NÛH ALEYHİSSELÂM

İdrîs'ten (aleyhisselâm) sonra gönderilen peygamber. Kendilerine yeni bir din verilen peygamberler (resûller) dendir. Peygamberler içinde en büyükleri olarak bilinen ve kendilerine ülü’l-azm denilen altı peygamberin ikincisidir. İdrîs (aleyhisselâm) göğe çıkarıldıktan sonra, insanlar azarak doğru yoldan ayrıldılar ve putlara yâni heykellere tapmaya başladılar. Cenâb-ı Hak, bunlara Nûh aleyhisselâmı peygamber olarak gönderdi. Nice yıl, onları dîne dâvet etti. Yalnız, oğullarından Sâm, Hâm, Yâfes ile pek az kimse îmân etti. Kendi oğlu Yâm, yâni Ken’ân başta olmak üzere kavminin çoğu îmân etmedi ve karşı geldi.

Kavmi, Hazret-i Nûh'a hakâret ve işkence edince onlara bedduâ etti. Allahü teâlâ, Nûh'a (aleyhisselâm) gemi yapmasını emretti. Geminin bitiminde, tûfan başladı ve Nûh (aleyhisselâm) mü’minleri de alarak gemiye bindi. Gemidekilerin seksen kişi olduğu ve geminin üç katlı yapıldığı “Arais-ül-mecalis” adlı eserde yazmaktadır. Hazret-i Nûh ayrıca gemiye her hayvandan da birer çift almış, hatta oğlu Ken’ân'ı da gemiye çağırmıştır. Ken’ân; (Ben, dağa çıkar kurtulurum) dediği sırada bir dalga gelerek onu boğmuş, sular dağları aşmıştır. İnsanlar ve hayvanlar telef olup, yağmurlar altı ay sonra durmuş ve sular çekilmiştir. Gemi, Irak'ta bulunan Cûdî dağına oturmuş ve insanlar, tûfandan sonra Hazret-i Nûh'un üç oğlundan çoğalıp yeryüzüne dağılmışlardır. Bunun için, Nûh aleyhisselâma ikinci Âdem (aleyhisselâm) denildi. Sâm'dan Arab, Fars ve Rûm; Hâm'dan Hindistan, Habeş ve Afrika halkı; Yâfes'ten de Asyalılar ve Türkler meydana geldi. Hattâ Bering (Behreng) boğazından Amerika'ya bile geçip yerleşenler oldu. Nûh aleyhisselâm, bin yaşında vefât etti.

Yaşı, insanlar arasında uzun ömre güvenilmemesi ve ne kadar yaşanırsa yaşansın sonunda ölüm olduğu husûsunda bir ölçü olmuştur.

Hazret-i Nûh'un, Hazret-i Âdem'e kadar olan nesebi şöyledir: Nûh bin Lamek bin Metuşalih (bu isim Metüşalh ve Müteveşlih şeklinde de rivâyet edilmiştir) bin Ehnûh (yani İdrîs (aleyhisselâm)) bin Yerd bin Mehlâil bin Kaynân bin Enûş bin Şiş (Şît) (aleyhisselâm) bin Âdem (aleyhisselâm). Ayrıca Hazret-i Nûh'un asıl isminin, Yeşkür, Şâkir ve Abdülgaffâr olduğu da bildirilmiştir. Lakabı Neciyyullah ve Şeyh-ul enbiyâ'dır.

Nûh'un (aleyhisselâm) annesinin ismi Kaynûş binti Berâkil bin Mahvîl'dir. Annesinin ismi; Sebhâr, Şemhâ ve Semhâ şeklinde de bildirilmiştir.

Kaynak eserlerde bildirildiğine göre, İdrîs’in (aleyhisselâm), Metûşâlih isminde bir oğlu vardı. Metûşâlih, babasının bildirdiklerine tamâmen uyan kâmil bir mü’min olup, Meysâha adlı sâliha bir hanımla evlendi. Bu evlilikten ismi, Yemlek ve Lemk şeklinde de bildirilen Lâmek dünyâya geldi. Lâmek; doğumu, çocukluğu, yetişmesi ve gençliğinde, herkesin imrendiği bir hâle sâhip ve pek güzel, güçlü, kuvvetli idi. Muhammed aleyhisselâmın mübârek nûru, Âdem aleyhisselâmdan beri temiz ana-babalardan geçerek ona ulaşmış, şimdi de onun yüzünde parlıyordu. Lamek, Kaynuş isminde sâliha bir hanımla evlendi. Bu evlilikten de Hazret-i Nûh dünyâya geldi. Hazret-i Nûh, Şam diyârında Ba’lebek yakınında, Ayn-ül-ved (sevgi pınarı) isimli yerde, yâhut Diyârbakır'da veya Hindistan'da yetişti.

Hazret-i Nûh'un annesi Kaynûş, hâmileliğinin son zamanlarında kendisi ve doğacak çocuğu hakkında, çok zâlim bir kimse olan zamânın hükümdârından korkuyordu. Bu endişe içerisinde, doğum iyice yaklaştığında, Kaynûş evinden çıkıp, bir mağaraya giderek doğum yaptı. Zevci Lâmek ise o sırada rahatsız olup son anlarını yaşıyordu.

Doğumdan sonra çocuğunu mağarada bırakıp, büyük bir üzüntü ile, içli gözyaşları dökerek ve vah oğlum diye sızlanarak mağaradan ayrılmak üzere iken, daha yeni doğmuş, kundağa sarılmış olan Hazret-i Nûh, Allahü teâlânın izni ile konuşmaya başladı. Annesini hayretler içinde bırakan bu mübârek çocuk; (Anneciğim! Benim için korkma! Endişe etme! Çünkü beni yaratan elbette korur) diyordu.

Kundaktaki bebeğinin böyle konuşması, gözü yaşlı anneyi hem rahatlattı, hem de daha çok üzülmesine sebep oldu. Çünkü, Kaynûş, evlâdının bu sözüyle, onun Allahü teâlâ tarafından husûsî olarak korunduğunu, kendisine bir zarar gelmesinden endişe etmeye lüzum kalmadığını hissederek rahatladı. Diğer taraftan, kendisinden bu sözleri duymakla, gönlünde yavrusuna karşı muhabbet ve şefkâtinin kat kat arttığını hissetmiş ve böyle bir yavrudan ayrılmak, hele bir mağarada bırakıp gitmek ona pek zor gelmişti. Bu acıya ve ayrılığa tahammül etmek, öyle bir anne için elbette mümkün değildi. Ama oğlunun selâmeti için bu acıya sabretmesi îcâb ettiğini düşünerek, onu Allahü teâlâya emânet edip, gözyaşları içerisinde evine döndü.

Nûh (aleyhisselâm) kırk gün kadar, doğduğu mağarada kaldı. Bundan sonra melekler onu alıp, annesinin yanına götürdüler. Annesi Kaynûş buna pek sevindi. Bu kırk gün içinde, Nûh'un (aleyhisselâm) babası Lâmek de vefât etmiş idi. Lâmek’in (rahmetullahi aleyh), Nûh'un (aleyhisselâm) peygamberliğinden sonra vefât ettiği de bildirilmiştir. Hazret-i Nûh, çocukluğunda ve gençliğinde, zâhirde ve batında, (görünüşte ve iç âleminde) çok güzel, pek mükemmel idi. Bütün güzel sıfatları kendinde toplamıştı. Şekl-ü şemâil yâni vücut görünüşü ile, huy ve yaradılış bakımından Hazret-i Âdem'e çok benzerdi.

Hazret-i İdrîs'ten sonra insanların durumu:

İdrîs aleyhisselâm insanlara peygamber olarak gönderilip, onlara doğru yolu gösterdikten sonra diri olarak göğe kaldırıldı. Bundan sonra ona tâbi olup, yolunda bulunan ve Âdem (aleyhisselâm) ile Hazret-i Nûh arasında, çeşitli zamanlarda geldikleri de bildirilen Vedd, Süvâ, Yegûs, Ye’ûk ve Nesr isimlerindeki kıymetli âlim zâtlar Arab yarımadasının çeşitli yerlerine dağılarak İdrîs'in (aleyhisselâm) dînini yaymaya çalıştılar. Bu âlimler, Arab yarımadasının çeşitli yerlerinde dağınık vaziyette yaşayan insanların yanlarına, ayaklarına kadar giderek, onlara doğru olan hidâyet yolunu anlatıyorlardı. Bunun için bütün gayretlerini sarfediyorlar ve hiç bir fedâkarlıktan kaçmıyorlardı.

İbn-i Ebî Hâtim'in (radıyallahü anh) bildirdiğine göre, Tabiînden ve Fukahâ-i seb’a diye bilinen Medîne'nin yedi büyük âliminden Urve bin Zübeyr (rahmetullahi aleyh); İdrîs'in (aleyhisselâm) eshâbından olan ve insanlara doğru yolu gösteren bu büyük âlimler hakkında; “Vedd, Yegûs, Ye’ûk, Süvâ ve Nesr, Hazret-i Âdem'in evlâdından yâni torunlarındandır. Vedd, onların en büyüğü ve içlerinde en üstün olan idi” buyurmuştur.

Bu âlimler, ahlâk ve edeblerinin fevkalâde olması, hep Allahü teâlâdan, kıyâmetten, âhıretten anlatmaları, dinleyenleri çeken tatlı sohbetleri ile, gittikleri her yerde sevilip sayıldılar. Herkes bunları pek çok sevip, anlattıklarına inanıyor, onlara tâbi oluyordu. Nihâyet onlar da, birer birer vefât edip, âhırete göçtüler. Sevenleri kedere boğuldu ve kimse onları unutamadı.

Kavmin içinde bulunan bâzı münâfıklar, doğru îmân sâhiplerinin, vefât eden âlimlere olan muhabbet ve bağlılıklarını istismar ettiler. Temiz îmân sâhibi insanları kandırabilmek için sanki mü’minlerden imiş gibi göründüler. Onlara yaklaşarak; “Bizler, bu kıymetli büyüklerimizin, âlim zâtların vefâtlarından bir müddet sonra, unutulacağından ve nasîhatlerinin tesirinin kaybolacağından ve dolayısıyla, insanların doğru yoldan ayrılacaklarından endişe ediyoruz. En iyisi biz, bu âlimlerin bulundukları yerlere birer alâmet koyup, nişân diksek, hattâ, bu âlimlerimizin küçük birer timsallerini yapıp evlerimizde bulundursak ne kadar güzel olur. Böyle yapınca hem devamlı hatırlayarak onları unutmamış, hem de nasîhatlerine uymuş oluruz. Hep birlik olalım ve bu husûsu ihmâl etmeyelim” dediler.

Bu münâfıkların, böyle gönül alıcı sözlerle mü’minlere yaklaşmaları, şeytanca maksatlarının o an için anlaşılmasına mâni oluyordu. Onların bu düşüncelerinin arkasında putperestlik illetinin ortaya çıkarılması fikri yatıyordu. Yâni münâfıklar, insanlığı ebedî felâkete, sonsuz azâblara sürükleyecek olan, putperestlik, müşriklik zehirini şekerle kaplayıp yaldızla süsleyerek, tatlı sözlerle insanlara vermek istiyorlardı. Mü’minlerin ileri gelenleri böyle bir durumun ileride ne gibi netîceler hâsıl edeceğini bilemeyip düşünemediklerinden ve işin garibi, bu fikri telkin edenler, mü’minlerdenmiş gibi göründüklerinden, bu fiili mâkul karşıladılar. Zâhirî sebeplere göre, bu hâlin maksada uygun olduğunu zannettiler. Hattâ, şeytanın, insan şekline girerek onlara bu fikri verdiği de rivâyet edilmiştir.

Şâyet bu fikir, İdrîs'e (aleyhisselâm) îmân etmeyenlerden gelmiş olsaydı, îmân sâhibi olanlar durup, düşünürler, böyle bir durumun, ilk bakışta faydalı görünse bile mahzurlarının da bulunabileceğini tahminde geç kalmaz ve buna göre hareket ederlerdi. Lâkin bu fikir, mü’min görünen münâfıklar tarafından ortaya atıldığı için hemen hiç kimse karşı çıkmadı. Üstelik herkes tarafından da kabûle şâyân görüldü. Böylece münâfıkların sinsi plânları tutarak, ilk başta maksatlarına uygun bir şekilde işlemeye başlamıştı.

Nihâyet insanlar, kendilerine doğru yolu gösteren ve nasîhatlerde bulunan Vedd, Süvâ’, Yegûs, Ye’ûk ve Nesr isimlerindeki o âlim zâtların birer heykellerini yaparak, onların daha ziyâde bulundukları yerlere diktiler. Bunu, güyâ o âlimlerin feyzlerinden istifâde etmeyi kolaylaştırmak, onları unutmamak için yapmışlardı.

Zamân akıp giderken, insanlar, bu heykellerin, daha küçük sûretlerini yapıp evlerinde bulundurmaya başladılar. Böylece, onların feyzlerinden daha çok istifâde edeceklerine, nasîhat ve vasiyetlerini unutmayıp, onlara tam uyacaklarına inanıyorlardı. Münâfıkların, hak dîne düşman olanların sinsi plânları, maksatlarına uygun bir şekil almıştı.

Nesiller değişip, bu heykellerin dikiliş maksatları unutulunca, insanlar zamanla, bu heykelleri daha çok tâzim etmeye başladılar. Bu husûs, münâfıklarca dîne daha çok sarılmaya ve bağlanmaya sebep şeklinde gösteriliyor ve büsbütün yoldan çıkarabilmek için tahrifleri olanca hızı ile devam ediyordu. Öyle bir hâle geldi ki, insanlar, farz ibâdetlerini yaptıktan başka, muayyen zamanlarda o heykellerin etrâfında toplanırlar, ziyâret ederler, o heykellere saygı ve hürmet gösterirlerdi. Mü’min olanlar, geçmiş âlimlerin yolunda olmak, nasîhatlerini hatırlamak perdesi altında putperestliğe doğru adım adım yaklaştırıldıklarının farkında bile değillerdi. Münâfıklar sinsi ve şeytanca hareket ediyorlardı. İnsanlar, bu heykellerin evlerde bulunan küçük sûretlerini de tâzim etmeye, onları geçmiş âlimlerin sohbet ve nasîhatlerini hatırlatıcı ve kendilerinin kötülüklerden men edip, uyarıcı olarak kabûl etmeye başladılar.

Uzun yıllar geçip, nesiller değiştikçe heykellere olan muâmele,onların ibâdete karıştırılması, önceki mü’minlerin itikatlarının ve yaptıklarının aksine olarak çok değişti. Bu durum şeytanın ve dîne düşmanlıkta ona iş bırakmayan münâfıkların çok hoşuna gidiyordu. Çünkü onlar, git gide maksatlarına ve hedeflerine yaklaşıyorlardı. Zamân ilerledikçe, yeni yetişen nesiller, bu heykellerin dikiliş gâyesini unuttular. Şeytanın, münâfıkların vesvese ve aldatmaları ile, inanç ve ibâdetlerinde değişiklikler meydana geldi. İnsanlar, bu dikili taşlarda üstün vasıflar bulunduğunu zannetmeye, diğer yapılan ibâdetlerden ziyâde bu heykellere hürmet göstermeye başladılar. Böylece, daha çok sevap kazanacaklarına, Allahü teâlâ katında bu heykellerin kendilerine şefâatçi olacağına, dolayısıyla bunlara daha çok hürmet ve tâzim etmenin lâzım geldiğine inanmaya başladılar.

Daha sonra insanlar, bu heykellerde, ilâhi kudret bulunduğuna inanmaya, bunları, mânevî olarak gözlerinde daha çok büyütmeye başladılar. Nihâyet, onların ilâh olduğunu zannedip, kendilerine put edindiler ve tapınmaya başladılar. Böylece insanlar putlara tapmaya yönelmiş, hakîki ve yegâne mâbut olan Allahü teâlâya ibâdetten yüz çevirir olmuşlardı. Artık, insanlar putlara ibâdet ediyorlardı. Böylece yeryüzünde ilk defâ putperestlik, putlara ibâdet etme başlamış, şeytan ve onun avânesi olan münâfıklar, maksatlarına kavuşmuşlardı.

Mü’minlere, îmân etmiş görünerek yaklaşan, süslü, tatlı sözlerle, çeşitli entrikalar çevirerek, îmân sâhiplerini doğru yoldan ayırmaya, îmânlarını çalmaya çalışanların, îmân etmeyen ve îmân edenlere de açıkça düşmanlıkta bulunan din düşmanlarından daha çok zararlı oldukları böylece anlaşılmış oldu. Kıyâmete kadar devam edecek olan bu sinsi düşmanlığın ilki böylece ortaya çıktı.

İnsanlar puta tapmaya başlayıp Allahü teâlâya ibâdet ve tâattan yüz çevirince tabiî olarak, git gide aralarında, zulüm, ahlâksızlık, fitne, fesâd ve zorbalık gibi kötülükler arttı ve yayıldı. Kâinatta bulunan her şey, insan aklının idrâk edemeyip âciz kaldığı, fevkalâde, akıl almaz bir ahenk ve nizâm içinde cereyân ederken ve her şey bütün teferruâtıyla insanoğlunun hizmetine sunulmuşken, insanlar bunu anlayamıyorlardı. Bütün bu nîmetlerden ve her nîmetin sâhibi olan Allahü teâlâdan gâfil idiler. Üstelik O'ndan başkasına, putlara, heykellere ibâdet ediyorlar, bu hâlin Allahü teâlâyı gadaba getireceğini, kendilerine azâb edeceğini bir türlü akıl edemiyorlardı.

Kâinattaki birçok mahlûk, kendilerinde hiç şuur olmadığı hâlde insanlara hizmet ederken, bu insanlar, ihsân edilmiş olan akıl ve şuurlarını kullanmayarak, Allahü teâlâdan başkasına ibâdet ediyorlardı.

Hiç kimseye fayda ve zararı olmayan taş parçalarına tapan insanlar, hakîkî ve yegâne mâbut olan Allahü teâlâdan yüz çevirip, O'na kulluk etmekten uzaklaştıkça daha çok bozuldular. Zâten, O'nu unutup, başka şeylere ibâdet etmeleri her fenâlık ve alçaklığın habercisi olup, en büyük kötülük ve çirkinlikti.

Nitekim insanlar günden güne daha da bozularak her türlü fenâlık ve ahlâksızlığı işler oldular. Güçlü kuvvetli olanlar, zayıf ve âciz kimselere zulmederlerdi. Fakirler, garipler, zavallılar, güç ve kuvvetten düşüp zayıf olanlar, kötülerin şerlerinden korunabilmek için kaçacak yer ararlardı.

Hazret-i Nûh'un yetişmesi:

Gün geçtikçe biraz daha bozulup, çirkinleşen, zulüm ve haksızlıkların her gün biraz daha kök saldığı bu kavmin içinde bulundukları hâlde, bunlara hiç benzemeyen bir takım kimseler vardı. Bunlar Kûfe şehrinde bulunan, hiç bir zaman Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeyen ve tevhid dîninden ayrılmayan insanlar olup, kavmin azgınlık ve taşkınlıklarına kapılmamış hakîkî îmân sâhibi temiz mü’minler idi. Hazret-i Nûh'un âilesi de, bunlar arasında idi. Bu mü’minlerin hepsi istisnâsız, İdrîs'in (aleyhisselâm) bildirdiği dînin esaslarına inanarak uygun amel eden, takvâ sâhibi sâlih kimselerdi. Fakat zâlim hükümdârlarından korktukları için îmânlarını gizlerlerdi. Zâten sayıları pek az olup, üçü beşi geçmezdi.

Nûh (aleyhisselâm) gençliğinde bir müddet çobanlık yaparak kavminin sürülerini otlattı. Zamân zaman ticâretle meşgûl oldu. Her ne kadar, bu vesîlelerle kavminden inanmayanlar ile teması olduysa da, onları putlara taptıkları için sevmedi. Kavminin başında, Kâbil'in soyundan gelme, Dermesil veya Dernesil isminde çok zâlim bir hükümdâr vardı. Dermesil, içki içer, kumar oynar, zamanını oyun ve eğlence ile geçirirdi. Onun zamanında, demir, bakır ve kurşundan muhtelif eşyalar yapılırdı. Dermesil ve kavmi, baba ve dedelerinin putları olan Vedd, Süvâ’, Yegûs, Ye’ûk ve Nesr isimlerindeki putlara ibâdet ederlerdi. Demir, bakır ve kurşunu rahat işleyebildikleri için, kendilerine göre muhtelif sûretlerde şekiller yaparlar, sonra bu şekil ve heykelleri put kabûl edip, onlara ibâdet ederlerdi. Böylece muhtelif şekillerde binlerce putları oldu. Her kabîlenin ayrı bir putu vardı.

Daha sonra Dermesil, putlar için büyük bir puthâne yapılmasını emretti. Her put, pek güzel, kıymetli örtülerle döşenmiş masalara kondu. Ayrıca putlar için, nöbetle vazife yapan hizmetçiler vardı. Hazret-i Nûh, onların bu gülünç durumlarını hiç tasvip etmez ve onlardan uzak kalırdı. Aralarına karışmadığı gibi, bayramlarına da iştirâk etmezdi.

Hazret-i Nûh'un peygamberliği:

Bu kadar azgın, haddi aşmış, her türlü ahlâksızlık ve kötülüğün yayılıp, yerleşmiş olduğu bu kavme, Allahü teâlâ, Hazret-i Nûh'u elli yaşında peygamber gönderdi. Peygamber olduğunu haber vermek ve kendisini müjdelemek üzere, Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâmı Hazret-i Nûh'a gönderince, Cebrâil (aleyhisselâm) Nûh'un (aleyhisselâm) yanına gelerek; “Esselâmü aleyke ey Nûh!” dedi. O da; “ve aleykesselâm. Kimsiniz?”dedi. Cebrâil (aleyhisselâm); “Ben Cebrâil'im. Allahü teâlâ tarafından, peygamberliğini bildirmek için geldim. Allahü teâlâ sana selâm ediyor. Seni kavmine peygamber yaptı. Dermesil ve kavmine git! Onları, Allahü teâlâya îmân etmeye, yalnız O'na ibâdet ve kullukta bulunmaya dâvet et!” dedi ve gitti.

O zamanda, o beldede yaşayan bütün insanlara peygamber olarak gönderilen Nûh (aleyhisselâm), ömrünün sonuna kadar, insanları, îmâna çağırıp, Allahü teâlânın emirlerine uymaya dâvet edeceğine dâir söz (mîsak) verdi.

Nitekim Ahzâb sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “(Ey Resûlüm (sallallahü aleyhi ve sellem)! Şunu hatırla ki) biz peygamberlerden, ümmetlerine risâleti, peygamberliği tebliğ ve onları dîne dâvet etmeleri için ahd aldık. Hususen bu ahd aldıklarımız içinde meşhûr ve ülül-azm olanlar; sen, Nûh, İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ bin Meryem (aleyhimüsselâm). Biz bunlardan sağlam yemînli, te’kidli bir ahd, söz aldık.”

A’râf sûresinin 59. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Muhakkak ki biz, Nûh'u (aleyhisselâm) kavmine resûl olarak gönderdik.” (İbn-i Cerir (rahmetullahi aleyh) ve başkalarının rivâyetlerine göre kavminin ismi Benû Râsib idi.) Nûh (aleyhisselâm) onlara dedi ki, ey kavmim! Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Eğer O'na îmân etmezseniz, kıyâmet gününde (veya tûfan gününde) size büyük bir azâbın isâbet etmesinden korkuyorum."

Hûd sûresinin 25 ve 26. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyruldu ki; “Biz Nûh'u (aleyhisselâm) kavmine peygamber olarak gönderdik. O onlara dedi ki: Ben sizi Allahü teâlânın azâbıyla korkutuyorum ve azâbdan kurtuluşun çâresini açıklıyor, beyân ediyorum. Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeyin. Bana muhâlefet etmeniz hâlinde, bir gün, (dünyâda garkla, suda boğulmakla, âhırette ise ateş ile) üzerinize elem verici çok şiddetli bir azâbın gelmesinden korkuyorum.”

Ebü’ş-şeyh, İbn-i Ebî Hatim ve İbn-i Asâkir’in (rahmetullahi aleyhim) Enes'den (radıyallahü anh) bildirdikleri bir hadîs-i şerîfte resûllerin ilkinin Hazret-i Nûh olduğu bildirilmiştir.

“Hüsn-üt-tenebbüh” kitabının müellifi olan Necmüddîn-i Gazzî (rahmetullahi aleyh) bu hadîs-i şerîf hakkında buyuruyor ki: “Hazret-i Âdem'in peygamberlerin ilki olduğu husûsunda icma vardır. Ancak ilk resûlün Âdem (aleyhisselâm) mı? Yoksa Nûh (aleyhisselâm) mı? olduğunda muhtelif rivâyetler var ise de, Hazret-i Âdem'in ilk resûl olduğu açıktır. Hazret-i Enes'in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) murâdının, Âdem aleyhisselâmın oğulları içinde ilk resûl Nûh'tur (aleyhisselâm) buyurmuş olması muhtemeldir veya bu hadîs-i şerîfin devamı vardır ve bu bize ulaşmamıştır. Nitekim, Hâkim et-Tirmizî'nin (rahmetullahi aleyh), Ebû Zer'den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte; “Resûllerin ilki Âdem (aleyhisselâm) sonuncusu Muhammed'dir (sallallahü aleyhi ve sellem). İsrâil oğullarının peygamberlerinin ilki Mûsâ (aleyhisselâm), sonuncusu Îsâ'dır (aleyhisselâm). Kalem ile ilk yazı yazan İdrîs'tir (aleyhisselâm).” buyurulmaktadır.”

