliğiniz için size nasîhat ediyorum. Kendim için dilediğim hayrı, sizin için de dilerim. Allahü teâlâdan bana vahiy geldiği için sizin bilmediğiniz şeyleri; bana vahyedilen, bildirilen kadar bilirim.
(Hazret-i Nûh yine onlara dedi ki:) Sizi Allahü teâlânın yasak ettiği küfür ve günahlardan sakındırmak ve O'nun azâbıyla korkutmak için, Rabbiniz tarafından, içinizden (kendi cinsinizden) biri vâsıtasıyla, size vahiy ve haber gelmesine taaccüb mü ediyorsunuz?. Ümîd olunur ki (bu korkunuz, takvânız, küfür ve isyândan sakınmanız sebebiyle) rahmet olunursunuz.” (A’râf sûresi: 60-63)
İmâm-ı Fahrüddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh) burada meâli verilen 62. âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyuruyor ki: Risâleti tebliğ, Allahü teâlânın, yasaklarının ve vâcib kıldığı tekliflerinin hepsini bildirmektir. Nâsîhat ise, emirleri ve yasakları kabûle, ibâdetleri yapmaya teşvik etmek ve âsî olurlarsa onları azâb ile korkutmaktır.
Fakat, Nûh'un (aleyhisselâm) kavminin ileri gelenleri, buna da îtirâz ettiler. Yine karşı çıktılar. Mü’minun sûresinin 24 ve 25. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Nûh'un kavminden, kâfir olanların ileri gelenleri, (diğer insanlara) dediler ki: Bu Nûh ancak sizin gibi bir insandır. (Sizin gibi yiyor, içiyor, uyuyor. Böyle birisi, nasıl, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir peygamber olabilir? Sizi tevhide dâvet etmekle) üzerinizde fazîletli ve size reis olmak istiyor. Maksadı budur. Eğer hakîkaten, Allahü teâlâ, kendisinden başkasına ibâdet olunmamasını veya bize peygamber göndermeyi dileseydi, meleklerden peygamberler gönderirdi. Biz bunun, tevhid, peygamberlik ve öldükten sonra dirilmeye âit olarak, bizi dâvet ettiklerinin hiç birini atalarımızdan duymadık. Bu Nûh ancak deli bir kimsedir. Onun için böyle şeyler söylüyor. Bu sebeple bir zaman onu bekleyin. Ona nezaret edin. Belki ayılır da böyle sözleri söylemeye devam etmez.”
Hazret-i Nûh, onların bu kadar îtirâz etmelerine kendini yalanlamalarına karşı, sabrediyor, tebliğ vazifesine devam ediyordu. Onlar istemeseler de, yine gidip, insanlara, âdetâ yalvarırcasına nasîhat ediyor, dünyâ ve âhırette felâkete gitmemeleri için çok gayret sarfediyordu. Üstelik kavminin kendisine sataşmalarına, sâdece bizim gibi bir insandır, bizden üstünlüğü ve efdâliyeti yoktur gibi sözlerine yumuşaklıkla cevap veriyordu.
Hûd sûresi 30. âyetinin sonunda ve 31. âyetinde meâlen buyruldu ki: (Nûh (aleyhisselâm) onlara dedi ki: İstediğiniz, îtirâz ettiğiniz şeylerin hepsinin doğru olmadığını, yanlış olduğunu bildiğiniz hâlde ısrâr eder, hâllerinizin ve sözlerinizin yanlış olduğunu) düşünmez, tefekkür etmez misiniz? Ben size, benim yanımda Allahü teâlânın hazîneleri vardır demiyorum (ki istediklerinizi vereyim.) Ben gaybı bilirim demiyorum (ki, size maksadınızı haber vereyim.) Size, ben meleğim de demiyorum (ki, sizin bana ancak bizim gibi bir insansın diyerek îtirâzda bulunmanızın bir mânâsı olsun.) Sizin erâzil dediğiniz, hor ve hakîr gördüğünüz fakir mü’minler hakkında da Allahü teâlâ onlara hayır ve mükâfât vermez de demiyorum. (Bilakis Allahü teâlânın onlara dünyâda iken verdiği îmân ve hidâyet nîmeti ve âhırette vereceği Cennet ve yüksek dereceler, size dünyâlık olarak çok mal vermesinden elbette daha hayırlıdır.) Onların kalblerinde (Allah sevgisinden, güzel ahlâktan ve temiz îtikâddan, sıdk ve ihlâstan) ne bulunduğunu en iyi bilen Allahü teâlâdır. O hâlde ben (Allahü teâlânın hazîneleri benim yanımdadır, ben gaybı bilirim ve ben meleğim desem ve sizin arzunuza uyarak, onların bana îmân etmelerini kabûl etmezsem, onları yanımdan kovarsam ve kendilerine, Allahü teâlâ size, hayır, mükâfât vermez desem) muhakkak ki zâlimlerden olurum.”
Nûh kavmi hiç yola gelebilecek gibi değildi. O ne söylese kavmi inkâr eder, yalanlar, hakârete başlardı. Zamân ilerledikçe bu insanların onun sözlerine, Allahü teâlâdan bildirdiklerine inanmamaları bir tarafa; karşı çıkmaları, gayz ve kinleri devamlı artıyordu. İnkar ve îtirâzları zamanla hakârete ve üzerine hücûm etme derecesine geldi.
Nûh (aleyhisselâm) kavminin yaptıklarına sabırla dayanıyor, belki îmân ederler ümidiyle, tebliğine devam ediyordu. Gece kapıları çalıp; “Ey kavmim! La ilâhe illallah deyin” diye yalvarıyordu. İnsanları Allahü teâlâya îmân ve yalnız O'na ibâdet etmeye dâvet etmesine hep karşı çıktılar; o yine devam etti. Sefih dediler, yine devam etti. Mecnûn yâni deli dediler, o yine devam etti. Hakâret ettiler, yine devam etti. Üzerine hücûm ettiler, yine devam etti. Peygamberliğini tebliğ husûsunda hiç bir şeyden yılmıyor, kavminin bütün taşkınlıklarına rağmen, vazifesinden bir an geri kalmıyordu. Şuarâ sûresinin 105. ve daha sonraki âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Nûh kavmi, peygamberleri tekzip etti. O zaman (dinde değil de nesebde) kardeşleri olan Nûh (aleyhisselâm) onlara dedi ki: “Siz Allahü teâlâdan korkmaz mısınız da O'ndan başkasına ibâdet edersiniz. Muhakkak ki ben, Allahü teâlâ tarafından emîn olarak size gönderilmiş bir peygamberim. Aranızda emîn olarak tanınmış bir kimseyim. O hâlde Allahü teâlânın azâbından korkun, tevhidden ve bir olan Allahü teâlâya ibâdetten size emrettiklerimde bana itâat edin. Sizi Allahü teâlâya dâvet ettiğim ve nasîhatlerde bulunduğum için sizden bir ücret istemiyorum. Bilakis benim ecrim Rabb-ül-âlemînin katındadır. O hâlde Allahü teâlâdan korkup, emrini size tebliğimde bana itâat edin.”
Nûh kavmi, îmân etmemeye, Hazret-i Nûh'a tâbi olmamaya kesin ve kat’î karar vermiş gibi bir hâlde idi. Hazret-i Nûh'un anlattıklarını, haber verdiklerini, nasîhatlerini hiç kabûl etmiyorlar, kendi noksan akıllarına ve bozuk mantıklarına göre ileri sürdükleri sözlerle karşı çıkıyorlardı. Bu defâsında Hazret-i Nûh'a o zamana kadar îmân etmiş olanları işâret ederek; “Sana tâbi olup, îmân edenler, mal ve mevki bakımından, aşağı, düşük kimseler iken biz sana îmân eder miyiz?” dediler. (Şuarâ sûresi: 111). Bu kibirli, kendini beğenmiş kimselerin hepsi, îmân edip, Hazret-i Nûh'a tâbilik yönünden fakir ve garib kimselerle bir olmaktan kaçınarak bunu, kendileri için aşağılık saydılar. Halbuki, bu düşünce ve hareketlerinden daha büyük alçaklık ve aşağılık olamazdı. Bunu anlamadıklarından bir türlü uyanamıyorlardı. Hattâ, Nûh'a (aleyhisselâm) îmân etmiş, mal ve mevkîi az olan kimselerin, görünüş îtibâriyle tâbi olduklarını, kalben muhâlefette bulunduklarını söyleyerek onlara iftirâdan çekinmediler.
Şuarâ sûresi 112-115. âyet-i kerîmelerinde bildirildiği gibi Hazret-i Nûh onlara şöyle cevap verdi: “Ben onların amellerini (ihlas ile mi yoksa dünyâdaki rütbelerini yükseltmek, dünyâ menfaatine kavuşmak için mi bana tâbi olduklarını) bilmem. Ben zâhire, görünüşe îtibâr ederim. Onların hesâbı, batınî olarak ne hâl üzere oldukları Allahü teâlâya âiddir. Bunun doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Şâyet şuûr sâhibi olsaydınız bunun böyle olduğunu bilirdiniz. (Fakat Allahü teâlâ, size, anlayacak şuûr vermediğinden ve gözleriniz kör olduğundan bunu anlayamıyorsunuz.) Ben, sizin arzu ve isteklerinize uyarak bana tâbi olmuş mü’minleri tardedecek, yanımdan kovacak değilim. Ben ancak, fakir olsun zengin olsun, mükellef olan insanları, küfür ve günahlardan sakındırmak için gönderilmiş bir peygamberim. Allahü teâlânın azâbı ile korkutucuyum. (Yoksa sizi râzı edebilmek için, bana tâbi olmuş mü’minleri yanımdan kovucu değilim)
Hazret-i Nûh'un bu kadar nasîhat ve yalvarmaları
onların, insâfa gelip, ona tâbi olmalarına sebep olacağı yerde, bilakis onların
kin ve düşmanlıklarını arttırıyordu. Devamlı yalanladıkları, karşı çıktıkları
gibi büsbütün ileri giderek onu tehdit etmeye başladılar. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Ey Nûh! Eğer bu sözünden
vaz geçmezsen (davet işinden ve bizi azâb ile korkutmaktan geri
durmazsan)
muhakkak ki, taşla öldürülenlerden olursun dediler,” (Şuarâ sûresi:
116) Böyle sözler söylemekle, ölümle tehdit etmekle onu, bu ulvî dâvâdan, yâni
peygamberliğini tebliğ vazifesinden caydırmak, vaz geçirmek istiyorlardı. Bütün
peygamberler içinde en yüksek derecede bulunan altı peygamberden biri olan Nûh (aleyhisselâm), bu gibi tehdit ve sataşmalarla dâvâsından
elbette vaz geçecek, hattâ, yavaşlayacak, gerileyecek değildi. O yine
vazifesine devam etti.
Zaman akıp giderken, Hazret-i Nûh büyük bir sabırla,
belki akıllarını kullanırlar, belki uyanırlar da küfür ve isyândan, putlara
ibâdet etmekten vazgeçerler ümidiyle, hiç bir şeyden çekinmeden gayret ediyor; “Ey
kavmim! La ilâhe illallah deyin” diye yalvarıyordu. O, buna devam ettikçe
kavminin hakâretleri de git gide artıyordu. Onu susturmak, üzmek ve insanlara
bir şeyler anlatmasına mâni olmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hazret-i
Nûh, kavminin yanına gelip onlara bir şeyler söylemek istese, insanlar onu
görmemek için elbiseleriyle yüzlerini, parmaklarıyla da kulaklarını kapatırlar,
hakâretlerini bu şekilde gösterirler, bâzan daha da ileri giderek sille tokat
üzerine hücûm edip kıyasıya döverlerdi. Kavmin ileri gelenleri, bir taraftan
Hazret-i Nûh'a hakâret ve hücûm ederken bir taraftan da, îmân etmeye meyilli
kimselerin arasında dolaşarak, onları tehditten geri kalmazlardı.
Kavmin ileri gelenleri, diğerlerine, asıl mâbudlarının,
atalarının ibâdet edegeldikleri bu putlar olduğunu söylüyorlar; “Şâyet bunlar
yanlış olsaydı atalarımız hiç ibâdet ederler miydi? Eğer biz bunları
terkedersek, atalarımızın yapmış olduklarına karşı çıkmış, onlara hakâret etmiş
olmaz mıyız?” diyerek insanların bu hislerini okşayıp, onları tahrik edici
sözler sarfediyorlardı. Bu husûs Kur’an-ı kerîmde Nûh sûresinin 23. âyet-i
kerîmesinde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Kavmin ileri gelenleri hâkimiyetleri altındaki kimselere;
ilâhlarınıza ibâdeti terk etmeyin. Hâssaten, Vedd, Süvâ’, Yegus, Ye’ûk ve Nesr
isimlerindeki ilâhlarınıza ibâdeti terketmeyin dediler.”
Müşrikler, Hazret-i Nûh'un tebliğ ettiği ve bildirdiği
şeylere kabûl göstermeyip karşı çıktıkları gibi, Hazret-i Nûh'a îmân edenlere
de zulüm ve eziyette ileri gitmeye başladılar. Böyle yapmakla, onları bu saâdet
yolundan döndüreceklerini zannediyorlardı. Muhammed
aleyhisselâmın ümmetinden, zayıf ve güçsüz
olanlara, müşriklerin, ilk zamanlarda revâ gördükleri zulüm ve haksızlık gibi,
Nûh kavminin ileri gelen müşrikleri de mü’minlere aynı şekilde davranıyorlardı.
Fakat onların bu hareketleri, îmân etmiş olan herhangi bir mü’mini îmânından
döndürmediği gibi, bilakis, îmânlarının ve Hazret-i Nûh'a bağlılıklarının daha
da artmasına sebep oluyordu.
Nitekim İbrâhim sûresinin 9-18. âyet-i kerîmelerinde
meâlen buyruldu ki: “(Ey ehl-i Mekke!) Sizden önce, (suda boğulmakla
helâk olan) Nûh
kavminin, (şiddetli rüzgâr ile helâk edilen) Âd kavminin ve (sayha, şiddetli
ses ve gürültü ile helâk edilen) Semûd kavminin haberleri size gelmedi mi? Onlardan sonra da
(Hazret-i İbrâhim'in kavmi olan Keldânîler, Nemrûd, Lût kavmi,
Eshâb-ı Ress, Eshâb-ı Medyen, Eshâb-ı Eyke ve Kavm-i Tübba’ gibi) nice kavimler
geldiler ki, adetlerini Allahü teâlâdan başkası bilemez.
Peygamberleri, o kavimlere hüccet ve apaçık mûcizelerle geldiler. Onlar ise (peygamberlerine
olan gayz ve kinlerinden, yâhut, onların sözlerini anlayamamanın verdiği
taaccüble, veyâhut istihzâ etmek, onları alaya almak için, yâhut peygamberlerine,
susmasını, böyle şeyler konuşmamasını işâret etmek için veya peygamberlerinin
sözlerini, beyânlarını işitince hayret ve taaccüb edip, istihzâ ederek gülmeye
başladıklarından, bu edebsiz gülmelerinin çirkinliğini gizlemek için) ellerini
ağızlarına kapatıverdiler. (Yâhud bütün kuvvetleriyle
peygamberlerinin ağızlarını tutmağa, yâni onları susturmağa uğraştılar.
Peygamberlerden kendilerine uzanan imdâd ve hidâyet ellerini ağızlarıyla
reddettiler.)
Sonra da dediler ki: Biz, sizin bize gönderilmiş olduğunuz peygamberlik
dâvânızı tasdik etmeyiz. Biz onu inkâr ettik. Bizi dâvet ettiğiniz şeyden (Allahü teâlâya îmân ve O'nun bir olduğunu
tasdikten)
kuşku verici bir şek ve şüphe içerisindeyiz. Peygamberleri onlara dediler ki:
Gökleri ve yeri yaratan Allahü teâlâ hakkında hiç şüphe edilir
mi? (Aklî ve hissî her şey O'nun var ve bir olduğuna delâlet
ederken, şüpheye mahal bırakmazken, siz nasıl şüphe edersiniz?) Allahü teâlâ, (sizinle kendi arasındaki) günahlarınızı mağfiret etmek için sizi, (kendisine,
bize ve bizim vâsıtamızla size gönderdiği, bildirdiği şeylere inanmaya, îmân
etmeye) dâvet
ediyor ve belli bir vakte (ecelinizin gelmesine) kadar size müsâde ediyor. (Azâb
etmekte acele etmiyor).
(Bunun üzerine îmân etmeyenler, peygamberlerine) dediler ki: Siz
de bizim gibi insansınız. (Şekil ve sûret bakımından bizim
gibisiniz, bize bir üstünlüğünüz yok. Şâyet Allahü
teâlâ, insanlara bir peygamber göndermeği dileseydi, insanlardan
değil de daha efdâl bir cinsten, meleklerden peygamber gönderirdi. Bu
dâvetinizle)
siz, bizleri, babalarımızın ibâdet edegeldikleri şeyden men ediyor, çevirmek
istiyorsunuz. O hâlde (sizin fazîlet sâhibi olduğunuza, peygamber
olmaya ve bu tebliğ işini yapmaya lâyık bulunduğunuza ve peygamberlik dâvânızın
doğruluğuna dair) bize apaçık delil getirin. (Halbuki peygamberleri onlara,
dâvâlarının doğruluğunu ispat edici açık deliller, mûcizeler getirmişlerdi.
Fakat müşrikler inanmamışlar, bunlarla ikna olmamışlardı. Güyâ peygamberlerinin
hatâlarını bulmak için ve müşriklikte inâd ederek yeniden mûcize istiyorlar,
inanmamak için bahane ile böyle sözleri ileri sürüyorlardı.)
(Bunun üzerine) peygamberleri onlara dediler ki: Evet biz de sizin gibi bir
insanız. (Zâten melek yâhut başka cinsten bir mahlûk olduğumuzu
iddia etmiyoruz ki.) Lâkin Allahü teâlâ kullarından dilediğine (peygamberlik
ve bunun gibi şeyleri vermekle) iyilik ihsân eder. (O peygamberler, böyle
söylemekle, müşriklere çok güzel cevap verdiler. Hem, insan olmak bakımından
müşterek olduklarını, hem de, Allahü teâlânın
fadlı ve ihsânı ile kendilerine nübüvvet verdiği için diğer insanlardan daha
efdâl olduklarını bildirdiler. Böylece diğer insanlardan ayrı bir
husûsiyetlerinin bulunduğunu haber verdiler.)
(Peygamberler, yine o karşı çıkan müşriklere dediler
ki:) Allahü teâlânın izni, irâdesi olmadan biz kendi isteğimiz ve gücümüzle
size açık delil, mûcize getiremeyiz. (Yâni bu mümkün değildir. Ancak
Allahü teâlâ dilerse, irâde ederse ve
yaratırsa o zaman biz mûcize gösterebiliriz. Bununla beraber, Allahü teâlâ, peygamberlerinden her birine,
nübüvvet dâvâsının doğru olduğuna delil olarak, kâfi miktarda mûcize
vermiştir.” O
hâlde mü’minler (sizin düşmanlık ve inâdlaşmanıza sabretmek
husûsunda) Allahü teâlâya tevekkül etsinler, etmelidirler. Mü’minler olarak biz Allahü teâlâya niçin tevekkül etmeyelim? Bizim, O'na tevekkül etmememiz
için ne özrümüz olabilir ki, O bize hidâyet ihsân etti. (Hidayet,
tevekkül ve kurtuluş) yollarını bize gösterdi. (Ey kâfirler! Biz
hepimiz, bize inâd ederek, bizimle istihzâ ederek) bize yaptığınız işkencelere elbette
sabrederiz. Tevekkül ediciler, yalnız Allahü teâlâya tevekkül etmelidir.”
Hazret-i Nûh, her gün kavminin toplu bulundukları, hep
birlikte oturdukları yerlere gider, onları, Allahü
teâlâya ibâdet etmeye dâvet eder, putlara tapmaktan, günah
işlemekten uzak durmalarını söylerdi. Her defâsında, kavmi ona hücûm eder,
bayıltıncaya kadar dövüp, ayaklarından çekerek, mezbelelik yerlere atarlardı.
O, insanlara nasîhat verdikçe, insanlar ona daha çok
saldırır, hattâ kadınlar ve çocuklar da taş atarlardı. Bazen geçeceği yolların
etrâfına taş yığarlar, yoldan geçerken onu taşa tutarlardı. Azgınlık ve
taşkınlıklarında ziyâdesiyle ileri gidip, onu tamâmen taşların altında kalıncaya
kadar taşladıklarından, vücûdu taşlarla örtülürdü. Ne zaman taşlarlar ve
döverlerse artık mutlakâ ölmüştür diye bırakırlar, mübârek vücûdunu eski bir
hasır parçasına sarıp evine atıverirlerdi. Bundan sonra Cebrâil (aleyhisselâm)
gelerek, yaralarını temizler, tedâvi eder, Allahü
teâlânın izni ile tekrar sıhhate kavuşurdu. İyileşince Allahü teâlâya hamd ve şükreder, iki rekat namaz
kılardı. Namazdan sonra; “Yâ Rabbî! İzzetine yemîn ederim ki, onlardan bana
gelen belâ ve musîbetler, benim sabrımı arttırmaktan başka bir şey yapmıyor”
diye duâ ederdi. Kalkıp, tekrar kavmine varır nasîhat ederdi. Böylece seneler,
hattâ asırlar geçmesine rağmen ilk zamanlarda îmân edenlerden başka kimse îmân
etmiyordu. Bilakis Hazret-i Nûh'a ve ona îmân edenlere karşı zulüm ve eziyetleri
de gittikçe artıyordu.
Bu arada kavmin reisi olan Dermesil öldü ve yerine oğlu
Nevlin geçti. Nevlin, babasından daha inançsız, ondan daha azgın ve zâlim idi.
Hazret-i Nûh, peygamberliğini tebliğe başlayalı dörtyüz sene gibi çok uzun bir
zaman geçmişti. Bu zaman zarfında Hazret-i Nûh'un kavmini îmâna dâveti ve
kavminin karşı çıkması hep artarak devam etmişti. Her defâsında, kavmine; “Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Nûh (aleyhisselâm) O'nun resûlüdür” deyin, sözüne
karşılık, onlar; Hazret-i Nûh'un yanına varıp, tokatlıyorlar, dövüyorlar,
yüzüne toprak atıyorlardı. Bazen da, hem onu görmemek, hem de söylediklerini
duymamak için elbiseleriyle yüzlerini örtüyor, parmaklarıyla da kulaklarını
tıkıyorlardı. Kötü muâmelelerine bu şekilde devam ediyorlardı.
Hazret-i Nûh kavmine nasîhat vermek üzere yanlarına
gidip geldikçe, güneşin, ayın ve diğer yıldızların, belirli bir nizâm ve istikâmet
içinde, gökyüzünde hareket etmelerini, yerin ve göğün tabakalarını anlatır,
bunların yaratılışlarındaki hikmetlerden ve faydalardan bahsederdi. Bütün
bunların, insanların istifâdeleri için yaratıldığını, onların hizmetine
sunulduğunu; insanların da Allahü teâlâyı
tanımak, O'na ibâdet etmek ve âhırette sonsuz yaşamak için yaratıldığını haber
verirdi. Fakat bütün bu anlatılanlardan hisse alıp uyanacakları yerde, her
geçen gün bu azgın kavmin taşkınlığı gittikçe artıyor ve hiç bir değişiklik
olmuyordu. Nûh (aleyhisselâm) nasîhat ettikçe,
onların müşriklikte inâd ve ısrârları çoğalıyordu. Her defâsında eziyet ve cefâ
ederlerdi. Ne zaman kavmini dâvet etse, yine öldü diye kanaat getirinceye kadar
döverlerdi. Daha sonra Cebrâil (aleyhisselâm) yine gelerek, yaralarını temizleyip tedâvi
edince, o tekrar nasîhat vermek üzere kavminin yanına giderdi. Onlar; “Yazık
sana ey Nûh! Bizim seni o kadar dövmemiz, tahkir etmemiz, aşağılamamız, seni bu
dâvâdan vazgeçirmeye yetmedi mi? Sen, Allahü teâlânın
peygamberi olduğunu söylüyorsun. Şâyet bu sözünde sâdık olsa idin, her şeyin
Rabbidir dediğin o Allah, seni, bizim eziyet, cefâ ve kötülüklerimizden
korurdu. Fakat sen mecnûn (deli) birisi olduğun için böyle işlere kalkışıyorsun”
derlerdi.
Hazret-i Nûh onların bu sözlerine şöyle cevap verirdi: “Ey
kavmim, Ben mecnûn değilim. Ancak siz, bilmiyorsunuz. Babalarınız, dedeleriniz
ölüp gittiler. Şimdi onlar yaptıklarına pişman bir vaziyette bulunuyor ve azâb
çekiyorlar. Siz, ibret alıp aklınızı başınıza toplayarak, putlara tapmaktan
vazgeçin. Yalnız Allahü teâlâya îmân ve
sırf O'na ibâdet edin. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Siz dediklerime
tâbi olursanız, baba ve dedelerinizin âkıbetine düşmekten kurtulur, dünyâ ve
âhırette saâdete erer, rahat ve huzûra kavuşursunuz.”
Bütün bunlara rağmen bu kavmin insanları şirk ve
isyânda o kadar ileri gidiyorlardı ki, Hazret-i Nûh'un dâvetini kabûl etmek şöyle
dursun, hiç dikkate bile almıyorlardı. Buna rağmen Nûh (aleyhisselâm) bıkmadan usanmadan, kavminin bulunduğu yere tekrar
tekrar gider; “Ey kavmim! La ilâhe illallah Nûh nebiyyullahi ve resûlihî
deyiniz. Putlara tapmayı terk ediniz” derdi. O böyle söylerken, bütün putların
hep birlikte yüz üstü yere düştüğünü gördükleri hâlde, yine inanmaz şirk ve
isyânda ısrâr ederlerdi. Bununla da kalmayıp, hemen, hep birden üzerine hücûm
ederek, şiddetli bir şekilde onu döverlerdi. O mübareğin vücûdu yara bere içinde
kalır, mübârek ağzından ve burnundan kan gelirdi. Merhamet hisleri körleşmiş
olan bu alçak kimseler, üstelik yaptıkları bu çirkin hareketlerden zevk
duyarlardı. Hattâ, Hazret-i Nûh'un mübârek karnına basarak; “Ey Nûh! İşte senin
cezân budur” diye bayağılık ve aşağılıklarını göstermekten geri kalmazlardı.
Bütün bu eziyet ve sıkıntılara rağmen, Nûh (aleyhisselâm)
kavminin yaptıklarına sabrederdi. Kendisini her dövdüklerinde ve işkence
ettiklerinde onlara lânet etmez; “Allah'ım! Kavmimi affet: çünkü onlar
bilmiyorlar” derdi.
Bu hâl üzere seneler geçip gitti ve kavmin reisi olan
Nevlin de öldü. Yerine kendi ve babası gibi zâlim ve putperest biri olan oğlu
Tafreduş geçti. Kavmin ise, îmânsızlık ve putlara tapmak husûsunda, reislerine
tam bir bağlılıkları vardı. Hattâ rivâyet edilir ki, o kavimden bâzı müşrikler
ölümlerine yakın, mallarının yarısını, putların hizmetinde kullanılmak üzere
ayrılmasını, yarısının da çoluk-çocukları ile hizmetçilerine verilmesini
vasiyet ederlerdi. Bundan başka olarak, Nûh'a (aleyhisselâm)
îmân etmemek ve ona tâbi olmamak husûsunda çoluk çocuklarından, hizmetçi ve
yakınlarından da söz alırlardı.