Hazret-i Nûh'a peygamberliğinin bildirildiği, insanları Allahü teâlâya îmân ve ibâdete çağırmakla emr olunduğu sırada, kavmi tam bir sefâhet içinde idi. İçki, kumar, zinâ, zulüm, haksızlık gibi her türlü ahlâksızlık ve kötülük almış yürümüştü.

Hazret-i Nûh, peygamber olduğu kendisine bildirildikten sonra, kavmine nasîhat etmeye, onları îmâna dâvet etmeye başladı. Bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm gibi, Hazret-i Nûh da peygamberliğinin ilk zamanlarında, gizliden gizliye insanları hak dîne dâvet ediyordu. Yılmadan, gece-gündüz, gayret ederek çalıştı. Bir zaman sonra açıktan açığa insanları dîne dâvet etmeye başladı.

Diğer bütün peygamberler gibi, Hazret-i Nûh da kavminin azgınlık ve taşkınlıklarına, bozuk işlerine kapılmamıştı. Çocukluk ve gençliğinden îtibâren sâlih bir zât ve emîn bir kimse olarak tanınmış ve hiç kimse ondan bir sıkıntı ve rahatsızlık görmemişti.

Böyle olunca onun, tevhid dînine dâvetinin çok tesirli olması, hemen herkesin, onun dâvetini kolayca ve hemen kabûl etmesi icâbediyordu. Ama böyle olmadı. Bilhassa kavminin ileri gelenleri ona karşı çıktı. Çünkü onun söyledikleri, bu haddi aşmış kimselerin, habis zevklerine gem vuruyor ve bu kötü işlerden vazgeçmelerini emrediyordu.

Nûh'un (aleyhisselâm) dâvetine çok az kimse icâbet etmişti.

Nûh (aleyhisselâm) bir bayram gününde kavminin yanına gitti. O günü bayram olarak, babaları (yani o azgın kavimde bulunanların bir kısmının ataları, dedeleri olan) Kâbil koymuştu. Onlar kendilerine göre bayram günü geldiğinde, bir yere toplanırlar, putlarını masaların üzerine dikerek, onlara kurban keserlerdi. Putların önünde secdeye kapanarak ibâdet ederlerdi. Ayrıca içki içerler ve çalgı çalıp oynarlardı. Kadın erkek karışırlar, hattâ hepsi çıplak olarak bir arada bulunur, zinâ yaparlar, her türlü ahlâksızlık ve rezâleti işlerlerdi.

İşte böyle bir günde Hazret-i Nûh, onların bulunduğu yere vardı. Giderken de; “Allah'ım! Onlara karşı bana yardım eyle” diye duâ etti. Kendilerine yaklaştığında, yüksek sesle; “Ey kavmim! Allahü teâlâ tarafından, size nasîhatçi olarak geldim. Sizi, Allahü teâlâya îmân ve yalnız O'na ibâdet etmeye dâvet ediyorum. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Sizi, putlara ibâdet etmekten men ediyorum. Allahü teâlâdan korkun. Bana itâat edin.” diyerek nidâ etti. Hazret-i Nûh böyle söylerken, masaların üzerlerinde bulunan putların hepsi yere devrildi.

Kavmin melîki olan Dermesil, yanında bulunanlara; “O da kim?” diyerek, alay edici bir tavırla Nûh'u (aleyhisselâm) sordu. Onlar da; (Ey Melik! O, bizim kavmimizden olduğu hâlde, hâli bize uymayan birisidir. İsmi Nûh bin Lamek'dir. Önceleri akıllı idi. Sonra aklını kaybedip peygamber olduğunu, Allahü teâlâdan kendisine vahiy geldiğini iddia etmeye başladı. O, mecnûn yâni delidir. Şu anda cinneti, deliliği fazlalaşmış olduğundan böyle şeyler söylüyor) dediler. Dermesil; “Peki neler söylüyor?” dedi. Etrâfındakiler; “O, insanları, bir olan Allahü teâlâya îmân etmeye, O'ndan başkasına ibâdet etmemeye dâvet ediyor. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur diyor. Bizi, putlarımıza ibâdet etmekten men ediyor.” dediler.

Bu söylenilenlere çok kızan Dermesil, derhal onun huzûruna getirilmesini emretti. Kralın adamları, hemen Hazret-i Nûh'u yakalayıp, döverek, reislerinin yanına getirdiler. Dermesil, Hazret-i Nûh'a; “Yazık sana; demek sen bizim ilâhlarımızı inkâr ediyorsun ha!... Söyle bakalım sen kimsin?” dedi. Hazret-i Nûh, büyük bir sabır ve tevâzû ile, fakat vakâr ve heybet içerisinde; “Ben Nûh bin Lamek'im. Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlânın peygamberiyim. Sizleri, Allahü teâlâya îmâna dâvet ediyorum. Benim, O'nun peygamberi olduğumu tasdik ve putlara ibâdeti terk etmeniz için nasîhat vermek üzere, peygamber olarak gönderildim.” buyurdu.

Bunun üzerine Dermesil, Hazret-i Nûh'a; “Ey Nûh! Sen bize, bizim bilmediğimiz şeyler anlatıyorsun. O hâlde biz senin saçmaladığını zannediyoruz. Eğer mecnûn isen, seni tedâvi edelim. Fakir olduğun için böyle yapıyorsan sana yardım edelim" deyince, Hazret-i Nûh şöyle cevap verdi: “Ey kavmim! Ben deli değilim ki, siz beni tedâvi edesiniz. Ben sizin elinizde bulunanlara muhtâç değilim ki, bana yardım edesiniz. Mülk, kendisinden başka ilâh bulunmayan, her şeye gâlib ve hâkim olan Allahü teâlânındır. Ben sizden böyle şeyler istemiyorum. Benim sizden istediğim tek şey, La ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur) demeniz ve benim, O'nun resûlü, peygamberi olduğumu tasdik etmenizdir.”

Hazret-i Nûh'un bu sözlerini dinleyen Dermesil fenâ hâlde kızdı ve; “Ey Nûh! Bizim âdetlerimize göre bu gün bayram olup, adam öldürmek câiz değildir. Şâyet böyle olmasaydı, seni, pek şiddetli bir şekilde öldürürdük.” diyerek kin ve düşmanlığını bildirdi.

Nûh'a (aleyhisselâm) ilk îmân eden, Amûre isminde bir hanımdır. Hazret-i Nûh bu hanımla evlendi. Bundan Sâm, Hâm ve Yâfes adında üç oğlu ile Hadûre, Nesûre ve Mahbûre isimlerinde üç kızı oldu. Daha sonra başka bir kadın daha îmân etti. Hazret-i Nûh onunla da evlendi. Ken’ân (Yam) isimli oğlu bu kadından oldu. Fakat bu kadın daha sonra, Nûh'un (aleyhisselâm) dîninden dönüp mürted oldu. Yâni mü’min iken îmândan ayrılıp îmânsızlığı seçti ve putperestliğe döndü.

Hazret-i Nûh, devamlı olarak kavmine, kendilerine peygamber olarak gönderildiğini bildirdi. Onlara, putlara tapmaktan, haksızlıktan, zulüm ve işkenceden, aşağılıktan vaz geçmelerini ve içinde bulundukları ahlâksızlıklara son vermelerini söyledi. Allahü teâlâya îmân etmelerini ve O'nun emirlerine tâbi olmalarını, bunlara riâyet etmezlerse, Allahü teâlânın azâbının pek şiddetli ve çok çetin olduğunu her defâsında tekrar tekrar haber verdi.

Fakat zulüm ve zorbalığa alışmış olan bu gaddar insanlar buna inanmadılar, kabûl etmeyip karşı geldiler. Nitekim Şuarâ sûresinin 105. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Nûh kavmi, peygamberleri tekzip etti, yalanladı.”

Tabiînin büyüklerinden olan Hasen-i Basrî hazretlerine; (Ey Ebû Sa’îd! Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde: “Nûh kavmi, peygamberleri tekzip etti”, “Âd kavmi, peygamberleri tekzip etti”, “Semûd kavmi, peygamberleri tekzip etti” buyuruyor. Bu kavimlerin her birine bir peygamber gönderilmiş olduğu hâlde, böyle buyrulmasının hikmeti nedir?" diye suâl edilince, Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) cevap olarak buyurdu ki: “Bütün peygamberler, ümmetlerine aynı îmânı yâni aynı şeylere inanmayı bildirmiş olduklarından, onlardan herhangi birini inkâr (hatta peygamber olduğunda şüphe) etmek, bütün peygamberleri inkâr etmek olur.”

Hazret-i Nûh, inanmayanları, Allahü teâlânın azâbı ile korkutunca, bu hâlden en çok, kavmin ileri gelen yönetici durumundaki kimseler rahatsız oluyordu. Çünkü, diğer insanların, başlarında bulunanlara; “Bu peygamber olduğunu söyleyen zât, bizi şiddetli azâb ile korkutuyor. Söyledikleri doğru ise hâlimiz ne olur?” demelerinden çekiniyorlardı.

Onlara göre bunun çâresi, azâb ile korkutandan kurtulmak, onu susturmak, en azından sindirmekti. Bu sebeple Nûh'a (aleyhisselâm) en çok kavmin ileri gelenleri karşı çıkıyorlar, pek katı ve sert cevaplar verdikleri gibi sataşarak eziyet ediyorlardı. Kur’an-ı kerîmde, Hûd sûresinin 27. âyeti kerîmesinde meâlen bildirildiğine göre, kavmin ileri gelenleri şöyle karşı çıktılar: “Nûh kavminden kâfir olanların ileri gelenleri, reisleri Nûh'a dediler ki: Biz seni ancak, bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Böyle olunca senin üzerimizde ne üstünlüğün ve ne meziyetin var ki, peygamberlik vazifesi ve kendisine tâbi olunması icâbettiği gibi bir husûsiyet sana has kılınmış olsun. Ve biz, sana uymuş, îmân etmiş olanların da, en alçak ve aşağılarımız olduklarını görüyoruz. Senin ve sana tâbi olanların bizim üzerimize bir fazîletiniz, üstünlüğünüz olduğunu görmüyoruz ki, sen peygamber olmaya ehil ve kendisine tâbi olunmaya lâyık ve müstehak olasın. Bilakis biz, seni, peygamberlik dâvâsında; sana tâbi olanları da, senin sadık olduğunu bilmeleri husûsunda yalancılardan zannediyoruz.”

Aslında, kendileri pek aşağı ve rezil kimseler olan o kâfirlerin, Nûh'a (aleyhisselâm) îmân etmiş olan mü’minleri aşağı, hafif ve rezil görmelerine sebep, îmân nîmetinden mahrûm olmaları, her şeyin, dünyânın zâhirînden, görünüşünden ibâret olduğunu zannetmeleridir. Çünkü onlar, dünyâ hayatından sonra gelen âhıret hayatını, sonsuz yaşamayı bilmezler ve inanmazlardı. Onlara göre lezzet ve zevk veren şeyi daha çok olan, en şerefli ve çok üstün idi. Bundan mahrûm olanlar da rezil kimseler idi. Onlar, hakîkî kıymet ve üstünlüğün, îmân etmekte olduğunu, îmân nîmeti ile şereflenmiş bir çöpçünün, îmândan mahrûm olan bir sultândan çok daha kıymetli ve üstün olduğunu anlayamıyorlardı. Böylece, peygamber olacak zâtın ya melek veya melik yâni hükümdâr olması icâbettiğini düşünüyorlar, bunun aksini kabûl etmiyorlardı. Bu sebeple, Hazret-i Nûh'a; “Etrâfındaki o rezil, aşağı, mal, mevki sâhibi olmayan kimseleri kov! O zaman belki biz de sana inanırız. Yoksa onlarla beraber olmayı kendimiz için aşağılık sayarız” dediler.

Hûd sûresi 28-30. âyet-i kerîmelerinde meâlen bildirildiği gibi, Hazret-i Nûh, kavminin bu karşı çıkmalarına ve bozuk isteklerine şöyle cevap verdi: “Nûh onlara dedi ki: "Ey kavmim! Bana haber verin. Eğer ben Rabbim tarafından, dâvâmın doğru olduğuna açık hüccet ve delil üzere gelmiş isem; O, kendi katından bana nübüvvet, peygamberlik vermiş ise ve bütün bunlar da size gizlenmiş (sizde bunları görecek göz yok) ise, istemediğiniz hâlde onu size zorla mı kabûl ettireceğiz.

Ey kavmim! Risaletimi tebliğ ettiğim için, ben sizden mal istemiyorum. Bu yaptığım tebliğ işine karşılık (olarak) benim ecrim Allahü teâlâya aittir. Sizin talebinizle mü’minleri yanımdan kovacak, tard edecek değilim. Zirâ onlar, kıyâmet günü Rablerine kavuşup mükâfâtlarını alacaklar. (Böyle olunca Allahü teâlâ, onlara mükâfât verdiği gibi, onlara zulmedenlere ve onları terk edenlere, kovanlara da cezâlarını elbette verir.) Lâkin ben sizi, (Allahü teâlâ ile karşılaşılacak, O'nun huzûruna çıkılacak olan kıyâmet gününü, o mü’minlerin Allahü teâlânın huzûruna çıkacaklarını, onların mertebelerinin Allahü teâlâya yakınlığını inkâr eden veya Allahü teâlâya îmân etmiş olanlara erazil (rezillerin de rezilleri) demekle küstahlıkta bulunan, böylece) câhillik eden bir kavim olarak görüyorum.

Ey kavmim! Îmân edip, bana tâbi olan mü’minler, bu durumda iken, ben sizin arzunuza uyarak onları yanımdan tardetsem, kovsam, o takdirde, Allahü teâlânın azâbından beni kim kurtarır. Benim onları kovmamı, yanımdan uzaklaştırmamı istemekliğinizin doğru olmadığını düşünmez, tefekkür etmez misiniz?”

Kavmin ileri gelenleri, Nûh'a (aleyhisselâm) akıllarına gelen her sözü çekinmeden söylüyor, her hakâreti yapıyorlardı. Bunun için devamlı, hücûm ediyorlar, kendi kısır akıllarına ve bozuk mantıklarına göre susturmaya, dâvâsından caydırmaya çalışıyorlardı. Onlara göre Nûh (aleyhisselâm) yanlış yolda idi. Hazret-i Nûh'u, anlamak istememelerinin sebebi, gerçekte kendilerinin bozuk olmalarından ve Hazret-i Nûh'un, istedikleri gibi hareket etmeyip onlara hakîkî saâdet yolunu göstermesindendi.

“Kavminin ileri gelenleri Nûh'a (aleyhisselâm), “Biz senin, apaçık, bir dalâlet içinde bulunduğunu görüyoruz” dediler. Nûh da onlara cevâben şöyle dedi: “Ey kavmim bende dalâlet yoktur. Ben, ancak, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ tarafından size gönderilmiş bir peygamberim. Rabbimin (risâlâtını, îtikâd, ahkam ve nasîhate dâir) bana vahyettiklerini çeşitli vakitlerde size tebliğ ediyorum. Doğruluk ve iyiliğiniz için size nasîhat ediyorum. Kendim için dilediğim hayrı, sizin için de dilerim. Allahü teâlâdan bana vahiy geldiği için sizin bilmediğiniz şeyleri; bana vahyedilen, bildirilen kadar bilirim.

(Hazret-i Nûh yine onlara dedi ki:) Sizi Allahü teâlânın yasak ettiği küfür ve günahlardan sakındırmak ve O'nun azâbıyla korkutmak için, Rabbiniz tarafından, içinizden (kendi cinsinizden) biri vâsıtasıyla, size vahiy ve haber gelmesine taaccüb mü ediyorsunuz?. Ümîd olunur ki (bu korkunuz, takvânız, küfür ve isyândan sakınmanız sebebiyle) rahmet olunursunuz.” (A’râf sûresi: 60-63)

İmâm-ı Fahrüddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh) burada meâli verilen 62. âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyuruyor ki: Risâleti tebliğ, Allahü teâlânın, yasaklarının ve vâcib kıldığı tekliflerinin hepsini bildirmektir. Nâsîhat ise, emirleri ve yasakları kabûle, ibâdetleri yapmaya teşvik etmek ve âsî olurlarsa onları azâb ile korkutmaktır.

Fakat, Nûh'un (aleyhisselâm) kavminin ileri gelenleri, buna da îtirâz ettiler. Yine karşı çıktılar. Mü’minun sûresinin 24 ve 25. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Nûh'un kavminden, kâfir olanların ileri gelenleri, (diğer insanlara) dediler ki: Bu Nûh ancak sizin gibi bir insandır. (Sizin gibi yiyor, içiyor, uyuyor. Böyle birisi, nasıl, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir peygamber olabilir? Sizi tevhide dâvet etmekle) üzerinizde fazîletli ve size reis olmak istiyor. Maksadı budur. Eğer hakîkaten, Allahü teâlâ, kendisinden başkasına ibâdet olunmamasını veya bize peygamber göndermeyi dileseydi, meleklerden peygamberler gönderirdi. Biz bunun, tevhid, peygamberlik ve öldükten sonra dirilmeye âit olarak, bizi dâvet ettiklerinin hiç birini atalarımızdan duymadık. Bu Nûh ancak deli bir kimsedir. Onun için böyle şeyler söylüyor. Bu sebeple bir zaman onu bekleyin. Ona nezaret edin. Belki ayılır da böyle sözleri söylemeye devam etmez.”

Hazret-i Nûh, onların bu kadar îtirâz etmelerine kendini yalanlamalarına karşı, sabrediyor, tebliğ vazifesine devam ediyordu. Onlar istemeseler de, yine gidip, insanlara, âdetâ yalvarırcasına nasîhat ediyor, dünyâ ve âhırette felâkete gitmemeleri için çok gayret sarfediyordu. Üstelik kavminin kendisine sataşmalarına, sâdece bizim gibi bir insandır, bizden üstünlüğü ve efdâliyeti yoktur gibi sözlerine yumuşaklıkla cevap veriyordu.

Hûd sûresi 30. âyetinin sonunda ve 31. âyetinde meâlen buyruldu ki: (Nûh (aleyhisselâm) onlara dedi ki: İstediğiniz, îtirâz ettiğiniz şeylerin hepsinin doğru olmadığını, yanlış olduğunu bildiğiniz hâlde ısrâr eder, hâllerinizin ve sözlerinizin yanlış olduğunu) düşünmez, tefekkür etmez misiniz? Ben size, benim yanımda Allahü teâlânın hazîneleri vardır demiyorum (ki istediklerinizi vereyim.) Ben gaybı bilirim demiyorum (ki, size maksadınızı haber vereyim.) Size, ben meleğim de demiyorum (ki, sizin bana ancak bizim gibi bir insansın diyerek îtirâzda bulunmanızın bir mânâsı olsun.) Sizin erâzil dediğiniz, hor ve hakîr gördüğünüz fakir mü’minler hakkında da Allahü teâlâ onlara hayır ve mükâfât vermez de demiyorum. (Bilakis Allahü teâlânın onlara dünyâda iken verdiği îmân ve hidâyet nîmeti ve âhırette vereceği Cennet ve yüksek dereceler, size dünyâlık olarak çok mal vermesinden elbette daha hayırlıdır.) Onların kalblerinde (Allah sevgisinden, güzel ahlâktan ve temiz îtikâddan, sıdk ve ihlâstan) ne bulunduğunu en iyi bilen Allahü teâlâdır. O hâlde ben (Allahü teâlânın hazîneleri benim yanımdadır, ben gaybı bilirim ve ben meleğim desem ve sizin arzunuza uyarak, onların bana îmân etmelerini kabûl etmezsem, onları yanımdan kovarsam ve kendilerine, Allahü teâlâ size, hayır, mükâfât vermez desem) muhakkak ki zâlimlerden olurum.”

Nûh kavmi hiç yola gelebilecek gibi değildi. O ne söylese kavmi inkâr eder, yalanlar, hakârete başlardı. Zamân ilerledikçe bu insanların onun sözlerine, Allahü teâlâdan bildirdiklerine inanmamaları bir tarafa; karşı çıkmaları, gayz ve kinleri devamlı artıyordu. İnkar ve îtirâzları zamanla hakârete ve üzerine hücûm etme derecesine geldi.

Nûh (aleyhisselâm) kavminin yaptıklarına sabırla dayanıyor, belki îmân ederler ümidiyle, tebliğine devam ediyordu. Gece kapıları çalıp; “Ey kavmim! La ilâhe illallah deyin” diye yalvarıyordu. İnsanları Allahü teâlâya îmân ve yalnız O'na ibâdet etmeye dâvet etmesine hep karşı çıktılar; o yine devam etti. Sefih dediler, yine devam etti. Mecnûn yâni deli dediler, o yine devam etti. Hakâret ettiler, yine devam etti. Üzerine hücûm ettiler, yine devam etti. Peygamberliğini tebliğ husûsunda hiç bir şeyden yılmıyor, kavminin bütün taşkınlıklarına rağmen, vazifesinden bir an geri kalmıyordu. Şuarâ sûresinin 105. ve daha sonraki âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Nûh kavmi, peygamberleri tekzip etti. O zaman (dinde değil de nesebde) kardeşleri olan Nûh (aleyhisselâm) onlara dedi ki: “Siz Allahü teâlâdan korkmaz mısınız da O'ndan başkasına ibâdet edersiniz. Muhakkak ki ben, Allahü teâlâ tarafından emîn olarak size gönderilmiş bir peygamberim. Aranızda emîn olarak tanınmış bir kimseyim. O hâlde Allahü teâlânın azâbından korkun, tevhidden ve bir olan Allahü teâlâya ibâdetten size emrettiklerimde bana itâat edin. Sizi Allahü teâlâya dâvet ettiğim ve nasîhatlerde bulunduğum için sizden bir ücret istemiyorum. Bilakis benim ecrim Rabb-ül-âlemînin katındadır. O hâlde Allahü teâlâdan korkup, emrini size tebliğimde bana itâat edin.”

Nûh kavmi, îmân etmemeye, Hazret-i Nûh'a tâbi olmamaya kesin ve kat’î karar vermiş gibi bir hâlde idi. Hazret-i Nûh'un anlattıklarını, haber verdiklerini, nasîhatlerini hiç kabûl etmiyorlar, kendi noksan akıllarına ve bozuk mantıklarına göre ileri sürdükleri sözlerle karşı çıkıyorlardı. Bu defâsında Hazret-i Nûh'a o zamana kadar îmân etmiş olanları işâret ederek; “Sana tâbi olup, îmân edenler, mal ve mevki bakımından, aşağı, düşük kimseler iken biz sana îmân eder miyiz?” dediler. (Şuarâ sûresi: 111). Bu kibirli, kendini beğenmiş kimselerin hepsi, îmân edip, Hazret-i Nûh'a tâbilik yönünden fakir ve garib kimselerle bir olmaktan kaçınarak bunu, kendileri için aşağılık saydılar. Halbuki, bu düşünce ve hareketlerinden daha büyük alçaklık ve aşağılık olamazdı. Bunu anlamadıklarından bir türlü uyanamıyorlardı. Hattâ, Nûh'a (aleyhisselâm) îmân etmiş, mal ve mevkîi az olan kimselerin, görünüş îtibâriyle tâbi olduklarını, kalben muhâlefette bulunduklarını söyleyerek onlara iftirâdan çekinmediler.

Şuarâ sûresi 112-115. âyet-i kerîmelerinde bildirildiği gibi Hazret-i Nûh onlara şöyle cevap verdi: “Ben onların amellerini (ihlas ile mi yoksa dünyâdaki rütbelerini yükseltmek, dünyâ menfaatine kavuşmak için mi bana tâbi olduklarını) bilmem. Ben zâhire, görünüşe îtibâr ederim. Onların hesâbı, batınî olarak ne hâl üzere oldukları Allahü teâlâya âiddir. Bunun doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Şâyet şuûr sâhibi olsaydınız bunun böyle olduğunu bilirdiniz. (Fakat Allahü teâlâ, size, anlayacak şuûr vermediğinden ve gözleriniz kör olduğundan bunu anlayamıyorsunuz.) Ben, sizin arzu ve isteklerinize uyarak bana tâbi olmuş mü’minleri tardedecek, yanımdan kovacak değilim. Ben ancak, fakir olsun zengin olsun, mükellef olan insanları, küfür ve günahlardan sakındırmak için gönderilmiş bir peygamberim. Allahü teâlânın azâbı ile korkutucuyum. (Yoksa sizi râzı edebilmek için, bana tâbi olmuş mü’minleri yanımdan kovucu değilim)

Hazret-i Nûh'u ölümle tehdit ediyorlar:

Hazret-i Nûh'un bu kadar nasîhat ve yalvarmaları onların, insâfa gelip, ona tâbi olmalarına sebep olacağı yerde, bilakis onların kin ve düşmanlıklarını arttırıyordu. Devamlı yalanladıkları, karşı çıktıkları gibi büsbütün ileri giderek onu tehdit etmeye başladılar. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Ey Nûh! Eğer bu sözünden vaz geçmezsen (davet işinden ve bizi azâb ile korkutmaktan geri durmazsan) muhakkak ki, taşla öldürülenlerden olursun dediler,” (Şuarâ sûresi: 116) Böyle sözler söylemekle, ölümle tehdit etmekle onu, bu ulvî dâvâdan, yâni peygamberliğini tebliğ vazifesinden caydırmak, vaz geçirmek istiyorlardı. Bütün peygamberler içinde en yüksek derecede bulunan altı peygamberden biri olan Nûh (aleyhisselâm), bu gibi tehdit ve sataşmalarla dâvâsından elbette vaz geçecek, hattâ, yavaşlayacak, gerileyecek değildi. O yine vazifesine devam etti.