Bir defâsında, o azgın kavimden bir kimse yanında oğlu
ile beraber Nûh'un (aleyhisselâm) yanına geldi.
Oğluna; “Bana bak! Babam beni bundan sakındırdı. Ben de seni sakındırıyorum.
Onun, seni babalarımızın dîninden, putlarımıza ibâdetten caydırmasından,
çevirmesinden korkuyorum. Sakın ha sakın, onun söylediklerine kanmayasın. Çünkü
o, sihir yapan yalancının biridir” dedi.
Kendilerine iki cihân saâdetini bildirmek üzere
gönderilen bir büyük peygambere, kavminin bu kadar düşman kesilmesine, ona
eziyet ve işkence etmelerine çok üzülen melekler, Allahü
teâlâya münâcât edip, yalvararak; “Yâ Rabbî! Sen bunlara karşı ne
kadar hâlimsin. Onlar senin peygamberine karşı bu kadar kötü muâmelede
bulundukları hâlde, sen onlara, yine de yumuşaklıkla muâmele ediyor, azâb
etmiyorsun. Onlar senin mülkün olan yeryüzünde yürüyorlar, senin verdiğin rızkı
yiyorlar. Fakat, senden başkasına, sana ortak koştukları putlarına, ibâdet
ediyorlar. Senin, kendilerine rahmet olarak gönderdiğin peygamberine ise isyân
ediyor, üstelik bununla da kalmayıp, ona ezâ ve cefâda ileri gidiyor, çok
sıkıntı verdikleri gibi her zulüm ve işkenceyi de revâ görüyorlar" dediler.
Hazret-i Nûh, dörtyüzelli sene kadar uzun bir müddet
kavmini îmâna dâvet etti ise de, ilk zamanda îmân edenlerden başka kimse îmân
etmedi. Böyle bir kavmin insanlarının, bu dâveti kabûl edeceklerine artık imkân
ve ihtimâl yoktu. Çünkü o nasîhat ettikçe bunların yumuşaması ve yapılan dâveti
kabûl etmesi gerekirken, zaman ilerledikçe tam bunun tersi oluyor, onların
saldırması, karşı koymaları daha da artıyordu. Demek ki bunlar, îmân etmeyecek
ve hidâyete kavuşamayacaklardı. Çünkü hasmâne tavırları hiç eksilmeden devam
edip gidiyordu.
Hûd sûresinin 32-36. âyet-i kerîmelerinde meâlen
buyruldu ki: (Nûh'un (aleyhisselâm) kavminden
olanlar, Hazret-i Nûh'a) dediler ki: “Ey Nûh! Sen bizimle çok mücâdele ettin ve bu
mücâdelende de çok ileri gittin, (Senin bu mücâdelen çok uzadı). Eğer sen
sözünde, vâdinde sâdıklardan isen bize vâdeylediğin azâbı getir de görelim.” (Zirâ
senin mücâdele etmenin, nasîhat verip durmanın bize bir tesiri yoktur. Bu
sözleri üzerine)
Nûh (aleyhisselâm) onlara dedi ki: “Allahü teâlâ dilerse (hemen veya takdir ettiği daha sonraki
bir zamanda)
azâbı size getirir. Ama siz, (azabı def etmekle veya, azâbdan
kaçmakla) O'nu
azâb etmekten âciz bırakıcı değilsiniz. Ben size nasîhat etmek istesem bile, cenâb-ı Hak dalâlette kalmanızı dilemiş ise, nasîhatim size fayda
vermez. O Allahü teâlâ sizin Rabbinizdir (sizi yaratan O'dur) ve siz O'na
döndürüleceksiniz. Dönüşünüz O'nadır. (O, size amelinizin
karşılığını verir).”
(Nûh kavmi, bu vahyi Nûh kendisinden) uydurdu mu
diyorlar. (Ey Nûh!) Sen onlara de ki: Eğer ben, (kendimden bir şey
uydurup, sonra Allahü teâlâ bana böyle
vahyetti diyerek,) Rabbime iftirâ etmiş isem bunun günahı benim boynumadır.
Ama ben, sizin, iftirâ etti diyerek bana iftirâ, ettiğiniz suçtan, bu günahınızdan
berîyim, uzağım.”
Nûh sûresi 5-9. âyet-i kerîmelerinde Hazret-i Nûh'un Allahü teâlâya şöyle münâcâtta bulunduğu
bildirilmektedir: “Yâ Rabbî! Ben gece-gündüz devamlı olarak, kavmimi, tâat ve
ibâdete dâvet ettim. Benim dâvetim, ancak onların, îmân ve tâattan
uzaklaşmalarını arttırdı. Senin, îmân etmeleri sebebiyle onları mağfiret etmen
için her ne zaman kendilerini îmâna dâvet ettimse, dâvetimi duymamak için
parmaklarıyla kulaklarını tıkadılar. (Dâvetimi duymak istemediklerinden
başka, yüzümü dahî görmemek için) elbiselerini başlarına örttüler. Küfür ve isyânlarında
ısrâr edip bana tâbi olmaktan istikbâr ettiler. (Çok kibirlenip,
tâbi olmaktan kaçındılar.) Sonra onları, âşikâre olarak îmâna dâvet ettim. Daha sonra
da, hem yüksek sesle, hem de her birini ayrı ayrı çağırarak, gizliden gizliye
dâvetime devam ettim.”
Bilindiği gibi Hazret-i Nûh evvela gizli olarak dâvete
başladı. Bu hâl kavmine pek tesir etmedi. Bundan sonra açıktan açığa dâvetini
sürdürdü. Bu da tesirli olmayınca dâvetini her iki şekilde de devam ettirdi. Yâni
hem gizli, hem de âşikâre olarak insanları îmâna dâvet etti. Bu âyet-i kerîme
Hazret-i Nûh'un dâvetinin; gizli, âşikâre, hem gizli hem âşikâre olmak üzere üç
safhada yapıldığını bildiriyor. Açıktan açığa, âşikâre olarak dâvette bulunmak;
gizli dâvetten daha şiddetli ve daha tesirlidir. Hem âşikâre, hem de gizli
yapılan dâvet ve nasîhat ise bundan da daha tesirlidir.
Beydâvî, Meâlim-üt-tenzîl ve Mazharî gibi meşhûr ve mûteber tefsîrlerin bildirdiklerine göre, Hazret-i Nûh'un, uzun zaman kavmini îmâna dâvet etmesi; buna karşılık onların peygamberlerini tekzip etmeleri üzerine Allahü teâlâ onlara kırk sene müddetle yağmur vermedi. Bu müddet içinde ayrıca hiç bir kadının çocuğu olmadı. Üstelik bu âsî kavmin, çocukları, malları ve davarları da helâk oldu. Nesilleri kesilip bağ-bahçe namına ne varsa hepsi kurudu. Şiddetli bir sıkıntıya ve geçim darlığına düştüler. Ne yapacaklarını bilemediklerinden çok şaşırmışlardı. Sonunda Hazret-i Nûh'a müracaat ettiler. O da kavmine; “Şirkten dönün. Rabbinizden, sizi mağfiret etmesini isteyin. Böylece Allahü teâlâ size nîmetlerinin kapısını açar” buyurdu.
Nitekim Nûh sûresinin 10-24. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “(Nûh (aleyhisselâm) yine münâcâtında Allahü teâlâya yalvararak kavminin hâlini şöyle anlattı: “Yâ Rabbî! Ben onlara) dedim ki: Küfürden tevbe edip Rabbinizden mağfiretinizi isteyiniz. Zirâ, O, şirk ve isyândan tevbe edeni çok mağfiret edicidir. (Siz O'na istiğfâr edin ki, Allahü teâlâ size) ihtiyâcınız kadar yağmur yağdırsın, çok mal ve evlâd ile size imdâd etsin, size meyveli bostanlar, (bağlar, bahçeler) versin ve o bostanlarda nehirler akıtsın. Size ne oluyor ki, Allahü teâlânın âzametine, büyüklüğüne inanmıyorsunuz. İhsânlarını ümîd etmiyorsunuz ve O'nun azâbından korkmuyorsunuz. Halbuki, O sizi tavır tavır (safha safha) yaratmıştır. Hem siz, Allahü teâlânın yedi kat gökleri, tabaka tabaka nasıl yarattığını, dünyâda ve diğer göklerde ayı nûr kıldığını, güneşi, yer yüzünde, gecenin karanlığını giderici ışıklı bir çerağ (lamba) kıldığını görmez misiniz? Allahü teâlâ, sizin aslınız olan Âdem'i (aleyhisselâm), nebât gibi topraktan halk etti. Sonra ölümünüzle yine toprağa iâde eder ve kıyâmet günü tekrar diriltip yine yerden çıkarır. Allahü teâlâ yeryüzünü, sizin için yatak gibi döşenmiş kıldı. Tâ ki onda geniş yollar açıp, ihtiyâcınıza gidersiniz.
Ey Rabbim! (Bu kadar uzun dâvet ve nasîhatime rağmen kendilerine emrettiğim şeylerde) onlar bana âsî oldular. Mal ve çocukları ancak, âhırette hüsrânlarını arttıracak olan kimselere tâbi oldular. (Mallarına güvenip şımaran, evlâtlarına güvenip gururlanan, böylece aldanmış olan reislerine uydular. O mal ve evlâd sâhipleri, aşağı tabakadan olan kimseleri kendilerine çektiler. Bana eziyet vermek için onları teşvik ve tahrik ettiler. Böylece) çok büyük bir mekr, hîle yaptılar. (Reisleri, kendilerine tâbi olanlara;) ilâhlarınıza ibâdeti sakın terketmeyin. Husûsen Vedd, Süvâ, Yegus, Ye’ûk ve Nesr isimlerindeki putlarınızı, bunlara ibâdeti sakın ola ki terketmeyin dediler. (Bu reisler) çok kimseyi azdırdı, dalâlete düşürdü.”
Mukâtil
bin Süleymân (rahmetullahi aleyh), Nûh’un (aleyhisselâm) kavminde kırk yıl devam eden kıtlık ve
bu müddet içinde kadınlarının kısır olduğunu, Hazret-i Nûh'a müracaat
ettiklerini, onun verdiği cevâbı bildirdikten sonra buyurdu ki: “Yağmur
duâsında istiğfâr okumak, bundan dolayı meşrû ve meşhûr olmuştur.”
Şa’bî’nin (rahmetullahi aleyh) rivâyetine göre, bir defâsında
Hazret-i Ömer yağmur duâsına çıktı. Hep istiğfâr etti. Başka bir duâ okumadı.
Sebebi suâl edilince de bu âyet-i kerîmeyi okudu.
Bekr bin
Abdullah (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki; “Günahı
çok olanların istiğfârları, istiğfârları çok olanların da günahları az olur.”
Râmûz’da
Abdullah ibni Abbâs'ın (radıyallahü anhümâ)
rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte
meâlen buyruldu ki: “Bir kimse çok istiğfâr ederse, azîz ve celil olan, Allahü teâlâ onu her gamdan kurtarır. Her darlık ve sıkıntıdan ona çıkış
yolu nasîb eder ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır.”
Râmûz
şerhi olan Levâmi’ul-ukûl’de bu hadîs-i şerîfin
şerhinde buyruluyor ki: “Şartlarını gözeterek istiğfâra devam eden kimseye Allahü teâlâ, her türlü gam, endişe ve hüzünden
kurtuluş verir. Allahü teâlâ yine onu,
geçim darlığından, başkasıyla olan muâmelelerinde ve insanlarla geçiminde olan
her sıkıntıdan halâs eder, kurtarır. Bütün bu sıkıntılardan, selâmet ve
kurtulmak için çıkış kapısı ihsân eder. Kolaylık gösterir. Ayrıca çok istiğfâr
edenin rızkı hiç ummadığı, hesap etmediği yerlerden gelir. Nitekim; Hâkka
sûresinin 2. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Kim Allahü teâlâdan
korkarsa, Allahü teâlâ ona bir kurtuluş, çıkış yeri ihsân eder. Onu dünyâ ve
âhıret sıkıntılarından selâmete çıkarır. Ve ona hatırına, hayâline gelmeyen,
hiç ummadığı yerden rızık gönderir.”
Hadîs-i şerîfte;
“Bir kimse çok
istiğfâr ederse...” buyrulması ile; insanoğlu an be an herhangi bir
ayıb ve günahtan boş kalmaz; bu sebeple, ayıb ve günahlardan çok istiğfâr etmek
sûretiyle kurtulacağına işâret olundu.
İnsanın işlediği ve istiğfâr etmediği günahlar için
olan azâb iki kısımdır.
1- En aşağı derecede olan azâb: Bir kul, nefsi hakkında
uyanık olursa, işlemiş olduğu bir günahın peşinden hemen istiğfâr ederse yâni
bu kabahatlerine pişman olup, Allahü teâlâdan
af ve mağfiretini dilerse, Allahü teâlâ o
kimseyi af eder. O kabahatin vebâlinden ve azâbından kurtulur. Fakat istiğfâr
yapmazsa günahları birikir. Bütün sıkıntılar, darlıklar, zorluklar ve
meşakkatler o kimseyi kaplar. İşte, bütün bunlar istiğfâr edilmeyen ve
affolunmayan ayıb ve günahların en aşağı derecedeki azâbıdır.
2- İstiğfar edilmeyen, af da edilmeyen günahlar için
esas ve pek şiddetli derecede olan azâb, âhırette Cehennem ateşi ile yapılacak
olan azâbdır ki, diğer azâb bunun yanında pek hafif ve hiç kalır.
Bir kimse Hasen-i Basrî hazretlerine gelerek, kıtlıktan
şikâyette bulunmuştu. O da gelen kimseye, istiğfâr etmesini, Allahü teâlâdan mağfiretini istemesini tavsiye
etti. O sırada başka bir kimse gelerek o da, fakirlikten şikâyette bulundu.
Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) ona da
istiğfârı tavsiye etti. Çoluk-çocuğunun azlığından, tarlalarından verimli
mahsul alamadığından şikâyetçi olanlara da hep istiğfâr etmelerini söyledi.
Orada bulunup, bunları dinleyen Rubeyy bin Sabîh
ismindeki bir zât, Hasen-i Basrî'ye (rahmetullahi
aleyh); “Hepsine de istiğfârı tavsiye ettiniz. Halbuki hepsinin şikâyeti
başka başka idi” deyince, Hasen-i Basrî (rahmetullahi
aleyh) yukarıda zikrolunan âyet-i kerîmeleri okudu. Yâni şikâyet konusu
olan bütün sıkıntıların, günahlar sebebiyle meydana geldiğini, kurtulmak
çâresinin de istiğfâr olduğunu bildirmek istedi.
Büyüklerden Ebû Mücâhid hazretleri de buyurdu ki: “İstiğfar
en kilitli kapıları açar. Çünkü bütün kapıları kapatan günahlardır.”
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, tâatla meşgûl olmak,
hayır kapılarının açılmasına, küfür ise kişilerin, hattâ kişilerle birlikte
âlemin harâb olmasına sebep olmaktadır.
Nitekim, Tevrât ve İncil'i değiştirenlerin; “Allahü teâlâ çocuk edindi” ve “Melekler Allahü teâlânın kızlarıdır” gibi sözler
söylemelerine, Allahü teâlâ, Meryem sûresinin 90. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Onların bu
sözlerinden dolayı neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp
çökecekti (yıkılıp yerlere geçecekti)” buyurmuştur.
Küfür, âlemin harâb olmasına sebep olunca, îmân da
âlemin ma’mûr olmasına sebeptir. Âyet-i kerîmeler, tâatla meşgûl olunduğunda,
rızık ve hayır kapılarının açılacağına delâlet etmektedir. Allahü teâlâ buyuruyor ki:
“Şâyet o
memleketlerin halkı îmân edip de küfür ve isyândan sakınmış olsalardı, elbette
üzerlerine gökten ve yerden bereket hazînelerini açardık. (Gökten yağmur, yerden nebâtat
verirdik. Her taraftan kendilerine hayrı geniş olarak ve rahatça
kavuşabilecekleri şekilde ihsân ederdik)” (A’râf sûresi: 96)
“Bir de
onlar, şâyet Tevrât'ı, İncil'i ve Rablerinden kendilerine nâzil olan (Kur’an-ı kerîmi ve diğer ilâhî
kitap) ları
dosdoğru tutsalardı, (inanıp, tatbik etselerdi) muhakkak ki, hem üstlerinden, hem ayakları
altından yiyeceklerdi. (Her taraftan Allahü
teâlânın nîmetlerine garkolacaklar, ağaç meyvelerinden ve hububattan
bol bol rızıklanacaklardı.)” (Mâide sûresi: 66)
“Eğer onlar
îmân ve hak yol üzere dosdoğru olsalardı, biz, onlara bol bol rızık verirdik.” (Cin sûresi: 16)
“Her kim
ki, Allahü
teâlâdan korkarsa, (yasak edilenlerden sakınırsa) Allahü teâlâ onu dünyâ ve âhıret sıkıntılarından selâmete çıkarır ve ona
(hatırına, hayâline dahî gelmeyen) ummadığı yerden rızık verir.”
(Talak sûresi: 2, 3)
Bu ve benzeri âyet-i kerîmeler, tâatla meşgûl
olunduğunda hayır ve bereket kapılarının açılacağına, rızkın genişleyip,
bollaşacağına, yaşamanın (geçimin) rahatlayacağına delâlet etmektedir. Allahü teâlâ, Zâriyât sûresinin 56. âyet-i
kerîmesinde meâlen; “İnsanları ve cinnîleri, ancak beni bilip itâat, ibâdet
etmeleri için yarattım.” buyurdu. Asıl maksat ve gâye olan Allahü teâlâya kulluk hâsıl olunca, dünyevî
ihtiyaçlar da ona bağlı olarak hâsıl olmaktadır.
Nûh (aleyhisselâm)
kavmine, önce ibâdet, takvâ ve tâati emrettikten sonra istiğfârı emretti. Bunun
sebebi şudur: Hazret-i Nûh, kavmine ibâdeti emrettiğinde, onlar dediler ki: “Eğer
bizim içinde bulunduğumuz eski dînimiz hak ise, sen niçin onu terketmemizi
istiyorsun? Şâyet bâtıl ise, biz Allahü teâlâya
âsî olmuş iken, O bizim ibâdetimizi nasıl kabûl eder?” O zaman Nûh (aleyhisselâm); “Siz çok günahkâr olsanız da, Allahü teâlâya istiğfâr ediniz. Bağışlamasını
isteyiniz. Çünkü Allahü teâlâ çok
mağfiret edici, bağışlayıcıdır” buyurdu.
İnsanlar, yaptıkları bir işin mükâfâtını peşinen almaya
meyilli olarak yaratılmışlardır. Bu sebeple, Allahü
teâlâ, “... İstiğfar ediniz” âyet-i kerîmesinde, îmân ve
istiğfâr ederlerse, bunun netîcesinde, ihtiyaçları kadar yağmur, çok mal ve evlâd,
bostanlar, bağlar, bahçeler ve bostanlarda gürül gürül akan nehirler, âhırette
de çok hayırlar vermeyi vâdetmiştir.
Yukarıda meâli verilen, Nûh sûresinin 14 ve 15. âyet-i
kerîmelerinin tefsîrinde, Fahrüddîn-i Râzî hazretleri buyuruyor ki: Âyet-i
kerîmede; “Size
ne oluyor ki, Allahü
teâlânın âzametine, büyüklüğüne inanmıyor,
ihsânlarını ümîd etmiyorsunuz. Halbuki O sizi tavır tavır yarattı”
buyruldu. Tavır tavır, muhtelif hâllerde demektir. Yâni önce nutfe idiniz.
Sonra kan pıhtısı, et ve kemik parçası, daha sonra da şu görülen sûrette insan
oldunuz. Hal böyle iken, size ne oluyor, ne gibi bir sebep var ki, Allahü teâlânın azametini, büyüklüğünü,
yaratılışınızdaki merhalelerin ve gördüğünüz her şeyin, O'nun bir olduğuna ve
kudretinin sonsuzluğuna delâlet ettiğini düşünmüyorsunuz? Halbuki O, sizi
çeşitli nevîlerde, kavim ve kabîleler hâlinde yarattı. Her kavim ve kabîle birbirine
benzemediği gibi her kavim ve kabîledeki bir şahıs da diğer şahsa benzemez.
Bunlar, gören ve bilen her kimsenin, başka bir şeye ihtiyaç duymadan, derhal
îmân etmesini icâbettiren deliller olduğu hâlde, size ne oluyor da îmân
etmiyorsunuz?
Allahü teâlâ, vahdâniyetine işâret olan delilleri,
insanlara bildirirken önce, insanların kendi yaratılışlarını bildirdi. Çünkü
insanın şahsı kendine en yakın olan şeydir. Allahü
teâlâ bundan sonra insanın dışındaki delillerden semâvât, güneş, ay
gibi bâzılarını da bildirdi.
Yûnus sûresinin 71 ve 72. âyet-i kerîmelerinde meâlen
buyruldu ki: “(Yâ
Muhammed (aleyhisselâm)!
Mekke ehline)
Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi ile olan
haberini, oku, haber ver! O, kavmine demişti ki: “Ey kavmim! Eğer benim, sizin
aranızda, bulunmam ve Allahü
teâlânın âyetlerini hatırlatarak sizi Hakk'a
dâvet edip nasîhat vermem, size ağır geliyorsa, biliniz ki ben sizin hîlenizden
Allahü teâlâya tevekkül ettim. O'na güvendim. Artık siz ve ortaklarınız
toplanıp ne yapacağınızı kararlaştırın. Sonra benim helâkime kasdetmeniz gizli
olmasın. Yapacağınızı âşikâre olarak yapın. İçinizdekileri gizlemeyin. Sizin
bana yapacağınız şeylere aldırış etmem. Daha sonra da bana herhangi bir mühlet
de vermeden istediğiniz kötülüğü yapın.
Eğer benim
dâvetimden yüz çevirirseniz, ben sizden zâten hiç bir mükâfât istemedim ki.
Benim mükâfâtım, sevâbım, Allahü teâlâdan başkasına âit
değildir ve ben (O'nun
hükmüne boyun eğen, emrine muhâlefet etmeyen, O'ndan başkasından bir şey
beklemeyen, îmân, amel ve insanları O'na dâvet etmekte emrine itâat eden) müslümanlardan
olmamla (veya Allahü teâlânın
emrine itâat ve sizi O'nun dînine dâvet etmem sebebiyle, bana sizin
tarafınızdan gelecek eziyet ve sıkıntılara boyun eğmekle, sabretmekle) emrolundum.”
Hazret-i
Nûh, Allahü teâlânın muhâfaza ve
himâyesinde olduğunu bildiğinden, düşmanlarına hiç ehemmiyet vermediğini
göstermek ve onların âcizliğini, bir şey yapamayacaklarını meydana çıkarmak
için şöyle bir teklifte bulundu. “Siz, tedbir sâhiplerinizi, tedbirlerinizi,
ortaklarınızı, yâni bu husûsta her neyiniz varsa hepsini bir araya getirin ve
bütün imkanlarınızı beni öldürmekte kullanın. Hem hiç bir tedbirinizi de noksan
bırakmayın ki sonunda, bu işi başaramadığınızda da şu tedbiri de alsaydık
demeyesiniz” buyurdu.
Sonra
Hazret-i Nûh, onların dâveti kabûl etmeyip, yüz çevirmelerinin kendisine bir
zarar veremeyeceğini bildirerek buyurdu ki: “Eğer dâvetimden yüz çevirirseniz,
bunun bana bir zararı yoktur. Zirâ insan iki şeyden korkar. Birincisi,
başkalarının zararından, ikincisi de, menfaatinin kesilmesi endişesinden. Ben
sizin şerrinizden, zarar vermenizden korkmadığımı, Allahü
teâlâya tevekkül ettiğimi önceki sözümde de söyledim. Şimdi de, şunu
söylüyorum; Sözümü dinlememenizden dolayı bana bir zarar gelmez. Çünkü sizden
korkum yok. Bir ücret istemiyorum ki, onu da elden kaçırma endişem olsun. Bunda
benim bir telâşım yoktur. Benim ücretim Allahü teâlâya
aittir. Siz kabûl etseniz de etmeseniz de, vazifemi yapmış oluyorum ve Allahü teâlâ bana bunu verecek. Şu hâlde siz îmân
ederseniz, faydasını görür, îmân etmezseniz, zarara uğrarsınız. Yâni îmân edip
etmemeniz hâlinde bana bir fayda ve zarar yoktur. Hakîkât apaçık meydanda iken,
Allahü teâlânın emirlerini
hatırlatmamdan, sözlerimi ve nasîhatlerimi kabûlden yüz çevirmeye devam
ederseniz, muhakkak helâk olursunuz. Kabûlüne mâni olacak hiç bir sebep yokken,
haktan yüz çevirirseniz, Allahü teâlâ
size azâb eder. Çünkü yüz çevirmenizde haklı olduğunuzu iddiâ edebilmeniz için;
sizden, buna sebep olacak, hakkı kabûlünüzü gerektirecek ve size ağır gelecek
herhangi bir ücret istemedim.
Allahü teâlâ,
Yûnus sûresinde Kureyş müşriklerinin hâllerini, küfürdeki inâdlarını veya
hakkın hak, bâtılın bâtıl olduğunun delillerini beyân buyurduktan sonra, bu âyet-i
kerîmeleri gönderdi. Peygamberlerin aleyhimüsselâm kıssalarını ve kavimleri ile
aralarında cereyân eden hâdiseleri bildirdi. Fahrüddîn-i Râzî hazretlerinin
bildirdiğine göre bunda bir kaç fayda vardır.
1-
Herhangi bir mevzû uzun olarak anlatılınca okuyan ve dinleyende bâzan, bir nevî
usanma meydana gelebilmektedir. Başka bir mevzuya geçince, insanda bir
rahatlama bir zindelik hâsıl olmaktadır. Burada da, Nûh'un (aleyhisselâm) kıssası zikrolunmakla bu fayda hâsıl
olmaktadır.
2- Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâbının (radıyallahü anhüm) kavimlerinden gördükleri eziyet ve
sıkıntıları hafifletmek, onların mübârek kalblerini teselli etmek için, geçmiş
peygamberlerin kavimlerinden gördükleri sıkıntılar misâl olarak getirilmektedir.
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Nûh'un
kavminden gördüğü kötü muâmeleleri duyunca eziyet gören peygamberlerin, sâdece
kendisi olmadığını anlayıp biraz olsun teselli buldu, sıkıntısı hafifledi.
Nitekim; “Musîbet umûmî olunca, sıkıntısı ve acısı da hafif olur” sözü
meşhûrdur.
3-
Kafirler, bu kıssaları duyup, inkârcı ve câhil kavimlerin, peygamberlere eziyet
ve sıkıntıda çok ileri gitseler bile, netîcede, Allahü
teâlânın, peygamberlerine ve onlara tâbi olanlara mutlakâ yardım
ettiğini, düşmanları ise kahreylediğini öğrenince moralleri bozuldu. Kalblerine
korku düştü. Bu hal, onların, peygamber
efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem)
ve mü’minlere yaptıkları eziyet ve sıkıntıları ve bayağı hareketlerini
azaltmalarına sebep oldu.
4- Hiç bir
hocadan ders almamış ve aslâ kitap okumamış iken, Muhammed
aleyhisselâmın, fazla ve noksan olmadan, olduğu
gibi, bu kıssaları haber vermesi, O'nun, bütün bu anlattıklarını, Allahü teâlâdan aldığı vahiy ile bildirdiğine,
apaçık bir şekilde, şüphesiz olarak delâlet etmektedir.
Burada
zikri geçen Yûnus sûresinin 71. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre; “Nûh (aleyhisselâm), kavmine; Ey kavmim, Eğer benim, sizin aranızda bulunmam ve
Allahü teâlânın âyetlerini hatırlatarak sizi Hakka dâvet edip, nasîhat
vermem size ağır geliyorsa...” dedi.” Bu dâvetin onlara ağır
gelmesinin birkaç sebebi vardır:
1-
Hazret-i Nûh çok uzun müddet onların aralarında kalmıştı. Onlar, Nûh'un (aleyhisselâm) dâvetini kabûl etmemişler, karşı
gelmişler onun vazifesine ısrârla devam etmesinden sıkılmışlar ve bu hâllerin
bitmezcesine çok uzun bir zaman içinde olmasından iyice bezmişlerdi. Böylece
karşılaştıkları durumlar bu kavme ağır gelmişti.
2- O inkârcı
kavim, bir takım bâtıl ve bozuk yollar ortaya çıkarmıştı. Bâtıl bir yol tutup,
başkalarının da o yolda olmalarına gayret eden kimseleri doğruya dâvet etmek,
onlara, başkalarından daha ağır gelir. Ayrıca, o kimseye, üzerinde bulunduğu
yolun, bozuk ve yanlış olduğu, açık ve kat’î deliller ile ispat edilince, onun
karşı çıkması ve nefreti daha da artar. İşte bu yüzden Nûh'un (aleyhisselâm) aralarında bulunması onlara ağır
geliyordu.
3-
Tabîatları, dünyâ lezzetlerini elde etmek, bunlara kavuşmak hırsı ile dolu olan
kimseler, kendilerine, tâatların emredilmesini, günahlardan kötülüklerden
nehyedilmelerini, ölümün hatırlatılmasını, âhırete faydası olmayan dünyâ
nîmetlerinin çirkin gösterilmesini aslâ istemezler. Bunları dinlemekten hiç
hoşlanmazlar. Böyle şeylerden ve bunları söyleyenlerden nefret ederler. Bunları
hatırlatarak emr-i mâruf ve nehy-i münker yapanları kendilerine düşman
bilirler.
İşte, o
müşrik kavme, Hazret-i Nûh'un dâvet ve nasîhati ağır geldiği için, ona akıl
almaz hakâretler ve işkenceler yapmışlardı. Hazret-i Nûh onlara; “Bana olan
buğzunuz, sizi, eziyet etmeye sevketti. Halbuki, ben size, sizin bana
yaptığınız kötülükle değil, Allahü teâlâya
tevekkül etmekle, yalnız O'na îtimâd edip güvenmekle mukâbele ederim. Sakın ola
ki, eziyet vermenizin ve ölümle tehdit etmenizin, beni, insanları Hakk’a, Allahü teâlâya îmâna dâvetten alıkoyacağını
zannetmeyiniz” buyurmuştur.
Hazret-i
Nûh, onların kötü niyetlerinin bulunduğunu haber verip, meydan okudu ve şöyle
dedi:
1-
Maksadınızın meydana gelmesini te’min edecek, ne kadar çâre, yol varsa hepsini
toplayın.
2-
Kendilerine yakın olmakla, durumunuzun kuvvetli olacağını zannettiğiniz
ortaklarınızı kendinize katın.
3- Bu
işiniz size tasa olmasın, faaliyetinizi gizli olarak devam ettirip sıkılmayın.
Ne yapacaksanız, âşikâre olarak yapın.
4- Bütün
bu hazırlıklardan sonra, yapacağınız kötülüğü bana yöneltin.
5- Bu
kötülüğünüzü icrâ edeceğinizde bana mühlet vermeyin ve bütün gücünüzle acele
edin. Hazret-i Nûh'un bu sözleri, onun, Allahü teâlâya
ne derece tevekkül sâhibi olduğunu, kavminin hîle ve kötü plânlarının kendisine
aslâ zarar veremeyeceğine kat’î olarak inandığını açık bir şekilde
göstermektedir.
Nûh aleyhisselâm, zaman zaman kavminin dikkatlerini
çeker, Allahü teâlânın mahlûklarını
muhtelif safhalarda yarattığını, ana karnındaki yavrunun değişik durumlarını;
bunları yoktan var ettiği gibi tekrar dirilteceğini söylerdi. Yerlerin ve
göklerin nasıl yaratıldığını anlatırdı. Fakat bu sözler onların hoşuna
gitmezdi. Bundan dolayı ona ellerinden gelen ezâ ve cefâyı yaparlardı. Ona
eziyet vermek husûsunda, kavmin bâzı azgın ileri gelenlerinin sözlerine
uyuyorlardı. Bu azgınların sözlerini dinlemeleri, onların hüsrân ve zararını
arttırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Nûh aleyhisselâm
onların ıslâhı için, elinden geleni yaptığı hâlde, onlar putlara tapmaktan
vazgeçmemişlerdi.
Rivâyet
edilir ki, bir gün, kavmin ileri gelen reislerinden birisi, yanında oğlu ile
birlikte giderken Nûh'a (aleyhisselâm)
rastladılar. O şahıs oğluna; “Oğlum! Bu adama dikkat et! Sözlerine inanma! Bu
bir yalancıdır” dedi. Bunun üzerine oğlu yerden bir avuç toprak alıp, Hazret-i,
Nûh'un yüzüne attı. Nûh'un (aleyhisselâm) mübârek
yüzü toprak olduğu gibi, mübârek gözleri de toprak ile doldu. Bu hâle çok
mahzûn oldu.
Yine
rivâyet edilir ki, bir gün Nûh'un (aleyhisselâm)
yanına kavminden bir ihtiyâr müşrik geldi. Asâsına dayanarak zorlukla yürüyordu
ve yanında oğlu da vardı. İhtiyâr, oğluna Hazret-i Nûh'u göstererek; ona aslâ
kapılmamasını tembih ederek, mecnûn olduğunu söyledi. İhtiyârın oğlu; “Baba!
Asanı bana verir misin?” diyerek asâyı aldı ve Hazret-i Nûh'un başına şiddetle
vurdu. Nûh'un (aleyhisselâm) başından kanlar
çıkıp mübârek yüzüne aktı. Hazret-i Nûh çok üzülüp Allahü
teâlâya şöyle yalvardı: “Yâ Rabbî! Kullarının bana yaptığını
görüyorsun. Kulların hakkında hayr dilemişsen onları hidâyete erdir. Yoksa sen
onlar hakkında hükmedinceye kadar bana sabır ver. Çünkü sen, hükmedenlerin en
hayırlısısın.”
Bunun
üzerine, Hûd sûresinin 36. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre; “Nûh'a vahyolundu
ki, kavminden daha evvel îmân etmiş olanların dışında hiç kimse îmân etmeyecek.
O hâlde sen, kavmin seni yalanladıkları için ve sana ezâ verdikleri için mahzûn
olma, kederlenme ki, onlardan intikâm alma vakti gelmiştir.”
Allahü teâlâdan
gelen vahy ile de sabit olmuş, iyice anlaşılmıştı ki, bu kavim ıslâh olmayacak
ve başka îmân eden bulunmayacaktı. Artık ümîd de kalmamıştı.
Allahü teâlânın
emri ile, Nûh (aleyhisselâm) kavmine şu üç şeyi
emretti.
1- Allahü teâlâya ibâdet etmek. 2- O'ndan korkmak. 3-
Kendisine itâat.
Hazret-i
Nûh kavmine dedi ki: “Allahü teâlâ beni
size, tebliğ vazifesini yerine getirmem için gönderdi. Size, O'nun tarafından
bildireceğim hükümler şunlardır: Allahü teâlâya
ibâdet etmeniz, O'nun haram kıldığı şeylerden kaçınmak sûretiyle O'ndan
korkmanız ve emredilen ve nehyedilen husûslarda, benim emirlerim ve
yasaklarımda bana itâat etmenizdir. Eğer bu üç şeye riâyet ederseniz; büyük
menfaatlere, faydalara kavuşursunuz. Bunlara riâyet edin ki Allahü teâlâ sizi mağfiret buyursun.”
İbâdeti
emretmek, kalb ve bedene âit olan işlerden yapılması istenenleri; Allahü teâlâdan korkmayı emretmek de haram ve
mekruhlardan sakınmayı gerektirir. Nûh'a (aleyhisselâm)
itâati emretmeye, her ne kadar, Allahü teâlâya
ibâdet ve O'ndan korkmak dâhil ise de, bunun ayrıca zikredilmesi, teklifte te’kid
yâni pekiştirmek içindir.
Bu üç
teklifi kabûl edip riâyet etmeleri hâlinde onlara, şu iki şey vâd edilmişti:
1- Bu
emirlere riâyet ederlerse, günahlarını mağfiret etmekle, âhıret sıkıntılarından
ve azâblardan kurtulacaklardır.
2- Dünyâda
karşılaşacakları zararlar giderilecektir. Bu da, mümkün olan nispette
ecellerinin tehir edileceği ve dünyâ sıkıntılarından korunacakları şeklindedir.
Nûh
sûresinin 4. âyet-i kerîmesinde meâlen; “...Eğer bilseydiniz” buyruldu. Bununla, dünyâ
sevgisinden, bu sebeple helâk olmaktan, dünyâya düşkün olmakla dinden yüz
çevirmekten sakındırılmaktadır. Yâni Nûh'un (aleyhisselâm)
kavminin insanları, ölümde şüphe eder derecede dünyâya düşkün olup, dünyâlık
peşinde koşarlardı. Onun için âyet-i kerîmede; “...Eğer bilseydiniz...” buyruldu.
İslâm
âlimlerinin, kitaplarında bildirdikleri gibi, Âdem aleyhisselâmdan
Muhammed aleyhisselâma
kadar gelen bütün peygamberler, ümmetlerine hep aynı îmânı, aynı îtikâd
esaslarını bildirmişlerdir. Ümmetlerine, inanmaları icâbeden şeyleri
bildirmelerinde herhangi bir değişiklik olmamıştır. Çünkü îmân aynıdır ve hiç
değişmez.
Fakat
ibâdetlerde yâni beden ile yapılması ve sakınılması lâzım olan hükümlerde
farklılıklar olmuştur.
Allahü teâlâ
her ümmete, hâllerine, zamanın şartlarına göre emir ve yasaklar göndermiştir.
En son olarak, kıyâmete kadar, bütün icapları, ihtiyaçları karşılayan, en
mükemmel ve en üstün din olan İslâmiyeti göndermiştir.
İbn-i Ebî
Hâtim’in rivâyetine göre, İdrîs (aleyhisselâm) kavmine;
“La ilâhe illallah” demelerini emretti. İbâdet olarak yapmaları ve sakınmaları emredilenler
de çok az idi. İnsan öldürmek, içki içmek, zinâ ve daha başka kötü ve bozuk
işler haram idi. Hazret-i İdrîs'in dîninde, insanların Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına ve İdrîs'in (aleyhisselâm) peygamberliğine inanıp, şehâdet
etmeleri kâfi geliyordu. Çünkü bu şehâdet, O'nu tasdik edenleri, kötü ve çirkin
işleri yapmaktan men etmektedir. Kur’an-ı kerîmde, namazın, insanı
kötülüklerden men ettiği bildirilmektedir. Gerçekten namaz, insanı
kötülüklerden uzaklaştırmakta, çok açık ve pek tesirlidir. Her hal-ü kârda
çirkinlik ve kötülükten uzaklaştırır. Ankebût sûresinin
45. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Doğru kılınan namaz, insanı fahşadan ve münkerden elbette
uzaklaştırır.”
Bâzı
dinlerde tekliflerin (emir ve yasak edilen şeylerin) az olması, kolaylık
şeklinde görünse de bu, o ümmetler için bir iyilik ve kolaylık değildir. Şâyet
böyle olsa idi, bu ümmete bir çok şey haram kılınmazdı. Çünkü bizim Peygamberimiz, bütün peygamberlerin üstünü,
efdâlidir. Bilakis, emir ve yasakların az olduğu, kendilerinden az şeyler
istenen ümmetlerde, itâat etmeyenlerin cezâları da pek ağırdır. Onların
cezâlarında ziyâdelik vardır. Emir ve yasakları az olan dinlerdeki kimselerden
itâat etmeyenlerin cezâları, emir ve yasakları çok olan dinlerdeki itâat
etmeyenlerin cezâlarından çok fazladır.
Hazret-i Nûh mağfiret olunmaları için kavmini, ibâdete, takvâya ve tâata dâvet ettikçe, onların tavırları şu şekilde oldu:
1- Hazret-i Nûh'un söylediklerine karşı çıktılar. Kabûl etmeyip yalanladılar. Hattâ onu, yalancı ve deli olmakla ithâm ettiler.
2- Hazret-i Nûh'un sabırlı ve şefkâtli muâmelesi, dâvetten vazgeçmemesi uzun seneler devam etti. Zamân içinde onların karşı çıkmaları daha da arttı. Baba ve dedelerinden gördükleri kötülüklere o kadar dalmışlar ve bağlanmışlardı ki, Hazret-i Nûh'un hak dîne olan dâvetini, kabûl etmedikleri gibi, sözlerini dinlemeye bile dayanamıyorlardı. Nûh sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre, Hazret-i Nûh'un nasîhatlerini duymamak için parmaklarıyla kulaklarını tıkıyorlardı.
3- Târifi mümkün olmayan bir azgınlıkla Hazret-i Nûh'un sözlerini dinlemiyorlar, yanlarına geldiği zaman yüzünü görmek istemediklerinden, Nûh sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde bildirildiği gibi, elbiselerini başlarına çekiyorlardı. Onun, kendilerini Cehennem ateşinden korumaya çalışan ve hayırlarını isteyen büyük bir zât olduğunu farkedemiyorlardı.
4- Bâtıl ve bozuk yollarında, Hakk'a dâveti kabûlden yüz çevirmek husûsunda ısrâr ettiler.
5- Son derece istikbâr ettiler. Yâni çok kibirlendiler.
6- Hazret-i Nûh'a âsî oldular. Nûh (aleyhisselâm) onlara; “Allahü teâlâya ibâdet edin. O'ndan korkun. Bana itâat edin” buyurduğu hâlde, onlar bu emre isyân ettiler. İtâat edecekleri yerde âsî oldular.
7- Hazret-i Nûh'a âsî olmalarından başka, bir mâsiyeti (günahı) daha işlediler. Kendilerini küfre dâvet eden reislerine itâat ettiler. Onlara uydular.
Âyet-i kerîme, kötü kimselere uydukları için, onların mal ve çocuklarının, âhırette sâdece hüsrânlarını arttıracağını haber vermektedir.
Fahrüddîn-i Râzî hazretlerinin bildirdiğine göre mal ve evlâd, her ne kadar nîmet gibi görünüyorsa da, Allahü teâlânın emirlerine karşı kullanılınca, hüsrânı arttırır. Bundan da anlaşılan, âhıretteki hüsrâna sebep olan dünyevî nîmet ve menfaatler; tatlı görünen, fakat zehirli olan bir lokmaya benzemektedir.
“Kafirlere, Allahü teâlânın nîmeti yoktur” diyen âlimler, bu sözlerine Nûh sûresinin 21. âyet-i kerîmesini delil getirmişlerdir. Çünkü, kâfirlerde, nîmet gibi görünen şeyler, hakîkatte onların sonsuz azâblara, ebedî felâketlere düçâr olmalarına vâsıta olmaktan başka bir şey değildir.
8- Mekr (hîle): Nûh sûresinin 22. âyet-i kerîmesinde, kavmin ileri gelenlerinin Hazret-i Nûh'a çok büyük bir mekr (hîle) yaptıkları bildirilmektedir. Çünkü onlar, kendilerine tâbi olanlara, vedd, süvâ’, yegus, ye’ûk ve nesr ismindeki putları terketmemelerini söylediler. Onları tevhid îtikâdından, Allahü teâlânın birliğine inanmaktan men ettiler. Müşrikliği emrettiler.
Tevhidi emretmek, bunu insanlara öğretmek, dinde ne kadar yüksek bir derece ve ne büyük bir hayır ise, buna mâni olmak ve şirki emretmek de o derece aşağı ve o derece büyük bir musîbettir. Bu sebeple Allahü teâlâ onların mekrini çok büyük bir hîle olarak bildirmiştir.
Onların, insanları, tevhid îtikâdından men etmelerine, âyet-i kerîmedeki mekr (hîle) buyrulmasının iki sebebi vardır:
1- Onların, putlara ilâhlık isnâd etmeleri, bu kavmin putlara ibâdete devam etmelerinin gereğidir. Onlar, kendilerine tâbi olanlara; “Bu putlar sizin ilâhlarınızdır. Baba ve dedelerinizin de ilâhları bunlar idi. Siz Nûh'un (aleyhisselâm) sözünü, dâvetini kabûl ederseniz, kendi aleyhinizde bulunmuş; kâfir olduğunuzu, dalâlet ve cehâlette bulunduğunuzu îtirâf etmiş olacaksınız. Hem bu îtirâfınız babalarınızın da aleyhinde bulunmanız demektir...” gibi sözler söylediler.
İnsanın, gerek kendisi ve gerekse baba ve dedelerinin kusur, noksanlık ve cehâlette bulunduğunu îtirâf etmesi çok zor olduğundan, onların bu duygularını istismar edip kullanmaları gizli bir hîle idi. Bu sebeple, onların böyle söylemelerine âyet-i kerîmede mekr (hîle) buyrulmuştur.
2- Âyet-i kerîmelerde bu büyük hîleyi yapanların, yâni kavmin ileri gelenlerinin, mal ve evlâd sâhibi oldukları bildirilmektedir. Onlar câhil halka; mal ve çok evlâda, putlara ibâdet etmeleri sebebiyle kavuştuklarını; Hazret-i Nûh'un bildirdiği ilâhın ise hâşâ mal ve evlâd veremediğini söylediler. Böyle bir hîle ile onları kandırmağa çalıştılar.
Fir’avn da, kavmine buna benzer bir hîle yapmıştı. Mal, mülk ve saltanatı ile övünüp, Zuhruf sûresinin 51. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre kavmine; “Mısır mülkü benim değil mi? Azametimi görmüyor musunuz?” demişti.
Rivayet
edildiğine göre kırk sene, diğer bir rivâyete göre doksan sene devam eden
kıtlıktan sonra, kavim perişân oldu. Bu kıtlık müddetinde hiç çocukları olmadı.
Allahü teâlâ Hazret-i Nûh'a, kavminin
erkeklerinin sulblerinde ve kadınlarının rahîmlerinde mü’min olacak kimsenin
bulunmadığını vahyetti. Yâni onların hiç birinin îmân etmeyecekleri gibi, îmân
edecek çocukları da olmayacağını haber verdi. Bundan sonra Hazret-i Nûh,
kavminin helâki için duâ etti.
Nûh
sûresinin 24. âyet-i kerîmesinde Hazret-i Nûh'un meâlen şöyle duâ ettiği
bildirilmektedir: “Yâ Rabbî! Bu zâlimlerin helâk ve azâbını ziyâde eyle!”
Yine Nûh
sûresinin 26, 27 ve 28. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Nûh dedi ki, “Ey (beni
hidâyet ve doğru yol üzere gitmek yaratılışı ile terbiye eden) Rabbim!
Yeryüzünde, hareket eden (gidip gelen) hiç bir kâfiri bırakma! Eğer sen, onları (içinde
bulundukları hâl üzere) bırakırsan kullarını dalâlete sürüklerler. (Senin
vahdâniyetini, bir olduğunu tasdik etmiş olan kullarını doğru yoldan ayırır,
tevhîdden küfre döndürmek isterler) Hem bundan sonra onların çoluk-çocuğu olmaz. Olsa bile
çocukları fâcir ve küfürde pek ileri (giden bâtıla meylederek, revâç
göstererek, hakkı, doğruyu gizleyen, örten, kapatan) kimseler olurlar.
Ey Rabbim! Beni, anamı (Şemhâ binti Enûş'u), babamı (Lamek
bin Metuşalh'ı),
mü’min olarak evime girenleri, (geçmiş ve kıyâmete kadar gelecek
ümmetler içindeki) erkek, kadın, bütün mü’minleri mağfiret eyle. Zalimlerin (kafirlerin) ise ancak helâk
ve hüsrânlarını arttır.”
Nûh'un (aleyhisselâm) anne ve babası onun dînine girmiş
mü’min kimselerdi. Tefsîr âlimleri âyet-i kerîmede geçen “evim” kelimesini, Nûh'un (aleyhisselâm) evi, mescidi, gemisi ve onun dîni
olarak tefsîr etmişlerdir.
Mü’minun
sûresinin 26. âyet-i kerîmesinde Nûh'un (aleyhisselâm),
kavminin îmân etmesinden ümîd kesince, Allahü teâlâya
yönelerek şöyle duâ ettiği bildirilmektedir: “Ey Rabbim! Kavmimden olanlar beni
yalanladıkları için (vâdettiğin azâbı göndermek, onlardan intikâmımı
almak sûretiyle)
onlara karşı bana yardım et!”
Şuarâ
sûresinin 117 ve 118. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: (Nûh (aleyhisselâm) duâ edip) dedi ki: “Yâ Rabbî Gerçekten kavmim beni
tekzip etti. Beni yalanladılar. Artık benimle onların arasındaki hükmü sen ver.
Beni ve beraberimdeki mü’minleri kurtar.”
Tefsîr
âlimleri buyuruyorlar ki, burada; “Yâ Rabbî! Kavmim beni tekzip etti” demekle
Hazret-i Nûh'un maksadı; kavminin kendisini yalanladığını haber vermek değil,
bilakis, onlara bedduâ etmesinin sebebini izhâr etmek içindir. Zirâ, Allahü teâlâya hiç bir şey gizli değildir ve
kavminin onu yalanladığını elbette bilir.
Kamer
sûresinin 10. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Nûh (aleyhisselâm)
Rabbine duâ
edip; (Yâ Rabbî!) Ben (kavmin arasında) mağlûb oldum. Artık sen onlardan benim
intikâmımı al! dedi.”
Hazret-i
Nûh'un yaptığı bu duâlara melekler âmin dediler. Allahü
teâlâ onun duâsını kabûl etti. Ona sefine (gemi) yapmasını, kavminin
helâk olma zamanının geldiğini vahy etti. Nûh (aleyhisselâm)
bundan, kavmini suda boğulacağını anladı.
Hûd
sûresinin 37. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre, Allahü teâlâ Nûh'a (aleyhisselâm)
vahyedip meâlen buyurdu ki: “Nezaretimiz altında ve vahyimiz ile bir gemi yap! Zâlimler
hakkında (azabın def’i için) bana duâ eyleme ki onlar, gark (olunmakla, suda
boğulmakla hüküm) olunmuşlardır.”
Tefsîr-i
Tibyân’da bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyuruyor ki: Rivâyet olundu ki Cebrâil (aleyhisselâm)
Nûh'a (aleyhisselâm) gelerek dedi ki: “Allahü teâlâ sana bir sefine yapmanı emrediyor.” O
da; “Ben onu nasıl yapabilirim ki?” dedi. Cebrâil
(aleyhisselâm); “Allahü
teâlâ sana, onu yapmayı kolaylaştırır ve nasıl yapılacağı husûsunda
yol gösterir” dedi.
Allahü teâlâ,
sefine yapması için vahyedince Nûh (aleyhisselâm),
evlâdı ve kavminden îmân edenlerle beraber gemiyi yapmaya başladı. Gemi yapmak
için çok ağaca ihtiyaç vardı. Bulundukları yer ise ağaçsızdı. Bu yüzden ağacın
bol olduğu bir yerde gemiyi yapmaları icâb etti. Bulundukları yerin dışına
çıkıp ağacı çok olan bir mahalli seçtiler ve çalışmaya başladılar.
Kavmin
ileri gelenleri, oraya gelip, Hazret-i Nûh'u bu işle meşgûl görünce istihzâ
ediyorlardı. “Bu da senin sihirlerinden bir tanesi ey Nûh! Peygamberlik dâvâsında
bulunduktan sonra bir de bize gemi yapmak sûretiyle sihir yapmak istiyorsun.
Artık neccar (dülger) oldun” diyerek onunla alay ediyorlardı. “Biz kıtlıktan
kırılıyoruz. Şikâyetimiz bundan, sen de tutmuş, boğulmamak için gemi yapıyorsun”
diyorlardı. Nûh (aleyhisselâm); “Siz şimdi
bizimle alay ediyorsunuz. Fakat, helâk olduğunuz, boğulduğunuz zaman anlayacaksınız”
diyordu.
Yine
kavmin ileri gelenlerinden bâzıları da, istihzâ yoluyla; “Ey Nûh!
Peygamberlikten vaz geçtin de dülgerliğe mi başladın? Kavmi arasından seçilmiş
bir peygamber iken, şimdi bir dülger parçası mı oldun. Böylece, peygamberlik
gibi yüksek bir mertebeden kötü bir san’at olan dülgerliğe birdenbire nasıl
oldu da iniverdin?” diyerek alay ediyorlar, eğleniyorlardı.
Nitekim Hûd sûresinin 38. ve 39 âyet-i
kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Nûh gemiyi yapmağa başlayınca, her ne zaman kavminin ileri
gelenleri, oradan geçse, onun sefîne yapmakla meşgûl olduğunu görüp, istihzâ (alay) ederlerdi. (Gemiyi,
suyun olmadığı, deryâya uzak bir yerde yaptığından ve senelerdir yağmur
yağmıyor olmasından dolayı, bu gemi yapma işi o kavme pek garip geliyordu.
Hazret-i Nûh'a; “Ey Nûh! Sen ne yapıyorsun?” diye suâl ettiklerinde, o; “Su
üzerinde yürüyecek (yüzecek) bir ev yapıyorum” buyurdu. Onlar bu cevâba
gülüşerek; “Böyle, suyun izzeti olan, suya hasret kalınan bir yerde gemi
yaparsın ha! Önceleri, peygamberimiz
idin, şimdi de dülger mi oldun?” diyerek istihzâ ederlerdi. Nûh (aleyhisselâm) onlara) dedi ki: Gerçi şimdi siz bizimle istihzâ
ediyorsunuz. Fakat Allahü
teâlânın azâbı size geldiği zaman biz de
sizinle istihzâ ederiz. Kendisini perişân ve rüsvay edecek azâbın kime
geleceğini ve âhırette dâimî azâbın kimin başına geleceğini yakında
bileceksiniz.”
Nûh aleyhisselâmın kavmi, gece olunca Hazret-i Nûh'un
yaptığı geminin yanına gelip yakmak isterler lâkin hiç bir zarar veremeden geri
dönerlerdi. Nûh aleyhisselâma da; “Ey Nûh! Bu
da senin sihirlerindendir” diyorlardı. Nûh aleyhisselâm
bir müddet geminin yapımına devam etti.
Kur’an-ı kerîmde, fülk, fülk-i meşhûn, zat-i elvâh ve desir gibi kelimelerle işâret buyrulan, Hazret-i Nûh'un gemisinin mahiyeti, eni, boyu yüksekliği, nasıl yapıldığı; yapılırken hangi malzemenin kullanıldığı hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Abanoz ağacından yapıldığı söylenen geminin iki veya dört senede tamamlandığı, üç katlı olduğu, ateş yanarak, kazanı kaynayarak hareket ettiği yâni buharla çalıştığı rivâyetleri meşhûrdur.