Zaman akıp giderken, Hazret-i Nûh büyük bir sabırla, belki akıllarını kullanırlar, belki uyanırlar da küfür ve isyândan, putlara ibâdet etmekten vazgeçerler ümidiyle, hiç bir şeyden çekinmeden gayret ediyor; “Ey kavmim! La ilâhe illallah deyin” diye yalvarıyordu. O, buna devam ettikçe kavminin hakâretleri de git gide artıyordu. Onu susturmak, üzmek ve insanlara bir şeyler anlatmasına mâni olmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hazret-i Nûh, kavminin yanına gelip onlara bir şeyler söylemek istese, insanlar onu görmemek için elbiseleriyle yüzlerini, parmaklarıyla da kulaklarını kapatırlar, hakâretlerini bu şekilde gösterirler, bâzan daha da ileri giderek sille tokat üzerine hücûm edip kıyasıya döverlerdi. Kavmin ileri gelenleri, bir taraftan Hazret-i Nûh'a hakâret ve hücûm ederken bir taraftan da, îmân etmeye meyilli kimselerin arasında dolaşarak, onları tehditten geri kalmazlardı.

Kavmin ileri gelenleri, diğerlerine, asıl mâbudlarının, atalarının ibâdet edegeldikleri bu putlar olduğunu söylüyorlar; “Şâyet bunlar yanlış olsaydı atalarımız hiç ibâdet ederler miydi? Eğer biz bunları terkedersek, atalarımızın yapmış olduklarına karşı çıkmış, onlara hakâret etmiş olmaz mıyız?” diyerek insanların bu hislerini okşayıp, onları tahrik edici sözler sarfediyorlardı. Bu husûs Kur’an-ı kerîmde Nûh sûresinin 23. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Kavmin ileri gelenleri hâkimiyetleri altındaki kimselere; ilâhlarınıza ibâdeti terk etmeyin. Hâssaten, Vedd, Süvâ’, Yegus, Ye’ûk ve Nesr isimlerindeki ilâhlarınıza ibâdeti terketmeyin dediler.”

Müşrikler, Hazret-i Nûh'un tebliğ ettiği ve bildirdiği şeylere kabûl göstermeyip karşı çıktıkları gibi, Hazret-i Nûh'a îmân edenlere de zulüm ve eziyette ileri gitmeye başladılar. Böyle yapmakla, onları bu saâdet yolundan döndüreceklerini zannediyorlardı. Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden, zayıf ve güçsüz olanlara, müşriklerin, ilk zamanlarda revâ gördükleri zulüm ve haksızlık gibi, Nûh kavminin ileri gelen müşrikleri de mü’minlere aynı şekilde davranıyorlardı. Fakat onların bu hareketleri, îmân etmiş olan herhangi bir mü’mini îmânından döndürmediği gibi, bilakis, îmânlarının ve Hazret-i Nûh'a bağlılıklarının daha da artmasına sebep oluyordu.

Nitekim İbrâhim sûresinin 9-18. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: (Ey ehl-i Mekke!) Sizden önce, (suda boğulmakla helâk olan) Nûh kavminin, (şiddetli rüzgâr ile helâk edilen) Âd kavminin ve (sayha, şiddetli ses ve gürültü ile helâk edilen) Semûd kavminin haberleri size gelmedi mi? Onlardan sonra da (Hazret-i İbrâhim'in kavmi olan Keldânîler, Nemrûd, Lût kavmi, Eshâb-ı Ress, Eshâb-ı Medyen, Eshâb-ı Eyke ve Kavm-i Tübba’ gibi) nice kavimler geldiler ki, adetlerini Allahü teâlâdan başkası bilemez. Peygamberleri, o kavimlere hüccet ve apaçık mûcizelerle geldiler. Onlar ise (peygamberlerine olan gayz ve kinlerinden, yâhut, onların sözlerini anlayamamanın verdiği taaccüble, veyâhut istihzâ etmek, onları alaya almak için, yâhut peygamberlerine, susmasını, böyle şeyler konuşmamasını işâret etmek için veya peygamberlerinin sözlerini, beyânlarını işitince hayret ve taaccüb edip, istihzâ ederek gülmeye başladıklarından, bu edebsiz gülmelerinin çirkinliğini gizlemek için) ellerini ağızlarına kapatıverdiler. (Yâhud bütün kuvvetleriyle peygamberlerinin ağızlarını tutmağa, yâni onları susturmağa uğraştılar. Peygamberlerden kendilerine uzanan imdâd ve hidâyet ellerini ağızlarıyla reddettiler.) Sonra da dediler ki: Biz, sizin bize gönderilmiş olduğunuz peygamberlik dâvânızı tasdik etmeyiz. Biz onu inkâr ettik. Bizi dâvet ettiğiniz şeyden (Allahü teâlâya îmân ve O'nun bir olduğunu tasdikten) kuşku verici bir şek ve şüphe içerisindeyiz. Peygamberleri onlara dediler ki: Gökleri ve yeri yaratan Allahü teâlâ hakkında hiç şüphe edilir mi? (Aklî ve hissî her şey O'nun var ve bir olduğuna delâlet ederken, şüpheye mahal bırakmazken, siz nasıl şüphe edersiniz?) Allahü teâlâ, (sizinle kendi arasındaki) günahlarınızı mağfiret etmek için sizi, (kendisine, bize ve bizim vâsıtamızla size gönderdiği, bildirdiği şeylere inanmaya, îmân etmeye) dâvet ediyor ve belli bir vakte (ecelinizin gelmesine) kadar size müsâde ediyor. (Azâb etmekte acele etmiyor).

(Bunun üzerine îmân etmeyenler, peygamberlerine) dediler ki: Siz de bizim gibi insansınız. (Şekil ve sûret bakımından bizim gibisiniz, bize bir üstünlüğünüz yok. Şâyet Allahü teâlâ, insanlara bir peygamber göndermeği dileseydi, insanlardan değil de daha efdâl bir cinsten, meleklerden peygamber gönderirdi. Bu dâvetinizle) siz, bizleri, babalarımızın ibâdet edegeldikleri şeyden men ediyor, çevirmek istiyorsunuz. O hâlde (sizin fazîlet sâhibi olduğunuza, peygamber olmaya ve bu tebliğ işini yapmaya lâyık bulunduğunuza ve peygamberlik dâvânızın doğruluğuna dair) bize apaçık delil getirin. (Halbuki peygamberleri onlara, dâvâlarının doğruluğunu ispat edici açık deliller, mûcizeler getirmişlerdi. Fakat müşrikler inanmamışlar, bunlarla ikna olmamışlardı. Güyâ peygamberlerinin hatâlarını bulmak için ve müşriklikte inâd ederek yeniden mûcize istiyorlar, inanmamak için bahane ile böyle sözleri ileri sürüyorlardı.)

(Bunun üzerine) peygamberleri onlara dediler ki: Evet biz de sizin gibi bir insanız. (Zâten melek yâhut başka cinsten bir mahlûk olduğumuzu iddia etmiyoruz ki.) Lâkin Allahü teâlâ kullarından dilediğine (peygamberlik ve bunun gibi şeyleri vermekle) iyilik ihsân eder. (O peygamberler, böyle söylemekle, müşriklere çok güzel cevap verdiler. Hem, insan olmak bakımından müşterek olduklarını, hem de, Allahü teâlânın fadlı ve ihsânı ile kendilerine nübüvvet verdiği için diğer insanlardan daha efdâl olduklarını bildirdiler. Böylece diğer insanlardan ayrı bir husûsiyetlerinin bulunduğunu haber verdiler.)

(Peygamberler, yine o karşı çıkan müşriklere dediler ki:) Allahü teâlânın izni, irâdesi olmadan biz kendi isteğimiz ve gücümüzle size açık delil, mûcize getiremeyiz. (Yâni bu mümkün değildir. Ancak Allahü teâlâ dilerse, irâde ederse ve yaratırsa o zaman biz mûcize gösterebiliriz. Bununla beraber, Allahü teâlâ, peygamberlerinden her birine, nübüvvet dâvâsının doğru olduğuna delil olarak, kâfi miktarda mûcize vermiştir.” O hâlde mü’minler (sizin düşmanlık ve inâdlaşmanıza sabretmek husûsunda) Allahü teâlâya tevekkül etsinler, etmelidirler. Mü’minler olarak biz Allahü teâlâya niçin tevekkül etmeyelim? Bizim, O'na tevekkül etmememiz için ne özrümüz olabilir ki, O bize hidâyet ihsân etti. (Hidayet, tevekkül ve kurtuluş) yollarını bize gösterdi. (Ey kâfirler! Biz hepimiz, bize inâd ederek, bizimle istihzâ ederek) bize yaptığınız işkencelere elbette sabrederiz. Tevekkül ediciler, yalnız Allahü teâlâya tevekkül etmelidir.”

Hazret-i Nûh, her gün kavminin toplu bulundukları, hep birlikte oturdukları yerlere gider, onları, Allahü teâlâya ibâdet etmeye dâvet eder, putlara tapmaktan, günah işlemekten uzak durmalarını söylerdi. Her defâsında, kavmi ona hücûm eder, bayıltıncaya kadar dövüp, ayaklarından çekerek, mezbelelik yerlere atarlardı.

O, insanlara nasîhat verdikçe, insanlar ona daha çok saldırır, hattâ kadınlar ve çocuklar da taş atarlardı. Bazen geçeceği yolların etrâfına taş yığarlar, yoldan geçerken onu taşa tutarlardı. Azgınlık ve taşkınlıklarında ziyâdesiyle ileri gidip, onu tamâmen taşların altında kalıncaya kadar taşladıklarından, vücûdu taşlarla örtülürdü. Ne zaman taşlarlar ve döverlerse artık mutlakâ ölmüştür diye bırakırlar, mübârek vücûdunu eski bir hasır parçasına sarıp evine atıverirlerdi. Bundan sonra Cebrâil (aleyhisselâm) gelerek, yaralarını temizler, tedâvi eder, Allahü teâlânın izni ile tekrar sıhhate kavuşurdu. İyileşince Allahü teâlâya hamd ve şükreder, iki rekat namaz kılardı. Namazdan sonra; “Yâ Rabbî! İzzetine yemîn ederim ki, onlardan bana gelen belâ ve musîbetler, benim sabrımı arttırmaktan başka bir şey yapmıyor” diye duâ ederdi. Kalkıp, tekrar kavmine varır nasîhat ederdi. Böylece seneler, hattâ asırlar geçmesine rağmen ilk zamanlarda îmân edenlerden başka kimse îmân etmiyordu. Bilakis Hazret-i Nûh'a ve ona îmân edenlere karşı zulüm ve eziyetleri de gittikçe artıyordu.

Bu arada kavmin reisi olan Dermesil öldü ve yerine oğlu Nevlin geçti. Nevlin, babasından daha inançsız, ondan daha azgın ve zâlim idi. Hazret-i Nûh, peygamberliğini tebliğe başlayalı dörtyüz sene gibi çok uzun bir zaman geçmişti. Bu zaman zarfında Hazret-i Nûh'un kavmini îmâna dâveti ve kavminin karşı çıkması hep artarak devam etmişti. Her defâsında, kavmine; “Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Nûh (aleyhisselâm) O'nun resûlüdür” deyin, sözüne karşılık, onlar; Hazret-i Nûh'un yanına varıp, tokatlıyorlar, dövüyorlar, yüzüne toprak atıyorlardı. Bazen da, hem onu görmemek, hem de söylediklerini duymamak için elbiseleriyle yüzlerini örtüyor, parmaklarıyla da kulaklarını tıkıyorlardı. Kötü muâmelelerine bu şekilde devam ediyorlardı.

Hazret-i Nûh kavmine nasîhat vermek üzere yanlarına gidip geldikçe, güneşin, ayın ve diğer yıldızların, belirli bir nizâm ve istikâmet içinde, gökyüzünde hareket etmelerini, yerin ve göğün tabakalarını anlatır, bunların yaratılışlarındaki hikmetlerden ve faydalardan bahsederdi. Bütün bunların, insanların istifâdeleri için yaratıldığını, onların hizmetine sunulduğunu; insanların da Allahü teâlâyı tanımak, O'na ibâdet etmek ve âhırette sonsuz yaşamak için yaratıldığını haber verirdi. Fakat bütün bu anlatılanlardan hisse alıp uyanacakları yerde, her geçen gün bu azgın kavmin taşkınlığı gittikçe artıyor ve hiç bir değişiklik olmuyordu. Nûh (aleyhisselâm) nasîhat ettikçe, onların müşriklikte inâd ve ısrârları çoğalıyordu. Her defâsında eziyet ve cefâ ederlerdi. Ne zaman kavmini dâvet etse, yine öldü diye kanaat getirinceye kadar döverlerdi. Daha sonra Cebrâil (aleyhisselâm) yine gelerek, yaralarını temizleyip tedâvi edince, o tekrar nasîhat vermek üzere kavminin yanına giderdi. Onlar; “Yazık sana ey Nûh! Bizim seni o kadar dövmemiz, tahkir etmemiz, aşağılamamız, seni bu dâvâdan vazgeçirmeye yetmedi mi? Sen, Allahü teâlânın peygamberi olduğunu söylüyorsun. Şâyet bu sözünde sâdık olsa idin, her şeyin Rabbidir dediğin o Allah, seni, bizim eziyet, cefâ ve kötülüklerimizden korurdu. Fakat sen mecnûn (deli) birisi olduğun için böyle işlere kalkışıyorsun” derlerdi.

Hazret-i Nûh onların bu sözlerine şöyle cevap verirdi: “Ey kavmim, Ben mecnûn değilim. Ancak siz, bilmiyorsunuz. Babalarınız, dedeleriniz ölüp gittiler. Şimdi onlar yaptıklarına pişman bir vaziyette bulunuyor ve azâb çekiyorlar. Siz, ibret alıp aklınızı başınıza toplayarak, putlara tapmaktan vazgeçin. Yalnız Allahü teâlâya îmân ve sırf O'na ibâdet edin. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Siz dediklerime tâbi olursanız, baba ve dedelerinizin âkıbetine düşmekten kurtulur, dünyâ ve âhırette saâdete erer, rahat ve huzûra kavuşursunuz.”

Bütün bunlara rağmen bu kavmin insanları şirk ve isyânda o kadar ileri gidiyorlardı ki, Hazret-i Nûh'un dâvetini kabûl etmek şöyle dursun, hiç dikkate bile almıyorlardı. Buna rağmen Nûh (aleyhisselâm) bıkmadan usanmadan, kavminin bulunduğu yere tekrar tekrar gider; “Ey kavmim! La ilâhe illallah Nûh nebiyyullahi ve resûlihî deyiniz. Putlara tapmayı terk ediniz” derdi. O böyle söylerken, bütün putların hep birlikte yüz üstü yere düştüğünü gördükleri hâlde, yine inanmaz şirk ve isyânda ısrâr ederlerdi. Bununla da kalmayıp, hemen, hep birden üzerine hücûm ederek, şiddetli bir şekilde onu döverlerdi. O mübareğin vücûdu yara bere içinde kalır, mübârek ağzından ve burnundan kan gelirdi. Merhamet hisleri körleşmiş olan bu alçak kimseler, üstelik yaptıkları bu çirkin hareketlerden zevk duyarlardı. Hattâ, Hazret-i Nûh'un mübârek karnına basarak; “Ey Nûh! İşte senin cezân budur” diye bayağılık ve aşağılıklarını göstermekten geri kalmazlardı. Bütün bu eziyet ve sıkıntılara rağmen, Nûh (aleyhisselâm) kavminin yaptıklarına sabrederdi. Kendisini her dövdüklerinde ve işkence ettiklerinde onlara lânet etmez; “Allah'ım! Kavmimi affet: çünkü onlar bilmiyorlar” derdi.

Bu hâl üzere seneler geçip gitti ve kavmin reisi olan Nevlin de öldü. Yerine kendi ve babası gibi zâlim ve putperest biri olan oğlu Tafreduş geçti. Kavmin ise, îmânsızlık ve putlara tapmak husûsunda, reislerine tam bir bağlılıkları vardı. Hattâ rivâyet edilir ki, o kavimden bâzı müşrikler ölümlerine yakın, mallarının yarısını, putların hizmetinde kullanılmak üzere ayrılmasını, yarısının da çoluk-çocukları ile hizmetçilerine verilmesini vasiyet ederlerdi. Bundan başka olarak, Nûh'a (aleyhisselâm) îmân etmemek ve ona tâbi olmamak husûsunda çoluk çocuklarından, hizmetçi ve yakınlarından da söz alırlardı.

Bir defâsında, o azgın kavimden bir kimse yanında oğlu ile beraber Nûh'un (aleyhisselâm) yanına geldi. Oğluna; “Bana bak! Babam beni bundan sakındırdı. Ben de seni sakındırıyorum. Onun, seni babalarımızın dîninden, putlarımıza ibâdetten caydırmasından, çevirmesinden korkuyorum. Sakın ha sakın, onun söylediklerine kanmayasın. Çünkü o, sihir yapan yalancının biridir” dedi.

Kendilerine iki cihân saâdetini bildirmek üzere gönderilen bir büyük peygambere, kavminin bu kadar düşman kesilmesine, ona eziyet ve işkence etmelerine çok üzülen melekler, Allahü teâlâya münâcât edip, yalvararak; “Yâ Rabbî! Sen bunlara karşı ne kadar hâlimsin. Onlar senin peygamberine karşı bu kadar kötü muâmelede bulundukları hâlde, sen onlara, yine de yumuşaklıkla muâmele ediyor, azâb etmiyorsun. Onlar senin mülkün olan yeryüzünde yürüyorlar, senin verdiğin rızkı yiyorlar. Fakat, senden başkasına, sana ortak koştukları putlarına, ibâdet ediyorlar. Senin, kendilerine rahmet olarak gönderdiğin peygamberine ise isyân ediyor, üstelik bununla da kalmayıp, ona ezâ ve cefâda ileri gidiyor, çok sıkıntı verdikleri gibi her zulüm ve işkenceyi de revâ görüyorlar" dediler.

Nûh aleyhisselâm, kavminin îmân etmesinden ümîd kesiyor:

Hazret-i Nûh, dörtyüzelli sene kadar uzun bir müddet kavmini îmâna dâvet etti ise de, ilk zamanda îmân edenlerden başka kimse îmân etmedi. Böyle bir kavmin insanlarının, bu dâveti kabûl edeceklerine artık imkân ve ihtimâl yoktu. Çünkü o nasîhat ettikçe bunların yumuşaması ve yapılan dâveti kabûl etmesi gerekirken, zaman ilerledikçe tam bunun tersi oluyor, onların saldırması, karşı koymaları daha da artıyordu. Demek ki bunlar, îmân etmeyecek ve hidâyete kavuşamayacaklardı. Çünkü hasmâne tavırları hiç eksilmeden devam edip gidiyordu.

Hûd sûresinin 32-36. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: (Nûh'un (aleyhisselâm) kavminden olanlar, Hazret-i Nûh'a) dediler ki: “Ey Nûh! Sen bizimle çok mücâdele ettin ve bu mücâdelende de çok ileri gittin, (Senin bu mücâdelen çok uzadı). Eğer sen sözünde, vâdinde sâdıklardan isen bize vâdeylediğin azâbı getir de görelim.” (Zirâ senin mücâdele etmenin, nasîhat verip durmanın bize bir tesiri yoktur. Bu sözleri üzerine) Nûh (aleyhisselâm) onlara dedi ki: “Allahü teâlâ dilerse (hemen veya takdir ettiği daha sonraki bir zamanda) azâbı size getirir. Ama siz, (azabı def etmekle veya, azâbdan kaçmakla) O'nu azâb etmekten âciz bırakıcı değilsiniz. Ben size nasîhat etmek istesem bile, cenâb-ı Hak dalâlette kalmanızı dilemiş ise, nasîhatim size fayda vermez. O Allahü teâlâ sizin Rabbinizdir (sizi yaratan O'dur) ve siz O'na döndürüleceksiniz. Dönüşünüz O'nadır. (O, size amelinizin karşılığını verir).”

(Nûh kavmi, bu vahyi Nûh kendisinden) uydurdu mu diyorlar. (Ey Nûh!) Sen onlara de ki: Eğer ben, (kendimden bir şey uydurup, sonra Allahü teâlâ bana böyle vahyetti diyerek,) Rabbime iftirâ etmiş isem bunun günahı benim boynumadır. Ama ben, sizin, iftirâ etti diyerek bana iftirâ, ettiğiniz suçtan, bu günahınızdan berîyim, uzağım.”

Nûh sûresi 5-9. âyet-i kerîmelerinde Hazret-i Nûh'un Allahü teâlâya şöyle münâcâtta bulunduğu bildirilmektedir: “Yâ Rabbî! Ben gece-gündüz devamlı olarak, kavmimi, tâat ve ibâdete dâvet ettim. Benim dâvetim, ancak onların, îmân ve tâattan uzaklaşmalarını arttırdı. Senin, îmân etmeleri sebebiyle onları mağfiret etmen için her ne zaman kendilerini îmâna dâvet ettimse, dâvetimi duymamak için parmaklarıyla kulaklarını tıkadılar. (Dâvetimi duymak istemediklerinden başka, yüzümü dahî görmemek için) elbiselerini başlarına örttüler. Küfür ve isyânlarında ısrâr edip bana tâbi olmaktan istikbâr ettiler. (Çok kibirlenip, tâbi olmaktan kaçındılar.) Sonra onları, âşikâre olarak îmâna dâvet ettim. Daha sonra da, hem yüksek sesle, hem de her birini ayrı ayrı çağırarak, gizliden gizliye dâvetime devam ettim.”

Bilindiği gibi Hazret-i Nûh evvela gizli olarak dâvete başladı. Bu hâl kavmine pek tesir etmedi. Bundan sonra açıktan açığa dâvetini sürdürdü. Bu da tesirli olmayınca dâvetini her iki şekilde de devam ettirdi. Yâni hem gizli, hem de âşikâre olarak insanları îmâna dâvet etti. Bu âyet-i kerîme Hazret-i Nûh'un dâvetinin; gizli, âşikâre, hem gizli hem âşikâre olmak üzere üç safhada yapıldığını bildiriyor. Açıktan açığa, âşikâre olarak dâvette bulunmak; gizli dâvetten daha şiddetli ve daha tesirlidir. Hem âşikâre, hem de gizli yapılan dâvet ve nasîhat ise bundan da daha tesirlidir.

Kıtlık oluyor:

Beydâvî, Meâlim-üt-tenzîl ve Mazharî gibi meşhûr ve mûteber tefsîrlerin bildirdiklerine göre, Hazret-i Nûh'un, uzun zaman kavmini îmâna dâvet etmesi; buna karşılık onların peygamberlerini tekzip etmeleri üzerine Allahü teâlâ onlara kırk sene müddetle yağmur vermedi. Bu müddet içinde ayrıca hiç bir kadının çocuğu olmadı. Üstelik bu âsî kavmin, çocukları, malları ve davarları da helâk oldu. Nesilleri kesilip bağ-bahçe namına ne varsa hepsi kurudu. Şiddetli bir sıkıntıya ve geçim darlığına düştüler. Ne yapacaklarını bilemediklerinden çok şaşırmışlardı. Sonunda Hazret-i Nûh'a müracaat ettiler. O da kavmine; “Şirkten dönün. Rabbinizden, sizi mağfiret etmesini isteyin. Böylece Allahü teâlâ size nîmetlerinin kapısını açar” buyurdu.

Nitekim Nûh sûresinin 10-24. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “(Nûh (aleyhisselâm) yine münâcâtında Allahü teâlâya yalvararak kavminin hâlini şöyle anlattı: “Yâ Rabbî! Ben onlara) dedim ki: Küfürden tevbe edip Rabbinizden mağfiretinizi isteyiniz. Zirâ, O, şirk ve isyândan tevbe edeni çok mağfiret edicidir. (Siz O'na istiğfâr edin ki, Allahü teâlâ size) ihtiyâcınız kadar yağmur yağdırsın, çok mal ve evlâd ile size imdâd etsin, size meyveli bostanlar, (bağlar, bahçeler) versin ve o bostanlarda nehirler akıtsın. Size ne oluyor ki, Allahü teâlânın âzametine, büyüklüğüne inanmıyorsunuz. İhsânlarını ümîd etmiyorsunuz ve O'nun azâbından korkmuyorsunuz. Halbuki, O sizi tavır tavır (safha safha) yaratmıştır. Hem siz, Allahü teâlânın yedi kat gökleri, tabaka tabaka nasıl yarattığını, dünyâda ve diğer göklerde ayı nûr kıldığını, güneşi, yer yüzünde, gecenin karanlığını giderici ışıklı bir çerağ (lamba) kıldığını görmez misiniz? Allahü teâlâ, sizin aslınız olan Âdem'i (aleyhisselâm), nebât gibi topraktan halk etti. Sonra ölümünüzle yine toprağa iâde eder ve kıyâmet günü tekrar diriltip yine yerden çıkarır. Allahü teâlâ yeryüzünü, sizin için yatak gibi döşenmiş kıldı. Tâ ki onda geniş yollar açıp, ihtiyâcınıza gidersiniz.