Nûh (aleyhisselâm) yüzyıllar boyunca, kavmini îmân ve hidâyete dâvet ettiği hâlde, onların, inanmamakta ısrâr etmeleri sebebiyle helâk olmalarının yaklaştığı sırada son olarak kavmine şöyle söyledi:
“Ey insanlar! Ben size doğru yolu göstermek için Allahü teâlâ tarafından görevlendirildim. Bir ömür boyu size nasîhat ettim. Dinlemediniz, benimle alay ettiniz, sabır ve tahammül gösterdim. Bana ve bana inananlara eziyet edip, incittiniz. Allahü teâlâ, yeryüzünü zulüm ve küfürden temizleyecek. Geliniz, dâvetimi kabûl ediniz. Câhillik etmeyiniz. Allahü teâlâya itâat ediniz. Ben sizin hayır ve iyiliğinizi istiyorum. Siz bilmiyorsunuz ama, Allahü teâlânın azâbı en kısa zamanda büyük bir tûfan şeklinde gelecek. Bildirdiklerime inanmayan herkes helâk olacaktır. Şu yaptığım gemi, îmân edenlerin binip kurtuluşa ereceği gemidir. Allahü teâlâya îmân etmeyen asîler suda boğulacaktır. Kurtulmayı isteyen îmân etsin ve benimle gelsin. Bu, benim, herkesin duymasını istediğim son sözümdür.”
Nûh'un (aleyhisselâm) son olarak söylediği bu sözlerine de uymayan insanlar; “Ey Nûh (aleyhisselâm)! Uzun yıllardan beri bu sözleri söylüyorsun. Şimdi de kuru bir çöl ortasında büyük bir gemi yaptın. Bizi tûfanla korkutuyorsun. Biz sana da, söylediklerine de inanmıyoruz” dediler.
Nûh (aleyhisselâm) gemiyi bitirdiğinde vâd olunan azâbın vakti gelmişti. Tûfanın alâmetleri görülüp, sular yavaş yavaş yükselmeye başladı.
Allahü teâlâ, Hazret-i Nûh'a vahyedip, her hayvan ve kuştan birer çifti ve kavminden îmân edenleri gemiye almasını emretti. Gemiye alınan mü’minlerin sayısı hakkında değişik rivâyetler vardır, İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet edildiğine göre; Nûh aleyhisselâm da dâhil gemide 80 kişi bulunuyordu.
Hûd sûresinin 40. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Nihâyet helâk etme emrimizin, azâbımızın vakti geldiği, tennûrun (fırının) taşıp fışkırttığı, (yâhut gemi kazanının kaynadığı) zaman biz Nûh'a emreyledik ki, kendisinden faydalanılan hayvanların her cinsinden erkek ve dişi birer çift hayvanı gemiye koy. Üzerlerine boğulma emri takdir olunanlar (Nûh'un (aleyhisselâm) zevcesi Vâ’ıle ve oğlu Yâm yâni Ken’ân) hariç ehil ve ıyâlini, (aile efrâdını, yâni îmân etmiş olan hanımın Amûre'yi, oğulların; Hâm, Sâm, Yâfes ve bunların hanımlarını) ve sana îmân etmiş olanları gemiye koy. Zâten Nûh'a îmân edenler pek az idi.”
Tennûr lügatte kapalı bir ocak, fırın demek olup daha çok tandır mânâsında kullanılır. Âyet-i kerîmede geçen (tennûr) kelimesi hakkında, tefsîr âlimlerinden çeşitli rivâyetler bildirilmiştir. Bu rivâyetlerden bâzıları şöyledir: Tennûr, yeryüzü demek olup, yerden su kaynayıp fışkırdığında, Nûh'a (aleyhisselâm) gemiye bin denilmiştir. Tennûr, Hazret-i Havvâ'nın ekmek yaptığı taştan bir tandır olup, elden ele Hazret-i Nûh'a kadar gelmişti.
Tennûr, yeryüzünün şerefli ve yüksek yerleri demektir. Bu yerin veya yerlerin Kûfe tarafında bulunduğu, hattâ Kûfe mescidinin yeri olduğu, Şam'da Ayn-i verdân denilen mevkide bulunduğu ve Hindistan'da olduğu da rivâyet edilmiştir. Bâzı âlimler de, tennûru, gemide suyun toplandığı yer olarak bildirmişler, yâni tennûrun geminin kazanı olduğunu haber vermişler; “Nûh'un aleyhisselâm gemisinin, ateş yanarak, kazanı kaynayarak hareket ettiğini, Kur’an-ı kerîm açıkça bildiriyor” buyurmuşlardır.
Allahü teâlâ Nûh'a (aleyhisselâm) gemiye neleri alacağını vahyedince, Allahü teâlânın emriyle bütün ehlî, vahşî ve yırtıcı hayvanlar ve haşarât, Hazret-i Nûh'un huzûrunda toplandı. Bunların toplanmasıyla çok büyük izdihâm, kalabalık meydana geldi. Hayvanâtın her biri; “Bizi al yâ Neciyyallah!” diye yalvarır, gemiye binebilmek için yarış ederdi. Hazret-i Nûh, sağ elini uzatınca bir hayvanın erkeğini, sol elini uzatınca da aynı cins hayvanın dişisini alırdı.
Rivâyete göre yılan ve akrep gemiye binmek istediler. Nûh (aleyhisselâm) onlara; “Siz, zarar ve belâya sebep olan hayvanlarsınız, sizi gemiye bırakmam” dedi. Onlar da; “Ahdimiz olsun! Seni zikreden, hatırlayan, ismini söyleyen kimseye zarar yapmayız” dediler.
Yılan ve akrebin zarar vermesinden korkan bir kişi; “Selâmün ala Nûhın fil’âlemin..!” âyet-i kerîmesini okursa onların zararından korunmuş olur. Yılan ve akrep bu kişiye zarar veremezler. Çünkü bu şekilde söz vermişlerdir.
Tûfan alâmetleri başlayıp, gemiye binecekler binerlerken, Hazret-i Nûh mü’minlerden birini kavmin meliki olan Safredûs'a gönderdi. O mü’min, melike tûfanın başladığını haber verip kendisini îmâna dâvet etti.
Kral derhal atına atlayıp geminin yanına geldi. Hazret-i Nûh'a bu olanları sordu. O da; “Ey Melik! Bu, dâimâ size söylediğim, sizi korkuttuğum gadab-ı ilâhidir. Allahü teâlânın azâbıdır, işte zâhir oldu” diye haber verdi. Kral ve diğer müşrikler, hâlâ bu hâli, diğer zamanlarda yağan, şiddetli yağmur olarak zannettiler ve en son dâveti de kabûl etmediler.
Gemiye binecekler hazır olunca, Hazret-i Nûh onlara, besmele ile gemiye binmelerini söyledi. Bütün mü’minler, o azgın kâfirlerin gözleri önünde, Hazret-i Nûh'la beraber gemiye bindiler. Nitekim bu hal, Hûd sûresinin 41. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirildi: “Nûh gemiye bineceklere; “Allahü teâlânın ismiyle girin ki, geminin yürümesi ve durması Allahü teâlânın irâdesiyledir. Benim Rabbim, mü’minleri mağfiret edici ve merhametiyle tûfan belâsından kurtarıcıdır” dedi.”
İmâm-ı Begavî ve Dahhâk'ın (rahmetullahi aleyhima) rivâyetlerine göre, Hazret-i Nûh geminin gitmesini isteyince “Bismillâh” der, gemi giderdi. Durmasını isteyince de, yine “Bismillâh” der ve gemi dururdu.
Nihâyet
gemiye binecekler bindi. Tûfan başlamıştı. Sular yükseliyordu.
Hazret-i
Nûh ilk önce, îmân etmiş olan Amûre ismindeki bir hanımla evlenmişti. Bundan
olan oğulları ve bunların hanımları yâni, Hazret-i Nûh'un gelinleri de mü’min
idi. Bunların hepsi gemiye binmişlerdi. İkinci olarak îmân etmiş olan Vâ’ıle
ise, daha sonra, îmândan ayrılmış, mürted olmuştu. Hazret-i Nûh'un bu kadından
doğan oğlu Yâm yâni Ken’ân da babasına îmân etmemişti.
Bu Vâ’ıle,
îmân gibi büyük bir devlete, sonra da yüce bir peygambere zevce olmak gibi çok
üstün bir şeref ve saâdete kavuşmuş iken, îmândan ayrılmış ve nasipsizin biri
olmuştu. Mürted olduktan sonra ise, aşağılık ve alçaklığına bir yenisini daha
ekleyerek Hazret-i Nûh'a hakâret ve hâinlik yapmağa başladı. Nûh'a (aleyhisselâm) mecnûn, deli diyerek, küstahlıkta
bulunduğu gibi, onun gizli sırlarını, kavmin müşrik olan reislerine vermekten
de geri kalmıyordu. Tabi ki, bu kadın gemiye binemedi.
Diğerleri
gemiye binerken, Hazret-i Nûh'un oğlu Ken’ân bir köşede duruyordu. Hazret-i
Nûh, babalık ve peygamberlik şefkâti ile son bir defâ daha bu âsî evlâda
nasîhat etti. Îmân etmesini söyledi. Onların bu hâli Hûd sûresinin 42. ve 43. âyet-i
kerîmelerinde meâlen şöyle bildirildi: “Nûh o sırada ayrı bir yerde bulunan oğlu Ken’ân'a şöyle
nidâ etti: “Ey oğulcuğum! Bizimle beraber sefîneye gir (ki
müslümanlarla selâmete eresin). Kâfirlerle beraber olma. (Eğer kâfirlerle
beraber olursan helâk olursun. Ken’ân; “Ne İslâm'a gelirim, ne de sefîneye
girerim.”) Bir
büyük dağa sığınırım. O dağ beni, su (ya gark olmaktan, boğulmak) dan korur” dedi.
Nûh dedi ki: “Allahü
teâlânın îmân nasîb etmekle rahmet buyurdukları
hâriç, bu gün Allahü
teâlânın azâbı olan boğulmaktan koruyucu,
kurtarıcı yoktur. Bu sırada ikisi arasına, (Hazret-i Nûh ile Ken’ân
veya dağ ile Ken’ân arasına) bir dalga girip (Ken’ân da diğer kâfirlerle
beraber)
boğulanlardan oldu.”
Yine Hûd
sûresinin 45-47. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Nûh, Allahü teâlâya nidâ
edip dedi ki: “Yâ Rabbî! Oğlum (Ken’ân) benim ehlimdendir ve senin vâdin elbette
haktır. (Senin vâdinde hilâf olmaz. Sen beni ve ehlimi gark
etmeyeceğini vâd etmiştin.) Sen hâkimlerin hâkimisin.”
Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ey Nûh, o
senin ehlinden değildir.
(Tefsîr âlimleri bunu; “Senin dîninin ehlinden değildir, yâni kâfirdir” diye
tefsîr etmişlerdir.) Zirâ o sâlih olmayan bir amel sâhibidir. O hâlde ilmine
vâkıf olmadığın bir şeyi benden isteme! Şüphesiz ben, seni, câhillerden
olmaktan men ederim.” Nûh dedi ki: “Yâ Rabbî! İlmim olmayan şeyi senden istemekten
sana sığınırım. Eğer beni mağfiret ve bana affınla rahmet etmezsen ben ziyâna
düşenlerden olurum.”
Tefsîr
âlimleri, kesin olarak Ken’ân'ın, Hazret-i Nûh'un oğlu olduğu, dolayısıyla onun
ehlinden, âilesinden olduğunu bildiriyorlar. Bunda şüphe yoktur. Âyet-i
kerîmede, Hazret-i Nûh'a; “O senin ehlinden değildir” buyrulması; “Senin dîninin
ehlinden veya tûfanda kurtaracağımı vâd ettiğim kimselerden değildir” demektir.
Yine
tefsîr âlimlerinin bildirdiklerine göre, Ken’an, îmân etmiş görünen bir münâfık
idi. Öyle olmasaydı, Hûd sûresinin 37. ve Mü’minun sûresinin 27. âyet-i
kerîmelerinde bildirildiği gibi, Allahü teâlâ
Hazret-i Nûh'a; “Küfürle
nefislerine zulmedenler hakkında azâbın def’i için bana duâ eyleme ki, onlar garkolun
(makla, suda boğulmakla hüküm olun) muşlardır” buyrulduğu hâlde
Hazret-i Nûh, îmân etmiş görünen Ken’ân için Allahü
teâlâya niyâzda bulunmazdı. Ken’ân münâfık olduğundan Hazret-i Nûh
da bunu bilmediğinden, görünüşe göre hüküm verip, onun için niyâzda bulundu.
Ken’ân, babasının ısrârına rağmen gemiye binmeyerek o güne kadar gizli tuttuğu
küfrünü açığa vurmuş oldu.
Tûfan
başlamıştı. Gökten âdetâ sel akıyor, yerden de su fışkırıyordu. Hem bu su, sâir
zamanlarda yağan yağmur suları gibi, tatlı değildi. Tadı acı olup, içenin
midesini harâb ederdi. Nereye dokunsa ateş gibi yakardı. Bunun normal bir
yağmur değil, azâb suyu olduğu, gâyet açık ve âşikâr idi. Bu yakıcı sular her
tarafı kapladı. Gemide bulunanların haricinde hiç bir canlı mahlûk kalmamak
üzere hepsi boğuldu. Suların yükselmesinden, en yüksek dağlar bile su altında
kaldı. Bu kadar büyük ve geniş bir su deryâsında dalgaların büyüklüğünü târif
etmek mümkün değildir.
Bu tûfan
esnâsında, Nûh'un (aleyhisselâm) gemisi emniyet
ve selâmet içinde, rahatça yol alıyordu. Nitekim Hûd sûresinin 42. âyet-i
kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “O sefîne, dağlar gibi dalgalar içinde yüzüp onları
götürüyordu...”
Nûh'un (aleyhisselâm) gemisi dağlar gibi dalgalar arasında
bütün dünyâyı dolaştı. Her uğradığı yerde, yâni şehirler üzerinden geçerken; “Bu
şehir filan şehirdir. Tûfandan sonra da burada filan şehir kurulacaktır” diye
bir ses gelirdi. Mekke-i mükerremeye vardıklarında, gemi, Kâbe-i muazzamanın
bulunduğu yerin etrâfında, su üzerinde, yedi defâ döndü. Böylece Kâbe-i
muazzamayı tavâf etmiş oldular.
Rivâyet
edildiğine göre tûfan, Receb ayının birinci günü başladı Nûh (aleyhisselâm) ve ümmeti de gemiye bugün bindiler. Nûh
(aleyhisselâm) tûfanı olarak da anılan bu
hâdise altı ay devam etti. Nihâyet Allahü teâlânın
emri ile sona erdi. Taberânî’nin bildirdiği bir hadîs-i
şerîfte, Nûh'un (aleyhisselâm) gemiye,
Receb'in ilk günü bindiği, devamlı oruç tuttuğu, aşûrâ gününe kadar, su
üzerinde kaldığı, aşûrâ günü Cûdî dağında durduğu, Nûh'un (aleyhisselâm) ve yanındakilerin o gün oruç tuttukları
bildirilmiştir.
Nitekim Hûd
sûresinin 44. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: (Tûfan emri sona erince, Allahü teâlâ tarafından, yere ve göğe emrolunup) denildi ki: “Ey
yer! Suyunu yut ve ey semâ suyunu tut.” (Yağdırma! Bu ilâhi emir
karşısında) su
çekildi ve gemi Cûdî Dağı üzerinde karar kıldı. Bundan sonra; (Allahü teâlânın peygamberini tekzip ile kâfir olup
kendilerine zulmeden) zâlimler, (Allahü
teâlânın rahmetinden) uzak ve helâk olsun denildi”
Yine Hûd
sûresinin 48. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Allahü teâlâ tarafından Nûh'a denildi ki:
“Yâ Nûh! Bizden bir selâmet ile ve senin üzerine ve seninle beraber
bulunanlardan doğup, yetişecek mü’min ümmetler üzerine birçok bereketler ile
gemiden in. Beraberinde bulunanlardan gelecek kâfir ümmetler de vardır ki, biz
onları da (dünyâda bol rızıklarla) faydalandıracağız. Sonra ise (âhirette) onları, bizden
elem verici bir azâb çarpacaktır.”
Muhammed
bin Ka'b (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Bu
âyet-i kerîmedeki selâmet ve berekâta, kıyâmete kadar, erkek ve kadın her
mü’min dâhildir. Dünyâda faydalanmak ve sonunda da âhırette azâba uğramaya da,
kıyâmete kadar gelecek bütün kâfirler dâhildir.”
Tûfan sona
erince gemide bulunanlar, emniyet ve selâmet içinde gemiden indiler.
Yeryüzünde, kendilerinden başka hiç bir canlı sağ kalmadı. Bu dehşetli ve
korkunç tûfanda onlar, îmânlarının bereketiyle hiç bir sıkıntı ve elem
görmediler. Nitekim Tefsîr-i Kurtubi'de, Hazret-i Hüseyn’in (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte meâlen buyruldu ki: “Ümmetim gemiye
bindiklerinde, besmele çekerek; “Bismillâhi mecrâhâ ve mürsâha...” (Hûd sûresi:
41) ve; “Vemâ
kaderullâhe hakka kadrihî...” (Zümer sûresi: 67) âyet-i
kerîmelerini okurlarsa, boğulmaktan emîn olurlar.”
Dağlar
gibi dalgaların meydana geldiği o korkunç su deryâsı, Allahü teâlânın emri ile yine çok kısa bir zamanda
kuruyup, yeryüzü yaşamaya müsâit hâle geldi. Tûfandan evvel 40 veya 90 sene
süren kıtlık müddetince, müşriklerin çocukları da olmamıştı. Yâni tûfanda,
yeryüzünde hep, akıl-baliğ olan kimseler vardı. Bunlardan mü’min olanlar
kurtulup, kâfirler ise, tamâmen helâk oldu. Yâni tûfanda müşriklerin çocukları
olmadığından günahsız kimseler helâk olmamıştır.
Tûfanın her tarafı kapladığı veya belli bir bölgeye mahsûs olduğu husûsunda, bir kısım âlimler ihtilâfa düşmüşlerdir. Kaynak eserlerde, âlimlerin ekserisinin bildirdiklerine göre tûfan belli bir mevziye (bölgeye) değil, yeryüzünün her tarafına şâmil olmuş; yâni bütün yeryüzünü kaplamıştır.
Zâten kelime mânâsı olarak tûfan; yağmurun ve suyun çok fazla olup, her nesneyi örtmesi, kaplaması demektir. Tûfanda su her tarafı kaplamış en yüksek dağlar bile suyun seviyesinden yüzlerce metre aşağıda kalmıştır.
Nûh (aleyhisselâm) ve beraberindekiler, Muharrem ayının onuncu (Aşûrâ) gününde gemiden indiler. Tûfandan sağ selâmet kurtulmalarına, karaya inmelerine şükür olarak, o gün, oruç tuttular. Azıklarından ellerinde kalanları topladılar. Hazret-i Nûh, buğday, mercimek, nohut gibi hububattan tatlı pişirdi. Bu tatlıya aşûrâ tatlısı demek âdet olmuştur.
Nûh (aleyhisselâm) o gün aşûrâ tatlısı pişirdiği için müslümanların, Muharrem ayının onuncu (Aşûrâ) gününde aşûrâ pişirmesi ibâdet olmaz. Muhammed aleyhisselâm ve Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) böyle yapmadı. Aşûrâ günü, aşûrâ pişirmeyi ibâdet sanmak bid’attir, günahtır. Muhammed aleyhisselâmın yaptığı veya emrettiği şeyleri yapmak ibâdet olur. Din kitaplarının yazmadığı, Ehl-i sünnet âlimlerinin (rahmetullahi aleyhim) bildirmediği şeyleri yapmak, bunları ibâdet sanmak sevâb olmaz, günah olur. O gün, herhangi bir tatlı yapmak, tanıdıklara ziyâfet, fakirlere sadaka vermek sünnettir, ibâdettir.
Nûh'un (aleyhisselâm) gemisinin, üzerinde durarak karar kıldığı, Irak'taki Cûdî Dağı hakkında değişik rivâyetler de bildirilmiştir.
Nûh (aleyhisselâm) bin yaşında vefât etti. Kavmine dâveti, yâni peygamberliği 950 sene sürdü. Kabr-i şerîfinin nerede olduğu ve tûfandan sonra yaşayıp yaşamadığı, yaşadıysa ne kadar yaşadığı hakkında muhtelif rivâyetler vardır.
Mir’ât-ı
Kâinat kitabında diyor ki: Gemideki seksen kişi dışarı çıkınca bir kasaba
kurup, Medînet’üs-Semânîn
(Seksenler şehri) ismini verdiler. İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü
anh) rivâyet olunmuştur ki, bu seksen kişinin her biri kendi için birer
ev yapıp, kasabanın adını Sûk-i Semânin (Seksenler çarşısı) koydular. Sonra
çoğalınca, Bâbil diyârına varıp, orada da şehir kurdular. Nüfusları zamanla
artıp yüzbini buldu. Hepsi müslüman idiler.
Nûh'un (aleyhisselâm) evlâdı zamanla daha da çoğalarak yer
yüzünün her tarafına dağıldı. Diğer insanlar bunlardan çoğaldı. Bunun için
Hazret-i Nûh'a Ebü'l-beşer-i
sânî (insanoğlunun
ikinci babası) ve Âdem-i sânî (ikinci Âdem (aleyhisselâm)) de denilmiştir. Nûh'un (aleyhisselâm) üç evlâdı vardı:
Sâm,
Hazret-i Nûh'un büyük oğlu olup, akıl ve fazîlette, sâlih bir zât olmakla
kardeşlerinden üstündü. Yüksek babasındaki nûrlardan, gizli mârifetlerden pek
çok istifâde etmiş, çok şeylere kavuşmuş idi. Babasından sonra bütün
müslümanlara halîfe oldu. Hazret-i Nûh'un hayırlı duâlarına çok mazhar olmuştu.
Bu fazîleti sebebiyle, bir çok peygamberden başka üstünlük ve şeref sâhibi pek
çok kimse onun temiz neslinden gelmiştir.
“Mir’ât-ı
Kâinat” kitabında bildirildiğine göre Sâm'ın (rahmetullahi
aleyh) Hazret-i Nûh'dan sonra peygamber olduğu da söylenmiştir. Keldânîler,
Âsûrîler, Süryanîler, Finikeliler, İbranîler ve Arablar onun soyundandır.
Rivayet
edilir ki, Hazret-i Nûh'un vefâtı yaklaştığında, oğlu Sâm'ı yanına çağırıp
şöyle söyledi: “Oğlum, sana iki şeyi tavsiye ediyor, iki şeyden de men
ediyorum. Sana yasak ettiğim iki şey; Allahü teâlâya
şirk koşmak ve kibirdir. Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennet’e
giremez.
Sana
tavsiye edeceğim iki şey de şudur ki, bunlar; Allahü
teâlâya yönelmeyi arttırır. Bunlardan birisi, La ilâhe illallah
diğeri ise Sübhânallahtır. Çünkü Sübhânallah, mahlûkâtın duâsıdır. Onlar bununla
rızıklanırlar.
“Mektûbât-ı
İmâm-ı Rabbânî”deki bir hadîs-i şerîfte
meâlen buyruldu ki: “Yerleri ve gökleri terâzinin bir kefesine, kelime-i tevhidi
(La ilâhe illallah) ikinci kefesine koysalar, bu kelimenin bulunduğu kefe
elbette ağır gelir.”
Hâm,
Hazret-i Nûh'un diğer oğlu olup, Hindistan, Habeş ve Afrika halkı soy
îtibâriyle buna bağlıdır.
Yâfes de
Hazret-i Nûh'un oğullarındandır. Çin, Rus, Slav ve Türkler bunun soyundandır. Yâfes
beşyüz yaşında iken suda boğuldu. Binlerce torunu (neslinden gelenler) Asya'nın
ortalarında yerleşti. Doğu Asya'ya ve o zaman mevcût olan kara yolları ile,
okyanus adalarına yayıldılar. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, Nûh'un (aleyhisselâm) dînini ve nasîhatlerini unutarak,
yıldızlara, güneşe, heykellere tapınmaya başladılar.
Ankebût
sûresinin 14 ve 15.
âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Biz Nûh'u, onları îmâna dâvet etsin diye kavmine peygamber
olarak gönderdik. O, kavminin arasında dokuzyüzelli sene kaldı. Nihâyet
dâvetinin tesiri olmayınca, onlar zulümde devam edip dururlarken, kendilerini tûfan
yakalayıverdi.
Nûh'a ve sefînede onunla
beraber olan mü’minlere tûfandan kurtuluş verdik ve onu (gemiyi veya tûfan hâdisesini) âlemlere ibret
kıldık (ki sonra gelenler ibret alsınlar).”
Fahrüddîn-i
Râzî (rahmetullahi aleyh) bu âyet-i kerîmelerin
tefsîrinde, Nûh aleyhisselâmın ümmeti arasında
dokuzyüzelli sene kaldığının bildirilmesindeki hikmet ve faydayı şöyle
anlatıyor: Kureyş kâfirlerinin İslâma girmemesi ve müşriklikte ısrâr etmeleri
sebebiyle Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) üzülüyordu. Bu sebeple Allahü teâlâ sevgili habîbini teselli buyurarak,
Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi arasında 950 sene
kaldığını, onları hak dîne dâvet ettiği hâlde, pek az kimsenin ona inandığını,
buna rağmen onun sabrettiğini bildirdi. Muhammed
aleyhisselâmın ise, Hazret-i Nûh'a göre kavmi
arasında daha az kaldığını; îmân edenlerin ise daha çok olduğunu, bu bakımdan
O'nun sabretmeye daha lâyık olduğunu bildirerek teselli buyurdu.
Yine bu
âyet-i kerîmede; “...onlar zulme devam edip dururlarken kendilerini tûfan yakalayıverdi”
buyurdu Burada bir incelik vardır. Allahü teâlâ
sâdece zulümden dolayı azâb etmez. Böyle olsa idi, zulmedip sonra tevbe edene
de azâb ederdi. Fakat durum böyle değildir. Allahü
teâlâ, ancak, zulme ısrâr edildiği zaman azâb eder. Nitekim, Allahü teâlâ, onları, zulme devam ettikleri için
helâk etti. Yoksa zulmü terk etselerdi, Allahü teâlâ
onları helâk etmezdi.
Yûnus
sûresinin 73. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Onlar Nûh'u yalanlamakta ısrâr ettiler. Biz
de Nûh'a ve gemide onunla birlikte bulunan kimselere, selâmet, kurtuluş verdik
ve onları yeryüzünde halîfeler kıldık. (Onları suların içinde
boğulup gidenlerin yerlerine kâim eyledik.) Bizim âyetlerimizi yalanlayanları da tûfanla gark ettik. (Suda
boğduk. Şu hâlde ey Habîbim!) Bir bak ki, kendilerine gönderdiğimiz peygamberler, Allahü teâlânın azâbıyla korkuttuğu hâlde, îmân etmeyenlerin hâli nice
oldu.” İnanmayanlar korku ve dehşet veren azâb dalgaları içinde
mahv-ü perişân olup gittiler. İşte bu, târihî bir hakîkattir. Bütün inkârcı
kimseler, bu gibi âkıbetleri düşünüp de ibret almalı, uyanmalıdır.
Kur’an-ı
kerîmin bu beyânatı Peygamber efendimize
(sallallahü aleyhi ve sellem) bir teselli ve inkârcılar
için de küfürden sakındırma ve bir tehdittir.
Allahü teâlâ,
Nûh (aleyhisselâm) ile kavmi arasında cereyân
eden konuşmaları, beyân buyurduktan sonra, bu âyet-i kerîmede de netîceyi
bildirmiştir. Burada îmân sâhipleri için iki husûs vardır.
1- Allahü teâlâ onları kâfirlerden kurtardı.
2- Allahü teâlâ, tûfanda boğularak helâk olanların
yerine Hazret-i Nûh'u ve îmân eden mü’minleri bıraktı.
Yine
burada kâfirler için şu husûs vardır: Allahü teâlâ
onları tûfanda boğulmaları sûretiyle helâk etti.
İnansın,
inanmasın herhangi bir kimse bu kıssayı okuyup dinlediği zaman, kendi kendine
düşünür. Bu kıssa, inanmayanların; Nûh (aleyhisselâm)
kavmine gelen belâ gibi, kendilerine de gelmesinden korkmalarına ve îmân edip
iyi işlere yönelmelerine sebep olur. Mü’minlerin de, îmânlarında sebât
etmelerine, kötülüklerden sakınmalarına yol açar. Kötülükten sakındırmak ve
iyiliğe teşvik etmek için baş vurulan bu yol, yâni geçmiş ümmetlerin hâllerini
bildirmek daha tesirli olmaktadır.
Yine Yûnus
sûresinin 74. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Nûh'dan sonra kavimlere peygamberler
gönderdik. O peygamberler kavimlerine, peygamberliklerini isbât eden açık
mûcizeler getirdiler. Fakat, o kavimler evvelce yalanlamış oldukları şeylere,
yine, îmân eder olmadılar. İşte bunlar gibi haktan bâtıla koşan, haddi aşmış
olanların kalbleri üzerine böylece mühür basarız.”
“El-Besâir
li-münkir-it-tevessüli bi-ehl-il-mekâbir” kitabında, Nûh (aleyhisselâm) hakkında diyor ki: Nûh (aleyhisselâm) kavmi arasında, 950 sene kaldı.
İnsanları gece, gündüz; gizli ve âşikâre olarak hak dîne dâvet etti. Bu dâveti
sırasında, kavminden ezâ ve cefânın her türlüsünü gördü. Fakat, bütün bunlar
onu, hak dîne dâvet vazifesini yerine getirmekten alıkoymadı. Sonunda onların,
hakîkati kabûl etmelerinden ümidi kesilince; Kamer sûresinin 10. âyet-i
kerîmesinde bildirildiği gibi, Allahü teâlâya
duâ ederek; “(Yâ
Rabbî!) Ben (Kavmim
arasında)
mağlûb oldum. Artık sen onlardan benim intikâmımı al!” dedi. Nûh'un (aleyhisselâm) ağzından bu bir kaç kelime çıkmıştı.
Fakat tesiri çok oldu.
Allahü teâlâ,
âyet-i kerîmede, çok şükredici bir kul olarak medhettiği Hazret-i Nûh'un bu
sözünden sonra, katında kadri çok yüksek olan bu kulunun duâsı sebebiyle,
kuvvetli bir şekilde yağmur yağdırdı. Yine yer, Allahü
teâlânın emri ile, içinde bulunan suları dışarı attı. Bu sırada yer,
korkunç bir hâl aldı. Semâdan inen ve yerden fışkıran sular birbirine
kavuşunca, her yeri kaplayan bir tûfan meydana geldi. Böyle korkunç bir tûfanda,
Allahü teâlâ yeryüzündeki bütün kâfirleri
suda boğdu.
Gençleri
bile ihtiyârlatan bu korkunç tûfanda, Hazret-i Nûh ve ona îmân edenler dağ gibi
dalgaların üzerinde giden gemide rahat bir hâlde idiler. Hiç bir korku ve
üzüntüleri de yoktu. Onlara, tûfandan azıcık olsun bir serpinti bile gelmedi.
Çünkü Allahü teâlâ bu gemi hakkında,
Kamer sûresinin 14. âyet-i kerîmesinde; “Nezaretimiz, muhâfazamız altında, akıp gidiyor, hareket
ediyordu.” buyurdu. Hiç, Allahü teâlâ
tarafından korunan, O'nun muhâfazasında bulunan bir gemi ve içindekiler için
bir korku olabilir mi?
Allahü teâlâ
katında Hazret-i Nûh'un derecesi o kadar yüksek idi ki, onun gadaplanması ile: Allahü teâlâ, gökler, yer ve hava gadaba geldi.
Bu, öyle bir gadablanma idi ki, yeryüzünde değişikliğe uğraması icâbeden ne
kadar yer varsa değişikliğe uğrayıncaya ve yeryüzünde kâfirler kalmayıncaya
kadar dinmedi. Nûh'un (aleyhisselâm) yüksekliği,
üstünlüğü buradan da anlaşılmaktadır.
Kamer
sûresinin 9-16. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Mekke kâfirlerinden yâni Kureyş kavminden
evvel Nûh'un kavmi de kulumuz Nûh'u yalanladılar. Mecnûn dediler ve (çeşit
çeşit eziyetlerle) tebliğ vazifesine devam etmekten vaz geçirmek için
zorladılar. Hazret-i Nûh'a; kavminden daha evvel îmân etmiş olanların dışında
hiç kimse îmân etmeyecek. O hâlde sen, kavmin seni yalanladıkları için ve sana
ezâ verdikleri için mahzûn olma, kederlenme ki; onlardan intikâm alma vakti
gelmiştir diye vahyolundu.” (Hûd sûresi: 36) (O da bu vahiyden
sonra; "Yâ Rabbî!) Ben (kavmim arasında) mağlûb oldum. Artık sen onlardan benim
intikâmımı al! diye Rabbine duâ etti. Bunun üzerine biz de semânın kapılarını
açtık. (Kırk gün devamlı olarak şiddetli yağmur yağdırdık) Yeri de kaynaklar
hâlinde tamâmen fışkırttık da her iki su ezelde takdir edilmiş bir emir
üzerinde (takdir edilmiş olan, onların helâkleri vazifesini îfâ
husûsunda)
birleşiverdi. Biz Nûh'u ve ona tâbi olan mü’minleri yassı tahtalardan yapılmış
gemi ve geminin tahtalarını birbirine rapteden, (bağlayıp
yapıştıran)
mıhlar (çiviler) üzerinde götürdük. O gemi bizim nezâretimiz ve muhâfazamız
altında akıp gidiyor, hareket ediyordu. Biz bunu kendisine küfrân-ı nîmette
bulunulan Nûh'a bir mükâfât ve îmân etmeyip küfredenlere bir cezâ olarak
yaptık.” (Tefsîr-i Mazharî'de diyor ki: “Şüphesiz ki her peygamber,
ümmetine Allahü teâlânın bir nîmeti ve
rahmetidir.” Bu nîmetin şükrünü, îmân ederek yerine getirmeyenler, küfrân-ı
nîmette bulunanlar helâk olmuşlardır. Zirâ nâil olduğu nîmetin kıymetini
bilmeyenler, dâimâ felâkete mâruz kalmışlardır.”
“Hiç şüphe yok ki, biz
Nûh'un gemisini âleme ibret olarak, (uzun
müddet Cûdî Dağı üzerinde) terkettik. (Tefsîr-i Mazharî'de buyruluyor ki: “Nûh'un
(aleyhisselâm) gemisi, Cezîre'de Cûdî Dağı
üzerinde çok uzun zaman kaldı. Hattâ bu ümmetin önce gelenlerinin, gemiyi
gördükleri bildirilmiştir.) Bizim alâmet olarak terkimiz üzerine ibret alan ve bunun ne
gibi san’atlara muhtâç olduğunu düşünüp, ibret alanlar var mıdır?
(Tefsîr-i
Tibyanda diyor ki: “Denildi ki, bu hâdiseden evvel insanlar, sefînenin ne
olduğunu bilmezlerdi. Bundan sonra gemiyi görünce onu numûne edinip,
kendilerine gemiler yaptılar. Allahü teâlânın
izni ile denizlerde gemilerle yol aldılar.”) “O hâlde dikkatle tefekkür eyle ki, peygamberlerim,
kendilerini azâbla korkuttukları hâlde; îmâna gelmeyenlere benim azâbım nasıl
oldu?”
Hazret-i
Nûh, Allahü teâlânın korkusuyla çok
ağlayıp, gözyaşı döktüğü için Nûh denilmiştir. Niçin Nûh denildiğine dâir daha
değişik rivâyetler de bildirilmiştir. İmâm-ı Fahrüddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh) ise tefsîrinde, bir insana, ismi,
herhangi bir sıfatından dolayı verilmeyeceğini bildirmektedir.
Daha önce tafsilatıyla anlatıldığı üzere Nûh'a (aleyhisselâm) inanmayıp âhırette sonsuz azâba düçâr olan; dünyâda ise suda boğularak helâk edilen kavmin, bu duruma gelmesine sebep olan hâlleri, kısaca şöyledir. Her mü’minin bundan ibret alıp sakınması ve onların âkıbetine düşmekten korkup, titremesi lâzımdır.
1- Küfür: O kavimde, Nûh'a (aleyhisselâm) tâbi olanların dışındaki herkes îmânsız olup, Allahü teâlâya ve gönderdiği peygambere inanmıyordu. Onların kâfir oldukları, Kur’an-ı kerîmde zikrolunmaktadır. Nûh sûresinin 26 ve 27. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyuruldu ki: “Nûh dedi ki: “Ey (beni hidâyet ve doğru yolda gitmek yaratılışı ile terbiye edip, yetiştiren) Rabbim! Yeryüzünde hareket eden, gidip gelen hiç bir kâfiri bırakma. Eğer sen onları (içinde bulundukları hâl üzere) bırakırsan, kullarını dalâlete sürüklerler.” (Senin vahdâniyetini, bir olduğunu tasdik etmiş olan kullarını doğru yoldan ayırır, tevhidden küfre döndürmek isterler.)
2- Nûh'un (aleyhisselâm) kavminden olanlar, putlara tapıyorlar, başkalarını da putlara tapmaya teşvik ediyorlardı. Putlara tapmak, müşriklik olup, bu da küfrün bir çeşididir. Onların bu hâli Nûh sûresinin 23. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirildi. (Nûh'un (aleyhisselâm) kavminin ileri gelenleri, aşağı tabakadan kendilerine tâbi olanlara;) “İlâhlarınıza ibâdeti sakın terketmeyin. Husûsen, Vedd, süvâ, yegûs, ye’ûk ve nesr isimlerindeki putlarınızı, bunlara ibâdeti sakın ola ki terketmeyin dediler.”
3- Yine îmân edenlerden başka herkes zındık idi. Zındık, burada putlara tapan, âhırete, Allahü teâlânın Rab olduğuna inanmayan demektir.
4- Onlar âhıret gününü, öldükten sonra tekrar dirilmeyi, haşrı ve neşri inkâr ederlerdi. Hazret-i Nûh'un bildirdiği tevhid (Allahü teâlânın var ve bir olduğunu tasdik etmek) îtikâdına, dalâlet dediler. Kıyâmet günü ile korkutmasına ise apaçık bir sapıklık dediler. Onların bu sözleri, kıyâmet gününü yalanladıklarını göstermektedir. Halbuki, Allahü teâlânın bütün peygamberleri, başta, Allahü teâlâya ve âhıret gününe îmân etmeyi bildirmişlerdir. Ümmetlerinden ilk olarak bunu tasdik etmelerini istemişlerdir. Diğer peygamberler gibi Hazret-i Nûh da, kavmine bunu bildirmiş kavmi ise onu yalanlamıştır.
5- Onlar, Allahü teâlâ tarafından kendilerine peygamber olarak gönderilen Nûh'a (aleyhisselâm) tâbi olmayıp bunu kendileri için aşağılık saydılar. O yüce peygamberi, kendileri gibi alelâde bir insan olarak gördüler. Peygamber olarak gönderilen zâtın kendilerinden apayrı cinsten biri olması, meselâ bir melek olması lâzım geldiğini zannettiler. Nitekim Mü’minun sûresinin 24 ve 25. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Nûh'un kavminden kâfir olanların ileri gelenleri, (diğer insanlara) dediler ki: Bu Nûh ancak sizin gibi bir insandır. (Sizin gibi yiyor, içiyor, uyuyor. Böyle birisi nasıl, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir peygamber olabilir. Sizi tevhide dâvet etmekle) üzerinizde fazîletli ve size reis olmak istiyor. Maksadı budur. Eğer hakîkaten Allahü teâlâ kendisinden başkasına ibâdet olunmamasını veya bize peygamber göndermeyi dileseydi, meleklerden peygamberler gönderirdi. Biz bunun, tevhid, peygamberlik ve öldükten sonra tekrar dirilmeye âit olarak bizi dâvet ettiklerinin hiç birini atalarımızdan duymadık. Bu Nûh ancak deli bir kimsedir. Onun için böyle şeyler söylüyor. Bu sebeple bir zaman onu bekleyin, ona nezâret edin. Belki ayılır da böyle sözleri söylemeye devam etmez.”
Yine Mü’minun sûresinin 31-37. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyuruldu ki: “Nûh'a inanmadılar. Onları suda boğduk. Ondan sonra yarattığımız insanlara, içlerinden peygamber gönderdik ve Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek, O'ndan başkası yoktur. O'nun azâbından korkunuz! dedik. Dinlemeyenlerden, öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmayanlardan, dünyâ nîmetlerini bol bol vermiş olduğumuz birçoğu, diğerlerine; Bu peygamber, sizin gibi yiyip içiyor. Kendiniz gibi bir çok şeye muhtâç olan birine inanırsanız, aldanmış, ziyân etmiş olursunuz. Peygamber, size; ölüp, kemikleriniz çürüyüp, toz toprak olduktan sonra, tekrar dirilerek kabirden kalkacaksınız diyor. Hiç böyle şey olur mu? Ne varsa, ancak bu dünyâdadır. Cennet, Cehennem, hep buradadır. Bu dünyâ böyle gelmiş böyle gider. Öldükten,sonra, bir daha dirilmek yoktur dediler.”
Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadis-i kudsîde; “Allahü teâlâ buyurdu ki: Âdemoğlu yalanlamaması lâzım geldiği hâlde beni yalanladı. Şetmetmemesi lâzım geldiği hâlde beni şetmetti. Onun beni yalanlaması, benim kendisini ilk yarattığım gibi (tekrar) onu diriltemeyeceğimi söylemesidir. Onun beni şetmetmesi; Allah çocuk edindi demesidir. Halbuki ben ehad (var ve bir, eşi, ortağı olmayan) ve samedim (yani üstünlüğüm nihâyet derecesinde, sonsuz olup, mahlûkların hiç birisine muhtâç olmayan ebedî ve ezelî Mâlik ve Hâkimim), Doğmadım, doğurulmadım. Bana hiç kimse denk değildir.”
6- Onlar Nûh'a (aleyhisselâm) tâbi olmadıkları gibi bir de onu yalanladılar. Kur’an-ı kerîmde; Hac, Şuarâ, Sâd, Gâfir (Mü’min), Kâf ve Kamer sûrelerinde bu hâl bildirilmektedir. Meselâ Kamer sûresinin 9. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Mekke kâfirlerinden evvel kulumuz Nûh'u, kavmi tekzip edip, mecnûndur (delidir) demişlerdi. Hem de, çeşitli eziyetlerle, onu tebliğ vazifesinden zecr etmişlerdi.” (Yâni her türlü yolu deneyerek, onun, peygamberlik vazifesini tebliğ etmesine, yaymasına mâni olmuşlar, bu vazifesine mâni olmak için ellerinden ne geliyorsa yapmışlardı.)”
Âyet-i kerîmelerde, Mekkeli müşriklerden evvel; Nûh, Âd, Semûd, Lût kavimleri, Fir’avn, Eshâb-ı Ress ve Eshâb-ı Eyke gibi toplulukların da, kendilerine gönderilen peygamberleri tekzip ettikleri ve bu yalanlamalarının cezâsı olarak dünyâ ve âhırette helâk oldukları bildirilmektedir.
7- Kendilerine rahmet olarak gönderilen peygambere, Hazret-i Nûh'a âsî oldular, karşı geldiler. Nitekim Nûh sûresinin 21. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Nûh dedi ki: “Ey Rabbim! (Bu kadar uzun dâvet ve nasîhatime rağmen, kendilerine emrettiğim şeylerde) onlar bana âsî oldular...” buyrulmaktadır.
8- Nûh'un (aleyhisselâm) kavminden olup, îmân etmeyenler, Allahü teâlânın kendilerine ihsân ettiği nîmetlere şükretmiyorlar. O'ndan hayâ etmiyorlar ve azâbından korkmuyorlardı. Allahü teâlânın yüceliğine, rahmetinin genişliğine, azâbının çetinliğine hiç aldırış etmiyorlardı.
Nitekim Nûh sûresinin 19. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Nûh, kavmine şöyle dedi; Size ne oldu ki, Allahü teâlânın âzametine, büyüklüğüne îtikâd etmiyorsunuz, O'nun ihsânını ümîd etmiyorsunuz? O'nun azâbından ve O'na muhâlefet etmekten korkmuyorsunuz?”
9- Onların kadınları da, edeb ve hayâsını kaybetmiş çok ahlâksız bir hâl üzere idiler. Zînetlerini yabancı erkeklere gösterirlerdi. Giydikleri elbiseleri incilerle süsleyip, yol ortasında çalım satarak ve salınarak yürürlerdi. Bu ise haramdır. Nitekim Ahzâb sûresinin 33, âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Eski câhiliyye zamanındaki kadınlar gibi; kendinizi süsleyip sokakta salınarak yürümeyin...” Bâzı âlimler bu âyet-i kerîmede geçen; “Eski câhiliyye zamanı”ndan murâdın, Âdem (aleyhisselâm) ile Nûh (aleyhisselâm) arasındaki zaman olduğunu haber vermişlerdir.
10- Zinâ, bütün dinlerde haram kılınmış, en çirkin günahlardan olduğu hâlde onlar bu fiili işlerlerdi.
11- Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi, zevk ve lezzetlere düşkün olan reislerine uyarlar, onların peşinden giderlerdi. Hattâ bunu da kendileri için bir kıymet sayarlar, başkalarının sevgi ve muhabbetlerine bunları tercih ederlerdi. Mal ve evlâd sâhibi olup, hâlleriyle övünen, gururlanan reislerine uyarlardı. Nitekim, Nûh sûresinin 21. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Nûh şöyle dedi: Rabbim, onlar (kendilerine emrettiğim şeylerde) bana isyân ettiler, kavmimin fakirleri de şu kimselere tâbi oldular ki, onların mal ve evlâtları ancak âhırette hüsrânlarını arttırır. Onlar zenginler ve kavmin reisleridir.”
Şunu iyi bilmelidir ki, hep keyif ve lezzetlerini düşünen, zenginliği, makâm sâhibi olmasıyla gururlanıp şımaran kimselerle beraber olmak, onlarla düşüp kalkmak, insanın hem şahsına, hem de dînine çok zararlıdır. Çünkü onlarla beraber bulunanlar, zamanla onların huyunu ve ahlâkını kapar ve onlara benzemeye başlar. Onlar gibi, mala, mülke düşkünlüğü artar ve bu arzu kendini kaplar. Netîcede istedikleri şeylere kavuşabilmek için bir çok zahmet ve meşakkatlere katlanır. Bu arzularını mubâh ve meşrû yollardan elde edemezse, meşrû olmayan yollara saparak, haram ve mekruhlara dalar. Hattâ bâzan, arzu ve maksadına kavuşması, onu şımarıklık ve azgınlığa kadar götürür. Elde ettiklerini de güzel bir şekilde sarfetmez. Vakitleri de bunların meşgûliyet ve sıkıntıları ile ziyân olur.
Böyle bir kimse, çalışıp, gayret gösterdikten sonra bütün gücünü sarfettiği hâlde maksadına kavuşamazsa, ya dindarlık tarafı gâlip gelir; maksadına ulaşamadığı için sabredip gam ve kedere tahammül gösterir. Veya, dînine bağlılığında fitne ve bozukluk meydana gelir. Bu sefer de, Allahü teâlânın takdirine karşı gelmeye, kızmaya başlar ve felâkete sürüklenir.
Ebû Nu'aym, Avn bin Abdullah'ın (rahmetullahi aleyhim) şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:
“Bir ara zenginlerle beraber bulunmuştum. Onların arasında gam ve kederim pek fazla idi. Çünkü, onların, elbiselerine ve bineklerine bakar, benimkilerden daha iyi olduğunu görür bunun için üzülürdüm. Fakat, daha sonra fakirlerle beraber bulundum. Önceki gam ve kederli hâllerden kurtularak rahata kavuştum.”
Büyüklerden, buna benzer daha nice sözler nakledilmiş, lüzumsuz dünyâlığı toplamanın, hattâ bununla vakit geçirenlerle beraber olmanın, dert ve gamı satın almak olduğu bildirilmiştir.
İbn-i Hâcer-i Askâlânî'nin (rahmetullahi aleyh) El-Münebbihât kitabında bildirdiği ve İmâm-ı Tirmizî'nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Server-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “İki haslet vardır ki, kimde bunlar bulunursa, Allahü teâlâ onu şükredici ve sabredici olarak yazar. Kimde bu ikisi bulunmazsa, Allahü teâlâ onu şükredici ve sabredici olarak yazmaz. Bu iki haslet şudur: 1- Kişinin, dîni husûsunda kendisinden yukarıdakine bakıp ona uyması, 2- Dünyâsı husûsunda kendisinden aşağıdakine bakıp, Allahü teâlânın kendisine olan lütfunden dolayı hamdetmesidir. Allahü teâlâ böyle bir kulu şükredici ve sabredici olarak yazar. Bunun aksi, kişinin, dîni husûsunda kendisinden aşağıdakine, dünyâ husûsunda kendisinden yukarıdakine bakması ve kaçırdığı şeyden dolayı üzülmesidir. Böyle bir kimseyi, Allahü teâlâ şükredici ve sabredici olarak yazmaz.”
İmâm-ı Ahmed, Müslim, Tirmizî ve İbn-i Mâcenin (rahmetullahi aleyhim), Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “(Dünyâlık bakımından) sizden aşağıda olanlara bakınız, sizden yukarıda olanlara bakmayınız. Böyle yapmak, Allahü teâlânın size verdiği nîmetleri aşağı görmekten pek sakındırıcıdır.”
12- Mekr, hîle yapmak büyük günahtır. Allahü teâlâ, Nûh aleyhisselâmın kavmi için, Nûh sûresinin 22. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ve çok büyük bir mekr, hîle yaptılar” buyurdu.
Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) bu âyet-i kerîmenin meâli hakkında; “Dinde büyük bir mekr yaptılar” buyurmuştur.
Mekrin âkıbeti pek vahimdir. Mekrin hakîkati, başkasına zarar vermek için hîle yapmaktır. Fâtır sûresinin 43. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “...Çirkin fiil, kötü hîle, ancak sâhibinin (hileyi yapanın kendi) başına geçer.”
13- İnsanları aldatıp doğru yoldan saptırmak, onları Allahü teâlâya îmândan, O'na tâattan menetmek, onları, günahlara ve kötülüklere dâvet etmek, kötü kimselere tâbi olmak, onların peşinden gitmek, çok yanlış ve çirkin bir iştir. Hazret-i Nûh'un kavmi, bu yanlış hâlde bulunuyordu Nitekim, Nûh sûresinin 24. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Gerçekten bunlar çok kimseyi azdırıp yoldan çıkardılar” buyruldu. Âlimler, bu âyet-i kerîmenin; Nûh aleyhisselâmın kavmi içinde, insanları doğru yoldan saptırmaya çalışanların bulunduğunu, dalâlet ehline uymanın kötülüğünü ve diğer dinlerde de bunun yasaklanmış, nehyedilmiş olduğunu haber vermişlerdir.
İmâm-ı Ahmed ve Taberânî'nin (rahmetullahi aleyhima), Ebud-Derdâ'dan (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Ümmetim hakkında en korktuğum; reis, rehber durumunda olup da insanları doğru yoldan saptıranlardır.”
Buharî, Müslim, İmâm-ı Ahmed, Tirmizî ve İbn-i Mace'nin (rahmetullahi aleyhim) Abdullah bin Amr bin Âs'tan (radıyallahü anhümâ) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfinde buyuruldu ki: “Allahü teâlâ ilmi, insanlardan hemen çekip almaz. Âlimleri almak sûretiyle ilmi alır. Nihâyet âlim kalmayınca, insanlar, câhil kimseleri kendilerine baş, rehber, reis edinirler. Bunlara suâl sorulur. Onlar da ilimleri olmadığı hâlde fetvâ verirler. Böylece, hem kendileri dalâlete düşer, hem de başkalarını sapıtırlar.”
14- Nâsîhat dinlemekten yüz çevirmek. Bu hâl çok fenâdır. Nâsîhat dinleyerek ve nasîhatlere uyarak hâlini düzeltmek yerine, nasîhat dinlemekten yüz çevirip, ayrılmak akıl sâhiplerinin yapacağı şey değildir.
Nûh sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde meâlen, Hazret-i Nûh'un Allahü teâlâya şöyle münâcât ettiği bildirilmektedir: “Îmân etmeleri sebebiyle, onları mağfiret etmen için, her ne zaman kendilerini îmân etmeye dâvet ettimse, dâvetimi duymamak için parmaklarıyla kulaklarını kapadılar. (Dâvetimi duymak istemediklerinden başka, yüzümü dahî görmemek için) elbiselerini de başlarına örttüler. Küfür ve isyânlarında ısrâr edip, bana tâbi olmaktan istikbar ettiler. (Çok kibirlenip, tâbi olmaktan kaçındılar.)”
İşte nasîhat dinlemekten yüz çevirenlerin hâli, Nûh'un (aleyhisselâm) kavminin hâline benzemektedir. Halbuki, nasîhat dinlememek, insanı, kibre ve Allahü teâlâdan yüz çevirmeye götürür.
Şeyhayn, Ebû Vâkıd Leysî’den (rahmetullahi aleyhim) şöyle rivâyet etmiştir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâb-ı kirâm ile birlikte mescidde oturuyordu. Bu sırada mescide üç kişi girdi. Bunlardan ikisi Resûlullah’ın huzûrlarına kadar geldiler. Birisi halkada (sohbette bulunanlar arasında) bir boşluk bulup oturdu. Diğeri de geri tarafta bir yerde oturdu. Üçüncü ise geri dönüp gitti.
Resûlullah aleyhisselâm sözlerini bitirince buyurdu ki: “İsterseniz, bu üç kişinin hâlini size haber vereyim. (Halkada yer bulup oturan birinci kimse için) İçlerinden biri Allahü teâlâya sığındı. Allahü teâlâ da onu barındırdı. Diğeri utandı. (Halkaya oturmak için sıkışırsa, diğerlerine sıkıntı vermekten korktu ve geride oturdu.) Allahü teâlâ da ondan hayâ etti. Öteki de (geri dönüp giden üçüncü şahıs ise, bu meclisten) yüz çevirdi. Allahü teâlâ da ondan yüz çevirdi.”
15- Nâsîhat edenlere buğzetmek: Hazret-i Nûh, kavmine nasîhat ederken, onların, elbiseleriyle yüzlerini kapatmaları; nasîhat edenlere kızıp hakâret ettiklerini gösteriyor.
Hazret-i Ömer, buyurdu ki: “Nâsîhat edenleri sevmeyen, (onlara buğzeden) kimsede hayır yoktur.” Bunun sebebi de câhilliktir. Nitekim, âlimlerimiz; “Câhil, kendisine nasîhat edene düşman olur” buyurmuştur.