Ey Rabbim! (Bu kadar uzun dâvet ve nasîhatime rağmen kendilerine emrettiğim şeylerde) onlar bana âsî oldular. Mal ve çocukları ancak, âhırette hüsrânlarını arttıracak olan kimselere tâbi oldular. (Mallarına güvenip şımaran, evlâtlarına güvenip gururlanan, böylece aldanmış olan reislerine uydular. O mal ve evlâd sâhipleri, aşağı tabakadan olan kimseleri kendilerine çektiler. Bana eziyet vermek için onları teşvik ve tahrik ettiler. Böylece) çok büyük bir mekr, hîle yaptılar. (Reisleri, kendilerine tâbi olanlara;) ilâhlarınıza ibâdeti sakın terketmeyin. Husûsen Vedd, Süvâ, Yegus, Ye’ûk ve Nesr isimlerindeki putlarınızı, bunlara ibâdeti sakın ola ki terketmeyin dediler. (Bu reisler) çok kimseyi azdırdı, dalâlete düşürdü.”

İstiğfar:

Mukâtil bin Süleymân (rahmetullahi aleyh), Nûh’un (aleyhisselâm) kavminde kırk yıl devam eden kıtlık ve bu müddet içinde kadınlarının kısır olduğunu, Hazret-i Nûh'a müracaat ettiklerini, onun verdiği cevâbı bildirdikten sonra buyurdu ki: “Yağmur duâsında istiğfâr okumak, bundan dolayı meşrû ve meşhûr olmuştur.”

Şa’bî’nin (rahmetullahi aleyh) rivâyetine göre, bir defâsında Hazret-i Ömer yağmur duâsına çıktı. Hep istiğfâr etti. Başka bir duâ okumadı. Sebebi suâl edilince de bu âyet-i kerîmeyi okudu.

Bekr bin Abdullah (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki; “Günahı çok olanların istiğfârları, istiğfârları çok olanların da günahları az olur.”

Râmûz’da Abdullah ibni Abbâs'ın (radıyallahü anhümâ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte meâlen buyruldu ki: “Bir kimse çok istiğfâr ederse, azîz ve celil olan, Allahü teâlâ onu her gamdan kurtarır. Her darlık ve sıkıntıdan ona çıkış yolu nasîb eder ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır.”

Râmûz şerhi olan Levâmi’ul-ukûl’de bu hadîs-i şerîfin şerhinde buyruluyor ki: “Şartlarını gözeterek istiğfâra devam eden kimseye Allahü teâlâ, her türlü gam, endişe ve hüzünden kurtuluş verir. Allahü teâlâ yine onu, geçim darlığından, başkasıyla olan muâmelelerinde ve insanlarla geçiminde olan her sıkıntıdan halâs eder, kurtarır. Bütün bu sıkıntılardan, selâmet ve kurtulmak için çıkış kapısı ihsân eder. Kolaylık gösterir. Ayrıca çok istiğfâr edenin rızkı hiç ummadığı, hesap etmediği yerlerden gelir. Nitekim; Hâkka sûresinin 2. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Kim Allahü teâlâdan korkarsa, Allahü teâlâ ona bir kurtuluş, çıkış yeri ihsân eder. Onu dünyâ ve âhıret sıkıntılarından selâmete çıkarır. Ve ona hatırına, hayâline gelmeyen, hiç ummadığı yerden rızık gönderir.”

Hadîs-i şerîfte; “Bir kimse çok istiğfâr ederse...” buyrulması ile; insanoğlu an be an herhangi bir ayıb ve günahtan boş kalmaz; bu sebeple, ayıb ve günahlardan çok istiğfâr etmek sûretiyle kurtulacağına işâret olundu.

İnsanın işlediği ve istiğfâr etmediği günahlar için olan azâb iki kısımdır.

1- En aşağı derecede olan azâb: Bir kul, nefsi hakkında uyanık olursa, işlemiş olduğu bir günahın peşinden hemen istiğfâr ederse yâni bu kabahatlerine pişman olup, Allahü teâlâdan af ve mağfiretini dilerse, Allahü teâlâ o kimseyi af eder. O kabahatin vebâlinden ve azâbından kurtulur. Fakat istiğfâr yapmazsa günahları birikir. Bütün sıkıntılar, darlıklar, zorluklar ve meşakkatler o kimseyi kaplar. İşte, bütün bunlar istiğfâr edilmeyen ve affolunmayan ayıb ve günahların en aşağı derecedeki azâbıdır.

2- İstiğfar edilmeyen, af da edilmeyen günahlar için esas ve pek şiddetli derecede olan azâb, âhırette Cehennem ateşi ile yapılacak olan azâbdır ki, diğer azâb bunun yanında pek hafif ve hiç kalır.

Bir kimse Hasen-i Basrî hazretlerine gelerek, kıtlıktan şikâyette bulunmuştu. O da gelen kimseye, istiğfâr etmesini, Allahü teâlâdan mağfiretini istemesini tavsiye etti. O sırada başka bir kimse gelerek o da, fakirlikten şikâyette bulundu. Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) ona da istiğfârı tavsiye etti. Çoluk-çocuğunun azlığından, tarlalarından verimli mahsul alamadığından şikâyetçi olanlara da hep istiğfâr etmelerini söyledi.

Orada bulunup, bunları dinleyen Rubeyy bin Sabîh ismindeki bir zât, Hasen-i Basrî'ye (rahmetullahi aleyh); “Hepsine de istiğfârı tavsiye ettiniz. Halbuki hepsinin şikâyeti başka başka idi” deyince, Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) yukarıda zikrolunan âyet-i kerîmeleri okudu. Yâni şikâyet konusu olan bütün sıkıntıların, günahlar sebebiyle meydana geldiğini, kurtulmak çâresinin de istiğfâr olduğunu bildirmek istedi.

Büyüklerden Ebû Mücâhid hazretleri de buyurdu ki: “İstiğfar en kilitli kapıları açar. Çünkü bütün kapıları kapatan günahlardır.”

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, tâatla meşgûl olmak, hayır kapılarının açılmasına, küfür ise kişilerin, hattâ kişilerle birlikte âlemin harâb olmasına sebep olmaktadır.

Nitekim, Tevrât ve İncil'i değiştirenlerin; “Allahü teâlâ çocuk edindi” ve “Melekler Allahü teâlânın kızlarıdır” gibi sözler söylemelerine, Allahü teâlâ, Meryem sûresinin 90. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Onların bu sözlerinden dolayı neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp çökecekti (yıkılıp yerlere geçecekti)” buyurmuştur.

Küfür, âlemin harâb olmasına sebep olunca, îmân da âlemin ma’mûr olmasına sebeptir. Âyet-i kerîmeler, tâatla meşgûl olunduğunda, rızık ve hayır kapılarının açılacağına delâlet etmektedir. Allahü teâlâ buyuruyor ki:

“Şâyet o memleketlerin halkı îmân edip de küfür ve isyândan sakınmış olsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bereket hazînelerini açardık. (Gökten yağmur, yerden nebâtat verirdik. Her taraftan kendilerine hayrı geniş olarak ve rahatça kavuşabilecekleri şekilde ihsân ederdik) (A’râf sûresi: 96)

“Bir de onlar, şâyet Tevrât'ı, İncil'i ve Rablerinden kendilerine nâzil olan (Kur’an-ı kerîmi ve diğer ilâhî kitap) ları dosdoğru tutsalardı, (inanıp, tatbik etselerdi) muhakkak ki, hem üstlerinden, hem ayakları altından yiyeceklerdi. (Her taraftan Allahü teâlânın nîmetlerine garkolacaklar, ağaç meyvelerinden ve hububattan bol bol rızıklanacaklardı.) (Mâide sûresi: 66)

“Eğer onlar îmân ve hak yol üzere dosdoğru olsalardı, biz, onlara bol bol rızık verirdik.” (Cin sûresi: 16)

“Her kim ki, Allahü teâlâdan korkarsa, (yasak edilenlerden sakınırsa) Allahü teâlâ onu dünyâ ve âhıret sıkıntılarından selâmete çıkarır ve ona (hatırına, hayâline dahî gelmeyen) ummadığı yerden rızık verir.” (Talak sûresi: 2, 3)

Bu ve benzeri âyet-i kerîmeler, tâatla meşgûl olunduğunda hayır ve bereket kapılarının açılacağına, rızkın genişleyip, bollaşacağına, yaşamanın (geçimin) rahatlayacağına delâlet etmektedir. Allahü teâlâ, Zâriyât sûresinin 56. âyet-i kerîmesinde meâlen; “İnsanları ve cinnîleri, ancak beni bilip itâat, ibâdet etmeleri için yarattım.” buyurdu. Asıl maksat ve gâye olan Allahü teâlâya kulluk hâsıl olunca, dünyevî ihtiyaçlar da ona bağlı olarak hâsıl olmaktadır.

Nûh (aleyhisselâm) kavmine, önce ibâdet, takvâ ve tâati emrettikten sonra istiğfârı emretti. Bunun sebebi şudur: Hazret-i Nûh, kavmine ibâdeti emrettiğinde, onlar dediler ki: “Eğer bizim içinde bulunduğumuz eski dînimiz hak ise, sen niçin onu terketmemizi istiyorsun? Şâyet bâtıl ise, biz Allahü teâlâya âsî olmuş iken, O bizim ibâdetimizi nasıl kabûl eder?” O zaman Nûh (aleyhisselâm); “Siz çok günahkâr olsanız da, Allahü teâlâya istiğfâr ediniz. Bağışlamasını isteyiniz. Çünkü Allahü teâlâ çok mağfiret edici, bağışlayıcıdır” buyurdu.

İnsanlar, yaptıkları bir işin mükâfâtını peşinen almaya meyilli olarak yaratılmışlardır. Bu sebeple, Allahü teâlâ, “... İstiğfar ediniz” âyet-i kerîmesinde, îmân ve istiğfâr ederlerse, bunun netîcesinde, ihtiyaçları kadar yağmur, çok mal ve evlâd, bostanlar, bağlar, bahçeler ve bostanlarda gürül gürül akan nehirler, âhırette de çok hayırlar vermeyi vâdetmiştir.

Yukarıda meâli verilen, Nûh sûresinin 14 ve 15. âyet-i kerîmelerinin tefsîrinde, Fahrüddîn-i Râzî hazretleri buyuruyor ki: Âyet-i kerîmede; “Size ne oluyor ki, Allahü teâlânın âzametine, büyüklüğüne inanmıyor, ihsânlarını ümîd etmiyorsunuz. Halbuki O sizi tavır tavır yarattı” buyruldu. Tavır tavır, muhtelif hâllerde demektir. Yâni önce nutfe idiniz. Sonra kan pıhtısı, et ve kemik parçası, daha sonra da şu görülen sûrette insan oldunuz. Hal böyle iken, size ne oluyor, ne gibi bir sebep var ki, Allahü teâlânın azametini, büyüklüğünü, yaratılışınızdaki merhalelerin ve gördüğünüz her şeyin, O'nun bir olduğuna ve kudretinin sonsuzluğuna delâlet ettiğini düşünmüyorsunuz? Halbuki O, sizi çeşitli nevîlerde, kavim ve kabîleler hâlinde yarattı. Her kavim ve kabîle birbirine benzemediği gibi her kavim ve kabîledeki bir şahıs da diğer şahsa benzemez. Bunlar, gören ve bilen her kimsenin, başka bir şeye ihtiyaç duymadan, derhal îmân etmesini icâbettiren deliller olduğu hâlde, size ne oluyor da îmân etmiyorsunuz?

Allahü teâlâ, vahdâniyetine işâret olan delilleri, insanlara bildirirken önce, insanların kendi yaratılışlarını bildirdi. Çünkü insanın şahsı kendine en yakın olan şeydir. Allahü teâlâ bundan sonra insanın dışındaki delillerden semâvât, güneş, ay gibi bâzılarını da bildirdi.

Yûnus sûresinin 71 ve 72. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: (Yâ Muhammed (aleyhisselâm)! Mekke ehline) Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi ile olan haberini, oku, haber ver! O, kavmine demişti ki: “Ey kavmim! Eğer benim, sizin aranızda, bulunmam ve Allahü teâlânın âyetlerini hatırlatarak sizi Hakk'a dâvet edip nasîhat vermem, size ağır geliyorsa, biliniz ki ben sizin hîlenizden Allahü teâlâya tevekkül ettim. O'na güvendim. Artık siz ve ortaklarınız toplanıp ne yapacağınızı kararlaştırın. Sonra benim helâkime kasdetmeniz gizli olmasın. Yapacağınızı âşikâre olarak yapın. İçinizdekileri gizlemeyin. Sizin bana yapacağınız şeylere aldırış etmem. Daha sonra da bana herhangi bir mühlet de vermeden istediğiniz kötülüğü yapın.

Eğer benim dâvetimden yüz çevirirseniz, ben sizden zâten hiç bir mükâfât istemedim ki. Benim mükâfâtım, sevâbım, Allahü teâlâdan başkasına âit değildir ve ben (O'nun hükmüne boyun eğen, emrine muhâlefet etmeyen, O'ndan başkasından bir şey beklemeyen, îmân, amel ve insanları O'na dâvet etmekte emrine itâat eden) müslümanlardan olmamla (veya Allahü teâlânın emrine itâat ve sizi O'nun dînine dâvet etmem sebebiyle, bana sizin tarafınızdan gelecek eziyet ve sıkıntılara boyun eğmekle, sabretmekle) emrolundum.”

Hazret-i Nûh, Allahü teâlânın muhâfaza ve himâyesinde olduğunu bildiğinden, düşmanlarına hiç ehemmiyet vermediğini göstermek ve onların âcizliğini, bir şey yapamayacaklarını meydana çıkarmak için şöyle bir teklifte bulundu. “Siz, tedbir sâhiplerinizi, tedbirlerinizi, ortaklarınızı, yâni bu husûsta her neyiniz varsa hepsini bir araya getirin ve bütün imkanlarınızı beni öldürmekte kullanın. Hem hiç bir tedbirinizi de noksan bırakmayın ki sonunda, bu işi başaramadığınızda da şu tedbiri de alsaydık demeyesiniz” buyurdu.

Sonra Hazret-i Nûh, onların dâveti kabûl etmeyip, yüz çevirmelerinin kendisine bir zarar veremeyeceğini bildirerek buyurdu ki: “Eğer dâvetimden yüz çevirirseniz, bunun bana bir zararı yoktur. Zirâ insan iki şeyden korkar. Birincisi, başkalarının zararından, ikincisi de, menfaatinin kesilmesi endişesinden. Ben sizin şerrinizden, zarar vermenizden korkmadığımı, Allahü teâlâya tevekkül ettiğimi önceki sözümde de söyledim. Şimdi de, şunu söylüyorum; Sözümü dinlememenizden dolayı bana bir zarar gelmez. Çünkü sizden korkum yok. Bir ücret istemiyorum ki, onu da elden kaçırma endişem olsun. Bunda benim bir telâşım yoktur. Benim ücretim Allahü teâlâya aittir. Siz kabûl etseniz de etmeseniz de, vazifemi yapmış oluyorum ve Allahü teâlâ bana bunu verecek. Şu hâlde siz îmân ederseniz, faydasını görür, îmân etmezseniz, zarara uğrarsınız. Yâni îmân edip etmemeniz hâlinde bana bir fayda ve zarar yoktur. Hakîkât apaçık meydanda iken, Allahü teâlânın emirlerini hatırlatmamdan, sözlerimi ve nasîhatlerimi kabûlden yüz çevirmeye devam ederseniz, muhakkak helâk olursunuz. Kabûlüne mâni olacak hiç bir sebep yokken, haktan yüz çevirirseniz, Allahü teâlâ size azâb eder. Çünkü yüz çevirmenizde haklı olduğunuzu iddiâ edebilmeniz için; sizden, buna sebep olacak, hakkı kabûlünüzü gerektirecek ve size ağır gelecek herhangi bir ücret istemedim.

Allahü teâlâ, Yûnus sûresinde Kureyş müşriklerinin hâllerini, küfürdeki inâdlarını veya hakkın hak, bâtılın bâtıl olduğunun delillerini beyân buyurduktan sonra, bu âyet-i kerîmeleri gönderdi. Peygamberlerin aleyhimüsselâm kıssalarını ve kavimleri ile aralarında cereyân eden hâdiseleri bildirdi. Fahrüddîn-i Râzî hazretlerinin bildirdiğine göre bunda bir kaç fayda vardır.

1- Herhangi bir mevzû uzun olarak anlatılınca okuyan ve dinleyende bâzan, bir nevî usanma meydana gelebilmektedir. Başka bir mevzuya geçince, insanda bir rahatlama bir zindelik hâsıl olmaktadır. Burada da, Nûh'un (aleyhisselâm) kıssası zikrolunmakla bu fayda hâsıl olmaktadır.

2- Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâbının (radıyallahü anhüm) kavimlerinden gördükleri eziyet ve sıkıntıları hafifletmek, onların mübârek kalblerini teselli etmek için, geçmiş peygamberlerin kavimlerinden gördükleri sıkıntılar misâl olarak getirilmektedir. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Nûh'un kavminden gördüğü kötü muâmeleleri duyunca eziyet gören peygamberlerin, sâdece kendisi olmadığını anlayıp biraz olsun teselli buldu, sıkıntısı hafifledi. Nitekim; “Musîbet umûmî olunca, sıkıntısı ve acısı da hafif olur” sözü meşhûrdur.

3- Kafirler, bu kıssaları duyup, inkârcı ve câhil kavimlerin, peygamberlere eziyet ve sıkıntıda çok ileri gitseler bile, netîcede, Allahü teâlânın, peygamberlerine ve onlara tâbi olanlara mutlakâ yardım ettiğini, düşmanları ise kahreylediğini öğrenince moralleri bozuldu. Kalblerine korku düştü. Bu hal, onların, peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) ve mü’minlere yaptıkları eziyet ve sıkıntıları ve bayağı hareketlerini azaltmalarına sebep oldu.

4- Hiç bir hocadan ders almamış ve aslâ kitap okumamış iken, Muhammed aleyhisselâmın, fazla ve noksan olmadan, olduğu gibi, bu kıssaları haber vermesi, O'nun, bütün bu anlattıklarını, Allahü teâlâdan aldığı vahiy ile bildirdiğine, apaçık bir şekilde, şüphesiz olarak delâlet etmektedir.

Burada zikri geçen Yûnus sûresinin 71. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre; “Nûh (aleyhisselâm), kavmine; Ey kavmim, Eğer benim, sizin aranızda bulunmam ve Allahü teâlânın âyetlerini hatırlatarak sizi Hakka dâvet edip, nasîhat vermem size ağır geliyorsa...” dedi.” Bu dâvetin onlara ağır gelmesinin birkaç sebebi vardır:

1- Hazret-i Nûh çok uzun müddet onların aralarında kalmıştı. Onlar, Nûh'un (aleyhisselâm) dâvetini kabûl etmemişler, karşı gelmişler onun vazifesine ısrârla devam etmesinden sıkılmışlar ve bu hâllerin bitmezcesine çok uzun bir zaman içinde olmasından iyice bezmişlerdi. Böylece karşılaştıkları durumlar bu kavme ağır gelmişti.

2- O inkârcı kavim, bir takım bâtıl ve bozuk yollar ortaya çıkarmıştı. Bâtıl bir yol tutup, başkalarının da o yolda olmalarına gayret eden kimseleri doğruya dâvet etmek, onlara, başkalarından daha ağır gelir. Ayrıca, o kimseye, üzerinde bulunduğu yolun, bozuk ve yanlış olduğu, açık ve kat’î deliller ile ispat edilince, onun karşı çıkması ve nefreti daha da artar. İşte bu yüzden Nûh'un (aleyhisselâm) aralarında bulunması onlara ağır geliyordu.

3- Tabîatları, dünyâ lezzetlerini elde etmek, bunlara kavuşmak hırsı ile dolu olan kimseler, kendilerine, tâatların emredilmesini, günahlardan kötülüklerden nehyedilmelerini, ölümün hatırlatılmasını, âhırete faydası olmayan dünyâ nîmetlerinin çirkin gösterilmesini aslâ istemezler. Bunları dinlemekten hiç hoşlanmazlar. Böyle şeylerden ve bunları söyleyenlerden nefret ederler. Bunları hatırlatarak emr-i mâruf ve nehy-i münker yapanları kendilerine düşman bilirler.

İşte, o müşrik kavme, Hazret-i Nûh'un dâvet ve nasîhati ağır geldiği için, ona akıl almaz hakâretler ve işkenceler yapmışlardı. Hazret-i Nûh onlara; “Bana olan buğzunuz, sizi, eziyet etmeye sevketti. Halbuki, ben size, sizin bana yaptığınız kötülükle değil, Allahü teâlâya tevekkül etmekle, yalnız O'na îtimâd edip güvenmekle mukâbele ederim. Sakın ola ki, eziyet vermenizin ve ölümle tehdit etmenizin, beni, insanları Hakk’a, Allahü teâlâya îmâna dâvetten alıkoyacağını zannetmeyiniz” buyurmuştur.

Hazret-i Nûh, onların kötü niyetlerinin bulunduğunu haber verip, meydan okudu ve şöyle dedi:

1- Maksadınızın meydana gelmesini te’min edecek, ne kadar çâre, yol varsa hepsini toplayın.

2- Kendilerine yakın olmakla, durumunuzun kuvvetli olacağını zannettiğiniz ortaklarınızı kendinize katın.

3- Bu işiniz size tasa olmasın, faaliyetinizi gizli olarak devam ettirip sıkılmayın. Ne yapacaksanız, âşikâre olarak yapın.

4- Bütün bu hazırlıklardan sonra, yapacağınız kötülüğü bana yöneltin.

5- Bu kötülüğünüzü icrâ edeceğinizde bana mühlet vermeyin ve bütün gücünüzle acele edin. Hazret-i Nûh'un bu sözleri, onun, Allahü teâlâya ne derece tevekkül sâhibi olduğunu, kavminin hîle ve kötü plânlarının kendisine aslâ zarar veremeyeceğine kat’î olarak inandığını açık bir şekilde göstermektedir.

Nûh aleyhisselâm, zaman zaman kavminin dikkatlerini çeker, Allahü teâlânın mahlûklarını muhtelif safhalarda yarattığını, ana karnındaki yavrunun değişik durumlarını; bunları yoktan var ettiği gibi tekrar dirilteceğini söylerdi. Yerlerin ve göklerin nasıl yaratıldığını anlatırdı. Fakat bu sözler onların hoşuna gitmezdi. Bundan dolayı ona ellerinden gelen ezâ ve cefâyı yaparlardı. Ona eziyet vermek husûsunda, kavmin bâzı azgın ileri gelenlerinin sözlerine uyuyorlardı. Bu azgınların sözlerini dinlemeleri, onların hüsrân ve zararını arttırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Nûh aleyhisselâm onların ıslâhı için, elinden geleni yaptığı hâlde, onlar putlara tapmaktan vazgeçmemişlerdi.

Rivâyet edilir ki, bir gün, kavmin ileri gelen reislerinden birisi, yanında oğlu ile birlikte giderken Nûh'a (aleyhisselâm) rastladılar. O şahıs oğluna; “Oğlum! Bu adama dikkat et! Sözlerine inanma! Bu bir yalancıdır” dedi. Bunun üzerine oğlu yerden bir avuç toprak alıp, Hazret-i, Nûh'un yüzüne attı. Nûh'un (aleyhisselâm) mübârek yüzü toprak olduğu gibi, mübârek gözleri de toprak ile doldu. Bu hâle çok mahzûn oldu.

Yine rivâyet edilir ki, bir gün Nûh'un (aleyhisselâm) yanına kavminden bir ihtiyâr müşrik geldi. Asâsına dayanarak zorlukla yürüyordu ve yanında oğlu da vardı. İhtiyâr, oğluna Hazret-i Nûh'u göstererek; ona aslâ kapılmamasını tembih ederek, mecnûn olduğunu söyledi. İhtiyârın oğlu; “Baba! Asanı bana verir misin?” diyerek asâyı aldı ve Hazret-i Nûh'un başına şiddetle vurdu. Nûh'un (aleyhisselâm) başından kanlar çıkıp mübârek yüzüne aktı. Hazret-i Nûh çok üzülüp Allahü teâlâya şöyle yalvardı: “Yâ Rabbî! Kullarının bana yaptığını görüyorsun. Kulların hakkında hayr dilemişsen onları hidâyete erdir. Yoksa sen onlar hakkında hükmedinceye kadar bana sabır ver. Çünkü sen, hükmedenlerin en hayırlısısın.”

Bunun üzerine, Hûd sûresinin 36. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre; “Nûh'a vahyolundu ki, kavminden daha evvel îmân etmiş olanların dışında hiç kimse îmân etmeyecek. O hâlde sen, kavmin seni yalanladıkları için ve sana ezâ verdikleri için mahzûn olma, kederlenme ki, onlardan intikâm alma vakti gelmiştir.”

Allahü teâlâdan gelen vahy ile de sabit olmuş, iyice anlaşılmıştı ki, bu kavim ıslâh olmayacak ve başka îmân eden bulunmayacaktı. Artık ümîd de kalmamıştı.

Hazret-i Nûh'un kavmine emrettiği şeyler:

Allahü teâlânın emri ile, Nûh (aleyhisselâm) kavmine şu üç şeyi emretti.

1- Allahü teâlâya ibâdet etmek. 2- O'ndan korkmak. 3- Kendisine itâat.

Hazret-i Nûh kavmine dedi ki: “Allahü teâlâ beni size, tebliğ vazifesini yerine getirmem için gönderdi. Size, O'nun tarafından bildireceğim hükümler şunlardır: Allahü teâlâya ibâdet etmeniz, O'nun haram kıldığı şeylerden kaçınmak sûretiyle O'ndan korkmanız ve emredilen ve nehyedilen husûslarda, benim emirlerim ve yasaklarımda bana itâat etmenizdir. Eğer bu üç şeye riâyet ederseniz; büyük menfaatlere, faydalara kavuşursunuz. Bunlara riâyet edin ki Allahü teâlâ sizi mağfiret buyursun.”

İbâdeti emretmek, kalb ve bedene âit olan işlerden yapılması istenenleri; Allahü teâlâdan korkmayı emretmek de haram ve mekruhlardan sakınmayı gerektirir. Nûh'a (aleyhisselâm) itâati emretmeye, her ne kadar, Allahü teâlâya ibâdet ve O'ndan korkmak dâhil ise de, bunun ayrıca zikredilmesi, teklifte te’kid yâni pekiştirmek içindir.

Bu üç teklifi kabûl edip riâyet etmeleri hâlinde onlara, şu iki şey vâd edilmişti:

1- Bu emirlere riâyet ederlerse, günahlarını mağfiret etmekle, âhıret sıkıntılarından ve azâblardan kurtulacaklardır.

2- Dünyâda karşılaşacakları zararlar giderilecektir. Bu da, mümkün olan nispette ecellerinin tehir edileceği ve dünyâ sıkıntılarından korunacakları şeklindedir.

Nûh sûresinin 4. âyet-i kerîmesinde meâlen; “...Eğer bilseydiniz” buyruldu. Bununla, dünyâ sevgisinden, bu sebeple helâk olmaktan, dünyâya düşkün olmakla dinden yüz çevirmekten sakındırılmaktadır. Yâni Nûh'un (aleyhisselâm) kavminin insanları, ölümde şüphe eder derecede dünyâya düşkün olup, dünyâlık peşinde koşarlardı. Onun için âyet-i kerîmede; “...Eğer bilseydiniz...” buyruldu.

İslâm âlimlerinin, kitaplarında bildirdikleri gibi, Âdem aleyhisselâmdan Muhammed aleyhisselâma kadar gelen bütün peygamberler, ümmetlerine hep aynı îmânı, aynı îtikâd esaslarını bildirmişlerdir. Ümmetlerine, inanmaları icâbeden şeyleri bildirmelerinde herhangi bir değişiklik olmamıştır. Çünkü îmân aynıdır ve hiç değişmez.

Fakat ibâdetlerde yâni beden ile yapılması ve sakınılması lâzım olan hükümlerde farklılıklar olmuştur.

Allahü teâlâ her ümmete, hâllerine, zamanın şartlarına göre emir ve yasaklar göndermiştir. En son olarak, kıyâmete kadar, bütün icapları, ihtiyaçları karşılayan, en mükemmel ve en üstün din olan İslâmiyeti göndermiştir.

İbn-i Ebî Hâtim’in rivâyetine göre, İdrîs (aleyhisselâm) kavmine; “La ilâhe illallah” demelerini emretti. İbâdet olarak yapmaları ve sakınmaları emredilenler de çok az idi. İnsan öldürmek, içki içmek, zinâ ve daha başka kötü ve bozuk işler haram idi. Hazret-i İdrîs'in dîninde, insanların Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına ve İdrîs'in (aleyhisselâm) peygamberliğine inanıp, şehâdet etmeleri kâfi geliyordu. Çünkü bu şehâdet, O'nu tasdik edenleri, kötü ve çirkin işleri yapmaktan men etmektedir. Kur’an-ı kerîmde, namazın, insanı kötülüklerden men ettiği bildirilmektedir. Gerçekten namaz, insanı kötülüklerden uzaklaştırmakta, çok açık ve pek tesirlidir. Her hal-ü kârda çirkinlik ve kötülükten uzaklaştırır. Ankebût sûresinin 45. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Doğru kılınan namaz, insanı fahşadan ve münkerden elbette uzaklaştırır.”

Bâzı dinlerde tekliflerin (emir ve yasak edilen şeylerin) az olması, kolaylık şeklinde görünse de bu, o ümmetler için bir iyilik ve kolaylık değildir. Şâyet böyle olsa idi, bu ümmete bir çok şey haram kılınmazdı. Çünkü bizim Peygamberimiz, bütün peygamberlerin üstünü, efdâlidir. Bilakis, emir ve yasakların az olduğu, kendilerinden az şeyler istenen ümmetlerde, itâat etmeyenlerin cezâları da pek ağırdır. Onların cezâlarında ziyâdelik vardır. Emir ve yasakları az olan dinlerdeki kimselerden itâat etmeyenlerin cezâları, emir ve yasakları çok olan dinlerdeki itâat etmeyenlerin cezâlarından çok fazladır.

Nûh'un (aleyhisselâm) dâvetine, kavminin karşı çıkması:

Hazret-i Nûh mağfiret olunmaları için kavmini, ibâdete, takvâya ve tâata dâvet ettikçe, onların tavırları şu şekilde oldu:

1- Hazret-i Nûh'un söylediklerine karşı çıktılar. Kabûl etmeyip yalanladılar. Hattâ onu, yalancı ve deli olmakla ithâm ettiler.

2- Hazret-i Nûh'un sabırlı ve şefkâtli muâmelesi, dâvetten vazgeçmemesi uzun seneler devam etti. Zamân içinde onların karşı çıkmaları daha da arttı. Baba ve dedelerinden gördükleri kötülüklere o kadar dalmışlar ve bağlanmışlardı ki, Hazret-i Nûh'un hak dîne olan dâvetini, kabûl etmedikleri gibi, sözlerini dinlemeye bile dayanamıyorlardı. Nûh sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre, Hazret-i Nûh'un nasîhatlerini duymamak için parmaklarıyla kulaklarını tıkıyorlardı.

3- Târifi mümkün olmayan bir azgınlıkla Hazret-i Nûh'un sözlerini dinlemiyorlar, yanlarına geldiği zaman yüzünü görmek istemediklerinden, Nûh sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde bildirildiği gibi, elbiselerini başlarına çekiyorlardı. Onun, kendilerini Cehennem ateşinden korumaya çalışan ve hayırlarını isteyen büyük bir zât olduğunu farkedemiyorlardı.

4- Bâtıl ve bozuk yollarında, Hakk'a dâveti kabûlden yüz çevirmek husûsunda ısrâr ettiler.

5- Son derece istikbâr ettiler. Yâni çok kibirlendiler.

6- Hazret-i Nûh'a âsî oldular. Nûh (aleyhisselâm) onlara; “Allahü teâlâya ibâdet edin. O'ndan korkun. Bana itâat edin” buyurduğu hâlde, onlar bu emre isyân ettiler. İtâat edecekleri yerde âsî oldular.

7- Hazret-i Nûh'a âsî olmalarından başka, bir mâsiyeti (günahı) daha işlediler. Kendilerini küfre dâvet eden reislerine itâat ettiler. Onlara uydular.

Âyet-i kerîme, kötü kimselere uydukları için, onların mal ve çocuklarının, âhırette sâdece hüsrânlarını arttıracağını haber vermektedir.

Fahrüddîn-i Râzî hazretlerinin bildirdiğine göre mal ve evlâd, her ne kadar nîmet gibi görünüyorsa da, Allahü teâlânın emirlerine karşı kullanılınca, hüsrânı arttırır. Bundan da anlaşılan, âhıretteki hüsrâna sebep olan dünyevî nîmet ve menfaatler; tatlı görünen, fakat zehirli olan bir lokmaya benzemektedir.

“Kafirlere, Allahü teâlânın nîmeti yoktur” diyen âlimler, bu sözlerine Nûh sûresinin 21. âyet-i kerîmesini delil getirmişlerdir. Çünkü, kâfirlerde, nîmet gibi görünen şeyler, hakîkatte onların sonsuz azâblara, ebedî felâketlere düçâr olmalarına vâsıta olmaktan başka bir şey değildir.

8- Mekr (hîle): Nûh sûresinin 22. âyet-i kerîmesinde, kavmin ileri gelenlerinin Hazret-i Nûh'a çok büyük bir mekr (hîle) yaptıkları bildirilmektedir. Çünkü onlar, kendilerine tâbi olanlara, vedd, süvâ’, yegus, ye’ûk ve nesr ismindeki putları terketmemelerini söylediler. Onları tevhid îtikâdından, Allahü teâlânın birliğine inanmaktan men ettiler. Müşrikliği emrettiler.

Tevhidi emretmek, bunu insanlara öğretmek, dinde ne kadar yüksek bir derece ve ne büyük bir hayır ise, buna mâni olmak ve şirki emretmek de o derece aşağı ve o derece büyük bir musîbettir. Bu sebeple Allahü teâlâ onların mekrini çok büyük bir hîle olarak bildirmiştir.

Onların, insanları, tevhid îtikâdından men etmelerine, âyet-i kerîmedeki mekr (hîle) buyrulmasının iki sebebi vardır:

1- Onların, putlara ilâhlık isnâd etmeleri, bu kavmin putlara ibâdete devam etmelerinin gereğidir. Onlar, kendilerine tâbi olanlara; “Bu putlar sizin ilâhlarınızdır. Baba ve dedelerinizin de ilâhları bunlar idi. Siz Nûh'un (aleyhisselâm) sözünü, dâvetini kabûl ederseniz, kendi aleyhinizde bulunmuş; kâfir olduğunuzu, dalâlet ve cehâlette bulunduğunuzu îtirâf etmiş olacaksınız. Hem bu îtirâfınız babalarınızın da aleyhinde bulunmanız demektir...” gibi sözler söylediler.

İnsanın, gerek kendisi ve gerekse baba ve dedelerinin kusur, noksanlık ve cehâlette bulunduğunu îtirâf etmesi çok zor olduğundan, onların bu duygularını istismar edip kullanmaları gizli bir hîle idi. Bu sebeple, onların böyle söylemelerine âyet-i kerîmede mekr (hîle) buyrulmuştur.

2- Âyet-i kerîmelerde bu büyük hîleyi yapanların, yâni kavmin ileri gelenlerinin, mal ve evlâd sâhibi oldukları bildirilmektedir. Onlar câhil halka; mal ve çok evlâda, putlara ibâdet etmeleri sebebiyle kavuştuklarını; Hazret-i Nûh'un bildirdiği ilâhın ise hâşâ mal ve evlâd veremediğini söylediler. Böyle bir hîle ile onları kandırmağa çalıştılar.

Fir’avn da, kavmine buna benzer bir hîle yapmıştı. Mal, mülk ve saltanatı ile övünüp, Zuhruf sûresinin 51. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre kavmine; “Mısır mülkü benim değil mi? Azametimi görmüyor musunuz?” demişti.

Nûh (aleyhisselâm) kavmine bedduâ ediyor:

Rivayet edildiğine göre kırk sene, diğer bir rivâyete göre doksan sene devam eden kıtlıktan sonra, kavim perişân oldu. Bu kıtlık müddetinde hiç çocukları olmadı. Allahü teâlâ Hazret-i Nûh'a, kavminin erkeklerinin sulblerinde ve kadınlarının rahîmlerinde mü’min olacak kimsenin bulunmadığını vahyetti. Yâni onların hiç birinin îmân etmeyecekleri gibi, îmân edecek çocukları da olmayacağını haber verdi. Bundan sonra Hazret-i Nûh, kavminin helâki için duâ etti.

Nûh sûresinin 24. âyet-i kerîmesinde Hazret-i Nûh'un meâlen şöyle duâ ettiği bildirilmektedir: “Yâ Rabbî! Bu zâlimlerin helâk ve azâbını ziyâde eyle!”

Yine Nûh sûresinin 26, 27 ve 28. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Nûh dedi ki, “Ey (beni hidâyet ve doğru yol üzere gitmek yaratılışı ile terbiye eden) Rabbim! Yeryüzünde, hareket eden (gidip gelen) hiç bir kâfiri bırakma! Eğer sen, onları (içinde bulundukları hâl üzere) bırakırsan kullarını dalâlete sürüklerler. (Senin vahdâniyetini, bir olduğunu tasdik etmiş olan kullarını doğru yoldan ayırır, tevhîdden küfre döndürmek isterler) Hem bundan sonra onların çoluk-çocuğu olmaz. Olsa bile çocukları fâcir ve küfürde pek ileri (giden bâtıla meylederek, revâç göstererek, hakkı, doğruyu gizleyen, örten, kapatan) kimseler olurlar.

Ey Rabbim! Beni, anamı (Şemhâ binti Enûş'u), babamı (Lamek bin Metuşalh'ı), mü’min olarak evime girenleri, (geçmiş ve kıyâmete kadar gelecek ümmetler içindeki) erkek, kadın, bütün mü’minleri mağfiret eyle. Zalimlerin (kafirlerin) ise ancak helâk ve hüsrânlarını arttır.”

Nûh'un (aleyhisselâm) anne ve babası onun dînine girmiş mü’min kimselerdi. Tefsîr âlimleri âyet-i kerîmede geçen “evim” kelimesini, Nûh'un (aleyhisselâm) evi, mescidi, gemisi ve onun dîni olarak tefsîr etmişlerdir.

Mü’minun sûresinin 26. âyet-i kerîmesinde Nûh'un (aleyhisselâm), kavminin îmân etmesinden ümîd kesince, Allahü teâlâya yönelerek şöyle duâ ettiği bildirilmektedir: “Ey Rabbim! Kavmimden olanlar beni yalanladıkları için (vâdettiğin azâbı göndermek, onlardan intikâmımı almak sûretiyle) onlara karşı bana yardım et!”

Şuarâ sûresinin 117 ve 118. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: (Nûh (aleyhisselâm) duâ edip) dedi ki: “Yâ Rabbî Gerçekten kavmim beni tekzip etti. Beni yalanladılar. Artık benimle onların arasındaki hükmü sen ver. Beni ve beraberimdeki mü’minleri kurtar.”

Tefsîr âlimleri buyuruyorlar ki, burada; “Yâ Rabbî! Kavmim beni tekzip etti” demekle Hazret-i Nûh'un maksadı; kavminin kendisini yalanladığını haber vermek değil, bilakis, onlara bedduâ etmesinin sebebini izhâr etmek içindir. Zirâ, Allahü teâlâya hiç bir şey gizli değildir ve kavminin onu yalanladığını elbette bilir.

Kamer sûresinin 10. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Nûh (aleyhisselâm) Rabbine duâ edip; (Yâ Rabbî!) Ben (kavmin arasında) mağlûb oldum. Artık sen onlardan benim intikâmımı al! dedi.”

Hazret-i Nûh'a gemi yapması vahyediliyor:

Hazret-i Nûh'un yaptığı bu duâlara melekler âmin dediler. Allahü teâlâ onun duâsını kabûl etti. Ona sefine (gemi) yapmasını, kavminin helâk olma zamanının geldiğini vahy etti. Nûh (aleyhisselâm) bundan, kavmini suda boğulacağını anladı.

Hûd sûresinin 37. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre, Allahü teâlâ Nûh'a (aleyhisselâm) vahyedip meâlen buyurdu ki: “Nezaretimiz altında ve vahyimiz ile bir gemi yap! Zâlimler hakkında (azabın def’i için) bana duâ eyleme ki onlar, gark (olunmakla, suda boğulmakla hüküm) olunmuşlardır.”

Tefsîr-i Tibyân’da bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyuruyor ki: Rivâyet olundu ki Cebrâil (aleyhisselâm) Nûh'a (aleyhisselâm) gelerek dedi ki: “Allahü teâlâ sana bir sefine yapmanı emrediyor.” O da; “Ben onu nasıl yapabilirim ki?” dedi. Cebrâil (aleyhisselâm); “Allahü teâlâ sana, onu yapmayı kolaylaştırır ve nasıl yapılacağı husûsunda yol gösterir” dedi.

Allahü teâlâ, sefine yapması için vahyedince Nûh (aleyhisselâm), evlâdı ve kavminden îmân edenlerle beraber gemiyi yapmaya başladı. Gemi yapmak için çok ağaca ihtiyaç vardı. Bulundukları yer ise ağaçsızdı. Bu yüzden ağacın bol olduğu bir yerde gemiyi yapmaları icâb etti. Bulundukları yerin dışına çıkıp ağacı çok olan bir mahalli seçtiler ve çalışmaya başladılar.

Kavmin ileri gelenleri, oraya gelip, Hazret-i Nûh'u bu işle meşgûl görünce istihzâ ediyorlardı. “Bu da senin sihirlerinden bir tanesi ey Nûh! Peygamberlik dâvâsında bulunduktan sonra bir de bize gemi yapmak sûretiyle sihir yapmak istiyorsun. Artık neccar (dülger) oldun” diyerek onunla alay ediyorlardı. “Biz kıtlıktan kırılıyoruz. Şikâyetimiz bundan, sen de tutmuş, boğulmamak için gemi yapıyorsun” diyorlardı. Nûh (aleyhisselâm); “Siz şimdi bizimle alay ediyorsunuz. Fakat, helâk olduğunuz, boğulduğunuz zaman anlayacaksınız” diyordu.

Yine kavmin ileri gelenlerinden bâzıları da, istihzâ yoluyla; “Ey Nûh! Peygamberlikten vaz geçtin de dülgerliğe mi başladın? Kavmi arasından seçilmiş bir peygamber iken, şimdi bir dülger parçası mı oldun. Böylece, peygamberlik gibi yüksek bir mertebeden kötü bir san’at olan dülgerliğe birdenbire nasıl oldu da iniverdin?” diyerek alay ediyorlar, eğleniyorlardı.

 Nitekim Hûd sûresinin 38. ve 39 âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Nûh gemiyi yapmağa başlayınca, her ne zaman kavminin ileri gelenleri, oradan geçse, onun sefîne yapmakla meşgûl olduğunu görüp, istihzâ (alay) ederlerdi. (Gemiyi, suyun olmadığı, deryâya uzak bir yerde yaptığından ve senelerdir yağmur yağmıyor olmasından dolayı, bu gemi yapma işi o kavme pek garip geliyordu. Hazret-i Nûh'a; “Ey Nûh! Sen ne yapıyorsun?” diye suâl ettiklerinde, o; “Su üzerinde yürüyecek (yüzecek) bir ev yapıyorum” buyurdu. Onlar bu cevâba gülüşerek; “Böyle, suyun izzeti olan, suya hasret kalınan bir yerde gemi yaparsın ha! Önceleri, peygamberimiz idin, şimdi de dülger mi oldun?” diyerek istihzâ ederlerdi. Nûh (aleyhisselâm) onlara) dedi ki: Gerçi şimdi siz bizimle istihzâ ediyorsunuz. Fakat Allahü teâlânın azâbı size geldiği zaman biz de sizinle istihzâ ederiz. Kendisini perişân ve rüsvay edecek azâbın kime geleceğini ve âhırette dâimî azâbın kimin başına geleceğini yakında bileceksiniz.”

Nûh aleyhisselâmın kavmi, gece olunca Hazret-i Nûh'un yaptığı geminin yanına gelip yakmak isterler lâkin hiç bir zarar veremeden geri dönerlerdi. Nûh aleyhisselâma da; “Ey Nûh! Bu da senin sihirlerindendir” diyorlardı. Nûh aleyhisselâm bir müddet geminin yapımına devam etti.

Geminin mahiyeti:

Kur’an-ı kerîmde, fülk, fülk-i meşhûn, zat-i elvâh ve desir gibi kelimelerle işâret buyrulan, Hazret-i Nûh'un gemisinin mahiyeti, eni, boyu yüksekliği, nasıl yapıldığı; yapılırken hangi malzemenin kullanıldığı hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Abanoz ağacından yapıldığı söylenen geminin iki veya dört senede tamamlandığı, üç katlı olduğu, ateş yanarak, kazanı kaynayarak hareket ettiği yâni buharla çalıştığı rivâyetleri meşhûrdur.

Nûh (aleyhisselâm) yüzyıllar boyunca, kavmini îmân ve hidâyete dâvet ettiği hâlde, onların, inanmamakta ısrâr etmeleri sebebiyle helâk olmalarının yaklaştığı sırada son olarak kavmine şöyle söyledi:

“Ey insanlar! Ben size doğru yolu göstermek için Allahü teâlâ tarafından görevlendirildim. Bir ömür boyu size nasîhat ettim. Dinlemediniz, benimle alay ettiniz, sabır ve tahammül gösterdim. Bana ve bana inananlara eziyet edip, incittiniz. Allahü teâlâ, yeryüzünü zulüm ve küfürden temizleyecek. Geliniz, dâvetimi kabûl ediniz. Câhillik etmeyiniz. Allahü teâlâya itâat ediniz. Ben sizin hayır ve iyiliğinizi istiyorum. Siz bilmiyorsunuz ama, Allahü teâlânın azâbı en kısa zamanda büyük bir tûfan şeklinde gelecek. Bildirdiklerime inanmayan herkes helâk olacaktır. Şu yaptığım gemi, îmân edenlerin binip kurtuluşa ereceği gemidir. Allahü teâlâya îmân etmeyen asîler suda boğulacaktır. Kurtulmayı isteyen îmân etsin ve benimle gelsin. Bu, benim, herkesin duymasını istediğim son sözümdür.”

Nûh'un (aleyhisselâm) son olarak söylediği bu sözlerine de uymayan insanlar; “Ey Nûh (aleyhisselâm)! Uzun yıllardan beri bu sözleri söylüyorsun. Şimdi de kuru bir çöl ortasında büyük bir gemi yaptın. Bizi tûfanla korkutuyorsun. Biz sana da, söylediklerine de inanmıyoruz” dediler.

Nûh (aleyhisselâm) gemiyi bitirdiğinde vâd olunan azâbın vakti gelmişti. Tûfanın alâmetleri görülüp, sular yavaş yavaş yükselmeye başladı.

Allahü teâlâ, Hazret-i Nûh'a vahyedip, her hayvan ve kuştan birer çifti ve kavminden îmân edenleri gemiye almasını emretti. Gemiye alınan mü’minlerin sayısı hakkında değişik rivâyetler vardır, İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet edildiğine göre; Nûh aleyhisselâm da dâhil gemide 80 kişi bulunuyordu.

Hûd sûresinin 40. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Nihâyet helâk etme emrimizin, azâbımızın vakti geldiği, tennûrun (fırının) taşıp fışkırttığı, (yâhut gemi kazanının kaynadığı) zaman biz Nûh'a emreyledik ki, kendisinden faydalanılan hayvanların her cinsinden erkek ve dişi birer çift hayvanı gemiye koy. Üzerlerine boğulma emri takdir olunanlar (Nûh'un (aleyhisselâm) zevcesi Vâ’ıle ve oğlu Yâm yâni Ken’ân) hariç ehil ve ıyâlini, (aile efrâdını, yâni îmân etmiş olan hanımın Amûre'yi, oğulların; Hâm, Sâm, Yâfes ve bunların hanımlarını) ve sana îmân etmiş olanları gemiye koy. Zâten Nûh'a îmân edenler pek az idi.”

Tennûr lügatte kapalı bir ocak, fırın demek olup daha çok tandır mânâsında kullanılır. Âyet-i kerîmede geçen (tennûr) kelimesi hakkında, tefsîr âlimlerinden çeşitli rivâyetler bildirilmiştir. Bu rivâyetlerden bâzıları şöyledir: Tennûr, yeryüzü demek olup, yerden su kaynayıp fışkırdığında, Nûh'a (aleyhisselâm) gemiye bin denilmiştir. Tennûr, Hazret-i Havvâ'nın ekmek yaptığı taştan bir tandır olup, elden ele Hazret-i Nûh'a kadar gelmişti.

Tennûr, yeryüzünün şerefli ve yüksek yerleri demektir. Bu yerin veya yerlerin Kûfe tarafında bulunduğu, hattâ Kûfe mescidinin yeri olduğu, Şam'da Ayn-i verdân denilen mevkide bulunduğu ve Hindistan'da olduğu da rivâyet edilmiştir. Bâzı âlimler de, tennûru, gemide suyun toplandığı yer olarak bildirmişler, yâni tennûrun geminin kazanı olduğunu haber vermişler; “Nûh'un aleyhisselâm gemisinin, ateş yanarak, kazanı kaynayarak hareket ettiğini, Kur’an-ı kerîm açıkça bildiriyor” buyurmuşlardır.

Allahü teâlâ Nûh'a (aleyhisselâm) gemiye neleri alacağını vahyedince, Allahü teâlânın emriyle bütün ehlî, vahşî ve yırtıcı hayvanlar ve haşarât, Hazret-i Nûh'un huzûrunda toplandı. Bunların toplanmasıyla çok büyük izdihâm, kalabalık meydana geldi. Hayvanâtın her biri; “Bizi al yâ Neciyyallah!” diye yalvarır, gemiye binebilmek için yarış ederdi. Hazret-i Nûh, sağ elini uzatınca bir hayvanın erkeğini, sol elini uzatınca da aynı cins hayvanın dişisini alırdı.

Rivâyete göre yılan ve akrep gemiye binmek istediler. Nûh (aleyhisselâm) onlara; “Siz, zarar ve belâya sebep olan hayvanlarsınız, sizi gemiye bırakmam” dedi. Onlar da; “Ahdimiz olsun! Seni zikreden, hatırlayan, ismini söyleyen kimseye zarar yapmayız” dediler.

Yılan ve akrebin zarar vermesinden korkan bir kişi; “Selâmün ala Nûhın fil’âlemin..!” âyet-i kerîmesini okursa onların zararından korunmuş olur. Yılan ve akrep bu kişiye zarar veremezler. Çünkü bu şekilde söz vermişlerdir.

Tûfan alâmetleri başlayıp, gemiye binecekler binerlerken, Hazret-i Nûh mü’minlerden birini kavmin meliki olan Safredûs'a gönderdi. O mü’min, melike tûfanın başladığını haber verip kendisini îmâna dâvet etti.