16- Mâsiyette, (günah işlemekte) ısrâr etmek de çok hatâlı bir davranıştır, hâldir.
Isrârın aslı; devam, sürat ve bu’d yâni uzaklıktır. Günah işlemekte ısrâr eden kimse, müptelâ olduğu günahı devamlı yapar. Bir defâ yapınca, diğer bir defâ daha yapmaya azmeder. Günahı tekrar işlemekte sürat gösterir, yâni beklemeden tekrar tekrar yapar. Hal böyle olunca, iyilik yapamaz olur. Bu sebeple hayırdan uzaklaşır. Böyle bir kimsenin yaptığı günahtan pişman olması, günahtan yüz çevirmesi lâzımdır. İstiğfar, günahtan ayrılmak, onu terketmektir. Hazret-i Nûh da kavmine, îmân etmelerini, işledikleri günahlarından dolayı istiğfâr etmelerini emretmiştir.
Nitekim Nûh sûresinin 10. âyet-i kerîmesinde, Hazret-i Nûh'un meâlen Allahü teâlâya; “(Yâ Rabbî! Ben onlara) dedim ki, küfürden tevbe edip, Rabbinizden mağfiretinizi isteyiniz. Zirâ O, şirk ve isyândan tevbe edeni, çok mağfiret edicidir.” dediği bildirilmektedir.
Fakat onlar, günahta tekrar tekrar ısrâr edip, istiğfârda bulunmadılar. Dâveti kabûl etmediler. Nûh sûresinin 6. âyetinde meâlen Hazret-i Nûh'un; “Benim dâvetim, ancak, onların îmân ve tâattan firarlarını, uzaklaşmalarını arttırdı” dediği bildirilmektedir.
İnsan, gaflete düşerek herhangi bir günah işlerse, bunun için derhal tevbe ve istiğfâr etmeli, âcizlik ve gevşeklik göstermemelidir. İşte Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi, günahlarına tevbe ve istiğfâr etmedikleri için tûfanda boğulup helâk oldular.
Hataya düşmekle, günah işlemekle, hemen belâ ve musîbet, ilâhî cezâ gelmez. Bu sırada kuldan istenen, tevbe ve istiğfâr etmesidir. İnsan, yaşadığı müddetçe tevbe kapısı açıktır. Günaha düşmekle, belâ ve musîbet gelmesi, günahta ısrâr sebebiyledir. Bazen belânın büyüklüğü, o günahta ısrâr etmek sebebiyle olur.
17- İstikbar (Kibirlenmek): Nûh sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde açıkça bildirildiği gibi, onlar çok kibirli kimselerdi. Kibirlendikleri, için îmândan mahrûm kaldılar. Kibirlenmeleri bu büyük nîmet ve şerefe kavuşmalarına mâni oldu. Şeytanın da ebedî mel’ûn olmasına sebep kibirlenmesidir. Bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennet’e giremez.” Ancak cezâsını çektikten sonra girer.
18- İyiliğe kötülükle mukâbele etmek: Nûh (aleyhisselâm) kavmine nasîhat eyledi. Kavmini, ibâdet edilecek O'ndan başkası bulunmayan Allahü teâlâya îmân ve yalnız O'na ibâdet etmeye dâvet etti. Onlara karşı pek şefkâtli davrandı. Çünkü onlara azâb gelmesinden korkuyordu. Buna rağmen, kavmi iyiliğe kötülükle karşılık verdi, üstelik ona yalancı ve deli dediler. Böylece Hazret-i Nûh'un ve ona îmân etmiş olanların fazîlet ve üstünlüklerini inkâr ettiler. Bununla da kalmayıp taşkınlıkta bulundular. Hakâret ve alay ederek, aşağıladılar hattâ olmadık işkenceyi revâ görüp, acımasızca dövdüler.
Ubeyd bin Umeyr (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Kavmi, Nûh'u (aleyhisselâm) bayılıncaya kadar döverdi. O ise kendine geldiği zaman; “Allah'ım kavmimi hidâyete erdir. Çünkü onlar bilmiyorlar” derdi.”
Peygamberlerin ahlâk ve merhametlerinin ne kadar yüksek olduğu buradan açıkça anlaşılmaktadır. Hazret-i Nûh ve diğer peygamberler, kavimlerinin işkencelerine, eziyet ve cefâlarına sabır ve tahammül ettikleri gibi, onlara şefkât gösteriyorlar, affedilmeleri için duâ ediyorlardı. Allahü teâlânın evliyâsının, sevdiği kullarının ahlâkı da bu şekildedir.
Nitekim evliyâdan Behlül Dânâ diye meşhûr olan Ebû Vüheyb bin Ömer Sayrafî’yi çocuklar taşa tutarlardı. Hattâ atılan taşlarla vücûdundan kanlar akardı da buna karşılık o şöyle derdi: “Bana Allahü teâlâ kâfidir. Ben O'na tevekkül ettim. Bütün mahlûkât O'nun kudretindedir.
Yâ Rabbî! Onlardan gelen bu taşlardan beni muhâfaza eyle. Ben onlara şefkât ve merhametten başka bir şey yapamam.”
Allahü teâlânın evliyâsına, sevgili kullarına, hakârette, ezâ ve cefâda çok ileri gidilince, bu hâl Allahü teâlânın gadabına sebep olur ve ezâ edenler Allahü teâlânın azâbına uğrayabilir. İşte, Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi, Hazret-i Nûh'u ve ona îmân edenleri, aşağılamaya ve kötülük etmeye devam edince, Allahü teâlâ onları helâk etti. Hattâ, Hazret-i Nûh'u onlara şefkât etmekten, onlara gelecek azâbın def’i için duâ etmekten bile men etti.
19- Azgınlık ve taşkınlık: Büyüklere karşı hayâsızca davranmak, kötülük yapmaya yeltenmek ve saygısızlık etmek, küçük çocukları onlara kötülük yapmak için göndermek de Nûh'un (aleyhisselâm) kavminin azgın ve taşkın hâllerinden idi. Nitekim, yukarıda geçen, bir ihtiyârın oğluyla birlikte Hazret-i Nûh'a gelerek, oğlunu ona tâbi olmaktan men etmesi dolayısıyla, oğlunun âsâyı alarak Hazret-i Nûh'un mübârek başına vurma hâdisesi buna açık misâldir.
Nûh (aleyhisselâm) zamanında, nesil değiştikçe, kavmin bedbahtlığı da artmıştır. Yaşlıların çocuklara, kötü örnek olup, daha küçüklüklerinden îtibâren, Nûh'a (aleyhisselâm) inanmamaları husûsunda tembihte bulunmaları şartlanmalarına sebep olmuştur. Böylece bu kötü hâl onlarda asırlar boyu devam etti. Her gelen nesil, kendilerinden önceki neslin kötü işlerini ve âdetlerini kendilerine örnek aldılar. Böylece, aralarında büyüğe hürmet ve küçüğe merhamet de kalmadı. Bu hâl ise, akıllı kimselerin ahlâkından değildir.
Nitekim İmâm-ı Ahmed ve Hâkim’in (rahmetullahi aleyhima) Ubâde bin Samit'den (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Büyüğümüze hürmet, küçüğümüze merhamet etmeyen bizden değildir.”
20- Allahü teâlânın bâzı kullarına, ilim, hikmet ve benzerlerini vererek onları kıymetli kılmasını kabûl etmemek de, o kavmin kötü ahlâkından idi.
Halbuki, Allahü teâlâ Bakara sûresinin 269. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Hak teâlâ dilediği kimseye hikmet verir. (Faydalı ilim ihsân eder ve bu ilmin icâbı ile amel ettirir. Bu sebeple onu rızâsına erdirir.) Her kime ki hikmet verilmişse, şüphesiz ona çok hayır verilmiştir. (Kâmil akıl sâhiplerinin dışındaki kimseler bu âyetlerdeki nasîhatlerden ibret almazlar.) Ancak akl-ı kâmil sâhipleri tezekkür ve tefekkür ederler” buyurmaktadır.
Ama, Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi, onun nasîhatlerinden hiç ibret almazlardı. Onu ve ona tâbi olanları da kendileri gibi birer insan olarak görürlerdi. Daha da ileri gidip Hazret-i Nûh'a îmân eden mü’minler için; “Kavmimizin en aşağı, rezil kimseleri” dediler. Onların böyle düşünmelerinin ve söylemelerinin pek yanlış olduğu âşikârdır. Peygamberlerinin haber verdiği şeyleri yalanlayan bütün ümmetler bu hatâya düşmüşlerdir. Onlar, insan olmak bakımından eşit bulunmayı, içlerinden bâzı kullara ilim, hikmet gibi fazîletlerin verilmesine mâni olarak gördüler. Yine onlar, böyle fazîletlerin, makâm, mevki, zenginlik, soy, akrabâlarının çokluğu gibi sebeplerle, kendilerinde bulunması icâbettiğini zannettiler. Halbuki, kendilerine peygamber olarak gönderilen zâtlar, içlerinden en güzel soydan, en asîl âileden gelirdi. Buna rağmen inâdla direnirler ve hakîkati kabûl etmezlerdi.
21- Görünüşe bakıp, ona göre hüküm vermek: Onlar, bir kimseye ilim, hikmet gibi fazîletlerin yanında peygamberlik nîmetinin verilmesi için kendilerince şartlar koşarlardı. Bu şartlar; iyi bir maddî kazanca, herkes tarafından tutulan bir san’ata, şatafatlı bir görünüşe sâhip veya melek olmaktı. Bu ise pek basit ve yanlış bir düşüncedir. Kişilerin meslek ve san’atlarının, doğru yolda bulunup bulunmamaları ile hiç alakası yoktur. Hem san’at ve teknikte ileri seviyede bulunmak doğru ve hak yolda bulunmak demek değildir. Hal böyle olunca bu şekilde düşünmelerinin bir kıymet ve ehemmiyeti yoktur. Nitekim, san’at ve teknikte ileride olan pek çok millet ve insanlar hak din üzere değildirler. Üstelik onlarda, insanlığın, şefkât ve merhametin zerresi bile bulunmamaktadır.
Allahü teâlâ, bu dünyâda, mü’min, kâfir ayırt etmeden her çalışana karşılığını verir. Nitekim, İsrâ sûresinin 18. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Görüşleri ve akılları, bu dünyâ çerçevesine sıkışmış olanlar âhıreti bırakarak, dünyânın çabuk geçici zevklerinin arkasında koşuyor. Gece-gündüz düşündükleri ve sıkıntılara katlanarak özledikleri bu nîmetlerden dilediğimizi, istediklerimize kolaylıkla ve bol bol veririz. Fakat, bunlara böylece iyilik etmiyoruz. Cehennem azâbını hazırlıyoruz. Bunlar âhırette rahmetten uzaklaştırılıp, kötü bir hâlde, Cehennem’e sürükleneceklerdir. Her biri çabuk biten ve arkasından sıkıntılar ve felâketler bırakan bu dünyâ lezzetlerine bağlanmayıp da, vâd ettiğim sonsuz ve hakîkî ve hiç değişmeyen âhıret nîmetlerini isteyerek, gösterdiğim ve beğendiğim iyilikleri yapanlara gelince; bunlar, Kur’an-ı kerîmde bildirdiğim yolda yürüdükleri için, bütün iyiliklerini beğeniriz. Dünyâda, hem dünyânın âşıklarına, hem de sözlerine inanıp emirlerimi yapanlara istediklerini veririz. Kimseyi umduğundan mahrûm bırakmayız. Nimetlerimizi hepsine serperiz. Senin Rabbinin nîmetlerinin yetişmediği kimse yoktur.”
Müslümanlık çalışmayı emreder. Tembellikten men eder. Müslümanlar, İslâmiyetin emirlerine uydukları zamanlarda pek ileri gitmişler, hattâ Avrupalı talebeler, müslümanların medreselerine gelip, tahsil görmüşlerdir. Müslümanlar, İslâmiyete uymakta gevşek davrandıkları anda ise gerilemeye başlamışlardır. Târih bunun en açık vesîkasıdır.
22- Fazîlet sâhiplerinin fazîletini inkâr etmek: Nûh'un (aleyhisselâm) kavminden olanlar, Hazret-i Nûh'un ve ona îmân edenlerin fazîletlerini, üstünlüklerini inkâr ettiler. Nitekim Hûd sûresinin 27. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Nûh'un kavminden kâfir olanların reisleri, ileri gelenleri ona dediler ki; Biz seni ancak bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Böyle olunca senin, üzerimizde ne üstünlüğün ve ne meziyetin var ki, peygamberlik vazifesi ve kendisine tâbi olunması icâbettiği gibi bir husûsiyet sana has kılınmış olsun ve biz sana uymuş, îmân etmiş olanların da en alçak ve en aşağılarımız olduklarını görüyoruz. Senin ve sana tâbi olanların, bizim üzerimize bir fazîletiniz, üstünlüğünüz olduğunu görmüyoruz ki sen peygamber olmaya ehil ve kendisine tâbi olunmaya lâyık ve müstehak olasın. Bilakis biz, seni, peygamberlik dâvâsında, sana tâbi olanları da senin sadık olduğunu bilmeleri husûsunda hepinizi yalancılardan zannediyoruz.”
Hatib-i Bağdâdî, ”Târih-i Bağdat” kitabında, Enes'den (radıyallahü anh) İbn-i Asâkir de “Târih-i Dımeşk” kitabında Âişe'den (radıyallahü anhâ) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte; “Fazîlet ehlinin, fazîletini, üstünlüğünü ancak fazîlet ehli bilir” buyrulmuştur.
23- Kibir sebebiyle, fakirlerle beraber olmaktan sıkılmak: Böyle kimseleri meclislerinden, toplantı yerlerinden kovmak, kovulmalarını istemek de onların kötü ahlâklarından idi. Nitekim, onlar, Hazret-i Nûh'a ilk önce îmân etmiş olan fakir mü’minleri yanından kovmasını istemişlerdi. Îmân etmek husûsunda, onlarla beraber olmayı kendilerine yakıştıramamışlar ve; “Etrâfındaki fakir, aşağı kimseleri kov, biz de sana îmân edelim” demişlerdi. Hûd sûresinin 28. âyet-i kerîmesinde meâlen bildirildiğine göre Hazret-i Nûh da onlara; “... Sizin talebinizle ben, mü’minleri yanımdan kovacak, tard edecek değilim. Zirâ onlar, kıyâmet günü Rablerine kavuşup mükâfâtlarını alacaklar. Böyle olunca, Allahü teâlâ onlara mükâfât verdiği gibi, onlara zulmedenlere ve onları tardedenlere yâni kovanlara da elbette cezâlarını verir...” diye cevap vermiştir.
Yine Hûd sûresinin 29. âyet-i kerîmesinde Hazret-i Nûh'un kavmine meâlen şöyle dediği bildirilmektedir: “Ey kavmim! Îmân edip bana tâbi olan mü’minler bu durumda iken ben, sizin arzunuza uyarak, onları yanımdan tardetsem, kovsam, o takdirde Allahü teâlânın azâbından beni kim kurtarır. Benim onları kovmamı, yanımdan uzaklaştırmamı istemekliğinizin doğru olmadığını düşünmez, tefekkür etmez misiniz?”
Kureyş müşrikleri de Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) aynı teklifte bulunmuşlardı da bunun üzerine En'am sûresinin 52. âyet-i kerîmesi nâzil olmuştu.
Rivayete göre, müşriklerden birkaçı Resûlullah efendimizin yanına gelmişlerdi. O sırada Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Bilâl-i Habeşî, Ammâr bin Yâser, Habbâb bin Eret ve Mikdâd bin Esved (radıyallahü anhüm) gibi, Eshâb-ı kirâmın fakirlerinden otuz kadar mü’min ile oturup sohbet ediyordu. Müşrikler, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, onların yanında görüşmekten çekindiler. Onları yanından kovmasını istediler. O da, kovamayacağını söyledi. Bu sefer müşrikler; “Hiç olmazsa görüşürken yanımızda bulunmasınlar. Bizim için bir yer tâyin edin de geldiğimizde orada görüşelim. Biz geldiğimizde, onlar sizin yanınızda bulunmasınlar. Bir bahâne ile, sonra tekrar gelmek üzere çıksınlar. Biz onlarla birlikte görülmekten utanırız” dediler.
Peygamber efendimiz, belki bu beraberlikte müslüman olurlar ümidiyle bunu kabûl etti. Onlar ise; “Bunun için konuştuğumuz şekilde bize bir ahidname yaz" dediler. Peygamber efendimiz bunu yazdırmak için Hazret-i Ali'yi çağırdı. O sırada En'am sûresinin 52 ve 53. âyet-i kerîmeleri nâzil oldu. Allahü teâlâ sevgili Habîbine hitâben; “Sırf Rablerinin rızâsını isteyerek, sabah-akşam (yani devamlı olarak) ihlâs ile Allahü teâlâya duâ edenleri, (O'nu zikreden fakir müslümanları) yanından kovma.” buyurdu.
Kibir sebebiyle fakirlerle oturmayı, onlarla beraber bulunmayı istememek, kendileriyle birlikte oturmaktan kaçınmak, helâk olan kavimlerin ahlâkındandır. Fakirlerle oturmak, onlarla beraber bulunmak, onlara tevâzû göstermek ise peygamberlerin aleyhimüsselâm güzel huylarındandır.
24- Nûh'un (aleyhisselâm) kavminden daha zâlim ve daha taşkın bir kavim gelmemiştir. Nitekim, Necm sûresinin 52. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Onlardan (Âd ve Semûd kavimlerinden) önce de Nûh'un kavmi (ni suda boğulmakla helâk ettik. Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi) zulüm ve taşkınlıkta, (Âd ve Semûd kavimlerinden) daha şiddetli idiler” buyuruldu.
Onların çok zâlim ve taşkın olmaları; insanlık târihinde zulüm ve taşkınlığa ilk başlayan kimseler olmaları ve 950 sene gibi çok uzun bir müddet kendilerini îmâna dâvet eden Hazret-i Nûh'a, îmân etmeyip ona ezâ ve cefâya başlamaları sebebiyledir.
Ken’ân (Yâm) bin Nûh da, Âdem'in (aleyhisselâm) evlâdı arasındaki münâfıklardan yanî îmân etmiş görünüp, kalben kâfir olanlarından idi. Hûd sûresinin 42. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre, Nûh (aleyhisselâm) ayrı bir yerde bulunan oğlu Ken’ân'ı gemiye binmeye dâvet etti ise de o kabûl etmedi. Tefsîr âlimleri, Ken’ân için âyet-i kerîmede geçen; “...ayrı bir yerde idi” sözünü; “Babasının gemisinden yâhut babasının dîninden ayrı idi” diye tefsîr etmişlerdir. Yine âyet-i kerîmede, onun sâlih olmayan bir amel işlediği ve bu amelin helâkine sebep olduğu bildirilmiştir.
O hâlde akıl sâhibi herkesin, onun yaptığı işlerden sakınıp; şirk, küfür ve münâfıklıktan ziyâdesiyle uzak durması lâzımdır. Yam'ın helâkine sebep olan diğer hâllerden bâzıları şunlardır:
1- Ken’ân bin Nûh'un helâkine sebep olan husûslardan bir tanesi de, din ve hak olan îtikâd husûsunda, ülül'azm peygamber olan bir babaya muhâlefet etmektir. Buradan baba ve hocanın akl-ı selîm sâhibi olup, hak üzere doğruluğu sâbit ve temiz îtikâtlı olduğu bilinirse, onlara muhâlefet etmenin felâkete sürüklenmek olduğu anlaşılıyor.
Hâkim ve İmâm-ı Şafiî’nin (rahmetullahi aleyhima), Enes'den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Kişinin babasına benzemesi saâdetindendir.” Burada babaya benzemekten murâd; hayır, güzel ahlâk ve hakkı talep husûsundadır. Babaya, bunlardan başka husûslarda benzemeye gelince, bu hâl kişinin, şekâvetinden ve kötülüğündendir. Çünkü, baba ve dedelere dalâlet husûsunda benzemek, yâni baba ve dedelerin bâtıl ve sapık olan yollarını tâkip etmek, Kur’an-ı kerîmde zemmedilmiş yâni kötülenmiştir.
2- Ken’ân'ın annesi olan Vâile, îmânsız bir kadın idi. Önceden îmân ettiği hâlde, sonra îmândan ayrılmıştı. O da, Hazret-i Nûh'a mecnûn, deli diyordu. Çocuğun tabîatında anne ve babaya meyil vardır. Anne ile babanın hâlleri birbirine zıt olunca, çocuğun tabîatı de onlardan birisine meyleder. Ken’ân'ın tabîatı de îmânsız ve mürted olan annesine çekmişti. Fakat, bu hâlini belli etmeyerek babasına itâat eder görünüyordu. Son anda bu ayrılık ve itâatsizliğini gizleyemedi.
3- Ken’ân'ın kötü ahlâkından biri de babaya sevgiyi muhâfaza etmemesidir. O, babasına olan sevgiden ayrıldı. Böyle olmasaydı, babası gemiye binmesini isteyince, helâk olacağını bilmese bile, tereddüt etmeden hemen binmesi lâzım gelirdi. “Dağa sığınırım. O beni korur” demezdi. Çünkü Allah için seven, sevdiği için canını fedâ eder. Çekinmez ve ayrılmaya râzı olmaz.
4- Kendi görüşünde sâbit olup, başkasının söylediklerini, doğru olduğu hâlde kabûl etmemek: Şahsî görüşünü, doğru olana tercih etmek. Böyle yapmak akıl sâhiplerinin işi değildir. Kim böyle yaparsa muvaffak olamaz.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri “İhyâ” kitabında edeb-ül-müteallim bahsinde buyuruyor ki: “İlim ve edebi çok olan, talebeyi yetiştirip, onun doğru yolda ilerlemesine vesîle olan zât, talebesine hangi yolu gösterirse, talebe kendi görüşünü bırakıp hocasınınkine uymalıdır. Çünkü hocasının hatâlı olan görüşü, talebenin doğru görüşünden, ona daha faydalıdır.”
5- Kendi tedbirini Allahü teâlânın tedbir olarak gösterdiği sebebe ve; kendi tercihini Allahü teâlânın ve Resûlünün ihtiyârına tercih etmek: Nûh (aleyhisselâm) Ken’ân'a; “Bizimle beraber gemiye sen de bin!” demişti. Yâni Allahü teâlânın ve kendisinin, tûfandan kurtulabilmek için tedbir olarak gösterdikleri şeyi bildirdi. Gemiye binmesini söyledi. O ise; “Ben dağa sığınırım, o beni korur” diyerek kendi tedbirini tercih etti. Netîcede helâk oldu.
6- Şiddet, sıkıntı ve meşakkat zamanlarında Allahü teâlâdan başkasına sığınmak: Ken’ân, dağın kendisini koruyacağını zannetti. Allahü teâlâdan başkasına güvendi. Babasının; “Bugün Allahü teâlânın azâbından koruyucu yoktur” sözü de ona fayda vermedi.
Bütün bunlardan anlaşılan şudur; Mü’minlerin çocuklarını, çok iyi terbiye etmeleri ve itâatkar birer evlâd olarak yetiştirmeleri gerekir. Böyle yetiştirildiği hâlde, evlâd büyüdükten sonra, istenildiği gibi hareket etmez, bâtıl ve bozuk yollara düşerse, anne ve babası mes’ûliyetten kurtulmuş olur.
1-
Hazret-i Nûh'a kavminden bir kısım kimseler gelip köylerindeki büyük taşların
toprak olmasını teklif etmişlerdi. Hazret-i Nûh bunun için duâ edince, cenâb-ı Hak, Cebrâil'i
(aleyhisselâm) gönderip; “Eliyle taşlara işâret
etsin” buyurdu. Hazret-i Nûh eliyle taşlara işâret edince bütün taşlar, istisnâsız
toprak kesildi. Onun bu mûcizesi ile oniki kişi îmâna geldi.
2-
Hazret-i, Nûh, Allahü teâlânın izni ile,
çok uzak olan, gözlerin göremeyeceği şeyleri görerek, haber verirdi. Bu
mûcizesine sebep şu idi: Bir defâsında, çocuklarını kaybeden iki kimse gelerek;
“Hak peygamber isen çocuklarımızın nerede olduklarını haber ver, biz de îmân
edelim” dediler. Cenâb-ı Hak, Cebrâil'i (aleyhisselâm)
gönderip, ona, uzak yerdeki şeyleri görecek göz verdiğini bildirdi. Hazret-i
Nûh gündoğumu tarafına bakıp, pek uzak bir yerde, çocukların koyun gütmekte
olduklarını görüp haber verdi. Hazret-i Nûh'un haber verdiği yer çok uzak
olduğundan, o kimseler, orayı kolay bulabilmeleri için alâmet istediler.
Hazret-i Nûh filan tepe diye târif etti. O iki kimse târif edilen yere gidip,
çocuklarını buldular. Bu mûcizeyi görmekle, Hazret-i Nûh'un hak peygamber
olduğunu anlayan o iki kişi îmânla şereflendiler.
3-
Hazret-i Nûh, mûcize olarak, susuz yerlerden su çıkarırdı. Bir defâsında
kavminden bir takım kimseler susuz bir yerde yerleşmişlerdi. Bunların, zirâatçı
olduklarından, suya ihtiyaçları vardı. Bir gün Hazret-i Nûh'a gelerek; “Bizim
yerleştiğimiz yerde su akıtırsan îmân ederiz” dediler. Hazret-i Nûh duâ edince;
“Orada bulunan bir dağa gidip eliyle işâret edersen, su akacaktır” diye vahiy
geldi. Nûh (aleyhisselâm) bildirilen dağa
eliyle işâret edince, dağın eteklerinden billur gibi berrak sular akmaya
başladı.
4-
Hazret-i Nûh'un emir ve işâretiyle, ağaçlar kökleriyle birlikte yerinden
kalkıp, başka bir yerde dururdu. Bir defâsında, Hazret-i Nûh kavminden bâzı
kimselerle sefere çıkmıştı. Bir yerde konakladıklarında, güneşin sıcaklığı
kendilerine çok tesir etti. Yanındakiler, Hazret-i Nûh'a; “Hak peygamber isen,
şu karşıda bulunan ağaca emret de yerinden kalkıp yanımıza gelip, bize gölgelik
etsin” dediler.
Hazret-i
Nûh; “Allahü teâlânın izni ile bunu
yaparsam, hakîkaten îmân eder misiniz?” dedi, Hepsi de; “Evet, îmân ederiz”
dediler. Hazret-i Nûh, bunun için duâ edince, ağaç yerinden ayrılıp, yanlarına
geldi. O toplulukta bulunanların hepsi, bunu gördü ve hayretle seyrettiler. Bu
mûcize ile, o topluluktan sekiz kişi îmânla şereflendi. Diğerleri ise; “Bu
sihirdir” diyerek küfür ve dalâlette ısrâr ettiler.
5-
Hazret-i Nûh bulutsuz olarak yağmur yağdırırdı. Rivâyet edildiğine göre,
kavminden bâzı kimseler, Hazret-i Nûh'a gelerek; “Bir mûcize gösterirsen îmân
ederiz” dediler. Hazret-i Nûh; “Nasıl mûcize istersiniz?” dedi. Onlar da; “Bulut
olmadığı hâlde yağmur yağdır” teklifinde bulundular. Hazret-i Nûh, bunun için
duâ edince, Allahü teâlâ; “Ellerini
semâya kaldır” buyurdu. Hazret-i Nûh emir icâbı, ellerini semâya kaldırdı.