 Kral derhal atına atlayıp geminin yanına geldi. Hazret-i Nûh'a bu olanları sordu. O da; “Ey Melik! Bu, dâimâ size söylediğim, sizi korkuttuğum gadab-ı ilâhidir. Allahü teâlânın azâbıdır, işte zâhir oldu” diye haber verdi. Kral ve diğer müşrikler, hâlâ bu hâli, diğer zamanlarda yağan, şiddetli yağmur olarak zannettiler ve en son dâveti de kabûl etmediler.

Gemiye binecekler hazır olunca, Hazret-i Nûh onlara, besmele ile gemiye binmelerini söyledi. Bütün mü’minler, o azgın kâfirlerin gözleri önünde, Hazret-i Nûh'la beraber gemiye bindiler. Nitekim bu hal, Hûd sûresinin 41. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirildi: “Nûh gemiye bineceklere; “Allahü teâlânın ismiyle girin ki, geminin yürümesi ve durması Allahü teâlânın irâdesiyledir. Benim Rabbim, mü’minleri mağfiret edici ve merhametiyle tûfan belâsından kurtarıcıdır” dedi.”

İmâm-ı Begavî ve Dahhâk'ın (rahmetullahi aleyhima) rivâyetlerine göre, Hazret-i Nûh geminin gitmesini isteyince “Bismillâh” der, gemi giderdi. Durmasını isteyince de, yine “Bismillâh” der ve gemi dururdu.

Tûfan başlıyor:

Nihâyet gemiye binecekler bindi. Tûfan başlamıştı. Sular yükseliyordu.

Hazret-i Nûh ilk önce, îmân etmiş olan Amûre ismindeki bir hanımla evlenmişti. Bundan olan oğulları ve bunların hanımları yâni, Hazret-i Nûh'un gelinleri de mü’min idi. Bunların hepsi gemiye binmişlerdi. İkinci olarak îmân etmiş olan Vâ’ıle ise, daha sonra, îmândan ayrılmış, mürted olmuştu. Hazret-i Nûh'un bu kadından doğan oğlu Yâm yâni Ken’ân da babasına îmân etmemişti.

Bu Vâ’ıle, îmân gibi büyük bir devlete, sonra da yüce bir peygambere zevce olmak gibi çok üstün bir şeref ve saâdete kavuşmuş iken, îmândan ayrılmış ve nasipsizin biri olmuştu. Mürted olduktan sonra ise, aşağılık ve alçaklığına bir yenisini daha ekleyerek Hazret-i Nûh'a hakâret ve hâinlik yapmağa başladı. Nûh'a (aleyhisselâm) mecnûn, deli diyerek, küstahlıkta bulunduğu gibi, onun gizli sırlarını, kavmin müşrik olan reislerine vermekten de geri kalmıyordu. Tabi ki, bu kadın gemiye binemedi.

Diğerleri gemiye binerken, Hazret-i Nûh'un oğlu Ken’ân bir köşede duruyordu. Hazret-i Nûh, babalık ve peygamberlik şefkâti ile son bir defâ daha bu âsî evlâda nasîhat etti. Îmân etmesini söyledi. Onların bu hâli Hûd sûresinin 42. ve 43. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle bildirildi: “Nûh o sırada ayrı bir yerde bulunan oğlu Ken’ân'a şöyle nidâ etti: “Ey oğulcuğum! Bizimle beraber sefîneye gir (ki müslümanlarla selâmete eresin). Kâfirlerle beraber olma. (Eğer kâfirlerle beraber olursan helâk olursun. Ken’ân; “Ne İslâm'a gelirim, ne de sefîneye girerim.”) Bir büyük dağa sığınırım. O dağ beni, su (ya gark olmaktan, boğulmak) dan korur” dedi. Nûh dedi ki: “Allahü teâlânın îmân nasîb etmekle rahmet buyurdukları hâriç, bu gün Allahü teâlânın azâbı olan boğulmaktan koruyucu, kurtarıcı yoktur. Bu sırada ikisi arasına, (Hazret-i Nûh ile Ken’ân veya dağ ile Ken’ân arasına) bir dalga girip (Ken’ân da diğer kâfirlerle beraber) boğulanlardan oldu.”

Yine Hûd sûresinin 45-47. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Nûh, Allahü teâlâya nidâ edip dedi ki: “Yâ Rabbî! Oğlum (Ken’ân) benim ehlimdendir ve senin vâdin elbette haktır. (Senin vâdinde hilâf olmaz. Sen beni ve ehlimi gark etmeyeceğini vâd etmiştin.) Sen hâkimlerin hâkimisin.”

Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ey Nûh, o senin ehlinden değildir. (Tefsîr âlimleri bunu; “Senin dîninin ehlinden değildir, yâni kâfirdir” diye tefsîr etmişlerdir.) Zirâ o sâlih olmayan bir amel sâhibidir. O hâlde ilmine vâkıf olmadığın bir şeyi benden isteme! Şüphesiz ben, seni, câhillerden olmaktan men ederim.” Nûh dedi ki: “Yâ Rabbî! İlmim olmayan şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni mağfiret ve bana affınla rahmet etmezsen ben ziyâna düşenlerden olurum.”

Tefsîr âlimleri, kesin olarak Ken’ân'ın, Hazret-i Nûh'un oğlu olduğu, dolayısıyla onun ehlinden, âilesinden olduğunu bildiriyorlar. Bunda şüphe yoktur. Âyet-i kerîmede, Hazret-i Nûh'a; “O senin ehlinden değildir” buyrulması; “Senin dîninin ehlinden veya tûfanda kurtaracağımı vâd ettiğim kimselerden değildir” demektir.

Yine tefsîr âlimlerinin bildirdiklerine göre, Ken’an, îmân etmiş görünen bir münâfık idi. Öyle olmasaydı, Hûd sûresinin 37. ve Mü’minun sûresinin 27. âyet-i kerîmelerinde bildirildiği gibi, Allahü teâlâ Hazret-i Nûh'a; “Küfürle nefislerine zulmedenler hakkında azâbın def’i için bana duâ eyleme ki, onlar garkolun (makla, suda boğulmakla hüküm olun) muşlardır” buyrulduğu hâlde Hazret-i Nûh, îmân etmiş görünen Ken’ân için Allahü teâlâya niyâzda bulunmazdı. Ken’ân münâfık olduğundan Hazret-i Nûh da bunu bilmediğinden, görünüşe göre hüküm verip, onun için niyâzda bulundu. Ken’ân, babasının ısrârına rağmen gemiye binmeyerek o güne kadar gizli tuttuğu küfrünü açığa vurmuş oldu.

Tûfan başlamıştı. Gökten âdetâ sel akıyor, yerden de su fışkırıyordu. Hem bu su, sâir zamanlarda yağan yağmur suları gibi, tatlı değildi. Tadı acı olup, içenin midesini harâb ederdi. Nereye dokunsa ateş gibi yakardı. Bunun normal bir yağmur değil, azâb suyu olduğu, gâyet açık ve âşikâr idi. Bu yakıcı sular her tarafı kapladı. Gemide bulunanların haricinde hiç bir canlı mahlûk kalmamak üzere hepsi boğuldu. Suların yükselmesinden, en yüksek dağlar bile su altında kaldı. Bu kadar büyük ve geniş bir su deryâsında dalgaların büyüklüğünü târif etmek mümkün değildir.

Bu tûfan esnâsında, Nûh'un (aleyhisselâm) gemisi emniyet ve selâmet içinde, rahatça yol alıyordu. Nitekim Hûd sûresinin 42. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “O sefîne, dağlar gibi dalgalar içinde yüzüp onları götürüyordu...”

Nûh'un (aleyhisselâm) gemisi dağlar gibi dalgalar arasında bütün dünyâyı dolaştı. Her uğradığı yerde, yâni şehirler üzerinden geçerken; “Bu şehir filan şehirdir. Tûfandan sonra da burada filan şehir kurulacaktır” diye bir ses gelirdi. Mekke-i mükerremeye vardıklarında, gemi, Kâbe-i muazzamanın bulunduğu yerin etrâfında, su üzerinde, yedi defâ döndü. Böylece Kâbe-i muazzamayı tavâf etmiş oldular.

Tûfan sona eriyor:

Rivâyet edildiğine göre tûfan, Receb ayının birinci günü başladı Nûh (aleyhisselâm) ve ümmeti de gemiye bugün bindiler. Nûh (aleyhisselâm) tûfanı olarak da anılan bu hâdise altı ay devam etti. Nihâyet Allahü teâlânın emri ile sona erdi. Taberânî’nin bildirdiği bir hadîs-i şerîfte, Nûh'un (aleyhisselâm) gemiye, Receb'in ilk günü bindiği, devamlı oruç tuttuğu, aşûrâ gününe kadar, su üzerinde kaldığı, aşûrâ günü Cûdî dağında durduğu, Nûh'un (aleyhisselâm) ve yanındakilerin o gün oruç tuttukları bildirilmiştir.

Nitekim Hûd sûresinin 44. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: (Tûfan emri sona erince, Allahü teâlâ tarafından, yere ve göğe emrolunup) denildi ki: “Ey yer! Suyunu yut ve ey semâ suyunu tut.” (Yağdırma! Bu ilâhi emir karşısında) su çekildi ve gemi Cûdî Dağı üzerinde karar kıldı. Bundan sonra; (Allahü teâlânın peygamberini tekzip ile kâfir olup kendilerine zulmeden) zâlimler, (Allahü teâlânın rahmetinden) uzak ve helâk olsun denildi”

Yine Hûd sûresinin 48. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: Allahü teâlâ tarafından Nûh'a denildi ki: “Yâ Nûh! Bizden bir selâmet ile ve senin üzerine ve seninle beraber bulunanlardan doğup, yetişecek mü’min ümmetler üzerine birçok bereketler ile gemiden in. Beraberinde bulunanlardan gelecek kâfir ümmetler de vardır ki, biz onları da (dünyâda bol rızıklarla) faydalandıracağız. Sonra ise (âhirette) onları, bizden elem verici bir azâb çarpacaktır.”

Muhammed bin Ka'b (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Bu âyet-i kerîmedeki selâmet ve berekâta, kıyâmete kadar, erkek ve kadın her mü’min dâhildir. Dünyâda faydalanmak ve sonunda da âhırette azâba uğramaya da, kıyâmete kadar gelecek bütün kâfirler dâhildir.”

Tûfan sona erince gemide bulunanlar, emniyet ve selâmet içinde gemiden indiler. Yeryüzünde, kendilerinden başka hiç bir canlı sağ kalmadı. Bu dehşetli ve korkunç tûfanda onlar, îmânlarının bereketiyle hiç bir sıkıntı ve elem görmediler. Nitekim Tefsîr-i Kurtubi'de, Hazret-i Hüseyn’in (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte meâlen buyruldu ki: “Ümmetim gemiye bindiklerinde, besmele çekerek; “Bismillâhi mecrâhâ ve mürsâha...” (Hûd sûresi: 41) ve; “Vemâ kaderullâhe hakka kadrihî...” (Zümer sûresi: 67) âyet-i kerîmelerini okurlarsa, boğulmaktan emîn olurlar.”

Dağlar gibi dalgaların meydana geldiği o korkunç su deryâsı, Allahü teâlânın emri ile yine çok kısa bir zamanda kuruyup, yeryüzü yaşamaya müsâit hâle geldi. Tûfandan evvel 40 veya 90 sene süren kıtlık müddetince, müşriklerin çocukları da olmamıştı. Yâni tûfanda, yeryüzünde hep, akıl-baliğ olan kimseler vardı. Bunlardan mü’min olanlar kurtulup, kâfirler ise, tamâmen helâk oldu. Yâni tûfanda müşriklerin çocukları olmadığından günahsız kimseler helâk olmamıştır.

Tûfanın umûmî veya husûsî olması:

Tûfanın her tarafı kapladığı veya belli bir bölgeye mahsûs olduğu husûsunda, bir kısım âlimler ihtilâfa düşmüşlerdir. Kaynak eserlerde, âlimlerin ekserisinin bildirdiklerine göre tûfan belli bir mevziye (bölgeye) değil, yeryüzünün her tarafına şâmil olmuş; yâni bütün yeryüzünü kaplamıştır.

Zâten kelime mânâsı olarak tûfan; yağmurun ve suyun çok fazla olup, her nesneyi örtmesi, kaplaması demektir. Tûfanda su her tarafı kaplamış en yüksek dağlar bile suyun seviyesinden yüzlerce metre aşağıda kalmıştır.

Nûh (aleyhisselâm) ve beraberindekiler, Muharrem ayının onuncu (Aşûrâ) gününde gemiden indiler. Tûfandan sağ selâmet kurtulmalarına, karaya inmelerine şükür olarak, o gün, oruç tuttular. Azıklarından ellerinde kalanları topladılar. Hazret-i Nûh, buğday, mercimek, nohut gibi hububattan tatlı pişirdi. Bu tatlıya aşûrâ tatlısı demek âdet olmuştur.

Nûh (aleyhisselâm) o gün aşûrâ tatlısı pişirdiği için müslümanların, Muharrem ayının onuncu (Aşûrâ) gününde aşûrâ pişirmesi ibâdet olmaz. Muhammed aleyhisselâm ve Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) böyle yapmadı. Aşûrâ günü, aşûrâ pişirmeyi ibâdet sanmak bid’attir, günahtır. Muhammed aleyhisselâmın yaptığı veya emrettiği şeyleri yapmak ibâdet olur. Din kitaplarının yazmadığı, Ehl-i sünnet âlimlerinin (rahmetullahi aleyhim) bildirmediği şeyleri yapmak, bunları ibâdet sanmak sevâb olmaz, günah olur. O gün, herhangi bir tatlı yapmak, tanıdıklara ziyâfet, fakirlere sadaka vermek sünnettir, ibâdettir.

Nûh'un (aleyhisselâm) gemisinin, üzerinde durarak karar kıldığı, Irak'taki Cûdî Dağı hakkında değişik rivâyetler de bildirilmiştir.

Nûh (aleyhisselâm) bin yaşında vefât etti. Kavmine dâveti, yâni peygamberliği 950 sene sürdü. Kabr-i şerîfinin nerede olduğu ve tûfandan sonra yaşayıp yaşamadığı, yaşadıysa ne kadar yaşadığı hakkında muhtelif rivâyetler vardır.

Kasaba kurma:

Mir’ât-ı Kâinat kitabında diyor ki: Gemideki seksen kişi dışarı çıkınca bir kasaba kurup, Medînet’üs-Semânîn (Seksenler şehri) ismini verdiler. İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet olunmuştur ki, bu seksen kişinin her biri kendi için birer ev yapıp, kasabanın adını Sûk-i Semânin (Seksenler çarşısı) koydular. Sonra çoğalınca, Bâbil diyârına varıp, orada da şehir kurdular. Nüfusları zamanla artıp yüzbini buldu. Hepsi müslüman idiler.

Nûh'un (aleyhisselâm) evlâdı zamanla daha da çoğalarak yer yüzünün her tarafına dağıldı. Diğer insanlar bunlardan çoğaldı. Bunun için Hazret-i Nûh'a Ebü'l-beşer-i sânî (insanoğlunun ikinci babası) ve Âdem-i sânî (ikinci Âdem (aleyhisselâm)) de denilmiştir. Nûh'un (aleyhisselâm) üç evlâdı vardı:

Sâm, Hazret-i Nûh'un büyük oğlu olup, akıl ve fazîlette, sâlih bir zât olmakla kardeşlerinden üstündü. Yüksek babasındaki nûrlardan, gizli mârifetlerden pek çok istifâde etmiş, çok şeylere kavuşmuş idi. Babasından sonra bütün müslümanlara halîfe oldu. Hazret-i Nûh'un hayırlı duâlarına çok mazhar olmuştu. Bu fazîleti sebebiyle, bir çok peygamberden başka üstünlük ve şeref sâhibi pek çok kimse onun temiz neslinden gelmiştir.

“Mir’ât-ı Kâinat” kitabında bildirildiğine göre Sâm'ın (rahmetullahi aleyh) Hazret-i Nûh'dan sonra peygamber olduğu da söylenmiştir. Keldânîler, Âsûrîler, Süryanîler, Finikeliler, İbranîler ve Arablar onun soyundandır.

Rivayet edilir ki, Hazret-i Nûh'un vefâtı yaklaştığında, oğlu Sâm'ı yanına çağırıp şöyle söyledi: “Oğlum, sana iki şeyi tavsiye ediyor, iki şeyden de men ediyorum. Sana yasak ettiğim iki şey; Allahü teâlâya şirk koşmak ve kibirdir. Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennet’e giremez.

Sana tavsiye edeceğim iki şey de şudur ki, bunlar; Allahü teâlâya yönelmeyi arttırır. Bunlardan birisi, La ilâhe illallah diğeri ise Sübhânallahtır. Çünkü Sübhânallah, mahlûkâtın duâsıdır. Onlar bununla rızıklanırlar.

“Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî”deki bir hadîs-i şerîfte meâlen buyruldu ki: “Yerleri ve gökleri terâzinin bir kefesine, kelime-i tevhidi (La ilâhe illallah) ikinci kefesine koysalar, bu kelimenin bulunduğu kefe elbette ağır gelir.”

Hâm, Hazret-i Nûh'un diğer oğlu olup, Hindistan, Habeş ve Afrika halkı soy îtibâriyle buna bağlıdır.

Yâfes de Hazret-i Nûh'un oğullarındandır. Çin, Rus, Slav ve Türkler bunun soyundandır. Yâfes beşyüz yaşında iken suda boğuldu. Binlerce torunu (neslinden gelenler) Asya'nın ortalarında yerleşti. Doğu Asya'ya ve o zaman mevcût olan kara yolları ile, okyanus adalarına yayıldılar. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, Nûh'un (aleyhisselâm) dînini ve nasîhatlerini unutarak, yıldızlara, güneşe, heykellere tapınmaya başladılar.

Ankebût sûresinin 14 ve 15. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Biz Nûh'u, onları îmâna dâvet etsin diye kavmine peygamber olarak gönderdik. O, kavminin arasında dokuzyüzelli sene kaldı. Nihâyet dâvetinin tesiri olmayınca, onlar zulümde devam edip dururlarken, kendilerini tûfan yakalayıverdi.

Nûh'a ve sefînede onunla beraber olan mü’minlere tûfandan kurtuluş verdik ve onu (gemiyi veya tûfan hâdisesini) âlemlere ibret kıldık (ki sonra gelenler ibret alsınlar).”

Fahrüddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh) bu âyet-i kerîmelerin tefsîrinde, Nûh aleyhisselâmın ümmeti arasında dokuzyüzelli sene kaldığının bildirilmesindeki hikmet ve faydayı şöyle anlatıyor: Kureyş kâfirlerinin İslâma girmemesi ve müşriklikte ısrâr etmeleri sebebiyle Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) üzülüyordu. Bu sebeple Allahü teâlâ sevgili habîbini teselli buyurarak, Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi arasında 950 sene kaldığını, onları hak dîne dâvet ettiği hâlde, pek az kimsenin ona inandığını, buna rağmen onun sabrettiğini bildirdi. Muhammed aleyhisselâmın ise, Hazret-i Nûh'a göre kavmi arasında daha az kaldığını; îmân edenlerin ise daha çok olduğunu, bu bakımdan O'nun sabretmeye daha lâyık olduğunu bildirerek teselli buyurdu.

Yine bu âyet-i kerîmede; “...onlar zulme devam edip dururlarken kendilerini tûfan yakalayıverdi” buyurdu Burada bir incelik vardır. Allahü teâlâ sâdece zulümden dolayı azâb etmez. Böyle olsa idi, zulmedip sonra tevbe edene de azâb ederdi. Fakat durum böyle değildir. Allahü teâlâ, ancak, zulme ısrâr edildiği zaman azâb eder. Nitekim, Allahü teâlâ, onları, zulme devam ettikleri için helâk etti. Yoksa zulmü terk etselerdi, Allahü teâlâ onları helâk etmezdi.

Yûnus sûresinin 73. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Onlar Nûh'u yalanlamakta ısrâr ettiler. Biz de Nûh'a ve gemide onunla birlikte bulunan kimselere, selâmet, kurtuluş verdik ve onları yeryüzünde halîfeler kıldık. (Onları suların içinde boğulup gidenlerin yerlerine kâim eyledik.) Bizim âyetlerimizi yalanlayanları da tûfanla gark ettik. (Suda boğduk. Şu hâlde ey Habîbim!) Bir bak ki, kendilerine gönderdiğimiz peygamberler, Allahü teâlânın azâbıyla korkuttuğu hâlde, îmân etmeyenlerin hâli nice oldu.” İnanmayanlar korku ve dehşet veren azâb dalgaları içinde mahv-ü perişân olup gittiler. İşte bu, târihî bir hakîkattir. Bütün inkârcı kimseler, bu gibi âkıbetleri düşünüp de ibret almalı, uyanmalıdır.

Kur’an-ı kerîmin bu beyânatı Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bir teselli ve inkârcılar için de küfürden sakındırma ve bir tehdittir.

Allahü teâlâ, Nûh (aleyhisselâm) ile kavmi arasında cereyân eden konuşmaları, beyân buyurduktan sonra, bu âyet-i kerîmede de netîceyi bildirmiştir. Burada îmân sâhipleri için iki husûs vardır.

1- Allahü teâlâ onları kâfirlerden kurtardı.

2- Allahü teâlâ, tûfanda boğularak helâk olanların yerine Hazret-i Nûh'u ve îmân eden mü’minleri bıraktı.

Yine burada kâfirler için şu husûs vardır: Allahü teâlâ onları tûfanda boğulmaları sûretiyle helâk etti.

İnansın, inanmasın herhangi bir kimse bu kıssayı okuyup dinlediği zaman, kendi kendine düşünür. Bu kıssa, inanmayanların; Nûh (aleyhisselâm) kavmine gelen belâ gibi, kendilerine de gelmesinden korkmalarına ve îmân edip iyi işlere yönelmelerine sebep olur. Mü’minlerin de, îmânlarında sebât etmelerine, kötülüklerden sakınmalarına yol açar. Kötülükten sakındırmak ve iyiliğe teşvik etmek için baş vurulan bu yol, yâni geçmiş ümmetlerin hâllerini bildirmek daha tesirli olmaktadır.

Yine Yûnus sûresinin 74. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Nûh'dan sonra kavimlere peygamberler gönderdik. O peygamberler kavimlerine, peygamberliklerini isbât eden açık mûcizeler getirdiler. Fakat, o kavimler evvelce yalanlamış oldukları şeylere, yine, îmân eder olmadılar. İşte bunlar gibi haktan bâtıla koşan, haddi aşmış olanların kalbleri üzerine böylece mühür basarız.”

“El-Besâir li-münkir-it-tevessüli bi-ehl-il-mekâbir” kitabında, Nûh (aleyhisselâm) hakkında diyor ki: Nûh (aleyhisselâm) kavmi arasında, 950 sene kaldı. İnsanları gece, gündüz; gizli ve âşikâre olarak hak dîne dâvet etti. Bu dâveti sırasında, kavminden ezâ ve cefânın her türlüsünü gördü. Fakat, bütün bunlar onu, hak dîne dâvet vazifesini yerine getirmekten alıkoymadı. Sonunda onların, hakîkati kabûl etmelerinden ümidi kesilince; Kamer sûresinin 10. âyet-i kerîmesinde bildirildiği gibi, Allahü teâlâya duâ ederek; (Yâ Rabbî!) Ben (Kavmim arasında) mağlûb oldum. Artık sen onlardan benim intikâmımı al!” dedi. Nûh'un (aleyhisselâm) ağzından bu bir kaç kelime çıkmıştı. Fakat tesiri çok oldu.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede, çok şükredici bir kul olarak medhettiği Hazret-i Nûh'un bu sözünden sonra, katında kadri çok yüksek olan bu kulunun duâsı sebebiyle, kuvvetli bir şekilde yağmur yağdırdı. Yine yer, Allahü teâlânın emri ile, içinde bulunan suları dışarı attı. Bu sırada yer, korkunç bir hâl aldı. Semâdan inen ve yerden fışkıran sular birbirine kavuşunca, her yeri kaplayan bir tûfan meydana geldi. Böyle korkunç bir tûfanda, Allahü teâlâ yeryüzündeki bütün kâfirleri suda boğdu.

Gençleri bile ihtiyârlatan bu korkunç tûfanda, Hazret-i Nûh ve ona îmân edenler dağ gibi dalgaların üzerinde giden gemide rahat bir hâlde idiler. Hiç bir korku ve üzüntüleri de yoktu. Onlara, tûfandan azıcık olsun bir serpinti bile gelmedi. Çünkü Allahü teâlâ bu gemi hakkında, Kamer sûresinin 14. âyet-i kerîmesinde; “Nezaretimiz, muhâfazamız altında, akıp gidiyor, hareket ediyordu.” buyurdu. Hiç, Allahü teâlâ tarafından korunan, O'nun muhâfazasında bulunan bir gemi ve içindekiler için bir korku olabilir mi?

Allahü teâlâ katında Hazret-i Nûh'un derecesi o kadar yüksek idi ki, onun gadaplanması ile: Allahü teâlâ, gökler, yer ve hava gadaba geldi. Bu, öyle bir gadablanma idi ki, yeryüzünde değişikliğe uğraması icâbeden ne kadar yer varsa değişikliğe uğrayıncaya ve yeryüzünde kâfirler kalmayıncaya kadar dinmedi. Nûh'un (aleyhisselâm) yüksekliği, üstünlüğü buradan da anlaşılmaktadır.

Kamer sûresinin 9-16. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Mekke kâfirlerinden yâni Kureyş kavminden evvel Nûh'un kavmi de kulumuz Nûh'u yalanladılar. Mecnûn dediler ve (çeşit çeşit eziyetlerle) tebliğ vazifesine devam etmekten vaz geçirmek için zorladılar. Hazret-i Nûh'a; kavminden daha evvel îmân etmiş olanların dışında hiç kimse îmân etmeyecek. O hâlde sen, kavmin seni yalanladıkları için ve sana ezâ verdikleri için mahzûn olma, kederlenme ki; onlardan intikâm alma vakti gelmiştir diye vahyolundu.” (Hûd sûresi: 36) (O da bu vahiyden sonra; "Yâ Rabbî!) Ben (kavmim arasında) mağlûb oldum. Artık sen onlardan benim intikâmımı al! diye Rabbine duâ etti. Bunun üzerine biz de semânın kapılarını açtık. (Kırk gün devamlı olarak şiddetli yağmur yağdırdık) Yeri de kaynaklar hâlinde tamâmen fışkırttık da her iki su ezelde takdir edilmiş bir emir üzerinde (takdir edilmiş olan, onların helâkleri vazifesini îfâ husûsunda) birleşiverdi. Biz Nûh'u ve ona tâbi olan mü’minleri yassı tahtalardan yapılmış gemi ve geminin tahtalarını birbirine rapteden, (bağlayıp yapıştıran) mıhlar (çiviler) üzerinde götürdük. O gemi bizim nezâretimiz ve muhâfazamız altında akıp gidiyor, hareket ediyordu. Biz bunu kendisine küfrân-ı nîmette bulunulan Nûh'a bir mükâfât ve îmân etmeyip küfredenlere bir cezâ olarak yaptık.” (Tefsîr-i Mazharî'de diyor ki: “Şüphesiz ki her peygamber, ümmetine Allahü teâlânın bir nîmeti ve rahmetidir.” Bu nîmetin şükrünü, îmân ederek yerine getirmeyenler, küfrân-ı nîmette bulunanlar helâk olmuşlardır. Zirâ nâil olduğu nîmetin kıymetini bilmeyenler, dâimâ felâkete mâruz kalmışlardır.”

“Hiç şüphe yok ki, biz Nûh'un gemisini âleme ibret olarak, (uzun müddet Cûdî Dağı üzerinde) terkettik. (Tefsîr-i Mazharî'de buyruluyor ki: “Nûh'un (aleyhisselâm) gemisi, Cezîre'de Cûdî Dağı üzerinde çok uzun zaman kaldı. Hattâ bu ümmetin önce gelenlerinin, gemiyi gördükleri bildirilmiştir.) Bizim alâmet olarak terkimiz üzerine ibret alan ve bunun ne gibi san’atlara muhtâç olduğunu düşünüp, ibret alanlar var mıdır?

(Tefsîr-i Tibyanda diyor ki: “Denildi ki, bu hâdiseden evvel insanlar, sefînenin ne olduğunu bilmezlerdi. Bundan sonra gemiyi görünce onu numûne edinip, kendilerine gemiler yaptılar. Allahü teâlânın izni ile denizlerde gemilerle yol aldılar.”) “O hâlde dikkatle tefekkür eyle ki, peygamberlerim, kendilerini azâbla korkuttukları hâlde; îmâna gelmeyenlere benim azâbım nasıl oldu?”

Hazret-i Nûh'a Nûh denildi:

Hazret-i Nûh, Allahü teâlânın korkusuyla çok ağlayıp, gözyaşı döktüğü için Nûh denilmiştir. Niçin Nûh denildiğine dâir daha değişik rivâyetler de bildirilmiştir. İmâm-ı Fahrüddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh) ise tefsîrinde, bir insana, ismi, herhangi bir sıfatından dolayı verilmeyeceğini bildirmektedir.

Nûh kavminin helâkine sebep olan bozuk hâlleri:

Daha önce tafsilatıyla anlatıldığı üzere Nûh'a (aleyhisselâm) inanmayıp âhırette sonsuz azâba düçâr olan; dünyâda ise suda boğularak helâk edilen kavmin, bu duruma gelmesine sebep olan hâlleri, kısaca şöyledir. Her mü’minin bundan ibret alıp sakınması ve onların âkıbetine düşmekten korkup, titremesi lâzımdır.

1- Küfür: O kavimde, Nûh'a (aleyhisselâm) tâbi olanların dışındaki herkes îmânsız olup, Allahü teâlâya ve gönderdiği peygambere inanmıyordu. Onların kâfir oldukları, Kur’an-ı kerîmde zikrolunmaktadır. Nûh sûresinin 26 ve 27. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyuruldu ki: “Nûh dedi ki: “Ey (beni hidâyet ve doğru yolda gitmek yaratılışı ile terbiye edip, yetiştiren) Rabbim! Yeryüzünde hareket eden, gidip gelen hiç bir kâfiri bırakma. Eğer sen onları (içinde bulundukları hâl üzere) bırakırsan, kullarını dalâlete sürüklerler.” (Senin vahdâniyetini, bir olduğunu tasdik etmiş olan kullarını doğru yoldan ayırır, tevhidden küfre döndürmek isterler.)

2- Nûh'un (aleyhisselâm) kavminden olanlar, putlara tapıyorlar, başkalarını da putlara tapmaya teşvik ediyorlardı. Putlara tapmak, müşriklik olup, bu da küfrün bir çeşididir. Onların bu hâli Nûh sûresinin 23. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirildi. (Nûh'un (aleyhisselâm) kavminin ileri gelenleri, aşağı tabakadan kendilerine tâbi olanlara;) “İlâhlarınıza ibâdeti sakın terketmeyin. Husûsen, Vedd, süvâ, yegûs, ye’ûk ve nesr isimlerindeki putlarınızı, bunlara ibâdeti sakın ola ki terketmeyin dediler.”

3- Yine îmân edenlerden başka herkes zındık idi. Zındık, burada putlara tapan, âhırete, Allahü teâlânın Rab olduğuna inanmayan demektir.

4- Onlar âhıret gününü, öldükten sonra tekrar dirilmeyi, haşrı ve neşri inkâr ederlerdi. Hazret-i Nûh'un bildirdiği tevhid (Allahü teâlânın var ve bir olduğunu tasdik etmek) îtikâdına, dalâlet dediler. Kıyâmet günü ile korkutmasına ise apaçık bir sapıklık dediler. Onların bu sözleri, kıyâmet gününü yalanladıklarını göstermektedir. Halbuki, Allahü teâlânın bütün peygamberleri, başta, Allahü teâlâya ve âhıret gününe îmân etmeyi bildirmişlerdir. Ümmetlerinden ilk olarak bunu tasdik etmelerini istemişlerdir. Diğer peygamberler gibi Hazret-i Nûh da, kavmine bunu bildirmiş kavmi ise onu yalanlamıştır.

5- Onlar, Allahü teâlâ tarafından kendilerine peygamber olarak gönderilen Nûh'a (aleyhisselâm) tâbi olmayıp bunu kendileri için aşağılık saydılar. O yüce peygamberi, kendileri gibi alelâde bir insan olarak gördüler. Peygamber olarak gönderilen zâtın kendilerinden apayrı cinsten biri olması, meselâ bir melek olması lâzım geldiğini zannettiler. Nitekim Mü’minun sûresinin 24 ve 25. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Nûh'un kavminden kâfir olanların ileri gelenleri, (diğer insanlara) dediler ki: Bu Nûh ancak sizin gibi bir insandır. (Sizin gibi yiyor, içiyor, uyuyor. Böyle birisi nasıl, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir peygamber olabilir. Sizi tevhide dâvet etmekle) üzerinizde fazîletli ve size reis olmak istiyor. Maksadı budur. Eğer hakîkaten Allahü teâlâ kendisinden başkasına ibâdet olunmamasını veya bize peygamber göndermeyi dileseydi, meleklerden peygamberler gönderirdi. Biz bunun, tevhid, peygamberlik ve öldükten sonra tekrar dirilmeye âit olarak bizi dâvet ettiklerinin hiç birini atalarımızdan duymadık. Bu Nûh ancak deli bir kimsedir. Onun için böyle şeyler söylüyor. Bu sebeple bir zaman onu bekleyin, ona nezâret edin. Belki ayılır da böyle sözleri söylemeye devam etmez.”

Yine Mü’minun sûresinin 31-37. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyuruldu ki: “Nûh'a inanmadılar. Onları suda boğduk. Ondan sonra yarattığımız insanlara, içlerinden peygamber gönderdik ve Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek, O'ndan başkası yoktur. O'nun azâbından korkunuz! dedik. Dinlemeyenlerden, öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmayanlardan, dünyâ nîmetlerini bol bol vermiş olduğumuz birçoğu, diğerlerine; Bu peygamber, sizin gibi yiyip içiyor. Kendiniz gibi bir çok şeye muhtâç olan birine inanırsanız, aldanmış, ziyân etmiş olursunuz. Peygamber, size; ölüp, kemikleriniz çürüyüp, toz toprak olduktan sonra, tekrar dirilerek kabirden kalkacaksınız diyor. Hiç böyle şey olur mu? Ne varsa, ancak bu dünyâdadır. Cennet, Cehennem, hep buradadır. Bu dünyâ böyle gelmiş böyle gider. Öldükten,sonra, bir daha dirilmek yoktur dediler.”

Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadis-i kudsîde; Allahü teâlâ buyurdu ki: Âdemoğlu yalanlamaması lâzım geldiği hâlde beni yalanladı. Şetmetmemesi lâzım geldiği hâlde beni şetmetti. Onun beni yalanlaması, benim kendisini ilk yarattığım gibi (tekrar) onu diriltemeyeceğimi söylemesidir. Onun beni şetmetmesi; Allah çocuk edindi demesidir. Halbuki ben ehad (var ve bir, eşi, ortağı olmayan) ve samedim (yani üstünlüğüm nihâyet derecesinde, sonsuz olup, mahlûkların hiç birisine muhtâç olmayan ebedî ve ezelî Mâlik ve Hâkimim), Doğmadım, doğurulmadım. Bana hiç kimse denk değildir.”

6- Onlar Nûh'a (aleyhisselâm) tâbi olmadıkları gibi bir de onu yalanladılar. Kur’an-ı kerîmde; Hac, Şuarâ, Sâd, Gâfir (Mü’min), Kâf ve Kamer sûrelerinde bu hâl bildirilmektedir. Meselâ Kamer sûresinin 9. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Mekke kâfirlerinden evvel kulumuz Nûh'u, kavmi tekzip edip, mecnûndur (delidir) demişlerdi. Hem de, çeşitli eziyetlerle, onu tebliğ vazifesinden zecr etmişlerdi.” (Yâni her türlü yolu deneyerek, onun, peygamberlik vazifesini tebliğ etmesine, yaymasına mâni olmuşlar, bu vazifesine mâni olmak için ellerinden ne geliyorsa yapmışlardı.)

Âyet-i kerîmelerde, Mekkeli müşriklerden evvel; Nûh, Âd, Semûd, Lût kavimleri, Fir’avn, Eshâb-ı Ress ve Eshâb-ı Eyke gibi toplulukların da, kendilerine gönderilen peygamberleri tekzip ettikleri ve bu yalanlamalarının cezâsı olarak dünyâ ve âhırette helâk oldukları bildirilmektedir.

7- Kendilerine rahmet olarak gönderilen peygambere, Hazret-i Nûh'a âsî oldular, karşı geldiler. Nitekim Nûh sûresinin 21. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Nûh dedi ki: “Ey Rabbim! (Bu kadar uzun dâvet ve nasîhatime rağmen, kendilerine emrettiğim şeylerde) onlar bana âsî oldular...” buyrulmaktadır.

8- Nûh'un (aleyhisselâm) kavminden olup, îmân etmeyenler, Allahü teâlânın kendilerine ihsân ettiği nîmetlere şükretmiyorlar. O'ndan hayâ etmiyorlar ve azâbından korkmuyorlardı. Allahü teâlânın yüceliğine, rahmetinin genişliğine, azâbının çetinliğine hiç aldırış etmiyorlardı.

Nitekim Nûh sûresinin 19. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Nûh, kavmine şöyle dedi; Size ne oldu ki, Allahü teâlânın âzametine, büyüklüğüne îtikâd etmiyorsunuz, O'nun ihsânını ümîd etmiyorsunuz? O'nun azâbından ve O'na muhâlefet etmekten korkmuyorsunuz?”

9- Onların kadınları da, edeb ve hayâsını kaybetmiş çok ahlâksız bir hâl üzere idiler. Zînetlerini yabancı erkeklere gösterirlerdi. Giydikleri elbiseleri incilerle süsleyip, yol ortasında çalım satarak ve salınarak yürürlerdi. Bu ise haramdır. Nitekim Ahzâb sûresinin 33, âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Eski câhiliyye zamanındaki kadınlar gibi; kendinizi süsleyip sokakta salınarak yürümeyin...” Bâzı âlimler bu âyet-i kerîmede geçen; “Eski câhiliyye zamanı”ndan murâdın, Âdem (aleyhisselâm) ile Nûh (aleyhisselâm) arasındaki zaman olduğunu haber vermişlerdir.

10- Zinâ, bütün dinlerde haram kılınmış, en çirkin günahlardan olduğu hâlde onlar bu fiili işlerlerdi.

11- Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi, zevk ve lezzetlere düşkün olan reislerine uyarlar, onların peşinden giderlerdi. Hattâ bunu da kendileri için bir kıymet sayarlar, başkalarının sevgi ve muhabbetlerine bunları tercih ederlerdi. Mal ve evlâd sâhibi olup, hâlleriyle övünen, gururlanan reislerine uyarlardı. Nitekim, Nûh sûresinin 21. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Nûh şöyle dedi: Rabbim, onlar (kendilerine emrettiğim şeylerde) bana isyân ettiler, kavmimin fakirleri de şu kimselere tâbi oldular ki, onların mal ve evlâtları ancak âhırette hüsrânlarını arttırır. Onlar zenginler ve kavmin reisleridir.”

Şunu iyi bilmelidir ki, hep keyif ve lezzetlerini düşünen, zenginliği, makâm sâhibi olmasıyla gururlanıp şımaran kimselerle beraber olmak, onlarla düşüp kalkmak, insanın hem şahsına, hem de dînine çok zararlıdır. Çünkü onlarla beraber bulunanlar, zamanla onların huyunu ve ahlâkını kapar ve onlara benzemeye başlar. Onlar gibi, mala, mülke düşkünlüğü artar ve bu arzu kendini kaplar. Netîcede istedikleri şeylere kavuşabilmek için bir çok zahmet ve meşakkatlere katlanır. Bu arzularını mubâh ve meşrû yollardan elde edemezse, meşrû olmayan yollara saparak, haram ve mekruhlara dalar. Hattâ bâzan, arzu ve maksadına kavuşması, onu şımarıklık ve azgınlığa kadar götürür. Elde ettiklerini de güzel bir şekilde sarfetmez. Vakitleri de bunların meşgûliyet ve sıkıntıları ile ziyân olur.

Böyle bir kimse, çalışıp, gayret gösterdikten sonra bütün gücünü sarfettiği hâlde maksadına kavuşamazsa, ya dindarlık tarafı gâlip gelir; maksadına ulaşamadığı için sabredip gam ve kedere tahammül gösterir. Veya, dînine bağlılığında fitne ve bozukluk meydana gelir. Bu sefer de, Allahü teâlânın takdirine karşı gelmeye, kızmaya başlar ve felâkete sürüklenir.

Ebû Nu'aym, Avn bin Abdullah'ın (rahmetullahi aleyhim) şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:

“Bir ara zenginlerle beraber bulunmuştum. Onların arasında gam ve kederim pek fazla idi. Çünkü, onların, elbiselerine ve bineklerine bakar, benimkilerden daha iyi olduğunu görür bunun için üzülürdüm. Fakat, daha sonra fakirlerle beraber bulundum. Önceki gam ve kederli hâllerden kurtularak rahata kavuştum.”

Büyüklerden, buna benzer daha nice sözler nakledilmiş, lüzumsuz dünyâlığı toplamanın, hattâ bununla vakit geçirenlerle beraber olmanın, dert ve gamı satın almak olduğu bildirilmiştir.

İbn-i Hâcer-i Askâlânî'nin (rahmetullahi aleyh) El-Münebbihât kitabında bildirdiği ve İmâm-ı Tirmizî'nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Server-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “İki haslet vardır ki, kimde bunlar bulunursa, Allahü teâlâ onu şükredici ve sabredici olarak yazar. Kimde bu ikisi bulunmazsa, Allahü teâlâ onu şükredici ve sabredici olarak yazmaz. Bu iki haslet şudur: 1- Kişinin, dîni husûsunda kendisinden yukarıdakine bakıp ona uyması, 2- Dünyâsı husûsunda kendisinden aşağıdakine bakıp, Allahü teâlânın kendisine olan lütfunden dolayı hamdetmesidir. Allahü teâlâ böyle bir kulu şükredici ve sabredici olarak yazar. Bunun aksi, kişinin, dîni husûsunda kendisinden aşağıdakine, dünyâ husûsunda kendisinden yukarıdakine bakması ve kaçırdığı şeyden dolayı üzülmesidir. Böyle bir kimseyi, Allahü teâlâ şükredici ve sabredici olarak yazmaz.”

İmâm-ı Ahmed, Müslim, Tirmizî ve İbn-i Mâcenin (rahmetullahi aleyhim), Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: (Dünyâlık bakımından) sizden aşağıda olanlara bakınız, sizden yukarıda olanlara bakmayınız. Böyle yapmak, Allahü teâlânın size verdiği nîmetleri aşağı görmekten pek sakındırıcıdır.”

12- Mekr, hîle yapmak büyük günahtır. Allahü teâlâ, Nûh aleyhisselâmın kavmi için, Nûh sûresinin 22. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ve çok büyük bir mekr, hîle yaptılar” buyurdu.

Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) bu âyet-i kerîmenin meâli hakkında; “Dinde büyük bir mekr yaptılar” buyurmuştur.

Mekrin âkıbeti pek vahimdir. Mekrin hakîkati, başkasına zarar vermek için hîle yapmaktır. Fâtır sûresinin 43. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “...Çirkin fiil, kötü hîle, ancak sâhibinin (hileyi yapanın kendi) başına geçer.”

13- İnsanları aldatıp doğru yoldan saptırmak, onları Allahü teâlâya îmândan, O'na tâattan menetmek, onları, günahlara ve kötülüklere dâvet etmek, kötü kimselere tâbi olmak, onların peşinden gitmek, çok yanlış ve çirkin bir iştir. Hazret-i Nûh'un kavmi, bu yanlış hâlde bulunuyordu Nitekim, Nûh sûresinin 24. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Gerçekten bunlar çok kimseyi azdırıp yoldan çıkardılar” buyruldu. Âlimler, bu âyet-i kerîmenin; Nûh aleyhisselâmın kavmi içinde, insanları doğru yoldan saptırmaya çalışanların bulunduğunu, dalâlet ehline uymanın kötülüğünü ve diğer dinlerde de bunun yasaklanmış, nehyedilmiş olduğunu haber vermişlerdir.

İmâm-ı Ahmed ve Taberânî'nin (rahmetullahi aleyhima), Ebud-Derdâ'dan (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Ümmetim hakkında en korktuğum; reis, rehber durumunda olup da insanları doğru yoldan saptıranlardır.”

Buharî, Müslim, İmâm-ı Ahmed, Tirmizî ve İbn-i Mace'nin (rahmetullahi aleyhim) Abdullah bin Amr bin Âs'tan (radıyallahü anhümâ) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfinde buyuruldu ki: Allahü teâlâ ilmi, insanlardan hemen çekip almaz. Âlimleri almak sûretiyle ilmi alır. Nihâyet âlim kalmayınca, insanlar, câhil kimseleri kendilerine baş, rehber, reis edinirler. Bunlara suâl sorulur. Onlar da ilimleri olmadığı hâlde fetvâ verirler. Böylece, hem kendileri dalâlete düşer, hem de başkalarını sapıtırlar.”

14- Nâsîhat dinlemekten yüz çevirmek. Bu hâl çok fenâdır. Nâsîhat dinleyerek ve nasîhatlere uyarak hâlini düzeltmek yerine, nasîhat dinlemekten yüz çevirip, ayrılmak akıl sâhiplerinin yapacağı şey değildir.

 Nûh sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde meâlen, Hazret-i Nûh'un Allahü teâlâya şöyle münâcât ettiği bildirilmektedir: “Îmân etmeleri sebebiyle, onları mağfiret etmen için, her ne zaman kendilerini îmân etmeye dâvet ettimse, dâvetimi duymamak için parmaklarıyla kulaklarını kapadılar. (Dâvetimi duymak istemediklerinden başka, yüzümü dahî görmemek için) elbiselerini de başlarına örttüler. Küfür ve isyânlarında ısrâr edip, bana tâbi olmaktan istikbar ettiler. (Çok kibirlenip, tâbi olmaktan kaçındılar.)

İşte nasîhat dinlemekten yüz çevirenlerin hâli, Nûh'un (aleyhisselâm) kavminin hâline benzemektedir. Halbuki, nasîhat dinlememek, insanı, kibre ve Allahü teâlâdan yüz çevirmeye götürür.

Şeyhayn, Ebû Vâkıd Leysî’den (rahmetullahi aleyhim) şöyle rivâyet etmiştir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâb-ı kirâm ile birlikte mescidde oturuyordu. Bu sırada mescide üç kişi girdi. Bunlardan ikisi Resûlullah’ın huzûrlarına kadar geldiler. Birisi halkada (sohbette bulunanlar arasında) bir boşluk bulup oturdu. Diğeri de geri tarafta bir yerde oturdu. Üçüncü ise geri dönüp gitti.

Resûlullah aleyhisselâm sözlerini bitirince buyurdu ki: “İsterseniz, bu üç kişinin hâlini size haber vereyim. (Halkada yer bulup oturan birinci kimse için) İçlerinden biri Allahü teâlâya sığındı. Allahü teâlâ da onu barındırdı. Diğeri utandı. (Halkaya oturmak için sıkışırsa, diğerlerine sıkıntı vermekten korktu ve geride oturdu.) Allahü teâlâ da ondan hayâ etti. Öteki de (geri dönüp giden üçüncü şahıs ise, bu meclisten) yüz çevirdi. Allahü teâlâ da ondan yüz çevirdi.”

15- Nâsîhat edenlere buğzetmek: Hazret-i Nûh, kavmine nasîhat ederken, onların, elbiseleriyle yüzlerini kapatmaları; nasîhat edenlere kızıp hakâret ettiklerini gösteriyor.

Hazret-i Ömer, buyurdu ki: “Nâsîhat edenleri sevmeyen, (onlara buğzeden) kimsede hayır yoktur.” Bunun sebebi de câhilliktir. Nitekim, âlimlerimiz; “Câhil, kendisine nasîhat edene düşman olur” buyurmuştur.

16- Mâsiyette, (günah işlemekte) ısrâr etmek de çok hatâlı bir davranıştır, hâldir.

Isrârın aslı; devam, sürat ve bu’d yâni uzaklıktır. Günah işlemekte ısrâr eden kimse, müptelâ olduğu günahı devamlı yapar. Bir defâ yapınca, diğer bir defâ daha yapmaya azmeder. Günahı tekrar işlemekte sürat gösterir, yâni beklemeden tekrar tekrar yapar. Hal böyle olunca, iyilik yapamaz olur. Bu sebeple hayırdan uzaklaşır. Böyle bir kimsenin yaptığı günahtan pişman olması, günahtan yüz çevirmesi lâzımdır. İstiğfar, günahtan ayrılmak, onu terketmektir. Hazret-i Nûh da kavmine, îmân etmelerini, işledikleri günahlarından dolayı istiğfâr etmelerini emretmiştir.

Nitekim Nûh sûresinin 10. âyet-i kerîmesinde, Hazret-i Nûh'un meâlen Allahü teâlâya; (Yâ Rabbî! Ben onlara) dedim ki, küfürden tevbe edip, Rabbinizden mağfiretinizi isteyiniz. Zirâ O, şirk ve isyândan tevbe edeni, çok mağfiret edicidir.” dediği bildirilmektedir.

 Fakat onlar, günahta tekrar tekrar ısrâr edip, istiğfârda bulunmadılar. Dâveti kabûl etmediler. Nûh sûresinin 6. âyetinde meâlen Hazret-i Nûh'un; “Benim dâvetim, ancak, onların îmân ve tâattan firarlarını, uzaklaşmalarını arttırdı” dediği bildirilmektedir.

İnsan, gaflete düşerek herhangi bir günah işlerse, bunun için derhal tevbe ve istiğfâr etmeli, âcizlik ve gevşeklik göstermemelidir. İşte Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi, günahlarına tevbe ve istiğfâr etmedikleri için tûfanda boğulup helâk oldular.

Hataya düşmekle, günah işlemekle, hemen belâ ve musîbet, ilâhî cezâ gelmez. Bu sırada kuldan istenen, tevbe ve istiğfâr etmesidir. İnsan, yaşadığı müddetçe tevbe kapısı açıktır. Günaha düşmekle, belâ ve musîbet gelmesi, günahta ısrâr sebebiyledir. Bazen belânın büyüklüğü, o günahta ısrâr etmek sebebiyle olur.

17- İstikbar (Kibirlenmek): Nûh sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde açıkça bildirildiği gibi, onlar çok kibirli kimselerdi. Kibirlendikleri, için îmândan mahrûm kaldılar. Kibirlenmeleri bu büyük nîmet ve şerefe kavuşmalarına mâni oldu. Şeytanın da ebedî mel’ûn olmasına sebep kibirlenmesidir. Bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennet’e giremez.” Ancak cezâsını çektikten sonra girer.