Kaldırmasıyla birlikte yağmur yağmaya başladı. Aslında, onların böyle mûcize
istemekten maksatları, mûcizeyi görünce îmân etmek değildi. Kendi bozuk
düşüncelerine göre, Hazret-i Nûh'dan yapamayacağı, gücünün yetmeyeceği bir şey
isteyip yapamayınca da, güyâ, birbirlerine; “Bakın! Bu peygamber filan
değildir. Hakîkaten peygamber olsa mûcizeler gösterirdi” diyeceklerdi. Fakat,
hakîkat, onların kısa görüşleriyle zannettikleri gibi olmuyordu.
Allahü teâlânın
izni ile Hazret-i Nûh bir mûcize gösterip, dağın eteklerinden güzel sular
akıverince hepsi birden sinir küpü hâline geldiler. Hazret-i Nûh'a hakâret
etmeye başladılar. Hattâ dövmeye kalkıştılar. Onların bu azgınlıklarına karşı, Allahü teâlâ da onları suda boğulmakla helâk etti.
6-
Hazret-i Nûh, kuru bir ağacın meyve vermesi için duâ edince, ağaç hemen
yeşillenir, meyve verirdi. Bir defâsında, kavmini îmâna dâvet ederken, onlar
mûcize olmak üzere, daha evvel kurumuş olan ağaçları göstererek; “Bunlar meyve
versin” dediler. Hazret-i Nûh, bunun için duâ edince, ne kadar kuru ağaç varsa,
hepsi meyve verdi.
7-
Hazret-i Nûh kum, toprak, kül gibi şeylere duâ edince, Allahü teâlânın izniyle o şeylerin hepsi yiyecek
yemek hâline gelirdi.
8-
Kavminden bâzılarını îmâna dâvet ederken onlar bir dağı göstererek; “Eğer bu
dağ yerinden ayrılır, Arafat dağının bulunduğu yere kadar gidip, Arafat dağına
katılırsa, sana îmân ederiz” dediler. Hazret-i Nûh, duâ edince dağ yerinden
ayrılıp Arafat dağına gitti. Arafat'a birleşti. Bu mûcizeyi görenlerden
bâzıları îmân etmekle şereflendiler.
9-
Hazret-i Nûh gemiyi tamamladığında, müşrikler gemiyi yakmak istedikleri hâlde
yakamadılar. Cenâb-ı Hakk'ın kudretiyle,
Hazret-i Nûh'un bir mûcizesi olarak gemi konuştu. Bu sırada gemiden; “La ilâhe
illallah ilâh-ül-evvelin vel âhırin. Ben o gemiyim ki, bana giren kurtulur.
Girmeyen helâk olur. Bana ancak ihlâs sâhibi olanlar biner” diye ses geldi.
Bunun üzerine Nûh aleyhisselâm müşriklere; “Ne
dersiniz? Şimdi bana îmân eder misiniz?” buyurdu. Onlar ise, gemiyi yakabilmek
için, etrâfında çok büyük ateşler yaktıkları hâlde, gemiye bir şey olmamıştı.
Bu durum karşısında, Hazret-i Nûh'a îmân edecekleri yerde, kızıp hakârete devam
ettiler.
10- Nûh (aleyhisselâm) gemiyi tamamlayıp hacca gitti. Geminin
yanından ayrıldıktan sonra, yine onun bir mûcizesi olarak, gemi havaya kalkıp
hacdan dönünceye kadar boşlukta durdu. Müşrikler bir zarar yapamadılar. Nûh (aleyhisselâm) hacdan dönünce tekrar yere indi. Bundan
sonra tûfan başladı.
11-
Hazret-i Nûh'un duâsı bereketiyle, gemide bulunan mü’minler karaya çıktıktan
sonra, kısa zamanda çoğaldılar.
12- Hazret-i
Nûh, selâmetle gemiden indiğinde mübârek eliyle bir ağaç fidanı dikmişti. Onun
bir mûcizesi olarak, o fidan biraz sonra, rengi birkaç nevi olan çeşit çeşit
meyveler verdi.
Önceden
gemiye koymuş oldukları fidanları da dikti. Onlar da kısa zamanda yeşerip meyve
verdi. Bunlardan ilkinin zeytin olduğu “Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî”de yazılıdır.
Nûh (aleyhisselâm), Hazret-i Âdem'e çok benzerdi. Buğday
tenli, iri yapılı, iri gözlü, uzunca boylu, geniş omuzlu olup, kolları ve
baldırları ince ve kalın değildi. Her şeyin yaratıcısı olan yüce Rabbimiz, onun
mübârek teninin rengini, hâlis gümüş misâli, beyaz halketmişti. Mübârek başı
büyükçe ve pek güzel idi. Sakalları uzunca idi.
Gayet
şiddetli ve gadablı idi. Bununla beraber çok kerîm, sabırlı ve yumuşak huylu
olup çok şükredici idi.
Çok ibâdet ederdi. Vakitleri sıkıntılı ve meşakkatli geçerdi. Buna rağmen her gün ve gecede yediyüz rekat namaz kılardı. Gâyet zâhid bir zât idi. Dünyâ ve dünyâlık ile hiç meşgûl olmazdı. Bin senelik ömründe, kıldan yapılmış çadır bir evde kaldı. Kendisine; “Ey Allah'ın peygamberi! Kendinize bir ev yapsanız” diye arzettiklerinde; “Nasıl olsa ya bu gün, ya yarın öleceğim. Kısa bir zaman için böyle şeylerle meşgûl olmaya değer mi?” buyururdu.
Dünyâ hayatının kısalığını, ömrü, faydasız, boş şeylere harcetmenin çok yanlış olduğunu bildirirdi. Her anının Allahü teâlâya ibâdet, O'nun dînine hizmet ve Onun zikri ile geçmesine çok dikkat ederdi. Hattâ vefâtında, Azrâil (aleyhisselâm) ona; “Ey Nûh (aleyhisselâm)! Dünyâyı nasıl buldun?” dedi. O da; “Kendisine bir ev yapılan ve bir kapısından girip diğer kapısından çıkan bir kimsenin hâli gibi gördüm” buyurdu.
İbn-ül-Verdi’nin (rahmetullahi aleyh) rivâyetine göre, Nûh (aleyhisselâm) kamıştan bir ev yapıyordu. Kendisine; “Keşke bundan değil de daha sağlam bir şeyden yapsaydınız” diye arzedilince; “Ölecek olan kimseye bu kadarı bile çoktur” buyurdu.
Bâzı kitaplarda şöyle yazmaktadır. Hazret-i Nûh'a; “Ey Allah'ın peygamberi! Ömrünüzü kerpiçten bir evde geçirecek yerde, niçin kara çadırı tercih ediyorsunuz?” denilince; “Ben, yarın vefât edip onu bırakacağım. Terk edeceğim bir şey için niye zahmet çekeyim?” buyururdu.
Nûh (aleyhisselâm), adedlerini (sayılarını), Allahü teâlânın bildiği peygamberler silsilesinin en üstünlerindendir. Asfiyânın yâni kalbi pak, hâli dürüst olanların önderi, hidâyet ve kurtuluş gemisinin kaptanı, tevhid denizinin yüzücüsü idi. Âlemin düzelmesinin sebebi, Âdem'in (aleyhisselâm) neslinin devamının vâsıtasıdır. Peygamberlerin dördüncüsü, peygamberlerden azm sâhiplerinin (ülül'azm denilen en yüksek altı peygamberin) ikincisidir. Cebrâil (aleyhisselâm) Allahü teâlânın vahyi için Hazret-i Nûh'a elli defâ geldi.
Babası Lamek (rahmetullahi aleyh) Hazret-i Nûh daha kırk günlük iken, başka bir rivâyette, o, peygamber olduktan çok sonra vefât etti.
“Ravdat-üs-safâ” kitabında
bildirildiğine göre, Hazret-i Nûh, tûfanın olduğu sene, tûfan son bulduktan,
yeryüzünde hayat yeniden başladıktan ve evlâdı etrâfa dağıldıktan sonra vefât
etti. Tûfandan sonra daha uzun seneler yaşadığı, hattâ, bu senelerin adedi
hakkında muhtelif rivâyetlerin olduğu bildirilmiştir. En kuvvetli rivâyet, elli
yaşında iken peygamber olduğudur. Peygamberliğinin 950 sene sürdüğü Kur’an-ı
kerîmde açıkça bildirildi. Rivâyetlerin en kuvvetlisi tûfandan sonra, o sene
vefât ettiğidir. Yâni bin sene ömür sürmüştür.
Hazret-i
Nûh'un vefâtı yaklaştığında Cebrâil
ve Azrâil (aleyhimesselâm) birlikte geldiler. Azrâil (aleyhisselâm),”Ey
uzun ömürlü peygamber! Ömür olarak bu kadar hayat sürdün. Çok günler geçirdin.
Sıkıntı ve meşakkat diyârı olan bu fânî âlemi nasıl buldun?” diye sordu. O da
cevâbında buyurdu ki: “İki kapısı olan bir kervansaray gibi buldum. Bu kapının
birinden içeri girdim. Diğerinden çıkıp gidiyorum. Ancak içeride az bir miktar
kaldım.” Bundan sonra vefât edip, Kudüs'te Beyt-i Makdis'de defnedildi. Kabr-i
şerîfinin Necef yâni Kûfe'de İmâm-ı Ali'nin (radıyallahü
anh) kabrinin bitişiğinde olup, Hazret-i Âdem'in de orada bulunduğu
rivâyet edilmiştir. Bu husûsta başka rivâyetler de vardır.
“Ravdat-üs-safâ”
kitabında anlatıldığına göre, Ali bin Zeyd bin Cüd’ân, Yûsuf bin Mihran’dan (rahmetullahi aleyhima) o da Abdullah ibni Abbâs'dan (radıyallahü anhümâ) şöyle rivâyet etti: Havârîler,
Îsâ'ya (aleyhisselâm) dediler ki; “Ey Allah'ın
peygamberi! Allahü teâlâ sana, ölüleri
diriltmek mûcizesini verdi.” Nûh'un (aleyhisselâm)
gemisini görmüş, bize ondan bahsedecek birisini diriltseydin ne iyi olurdu.
Bunun üzerine Îsâ (aleyhisselâm) onları, bir
kum tepeciğinin yanına götürdü. Oradan bir avuç toprak alıp; “Buranın ne
olduğunu bilir misiniz?” diye sordu. Onlar; “Allahü
teâlâ ve resûlü daha iyi bilir” dediler. O zaman Îsâ (aleyhisselâm); “Burada Hazret-i Nûh'un oğlu Sam (rahmetullahi aleyh) vardır” buyurup, elindeki asâsı
ile toprağa vurdu ve; “Allahü teâlânın
izni ile kalk!” buyurdu. O böyle söyler söylemez orası açıldı ve Sam, başındaki
toz toprağı silkerek ayağa kalktı. Gayet yaşlanmış, saçları ağarmıştı.
Hazret-i Îsâ ona; “Sen bu hâlde mi vefât
ettin?” diye sorunca; “Hayır, bilakis daha genç idim. Lâkin ben tekrar
diriltilince kıyâmet kopuyor zannettim. Bunun heybetinden bir anda böyle
yaşlandım. Saçım ağardı” dedi. Hazret-i Îsâ, Sam'a; “Nûh'un (aleyhisselâm) gemisinden bahset, haber ver” dedi. Sam
da şöyle anlattı: “Geminin uzunluğu 1200 zrâ' (takriben 600 m.) genişliği 600
zrâ' (takriben 300 m.) idi. Gemi üç katlı idi. Birinci katta evcil ve vahşî
hayvanlar, ikinci katta kuşlar üçüncü katta da mü’minler vardı. Birbirine hasım
olan hayvanlar arasında Allahü teâlâ
ülfet (dostluk) verdi. Böylece birbirlerine zararları dokunmadı.” Bu şekilde
suâl ve cevaplardan sonra, Îsâ (aleyhisselâm); “Allahü teâlânın izniyle geri dön” buyurdu. Sam da
tekrar vefât edip toprağa girdi.
Rivâyet
edilir ki, Nûh (aleyhisselâm) ve gemide onunla
beraber bulunanlar, devamlı suya baktıklarından dolayı gözleri karardı. Bu
sebeple, gemiden çıktıkları âşûrâ günü gözlerine sürme çekmekle emrolundular.
Nitekim
İbn-i Abbâsın (radıyallahü anh) rivâyet ettiği
bir hadîs-i şerîfte meâlen buyuruldu
ki: “Her kim Âşûrâ
gününde ismidle sürmelenirse (ismid denilen husûsî kühl taşı ile
gözüne sürme çekerse ve bunu kullanmaya devam ederse) ebediyyen göz ağrısı çekmez.” “Ramuz-ül-ehadis”in
şerhi olan “Levâmiul-ukûl”de bu hadîs-i şerîfin
şerhinde buyruluyor ki: İsmid, göze sürme çekilen mârûf, mâdenî bir
taştır. Sürme çekilen taşlar içinde ismidin ayrı bir husûsiyeti vardır. Tirmizî
(rahmetullahi aleyh), İbn-i Abbâs'ın (radıyallahü anh); “Sürmelendiğiniz şeylerin en
hayırlısı ismiddir” dediğini rivâyet etmiştir. İsmide kühl-i İsfehânî de denir. Göz
yaşını ve yaraları kurutur. Gözün sıhhatini korur, sinirlerini kuvvetlendirir.
Gözün nûrunu artırır. Bilhassa yaşlılar ve çocuklar için çok faydalıdır.
Ebüşşeyh'in,
“Ahlâk-un-nebî” kitabında, Hazret-i Âişe'nin şöyle naklettiği bildirilmektedir:
“Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) bir ismidi vardı.
Uyuyacakları zaman onunla gözlerini üçer defâ sürmelerdi.”
Hazret-i
Ali buyurdu ki: “İsmid ile sürmelenmeye iyi yapışınız. Çünkü o, kirpikleri
kuvvetlendirir, göz çapağını giderir ve görmeyi netleştirir.”
1-
Kendinden önceki dîni neshedip yeni bir din getiren resûllerdendir. “Hazret-i
Âdem de resûl idi. Fakat kendinden evvel herhangi bir din hattâ insan olmadığı
için, onun dîni herhangi bir dîni neshetmiş değildir.” 2- Hak dîne dâvet ettiği
için kavmi tarafından ezâ ve cefâ gören ilk peygamberdir. 3- Ömrü çok uzun idi.
O kadar yaşına ve pek çok eziyet ve cefâ görmüş olmasına rağmen kuvvetinden bir
şey kaybetmemiş, dişi dökülmemiş ve saçları ağarmamış idi. 4- O zamanda
yeryüzünde bulunan bütün kâfirler onun duâsı sebebiyle helâk oldu. 5- Kavmini
hak dîne dâvet için, 950 sene çok ısrârlı bir şekilde, gizli ve âşikâre olarak,
gece-gündüz çalıştı, gayret etti. Kavmi ise ona devamlı eziyet ettiler. 6- Mîsak
ve vahiyde, Peygamber efendimizden
sonra ikinci derecede kılındı. Nitekim, Ahzâb sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde
meâlen buyruldu ki: “...Husûsen bu ahd aldıklarımız içinde meşhûr ve ülü’l-azm
olanları sen, Nûh, İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ bin Meryem (aleyhimüsselâm). Biz bunlardan
sağlam, yemînli, te’kidli bir ahd, söz aldık.” Nisâ sûresinin 163.
âyet-i kerîmesinde de meâlen; “Ey Resûlüm! Nûh'a (aleyhisselâm)
ve ondan
sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik...”
buyuruldu. 7- Allahü teâlâ ona gemi yapma
ilmini ve san’atını verdi. Gemiyi suda yürütme imkanı verdi. 8- Yine Allahü teâlâ Nûh'u aleyhisselâm;
“Çok şükredici
bir kul” olarak isimlendirdi. Ona tûfandan kurtuluş verdi ve
bereketle ikrâmda bulundu.
Muhammed
bin Kâ'b el-Kurazi (rahmetullahi aleyh); “Hûd
sûresinin 48. âyet-i kerîmesindeki bereket ve selâmın içerisine kıyâmete kadar
erkek ve kadın bütün mü’minler girmektedir. Onun zürriyeti devamlı kılındı”
buyurmuştur. 9- Kıyâmet gününde Peygamber
efendimizden sonra, kabrinden ilk kalkacak olan odur. 10- Devamlı
olarak kavmini îmâna dâvet ederdi. Bununla beraber ibâdetten hiç geri durmaz,
her gün yediyüz rekat namaz kılardı. Kur’an-ı kerîmde İsrâ sûresinin 3. âyet-i
kerîmesinde meâlen; “Ey Nûh ile beraber gemiye yüklediğimiz kimselerin
zürriyeti! Doğrusu Nûh çok şükredici bir kul idi” buyruldu.
“Tefsîr-i
Mazharî” de bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde İbn-i Merdeveyh'in (rahmetullahi aleyh), Ebû Fâtıma'dan (rahmetullahi aleyh) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte Peygamber
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
buyurdu ki: “Nûh
aleyhisselâm, “Bismillâh” ve “Elhamdülillah” demeden, büyük olsun, küçük olsun
herhangi bir iş yapmazdı. Bu sebeple Allahü teâlâ, onu; “Çok şükredici bir kul”
olarak isimlendirdi.”
İbn-i
Cerîr ve Taberânî (rahmetullahi aleyhima) Sa'd
bin Mes’ûd es-Sekafî'den (radıyallahü anh)
şöyle rivâyet etmişlerdir: “Nûh aleyhisselâm
bir şey yeyip içtiği veya bir elbise giydiğinde hep Allahü
teâlâya hamdederdi. Bunun için; “Çok şükredici bir kul” olarak zikredilmiştir.
Âyet-i
kerîmede, Allahü teâlâya şükretmeye
teşvik vardır. Yâni siz, Hazret-i Nûh'a inanan kimselersiniz. Onun ve gemide
onunla beraber taşınanların zürriyetisiniz. O hâlde siz de onlar gibi olunuz
demektir.
Hazret-i
Nûh her hâliyle Allahü teâlâya şükreden bir
zât idi. Allahü teâlânın ihsân ettiği
nîmetlere şükreder, hayrı ancak Allahü teâlâdan
bilirdi.
Katâde (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Nûh (aleyhisselâm) bir elbise giyse “Bismillâh”, onu
çıkardığında ise, “Elhamdülillah” derdi.”
“Tefsîr-i
Kurtubi”de büyük âlimlerden nakledilerek; “Nûh (aleyhisselâm)
bir şey yerken “Bismillâh”, yedikten sonra ise “Elhamdülillah” derdi.”
buyrulmaktadır.
İmrân bin
Süleym’den (rahmetullahi aleyh) şöyle rivâyet
edilmiştir; “Hazret-i Nûh'a “Çok şükredici bir kul” buyrulmasının sebebi
şudur: O yemek yeyince; “Beni doyuran Allahü teâlâya
hamdolsun. Dileseydi beni aç bırakırdı” derdi. Bir şey içtiğinde; “Bana su
veren Allahü teâlâya hamdolsun. Dileseydi
beni susuz bırakırdı” derdi. Bir şey giydiğinde; “Beni giydiren Allahü teâlâya hamdolsun. Dileseydi beni çıplak
bırakırdı” derdi. Ayakkabısını giydiğinde; “Bana ayakkabıyı giydiren Allahü teâlâya hamdolsun. Dileseydi beni yalın
ayak bırakırdı” derdi.
“Mir’ât-ı
kâinat”ta diyor ki; “Hazret-i Nûh, devamlı sûrette Allahü
teâlâya hamdeder, çok şükrederdi. Büyük abdest bozduğunda; “Bana
eziyet veren şeyi benden çıkaran Allahü teâlâya
hamdederim. O, çıkmamasını dileseydi, eziyet veren şey benden çıkmazdı” derdi.
İftar edeceği zaman, elinde bulunan yiyeceği mü’minlerden ihtiyâcı olan varsa
ona verir, kendisi açlığa sabrederdi.”
Nûh aleyhisselâmın en büyük husûsiyetlerinden olan şükür
hakkında Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında verilen bilgi özetle şöyledir:
Şükür, teşekkür etmek. İyilik edene, nîmet verene; kalb, dil ve davranışla hürmet edip saygı göstermek demektir. Istılahî mânâ olarak şükür; kulun, ihsân edilen nîmetlere, iyiliklere karşı olan sevincini, bunları kendisine vermiş olan Allahü teâlâya, çeşitli söz ve davranışlarla göstermesidir. Abdullah-i Ensârî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Şükür, nîmeti bilmenin ismidir. Zirâ şükür, nîmeti vereni bilmeye götürür. Bu mânâdan dolayı, Kur’an-ı kerîmde İslâm ve îmâna, şükür ismi verilmiştir.”
Sırri-yi Sekatî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Bir kimse, bir nîmete kavuşur da, bunun şükrünü yapmazsa, o nîmet elinden gider de o kimsenin haberi bile olmaz.”
İnsanın, önce kime ve niçin şükredeceğini bilmesi gerekir. Bütün mahlûklara her nîmeti, iyilikleri veren yalnız Allahü teâlâdır. Her şeyi yoktan var eden, var olmak nîmetini bahşeden ve her an varlıkta durduran, varlıkta durdurmakla yok olmaktan koruyan O'dur. Bütün kâmil ve iyi sıfatlar insana O'nun rahmeti ve acıması ile verildi. Hayatımız, ilmimiz, işitmemiz, görmemiz, bir çok şeye gücümüzün yetmesi velhasıl bütün insanî sıfatlarımız O'ndandır. Sayılmayan nîmetleri hep O vermektedir. İnsanları sıkıntıdan kurtaran, duâları kabûl eden, belâlardan koruyan hep O'dur. Öyle bir rızık vericidir ki, kullarının rızıklarını, günahlarından dolayı kesmiyor. Affı ve merhameti o kadar boldur ki, günah işleyenlerin yüz karalarını açığa çıkarmıyor. Hilmi, yumuşaklığı o kadar çoktur ki, kullarının cezâlarını vermekte acele etmiyor. Öyle bir ihsân sâhibidir ki, kerem ve ihsânlarını dost, düşman herkese saçıyor. Bütün nîmetlerinin en şereflisi, en kıymetlisi ve en üstünü olarak da, kullarına, beğendiği yol olan İslâm'ı gösteriyor. Yaratılmışların en şereflisi, en kıymetlisi olan ve bir hadis-i kudsîde; “Sen olmasaydın, sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” buyurduğu Muhammed Mustafa'ya (sallallahü aleyhi ve sellem) uyarak, dünyâ ve âhıret saâdetine kavuşmayı emrediyor. O hâlde insan; Allahü teâlâya, verdiği bu nîmetlerden dolayı şükretmelidir.
Kul kime ve niçin şükredeceğini bildikten sonra nasıl şükredeceğini öğrenmelidir. İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh, Mektûbât’ının üçüncü cild 17. mektubunda buyuruyor ki: “İyilik yapana teşekkür edileceğini, herkes bilir. Bu insanlık icâbıdır. İyilik edenlere hürmet edilir. Nimet sâhipleri, büyük bilinir. O hâlde her nîmetin hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya şükretmek, insanlık icâbıdır. Aklın lüzum gösterdiği bir vazife, bir borçtur. Fakat, Allahü teâlâ, her ayıb ve kusurdan uzak; insanlar ise ayıb kirlerine ve noksanlık lekelerine bulaşmış olduklarından O'nunla hiç münâsebetleri, ilişkileri yoktur. O'nu nasıl büyük bileceklerini, nasıl şükredeceklerini anlayamazlar. O'na karşı söylenmesini güzel sandıkları şeyler O'na çirkin gelebilir. O'nu büyültmek, hürmet etmek sandıkları, hakâret ve küçültmek olabilir. O'na hürmet ve şükür şekilleri, yine O'ndan bildirilmedikçe, O'na lâyık olacağına güvenilemez ve O'nun kabûl edeceği bir ibâdet olamaz. O'na belki hakâret olur. İşte O'nun tarafından bildirilen, tâzim, hürmet ve şükür şekli, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) bildirdikleri dinlerdir. O'na kalb ile yapılacak hürmetler, dinde bildirilmiş; dil ile yapılacak şükürler orada gösterilmiştir. Her uzvun yapacağı işleri açık ve geniş olarak beyân buyurmuşlardır. O hâlde, Allahü teâlâya inanmak; kalbin ve bedenin yapması ile şükretmek, ancak dîne uymakla mümkündür. Allahü teâlâya, dînin dışında yapılacak hürmete ve ibâdete güvenilemez. Böyle olunca sevâb sanılan aksine günah olur.” Bunlardan da anlaşılıyor ki, kulun Allahü teâlâya nasıl şükredeceğini dinden öğrenmesi ve dînin emrettiği şekilde yapması insanlık icâbıdır. Akıl da bunu emreder. Allahü teâlâya, O'nun dînine muhalif olarak şükredilemez.
Şükür, Allahü teâlânın verdiği nîmetleri, O'nun emrettiği gibi kullanmaktır. Beden nîmetinin şükrü, bedendeki her uzvun, Allahü teâlânın beğendiği, dîninde bildirdiği işleri yapmakla olabilir. Buna göre; malın şükrü, onu helâl olan yerlere harcamak, zekâtını vermek hayırlara vesîle etmektir. Gözün şükrü, helâle bakmak; kulağın şükrü, haramı dinlememektir. Elin şükrü, helâli tutmak, helâle vermek; ayağın şükrü ise haram yerlere gitmemek, haram işlere alet olmamaktır. Rütbe ve mevkinin şükrü, o mevki ve rütbeyi İslâmiyete ve insanlara hizmete vesîle etmek, kimseye zulmetmemek, adâletle hükmetmek, zayıfı kollamaktır. Yâni bütün nîmetlere şükrün özü, kul olmaktır. (Kul olduğunu bilip, kula yakışacak olanı yapmaktır.)
İslâm âlimleri şükür için; “Nimet sâhibinin nîmetlerini îtirâf etmektir” dediler. Bâzıları ise; “Şükür, ihsânını anıp, ihsân sâhibini senâ etmektir” buyurmuşlardır. Bu durumda kulun Allahü teâlâ için şükrü, Allahü teâlânın kendisine olan ihsânını, nîmetlerini hatırlayıp; övmek, yüceltmektir. Nimeti Allahü teâlâdan görmek, kendini şükürden âciz bilmek, şükürdür. Allahü teâlânın nîmetlerini dile getirmek şükürdür. Nitekim Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükretmiş olmaz. Aza şükretmeyen, çoğa şükredemez” buyurmuşlardır. Allahü teâlânın nîmetlerini dile almamız şükür, hiç bahsetmememiz ise küfran-ı nîmettir.
Nimeti, Allahü teâlânın sevdiği ve istediği işe sarf edince şükrü yapılmış olur. Şükrün îmânla alakası vardır. “Şükür, îmânın yarısıdır” buyrulmuştur. Hadîs-i şerîflerde; “Yemek yiyip, şükredenin derecesi, oruç tutup sabredenin derecesi gibidir” ve “Kıyâmet günü şükredenler ayağa kalksın denir. Allahü teâlâya şükredenlerden başkası kalkamaz.” buyruldu.
Dâvûd aleyhisselâm Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Âdem aleyhisselâma sayısız ikrâm ve nîmetlerde bulundun. O sana nasıl şükretti” diye münâcâtta bulununca, Allahü teâlâ; “Ey Dâvûd! Âdem, bütün bu ikrâmların benim tarafımdan olduğunu bildi. Bu bilmesini, onun şükrü olarak kabûl ettim” buyurdu.
Hucvîrî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: Şüphesiz, Allahü teâlâ nîmete şükredilmesini emretmiş, nîmetin artması için şükrü sebep kılmıştır. Kendisine olan yakınlığın artması için de fakirliğe sabredilmesini emretmiştir. Nitekim Kur'ân-ı kerîmde; “Nimetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetlerini bilmez bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim” buyrulmaktadır. (İbrâhim sûresi: 7)
Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu anlattı: “Allahü teâlâ bir kula büyük veya küçük bir nîmet verince; (Allah'a hamd olsun) derse, ona verdiğinden daha fazîletlisini verir.” Bakara sûresi 153. âyet-i kerîmesinde de meâlen; “Ey îmân edenler! Sabırla ve namazla Allah'tan yardım isteyin. Muhakkak ki Allahü teâlânın yardımı sabredenlerle beraberdir.” buyruldu.
Ebü'l-Leys-i Semerkandî (rahmetullahi aleyh) buyuruyor ki: “Hamd ve şükür, hem evvel hem sonra gelen zâtların ibâdetidir. Ayrıca meleklerin ve peygamberlerin de (aleyhimüsselâm) ibâdetidir. Yer ehlinin olduğu gibi, Cennet ehlinin de ibâdeti hamd ve şükürdür.”
Ehl-i sünnet âlimleri şu üç nîmete her zaman şükretmişlerdir. 1- Allahü teâlâ mahlûkâtı bin sınıf olarak yarattı. Bunlar arasında en çok Âdemoğluna ikrâmda bulundu. Bizi de Âdemoğlundan eyledi. 2- Dinlerin en fazîletlisi olarak İslâm'ı seçti, beğendi. Bizleri de müslüman eyledi. 3- Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetini, ümmetlerin en fazîletlisi kıldı. Bizi de Muhammed aleyhisselâmın ümmeti olmakla şereflendirdi.
Resûl-i ekrem efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Kıyâmet günü hamdedenler kalksın diye bir münâdî seslenir. Bunun üzerine bir zümre kalkar. Onlar için bir bayrak dikilir ve bayrak altında Cennet’e girerler.” buyurdu. “Hamd edenler kimlerdir?” suâline ise; “Darlıkta ve genişlikte şükredenlerdir.” cevâbını verdi.
Eskiler birbirlerine her karşılaştıklarında; “Nasılsın” diye sorarlardı. Onların bundan maksadı; “Elhamdülillah, iyiyim” cevâbını alarak, birbirlerinin Allahü teâlâya şükretmesine sebep olmaktı. Böylece, hem şükrettiren hem de şükreden sevâba kavuşurdu. Durumundan suâl edilen herkes ya şükreder, ya şikâyette bulunur, veya susar. Şükür, itâat; şikâyet ise mâsiyettir. Şikâyet, din erbabından olursa çirkin bir mâsiyettir. Her şeyin sâhibi ve yaratanı olan Allahü teâlâyı âciz bir kula şikâyet nasıl çirkin olmasın? İnsana yakışan, şâyet uğradığı musîbete dayanamıyorsa, buna olan aczini yine O'na arzetmesidir. Çünkü derdi veren O olduğu gibi, dermânı da yine O verecektir. Aynı zamanda kulun Mevlâsına zillet göstermesi, izzettir; başkasına şikâyeti ise zillettir. Kendisi gibi zelîl bir kula, Allahü teâlâyı şikâyet etmeyi hiç bir selim akıl kabûl etmez.
Şöyle anlatılır; Birinin dostu zamanın pâdişahı tarafından hapsedildi. Hapsedilen adam bunu dostuna haber verince, dostu, gönderdiği bir mektupla Allahü teâlâya şükretmesini söyledi. Hapsedilen adam dövülmeye başlayınca tekrar durumu dostuna haber verdi. Dostu tekrar, Allahü teâlâya şükret diye tavsiye etti. Bir müddet sonra hapse, ishal olmuş, ayağı zincire vurulmuş bir hıristiyan getirildi. Ayağındaki zincirin bir ucu da o adamın ayağına bağlanmıştı. Hıristiyanın her helâya gidişinde o da peşinden gitmek mecbûriyetinde kalıyordu. Bu durumu da dostuna bildirip yine şükret tavsiyesini alınca dayanamayıp dostuna; “Ben belânın en büyüğüne çatmışım, sen hâlâ şükret diye tavsiyede bulunuyorsun” şeklinde sitem dolu bir haber gönderdi. Dostu; “Hıristiyanın ayağına vurulan zincir, senin ayağına vurulsa, onun beline dolanan zünnar senin beline sarılsa, o zaman ne yapardın?” diye cevap verdi. Allahü teâlâ beterinden saklasın diyerek başa gelen dert ve musîbetlere şükretmek lâzımdır. Çünkü, Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, şükretmeyenlere azâb edeceğini bildirmekte ve meâlen; “Şükrederseniz elbette size nîmetimi arttırırım. Eğer nankörlük ederseniz azâbım çok şiddetlidir” buyurmaktadır. (İbrâhim sûresi: 7) Maazallah verilen nîmete şükretmeyen kimsenin, son nefeste îmânsız gitmesinden korkulur.
Âdemoğlundan hiç biri ibâdeti ile Cennet’e giremeyecek; hiç kimse ihlâsı, zühdü ve takvâsı ile sonsuz âhıret saâdetine kavuşamayacaktır. Bütün ömrünü ibâdet ile geçiren bir insan, tek bir uzvunun kendisine ihsân edilmesine karşılık olan şükrü yapmış olamaz. Kul, îtikâdını Ehl-i sünnet ve cemâat yolu üzere düzeltmeli, ibâdetini aksatmamalı, şükretmeli ve duâ ile af ve mağfiret dilemelidir. Bütün bunlardan sonra da korku ve ümîd üzere bulunmalıdır. Nitekim Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîflerinde şöyle anlatmışlardır; “Benî İsrâil'de çok ibâdet eden biri vardı. Deniz ortasında bir adada yaşayan bu adam beşyüz yıl ibâdet etmişti. Allahü teâlâ ona tatlı su çıkarmış, bir de nar ağacı yaratmıştı. Her gün nar verirdi. Allahü teâlâ, duâsı üzerine âbidin rûhunu secdede iken aldı. Şimdi hâlâ secde hâlindedir.
Kıyâmet günü, bu âbid diriltilir. Allahü teâlânın ihsânı ile mi, yoksa beşyüz yıllık makbûl ameliyle mi Cennet’e girmek istediği sorulur. Âbid; “Ben, amelimle Cennet’e girmek isterim” der. Melekler, beşyüz yıllık kabûl olmuş amelini hesap ederler. Bu kadar amelin, sâdece bir gözün şükrünü bile edâ edemediği meydana çıkar. Melekler, cenâb-ı Hakk'ın emriyle onu Cehennem’e götürürler. O zaman âbid der ki; “Yâ Rabbî! Beni fadlın ve ihsânınla Cennet’e koy.”Allahü teâlâ; “Ey kulum! Seni kim yarattı?” buyurunca, “Sen yarattın, yâ Rabbî!” der. “Senin yaratılışın, kendin tarafından mı, yoksa benim ihsânım ve rahmetimle mi oldu?” buyurur. “Senin rahmetinle oldu, yâ Rabbî!” der. “Seni bir adaya indirdim. Orada sana tatlı su yarattım. Senede bir defâ meyve veren ağaçtan her gün nar bitirdim. Sonra rûhunu secdede iken almamı istedin, öyle yaptım. Bütün bunları senin için kim yaptı?” buyurur. “Sen yaptın, yâ Rabbî!” der. O zaman Allahü teâlâ; “Benim rahmetim ve fadlım ile Cennet’e gir” buyurur.”
Şükrün de; ilim, hâl ve amel ile yapılan üç şekli vardır. Bunlar bilinmeyince şükrün hakîkati anlaşılamaz.
1- İlimle olan şükür: Şükrün ilmi; nîmeti Allahü teâlâdan bilmektir. Kul; mahsûlü topraktan, yağmuru buluttan, sıhhatini kendine iyi bakmasından bilirse, bu hâl şükür değildir.
2- Hâl ile olan şükür: Allahü teâlâ bir nîmet verince, o nîmete nîmet sâhibinden dolayı sevinmek, şükretmektir. Bu nîmete, nîmet sâhibi sebebi ile değil de, nîmet olduğu için sevinenin yaptığı şükür, bir nevi şükür ise de makbûl değildir.
3- Amelî olan şükür: Kalb, dil ve beden ile olur. Kalbin şükrü, hürmeti muhâfaza hâlini devam ettirmekle beraber, Allahü teâlânın tecellîlerini temâşa ve şühûd yaygısı üzerine îtikâfta bulunmak sûretiyle olur. Aynı zamanda kalb ile şükür, herkes için iyilik istemek, kimseye hased etmemektir. Dil ile olan şükür, insanın kulluk tevâzûu içinde nâil olduğu nîmeti îtirâf etmesi, sâhibine memnuniyetini izhâr etmesi yâni elhamdülillah demesi ile olur. Beden ile olan şükür ise; bütün âzâların Allahü teâlâ tarafından yaratılmış olduğunu bilmek ve yaratılış gâyesine uygun işlerde kullanmaktır.
Bir kişi Ubeydullah-i Ahrâr hazretlerine gönderdiği bir mektupta; “Biz bulursak şükreder, bulamazsak sabrederiz” diye yazdı. Buna Ubeydullah-i Ahrar hazretlerinin cevâbı şu oldu: “Sizin o yaptığınızı Horasan'ın köpekleri de yapıyor. Biz; bulursak dağıtıyor, bulamazsak şükrediyoruz.” Şiir:
Vücûdumun her zerresi, gelse de dile,
Şükrünün binde birini yapamaz bile.
Hazret-i, Nûh, 950 sene gibi çok uzun bir müddet, kavmini hak dîne dâvet etti. Onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı, nasîhatte bulundu. Yâni Emr-i mâruf ve nehy-i münker yaptı. Bu da onun bâriz husûsiyetlerinden idi. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında, Emr-i mâruf, nehy-i münker ve nasîhatte bulunmak hakkında verilen bilgi özetle şöyledir:
İnsanlara,
Allahü teâlânın emirlerini bildirmek ve
yasaklarından sakındırmak. Allahü teâlâ,
Kur’an-ı kerîmde, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmayı emrediyor. Yâni benim
emirlerimi bildiriniz, öğretiniz diyor ve benim yasak ettiğim haramları
bildiriniz ve yapılmasına râzı olmayınız buyuruyor.
Emr-i mâruf ve nehy-i
münker farz olup
insanların birbirine nasîhat etmesidir. Peygamber
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem);
“Din nasîhattir”
buyurdu. Nâsîhat, doğru yola dâvet ve kötülüklerden sakındırmaktır. Allahü teâlâ, nihâyetsiz merhametinden dolayı, bu
işle vazifeli olarak, evvela peygamberleri, sonra bunların yerine evliyâyı ve
âlimleri dâvetçi gönderdi. Bunların dili ile sevâblarını ve azâblarını
bildirerek, bütün insanların iyilik yapmalarını, kötülüklerden uzaklaşmalarını
emretti. Yâni emr-i mâruf ve nehy-i münker, peygamberlerin, âlimlerin ve
velîlerin sünnetidir ve onların yoludur.
Nâsîhatin
terk edildiği cemiyetlerde kötülük artar. Netîcede, bundan herkes zarar görür.
Daha önce hak dinlerde olduğu gibi, İslâm dîninde de çok mühim yer tutan emr-i
mâruf ve nehy-i münker hakkında, İslâm âlimleri tarafından çeşitli târifler
yapılmıştır. Bunlardan Gavs-i Samedânî Seyyid Abdülkadir-i Geylanî (rahmetullahi aleyh); “Kur’an-ı kerîme, hadîs-i şerîflere ve akla uygun olan şeylere, mâruf,
bunlara uymayan yâni (âyet-i kerîmeler, hadîs-i
şerîfler ve müctehidlerin sözbirliği ile yasak edilen) şeylere de münker
denir” buyurdu.
Nâsîhat
etmek, emr-i mâruf ve nehy-i münkerde bulunmak, yâni insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını hatırlatmak, Allahü teâlânın emridir. Allahü teâlâ kimseye karışılmamasını isteyip
sevseydi; peygamberleri göndermez, hak dinleri bildirmez, insanları kendi dînine
dâvet etmez ve uydurma dinlerin yanlış, bozuk olduğunu haber vermezdi. Ayrıca,
geçmiş peygamberlere inanmayanları çeşitli azâblarla helâk etmezdi. Herkesi
kendi hâline bırakır, kimseye bir şey emretmez ve inanmayanlara da azâb
yapmazdı. Allahü teâlânın irâdesini ve
âdetini kimse değiştiremez. Hakîkati bilmeyenlerin ve görmeyenlerin sözü ile
nizâm-ı âlem bozulmaz. Allahü teâlâ
isteseydi, herkesi doğru yola hidâyet eder, Cennet’e sokardı. Fakat ezelde
Cehennem’i insan ve cinle doldurmak diledi. Allahü
teâlânın büyüklüğünü anlayabilen bir kimse, O'na sebebini soramaz.
Allahü teâlânın
peygamberlerinin yolunda giden insanlar; Hakk'a, hakîkate dâvet etmekte, emr-i
mâruf ve nehy-i münker yapmakta da ona uyar. Bunları yapmayan tâbi olmuş
değildir. Yâni, her mü’min, imkânı kadar ve kâbil olan nispette bunu yapmalı,
söz veya yazı ile, yapamıyorsa, hâli, yaşayışı ile numûne olmalıdır. Îmân
sâhipleri, İslâmın güzel ahlâkı ile ahlâklanıp, hâl lisânı ile emr-i mârufta
bulunmalı, bunun çok tesirli olduğunu unutmamalıdır. Nitekim; “Lisân-ı hal,
lisân-ı kâlden entakdır” sözü pek meşhûrdur.
Nâsîhat
yapmak, emr-i mârufta bulunmak iki sûrette yapılır. Birinci yol; söz, yazı ve her çeşit
yayın vâsıtası iledir. Herkes emr-i mâruf yapamaz. Bunu yaparken, emr-i mâruf
yapanın bilgisi az ise veya hiç yoksa yâni câhilse, cemiyetin âdetlerine,
devletin kanunlarına dikkat ve riâyet edemezse fitneye sebep olabilir.
Kendisine ve müslümanlara zarar verir. Nehy-i münker yapanda ise şu üç haslet
mutlakâ bulunmalıdır: İlim, verâ ve güzel ahlâk. İlim olmayınca yasağı emirden
ayıramaz. Verâ olmayınca, ayırabilse bile, işleri maksatlı olur. Niyeti düzgün
olmayınca da, başkalarına tesirli olamaz. Ahlâk güzel olmazsa, kendisini
incitirlerse o zaman kızar ve Allahü teâlâyı
unutur. Allahü teâlâyı unutunca da haddin
dışına çıkar ve yaptıkları Hak için değil, nefsi için olur. O zaman onun emr-i
mâruf nehy-i münkeri de sevâb olmaktan çıkar.
Bunun için
Emir-ül-mü’minîn Ali (radıyallahü anh) harpte
öldürmek için bir kâfiri yıktı. Kafir hakâret etmek, kızdırmak için ve beni bir
hamlede, çabucak öldürsün de fazla acı çekmeyeyim diye, Hazret-i Ali'nin yüzüne
tükürdü. O da öldürmekten vazgeçti ve; “Kızmıştım, onu Allah için öldürmüş
olmayacağımdan korktum” buyurdu. Bu güzel ahlâk karşısında hayran kalan o
kâfir, o anda Kelime-i şehâdet getirip müslüman olmakla şereflendi. Bu Hazret-i
Ali'nin güzel ahlâkının bereketiyle olmuştu.
Hazret-i
Ömer (radıyallahü anh) bir kimsenin, karnına
vurmuştu. O da Hazret-i Ömer'e hakâret etti. Hazret-i Ömer bir daha vurmadı. “Niçin
vurmadın?” dediklerinde; “Önce ona Hak için vurmuştum, şimdi bana hakâret
edince, yine vurursam, kızdığım için vurmuş olurum” buyurdu.
Peygamber efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; “Emir ve nehyettiği şeyi bilmeyen, emri ve
nehyi hilm (yumuşaklık) ile söylemeyen, emri ve yasağı rıfk ile, yumuşaklıkla
bildirmeyen, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapamaz” buyurmuşlardır.
Nehy-i
münker yapanın edeblerinden biri de sabırlı olması, bu husustaki sıkıntılara
katlanmasıdır. Emr-i mâruf ve nehy-i münker yapanın, dünyâ ile alâkası az ve
emeli kısa olmalıdır. İnsanların kendisini sevmesini, övmesini, râzı olmasını
ve beğenmesini isteyen nehy-i münker yapamaz. Yapıyor görünse bile faydası
olmaz. Çünkü niyet ve maksat başkadır.
Emr-i
mârufta, nasîhatte, bulunmakta ikinci yol; hâl ile İslâmın güzel ahlâkına uyarak
nümûne olmaktır. Herkese tatlı dil, güler-yüz göstermek, kimsenin malına,
ırzına göz dikmemek, kanunlara uymak en tesirli nasîhat yoludur. İslâmın güzel
ahlâkı üzere yaşamak, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmaktır.
Nâsîhat el
ile, dil ile ve kalb ile yapılır. El ile güç kullanarak nasîhati bildirmek
hükümetin vazifesidir. Emr-i mâruf ve nehy-i münkeri el ile yapmak, hükümet
adamlarına, dil ile yapmak din adamlarına, yâni âlimlere, kalb ile yapmak da
her müslümana farz olan bir vazifedir. Çünkü Buharî'deki hadîs-i şerîfte; “Sizden biriniz bir münkeri, yâni çirkin kötü,
günah olan biri işi görürse, onu eli ile değiştirsin. Buna gücü yetmezse dili
ile engel olsun. Buna da kâdir değilse, kalbi ile o işi beğenmesin. Kalben
nefret etsin. Bu ise îmânın en zayıf derecesidir” buyruldu. Kur’an-ı
kerîmde ve hadîs-i şerîflerde
müslümanların emr-i mâruf ve nehy-i münker yapması, ellerinden geldikçe bunu
terk etmemeleri emredilmektedir. Ancak böyle yaparlarsa zarar ve hüsrânda
kalmazlar. Nitekim, hadîs-i şerîfte
buyruldu ki: “Emr-i
mâruf ve nehy-i münker yapan ile, nasîhati terk eden şu kavme benzer ki, gemiye
binerler. Kimi alttaki odalarda, kimisi üstteki kamaralarda bulunurlar. Altta
bulunanlar, bize su lâzım olunca, üste çıkıp oradaki nehirden mi su alacağız,
gelin gemiyi delelim, buradan su alalım, derler. Kalkıp gemiyi delmeye koyulurlar.
Üstte olanlar, onların ellerini tutup engel olamazlarsa, üsttekiler de,
alttakiler de helâk olurlar. Onlara engel olup, kendi arzularına bırakmazlarsa,
hepsi helâk olmaktan kurtulurlar.” O hâlde insanlara nasîhat, Allahü teâlânın kullarının kurtulmasına çalışmak
demektir. Bu da zor ve çetin bir iştir. Allahü teâlâ
Muhammed aleyhisselâmın
ümmetini, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmaları sebebiyle ümmetlerin en
hayırlısı eylemiştir. Nitekim Âl-i imran sûresinin 110. âyet-i kerîmesinde
meâlen; “Siz
insanlar için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz! İyi şeyleri
emreder, fenâ şeyleri men edersiniz ve Allah'a îmânınızda devam edersiniz.”
buyruldu.
Peygamber efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ali'ye
buyurdular ki; “Yâ
Ali! Altıyüzbin koyun mu istersin, yâhut altıyüzbin altın mı, veyâhut altıyüzbin
nasîhat mı istersin?” Hazret-i Ali dedi ki: “Altıyüzbin nasîhat
isterim.” Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Şu altı nasîhate
uyarsan, altıyüzbin nasîhate uymuş olursun.”
1- Herkes, nâfilelerle
meşgûl olurken, sen farzları îfâ et. Yâni farzlardaki rükünleri, vâcibleri,
sünnetleri, müsteâbları îfâ et!
2- Herkes, dünyâ ile
meşgûl olurken, sen Allahü teâlâyı hatırla. Yâni din ile
meşgûl ol, dîne uygun yaşa, dîne uygun kazan, dîne uygun harca!
3- Herkes, birbirinin
ayıbını araştırırken, sen kendi ayıplarını ara. Kendi ayıplarınla meşgûl ol!
4- Herkes, dünyâyı îmâr
ederken, sen dînini îmâr et, zînetlendir.
5- Herkes, halka
yaklaşmak için vâsıta ararken, halkın rızâsını gözetirken, sen Hakk'ın rızâsını
gözet. Allahü teâlâya yaklaştırıcı sebep ve
vâsıtaları ara!
6- Herkes, çok amel
işlerken, sen amelinin çok olmasına değil, ihlâslı olmasına dikkat et!”
Nâsîhatin
faydalı olması için, tatlı sözle ve yumuşak yapılması lâzımdır. Ayrıca nasîhat
edenin, söylediklerine kendisinin de riâyet etmesi gerekir. Böyle olan kimsenin
her sözü ve hareketi Allahü teâlânın
emirlerine uygun olmalı, kimse hakkında kötü zanda bulunmamalıdır.
Müslümanların işi, hep iyilik üzere olmalıdır.
Hadîs-i şerîflerde
buyruldu ki: “Birbirinize
müslümanlığı öğretiniz. Emr-i mârufu bırakır iseniz, Allahü teâlâ, en kötünüzü başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabûl
etmez.”
“Bütün ibâdetlere verilen
sevâb, Allah yolunda gazâya verilen sevâba göre, deniz yanında bir damla su
gibidir. Gazânın sevâbı da emr-i mâruf ve nehy-i münker sevâbı yanında, denize
nazaran bir damla su gibidir.”
“Kıyâmet günü birini
getirirler. Onu Cehennem’e atın emri gelir. Barsakları dışarı çıkar. Merkebin
dolap etrâfında dönmesi gibi, bunun etrâfında döner durur. Cehennem’de olanlar
kendisine sen emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmadın mı, şimdi bu hâl nedir?
Seni bu hâle düşüren nedir? derler. Evet başkalarına iyiliği emrederdim, fakat
kendim yapmazdım. Kötülüklerden men ederdim, kendim ise yapardım cevâbını
verir.”
“Bir yerde kötülerin
yanında iyiler de bulunsa ve o iyiler, kötülerin kötülüklerine mâni olacak
durumda bulunsalar da, o kötülüklere engel olmayıp, işlerine karışmayıp,
sessizce otursalar, yarın kıyâmette, maymun sûretinde haşr olunurlar.”
“Mîrâc gecesinde göklere
çıktığım zaman, bir takım kimseleri gördüm. Melekler makasla onların
dudaklarını keserlerdi. Cebrâil'e (aleyhisselâm) bunlar kimlerdir?
diye sorduğumda; Onlar senin ümmetinin âlimleri ve hatipleridir. Allahü teâlânın kitabını okurlar, insanlara vâz ve nasîhat ederler,
halbuki kendileri yapmazlardı diye cevap verdi.”
--------------------------------------------------------
1)
Tefsîr-i Beydâvî
2)
Tefsîr-i kebîr (Fahrüddîn-i Râzî)
3)
Tefsîr-i Mazharî
4) Tefsîr-i
Taberî
5) Tefsîr-i
Hâzin
6)
Tefsîr-i Kurtubî
7)
Tefsîr-i Nişâbûrî (Garâib-ül Kur'ân ve Regâib-ül-fürkân)
8) Tefsîr-i
Celâleyn
9) Şeyh-zade
(Beydâvî hâşiyesi)
10) Şihab
(Beydâvî hâşiyesi)
11) Sâvî
(Celâleyn hâşiyesi)
12) Cemel
(Celâleyn hâşiyesi)
13)
Dürr-ül-mensûr fit-tefsîr-i bil me’sûr
14)
Tefsîr-i Rûh-ul-beyân
15) Zâd-ül-mesîr
fî ilm-it-tefsîr
16) Tefsîr-i
kebîr (Bahr-ul-muhît)
17) Tefsîr-i
Tibyân
18)
Tefsîr-i Mevâkıb
19) Sahîh-i
Buhârî (Kitâb-ül-enbiyâ); bâb-3
20) Sahîh-i
Müslim (Kitâb-ül-i'tisâm); Hadis No:18
21)
Sünen-i ibn-i Mâce; cild-4, sh. 1714
22)
Feth-ul-bârî (Buharî şerhi); cild-6, sh. 264
23) Râmûz-ül-ehâdîs;
cild-1, sh. 244, cild-2, sh. 307, 353, 373, 408
24) Levâmi’ul-ukûl
(Râmûz şerhi); cild-3, sh. 397, 685, cild-4, sh. 94, 160, 321, 322
25)
Müsned-i Ahmed bin Hanbel; cild-2, sh. 169, 225, cild-3, sh. 32
26)
Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî
27)
Mektûbât-ı Ma’sûmiyye; cild-1, m. 24, cild-3, m. 118
28) Tabakât-ı
İbn-i Sa'd; cild-1, sh. 40
29)
Ravdat-ül-ebrâr; cild-1, sh. 12
30) İhyâu
ulûmiddîn; cild-1, 3, 4
31) Kısâs-ı
Enbiyâ (Kısaî)
32)
Târih-ul-ümem vel-mülûk (Târih-i Taberî); cild-1, sh. 90
33)
El-Kâmil fit-târih (İbn-ül-Esîr); cild-1, sh. 67
34)
Künh-ül-ahbâr (Târih-ul-âlî); cild-2, sh. 19
35) Kısâs-ül-enbiyâ
(Arâis-ül-mecâlis); sh. 54
36) Kısâs-ı
enbiyâ ve tevârîh-ı hulefâ; cild-1, sh. 4
37) Bedâi'uz-zühûr;
sh. 54
38)
Ravdat-üs-safâ; sh. 130
39) Hasâis-ül-kübrâ;
cild-2, sh. 180
40) Meâric-ün-nübüvve;
cild-1, 1. Rükün, sh. 52
41)
Delâil-ün-nübüvve; sh. 98
42) El-Besâir
li-münkir-it-tevessüli bi ehl-il-mekâbir (Gavs-ül-ıbâd bi beyân-ir-reşâd kısmı.
Hakikât Kitabevi, İstanbul 1987); sh. 270
43)
Usûl-üs-Serahsî; cild-2, sh. 30, 32, 131
44)
El-Müdhiş (Ebü'l-Ferec İbn-ül-Cevzî); sh. 76
45) El-Meârif;
sh. 10
46) Kâmûs-ül-a'lam;
cild-6, sh. 4604
47)
Lügat-i târih ve coğrafya; cild-7, sh. 90
48)
Mir’ât-i Kâinat; cild-1, sh. 69
49) Sefîne-i
Nûh (Urduca, Muhammed Şefi'el Hatib,
Karaçi, Pakistan)
50)
Eshâb-ı Kirâm; sh. 367
51) Tam
İlmihal Seâdet-i Ebediyye; sh. 1116
52) Rehber
Ansiklopedisi; cild-3, sh. 249, cild-5, sh.119, cild-13, sh. 162, cild-16, sh. 101
53) İslâm
Ahlâkı
54) İslâm
Âlimleri Ansiklopedisi
55) Kimyâ-i
Seâdet
56)
Gunyet-üt-tâlibin
57) Tenbîh-ül-gâfilîn
58)
Keşf-ül-mahcûb (Hucvîrî)
59)
Kuşeyrî risâlesi
60) Tarîk-un-necât