18- İyiliğe kötülükle mukâbele etmek: Nûh (aleyhisselâm) kavmine nasîhat eyledi. Kavmini, ibâdet edilecek O'ndan başkası bulunmayan Allahü teâlâya îmân ve yalnız O'na ibâdet etmeye dâvet etti. Onlara karşı pek şefkâtli davrandı. Çünkü onlara azâb gelmesinden korkuyordu. Buna rağmen, kavmi iyiliğe kötülükle karşılık verdi, üstelik ona yalancı ve deli dediler. Böylece Hazret-i Nûh'un ve ona îmân etmiş olanların fazîlet ve üstünlüklerini inkâr ettiler. Bununla da kalmayıp taşkınlıkta bulundular. Hakâret ve alay ederek, aşağıladılar hattâ olmadık işkenceyi revâ görüp, acımasızca dövdüler.

Ubeyd bin Umeyr (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Kavmi, Nûh'u (aleyhisselâm) bayılıncaya kadar döverdi. O ise kendine geldiği zaman; “Allah'ım kavmimi hidâyete erdir. Çünkü onlar bilmiyorlar” derdi.”

Peygamberlerin ahlâk ve merhametlerinin ne kadar yüksek olduğu buradan açıkça anlaşılmaktadır. Hazret-i Nûh ve diğer peygamberler, kavimlerinin işkencelerine, eziyet ve cefâlarına sabır ve tahammül ettikleri gibi, onlara şefkât gösteriyorlar, affedilmeleri için duâ ediyorlardı. Allahü teâlânın evliyâsının, sevdiği kullarının ahlâkı da bu şekildedir.

Nitekim evliyâdan Behlül Dânâ diye meşhûr olan Ebû Vüheyb bin Ömer Sayrafî’yi çocuklar taşa tutarlardı. Hattâ atılan taşlarla vücûdundan kanlar akardı da buna karşılık o şöyle derdi: “Bana Allahü teâlâ kâfidir. Ben O'na tevekkül ettim. Bütün mahlûkât O'nun kudretindedir.

Yâ Rabbî! Onlardan gelen bu taşlardan beni muhâfaza eyle. Ben onlara şefkât ve merhametten başka bir şey yapamam.”

Allahü teâlânın evliyâsına, sevgili kullarına, hakârette, ezâ ve cefâda çok ileri gidilince, bu hâl Allahü teâlânın gadabına sebep olur ve ezâ edenler Allahü teâlânın azâbına uğrayabilir. İşte, Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi, Hazret-i Nûh'u ve ona îmân edenleri, aşağılamaya ve kötülük etmeye devam edince, Allahü teâlâ onları helâk etti. Hattâ, Hazret-i Nûh'u onlara şefkât etmekten, onlara gelecek azâbın def’i için duâ etmekten bile men etti.

19- Azgınlık ve taşkınlık: Büyüklere karşı hayâsızca davranmak, kötülük yapmaya yeltenmek ve saygısızlık etmek, küçük çocukları onlara kötülük yapmak için göndermek de Nûh'un (aleyhisselâm) kavminin azgın ve taşkın hâllerinden idi. Nitekim, yukarıda geçen, bir ihtiyârın oğluyla birlikte Hazret-i Nûh'a gelerek, oğlunu ona tâbi olmaktan men etmesi dolayısıyla, oğlunun âsâyı alarak Hazret-i Nûh'un mübârek başına vurma hâdisesi buna açık misâldir.

Nûh (aleyhisselâm) zamanında, nesil değiştikçe, kavmin bedbahtlığı da artmıştır. Yaşlıların çocuklara, kötü örnek olup, daha küçüklüklerinden îtibâren, Nûh'a (aleyhisselâm) inanmamaları husûsunda tembihte bulunmaları şartlanmalarına sebep olmuştur. Böylece bu kötü hâl onlarda asırlar boyu devam etti. Her gelen nesil, kendilerinden önceki neslin kötü işlerini ve âdetlerini kendilerine örnek aldılar. Böylece, aralarında büyüğe hürmet ve küçüğe merhamet de kalmadı. Bu hâl ise, akıllı kimselerin ahlâkından değildir.

Nitekim İmâm-ı Ahmed ve Hâkim’in (rahmetullahi aleyhima) Ubâde bin Samit'den (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Büyüğümüze hürmet, küçüğümüze merhamet etmeyen bizden değildir.”

20- Allahü teâlânın bâzı kullarına, ilim, hikmet ve benzerlerini vererek onları kıymetli kılmasını kabûl etmemek de, o kavmin kötü ahlâkından idi.

Halbuki, Allahü teâlâ Bakara sûresinin 269. âyet-i kerîmesinde meâlen; Hak teâlâ dilediği kimseye hikmet verir. (Faydalı ilim ihsân eder ve bu ilmin icâbı ile amel ettirir. Bu sebeple onu rızâsına erdirir.) Her kime ki hikmet verilmişse, şüphesiz ona çok hayır verilmiştir. (Kâmil akıl sâhiplerinin dışındaki kimseler bu âyetlerdeki nasîhatlerden ibret almazlar.) Ancak akl-ı kâmil sâhipleri tezekkür ve tefekkür ederler” buyurmaktadır.

Ama, Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi, onun nasîhatlerinden hiç ibret almazlardı. Onu ve ona tâbi olanları da kendileri gibi birer insan olarak görürlerdi. Daha da ileri gidip Hazret-i Nûh'a îmân eden mü’minler için; “Kavmimizin en aşağı, rezil kimseleri” dediler. Onların böyle düşünmelerinin ve söylemelerinin pek yanlış olduğu âşikârdır. Peygamberlerinin haber verdiği şeyleri yalanlayan bütün ümmetler bu hatâya düşmüşlerdir. Onlar, insan olmak bakımından eşit bulunmayı, içlerinden bâzı kullara ilim, hikmet gibi fazîletlerin verilmesine mâni olarak gördüler. Yine onlar, böyle fazîletlerin, makâm, mevki, zenginlik, soy, akrabâlarının çokluğu gibi sebeplerle, kendilerinde bulunması icâbettiğini zannettiler. Halbuki, kendilerine peygamber olarak gönderilen zâtlar, içlerinden en güzel soydan, en asîl âileden gelirdi. Buna rağmen inâdla direnirler ve hakîkati kabûl etmezlerdi.

21- Görünüşe bakıp, ona göre hüküm vermek: Onlar, bir kimseye ilim, hikmet gibi fazîletlerin yanında peygamberlik nîmetinin verilmesi için kendilerince şartlar koşarlardı. Bu şartlar; iyi bir maddî kazanca, herkes tarafından tutulan bir san’ata, şatafatlı bir görünüşe sâhip veya melek olmaktı. Bu ise pek basit ve yanlış bir düşüncedir. Kişilerin meslek ve san’atlarının, doğru yolda bulunup bulunmamaları ile hiç alakası yoktur. Hem san’at ve teknikte ileri seviyede bulunmak doğru ve hak yolda bulunmak demek değildir. Hal böyle olunca bu şekilde düşünmelerinin bir kıymet ve ehemmiyeti yoktur. Nitekim, san’at ve teknikte ileride olan pek çok millet ve insanlar hak din üzere değildirler. Üstelik onlarda, insanlığın, şefkât ve merhametin zerresi bile bulunmamaktadır.

Allahü teâlâ, bu dünyâda, mü’min, kâfir ayırt etmeden her çalışana karşılığını verir. Nitekim, İsrâ sûresinin 18. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Görüşleri ve akılları, bu dünyâ çerçevesine sıkışmış olanlar âhıreti bırakarak, dünyânın çabuk geçici zevklerinin arkasında koşuyor. Gece-gündüz düşündükleri ve sıkıntılara katlanarak özledikleri bu nîmetlerden dilediğimizi, istediklerimize kolaylıkla ve bol bol veririz. Fakat, bunlara böylece iyilik etmiyoruz. Cehennem azâbını hazırlıyoruz. Bunlar âhırette rahmetten uzaklaştırılıp, kötü bir hâlde, Cehennem’e sürükleneceklerdir. Her biri çabuk biten ve arkasından sıkıntılar ve felâketler bırakan bu dünyâ lezzetlerine bağlanmayıp da, vâd ettiğim sonsuz ve hakîkî ve hiç değişmeyen âhıret nîmetlerini isteyerek, gösterdiğim ve beğendiğim iyilikleri yapanlara gelince; bunlar, Kur’an-ı kerîmde bildirdiğim yolda yürüdükleri için, bütün iyiliklerini beğeniriz. Dünyâda, hem dünyânın âşıklarına, hem de sözlerine inanıp emirlerimi yapanlara istediklerini veririz. Kimseyi umduğundan mahrûm bırakmayız. Nimetlerimizi hepsine serperiz. Senin Rabbinin nîmetlerinin yetişmediği kimse yoktur.”

Müslümanlık çalışmayı emreder. Tembellikten men eder. Müslümanlar, İslâmiyetin emirlerine uydukları zamanlarda pek ileri gitmişler, hattâ Avrupalı talebeler, müslümanların medreselerine gelip, tahsil görmüşlerdir. Müslümanlar, İslâmiyete uymakta gevşek davrandıkları anda ise gerilemeye başlamışlardır. Târih bunun en açık vesîkasıdır.

22- Fazîlet sâhiplerinin fazîletini inkâr etmek: Nûh'un (aleyhisselâm) kavminden olanlar, Hazret-i Nûh'un ve ona îmân edenlerin fazîletlerini, üstünlüklerini inkâr ettiler. Nitekim Hûd sûresinin 27. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Nûh'un kavminden kâfir olanların reisleri, ileri gelenleri ona dediler ki; Biz seni ancak bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Böyle olunca senin, üzerimizde ne üstünlüğün ve ne meziyetin var ki, peygamberlik vazifesi ve kendisine tâbi olunması icâbettiği gibi bir husûsiyet sana has kılınmış olsun ve biz sana uymuş, îmân etmiş olanların da en alçak ve en aşağılarımız olduklarını görüyoruz. Senin ve sana tâbi olanların, bizim üzerimize bir fazîletiniz, üstünlüğünüz olduğunu görmüyoruz ki sen peygamber olmaya ehil ve kendisine tâbi olunmaya lâyık ve müstehak olasın. Bilakis biz, seni, peygamberlik dâvâsında, sana tâbi olanları da senin sadık olduğunu bilmeleri husûsunda hepinizi yalancılardan zannediyoruz.”

Hatib-i Bağdâdî, ”Târih-i Bağdat” kitabında, Enes'den (radıyallahü anh) İbn-i Asâkir de “Târih-i Dımeşk” kitabında Âişe'den (radıyallahü anhâ) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte; “Fazîlet ehlinin, fazîletini, üstünlüğünü ancak fazîlet ehli bilir” buyrulmuştur.

23- Kibir sebebiyle, fakirlerle beraber olmaktan sıkılmak: Böyle kimseleri meclislerinden, toplantı yerlerinden kovmak, kovulmalarını istemek de onların kötü ahlâklarından idi. Nitekim, onlar, Hazret-i Nûh'a ilk önce îmân etmiş olan fakir mü’minleri yanından kovmasını istemişlerdi. Îmân etmek husûsunda, onlarla beraber olmayı kendilerine yakıştıramamışlar ve; “Etrâfındaki fakir, aşağı kimseleri kov, biz de sana îmân edelim” demişlerdi. Hûd sûresinin 28. âyet-i kerîmesinde meâlen bildirildiğine göre Hazret-i Nûh da onlara; “... Sizin talebinizle ben, mü’minleri yanımdan kovacak, tard edecek değilim. Zirâ onlar, kıyâmet günü Rablerine kavuşup mükâfâtlarını alacaklar. Böyle olunca, Allahü teâlâ onlara mükâfât verdiği gibi, onlara zulmedenlere ve onları tardedenlere yâni kovanlara da elbette cezâlarını verir...” diye cevap vermiştir.

Yine Hûd sûresinin 29. âyet-i kerîmesinde Hazret-i Nûh'un kavmine meâlen şöyle dediği bildirilmektedir: “Ey kavmim! Îmân edip bana tâbi olan mü’minler bu durumda iken ben, sizin arzunuza uyarak, onları yanımdan tardetsem, kovsam, o takdirde Allahü teâlânın azâbından beni kim kurtarır. Benim onları kovmamı, yanımdan uzaklaştırmamı istemekliğinizin doğru olmadığını düşünmez, tefekkür etmez misiniz?”

Kureyş müşrikleri de Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) aynı teklifte bulunmuşlardı da bunun üzerine En'am sûresinin 52. âyet-i kerîmesi nâzil olmuştu.

Rivayete göre, müşriklerden birkaçı Resûlullah efendimizin yanına gelmişlerdi. O sırada Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Bilâl-i Habeşî, Ammâr bin Yâser, Habbâb bin Eret ve Mikdâd bin Esved (radıyallahü anhüm) gibi, Eshâb-ı kirâmın fakirlerinden otuz kadar mü’min ile oturup sohbet ediyordu. Müşrikler, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, onların yanında görüşmekten çekindiler. Onları yanından kovmasını istediler. O da, kovamayacağını söyledi. Bu sefer müşrikler; “Hiç olmazsa görüşürken yanımızda bulunmasınlar. Bizim için bir yer tâyin edin de geldiğimizde orada görüşelim. Biz geldiğimizde, onlar sizin yanınızda bulunmasınlar. Bir bahâne ile, sonra tekrar gelmek üzere çıksınlar. Biz onlarla birlikte görülmekten utanırız” dediler.

Peygamber efendimiz, belki bu beraberlikte müslüman olurlar ümidiyle bunu kabûl etti. Onlar ise; “Bunun için konuştuğumuz şekilde bize bir ahidname yaz" dediler. Peygamber efendimiz bunu yazdırmak için Hazret-i Ali'yi çağırdı. O sırada En'am sûresinin 52 ve 53. âyet-i kerîmeleri nâzil oldu. Allahü teâlâ sevgili Habîbine hitâben; “Sırf Rablerinin rızâsını isteyerek, sabah-akşam (yani devamlı olarak) ihlâs ile Allahü teâlâya duâ edenleri, (O'nu zikreden fakir müslümanları) yanından kovma.” buyurdu.

Kibir sebebiyle fakirlerle oturmayı, onlarla beraber bulunmayı istememek, kendileriyle birlikte oturmaktan kaçınmak, helâk olan kavimlerin ahlâkındandır. Fakirlerle oturmak, onlarla beraber bulunmak, onlara tevâzû göstermek ise peygamberlerin aleyhimüsselâm güzel huylarındandır.

24- Nûh'un (aleyhisselâm) kavminden daha zâlim ve daha taşkın bir kavim gelmemiştir. Nitekim, Necm sûresinin 52. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Onlardan (Âd ve Semûd kavimlerinden) önce de Nûh'un kavmi (ni suda boğulmakla helâk ettik. Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi) zulüm ve taşkınlıkta, (Âd ve Semûd kavimlerinden) daha şiddetli idiler” buyuruldu.

Onların çok zâlim ve taşkın olmaları; insanlık târihinde zulüm ve taşkınlığa ilk başlayan kimseler olmaları ve 950 sene gibi çok uzun bir müddet kendilerini îmâna dâvet eden Hazret-i Nûh'a, îmân etmeyip ona ezâ ve cefâya başlamaları sebebiyledir.

Ken’ân (Yâm) bin Nûh da, Âdem'in (aleyhisselâm) evlâdı arasındaki münâfıklardan yanî îmân etmiş görünüp, kalben kâfir olanlarından idi. Hûd sûresinin 42. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre, Nûh (aleyhisselâm) ayrı bir yerde bulunan oğlu Ken’ân'ı gemiye binmeye dâvet etti ise de o kabûl etmedi. Tefsîr âlimleri, Ken’ân için âyet-i kerîmede geçen; “...ayrı bir yerde idi” sözünü; “Babasının gemisinden yâhut babasının dîninden ayrı idi” diye tefsîr etmişlerdir. Yine âyet-i kerîmede, onun sâlih olmayan bir amel işlediği ve bu amelin helâkine sebep olduğu bildirilmiştir.

O hâlde akıl sâhibi herkesin, onun yaptığı işlerden sakınıp; şirk, küfür ve münâfıklıktan ziyâdesiyle uzak durması lâzımdır. Yam'ın helâkine sebep olan diğer hâllerden bâzıları şunlardır:

1- Ken’ân bin Nûh'un helâkine sebep olan husûslardan bir tanesi de, din ve hak olan îtikâd husûsunda, ülül'azm peygamber olan bir babaya muhâlefet etmektir. Buradan baba ve hocanın akl-ı selîm sâhibi olup, hak üzere doğruluğu sâbit ve temiz îtikâtlı olduğu bilinirse, onlara muhâlefet etmenin felâkete sürüklenmek olduğu anlaşılıyor.

Hâkim ve İmâm-ı Şafiî’nin (rahmetullahi aleyhima), Enes'den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Kişinin babasına benzemesi saâdetindendir.” Burada babaya benzemekten murâd; hayır, güzel ahlâk ve hakkı talep husûsundadır. Babaya, bunlardan başka husûslarda benzemeye gelince, bu hâl kişinin, şekâvetinden ve kötülüğündendir. Çünkü, baba ve dedelere dalâlet husûsunda benzemek, yâni baba ve dedelerin bâtıl ve sapık olan yollarını tâkip etmek, Kur’an-ı kerîmde zemmedilmiş yâni kötülenmiştir.

2- Ken’ân'ın annesi olan Vâile, îmânsız bir kadın idi. Önceden îmân ettiği hâlde, sonra îmândan ayrılmıştı. O da, Hazret-i Nûh'a mecnûn, deli diyordu. Çocuğun tabîatında anne ve babaya meyil vardır. Anne ile babanın hâlleri birbirine zıt olunca, çocuğun tabîatı de onlardan birisine meyleder. Ken’ân'ın tabîatı de îmânsız ve mürted olan annesine çekmişti. Fakat, bu hâlini belli etmeyerek babasına itâat eder görünüyordu. Son anda bu ayrılık ve itâatsizliğini gizleyemedi.

3- Ken’ân'ın kötü ahlâkından biri de babaya sevgiyi muhâfaza etmemesidir. O, babasına olan sevgiden ayrıldı. Böyle olmasaydı, babası gemiye binmesini isteyince, helâk olacağını bilmese bile, tereddüt etmeden hemen binmesi lâzım gelirdi. “Dağa sığınırım. O beni korur” demezdi. Çünkü Allah için seven, sevdiği için canını fedâ eder. Çekinmez ve ayrılmaya râzı olmaz.

4- Kendi görüşünde sâbit olup, başkasının söylediklerini, doğru olduğu hâlde kabûl etmemek: Şahsî görüşünü, doğru olana tercih etmek. Böyle yapmak akıl sâhiplerinin işi değildir. Kim böyle yaparsa muvaffak olamaz.

İmâm-ı Gazâlî hazretleri “İhyâ” kitabında edeb-ül-müteallim bahsinde buyuruyor ki: “İlim ve edebi çok olan, talebeyi yetiştirip, onun doğru yolda ilerlemesine vesîle olan zât, talebesine hangi yolu gösterirse, talebe kendi görüşünü bırakıp hocasınınkine uymalıdır. Çünkü hocasının hatâlı olan görüşü, talebenin doğru görüşünden, ona daha faydalıdır.”

5- Kendi tedbirini Allahü teâlânın tedbir olarak gösterdiği sebebe ve; kendi tercihini Allahü teâlânın ve Resûlünün ihtiyârına tercih etmek: Nûh (aleyhisselâm) Ken’ân'a; “Bizimle beraber gemiye sen de bin!” demişti. Yâni Allahü teâlânın ve kendisinin, tûfandan kurtulabilmek için tedbir olarak gösterdikleri şeyi bildirdi. Gemiye binmesini söyledi. O ise; “Ben dağa sığınırım, o beni korur” diyerek kendi tedbirini tercih etti. Netîcede helâk oldu.

6- Şiddet, sıkıntı ve meşakkat zamanlarında Allahü teâlâdan başkasına sığınmak: Ken’ân, dağın kendisini koruyacağını zannetti. Allahü teâlâdan başkasına güvendi. Babasının; “Bugün Allahü teâlânın azâbından koruyucu yoktur” sözü de ona fayda vermedi.

Bütün bunlardan anlaşılan şudur; Mü’minlerin çocuklarını, çok iyi terbiye etmeleri ve itâatkar birer evlâd olarak yetiştirmeleri gerekir. Böyle yetiştirildiği hâlde, evlâd büyüdükten sonra, istenildiği gibi hareket etmez, bâtıl ve bozuk yollara düşerse, anne ve babası mes’ûliyetten kurtulmuş olur.

Hazret-i Nûh'un mûcizeleri:

1- Hazret-i Nûh'a kavminden bir kısım kimseler gelip köylerindeki büyük taşların toprak olmasını teklif etmişlerdi. Hazret-i Nûh bunun için duâ edince, cenâb-ı Hak, Cebrâil'i (aleyhisselâm) gönderip; “Eliyle taşlara işâret etsin” buyurdu. Hazret-i Nûh eliyle taşlara işâret edince bütün taşlar, istisnâsız toprak kesildi. Onun bu mûcizesi ile oniki kişi îmâna geldi.

2- Hazret-i, Nûh, Allahü teâlânın izni ile, çok uzak olan, gözlerin göremeyeceği şeyleri görerek, haber verirdi. Bu mûcizesine sebep şu idi: Bir defâsında, çocuklarını kaybeden iki kimse gelerek; “Hak peygamber isen çocuklarımızın nerede olduklarını haber ver, biz de îmân edelim” dediler. Cenâb-ı Hak, Cebrâil'i (aleyhisselâm) gönderip, ona, uzak yerdeki şeyleri görecek göz verdiğini bildirdi. Hazret-i Nûh gündoğumu tarafına bakıp, pek uzak bir yerde, çocukların koyun gütmekte olduklarını görüp haber verdi. Hazret-i Nûh'un haber verdiği yer çok uzak olduğundan, o kimseler, orayı kolay bulabilmeleri için alâmet istediler. Hazret-i Nûh filan tepe diye târif etti. O iki kimse târif edilen yere gidip, çocuklarını buldular. Bu mûcizeyi görmekle, Hazret-i Nûh'un hak peygamber olduğunu anlayan o iki kişi îmânla şereflendiler.

3- Hazret-i Nûh, mûcize olarak, susuz yerlerden su çıkarırdı. Bir defâsında kavminden bir takım kimseler susuz bir yerde yerleşmişlerdi. Bunların, zirâatçı olduklarından, suya ihtiyaçları vardı. Bir gün Hazret-i Nûh'a gelerek; “Bizim yerleştiğimiz yerde su akıtırsan îmân ederiz” dediler. Hazret-i Nûh duâ edince; “Orada bulunan bir dağa gidip eliyle işâret edersen, su akacaktır” diye vahiy geldi. Nûh (aleyhisselâm) bildirilen dağa eliyle işâret edince, dağın eteklerinden billur gibi berrak sular akmaya başladı.

4- Hazret-i Nûh'un emir ve işâretiyle, ağaçlar kökleriyle birlikte yerinden kalkıp, başka bir yerde dururdu. Bir defâsında, Hazret-i Nûh kavminden bâzı kimselerle sefere çıkmıştı. Bir yerde konakladıklarında, güneşin sıcaklığı kendilerine çok tesir etti. Yanındakiler, Hazret-i Nûh'a; “Hak peygamber isen, şu karşıda bulunan ağaca emret de yerinden kalkıp yanımıza gelip, bize gölgelik etsin” dediler.

Hazret-i Nûh; “Allahü teâlânın izni ile bunu yaparsam, hakîkaten îmân eder misiniz?” dedi, Hepsi de; “Evet, îmân ederiz” dediler. Hazret-i Nûh, bunun için duâ edince, ağaç yerinden ayrılıp, yanlarına geldi. O toplulukta bulunanların hepsi, bunu gördü ve hayretle seyrettiler. Bu mûcize ile, o topluluktan sekiz kişi îmânla şereflendi. Diğerleri ise; “Bu sihirdir” diyerek küfür ve dalâlette ısrâr ettiler.

5- Hazret-i Nûh bulutsuz olarak yağmur yağdırırdı. Rivâyet edildiğine göre, kavminden bâzı kimseler, Hazret-i Nûh'a gelerek; “Bir mûcize gösterirsen îmân ederiz” dediler. Hazret-i Nûh; “Nasıl mûcize istersiniz?” dedi. Onlar da; “Bulut olmadığı hâlde yağmur yağdır” teklifinde bulundular. Hazret-i Nûh, bunun için duâ edince, Allahü teâlâ; “Ellerini semâya kaldır” buyurdu. Hazret-i Nûh emir icâbı, ellerini semâya kaldırdı. Kaldırmasıyla birlikte yağmur yağmaya başladı. Aslında, onların böyle mûcize istemekten maksatları, mûcizeyi görünce îmân etmek değildi. Kendi bozuk düşüncelerine göre, Hazret-i Nûh'dan yapamayacağı, gücünün yetmeyeceği bir şey isteyip yapamayınca da, güyâ, birbirlerine; “Bakın! Bu peygamber filan değildir. Hakîkaten peygamber olsa mûcizeler gösterirdi” diyeceklerdi. Fakat, hakîkat, onların kısa görüşleriyle zannettikleri gibi olmuyordu.

Allahü teâlânın izni ile Hazret-i Nûh bir mûcize gösterip, dağın eteklerinden güzel sular akıverince hepsi birden sinir küpü hâline geldiler. Hazret-i Nûh'a hakâret etmeye başladılar. Hattâ dövmeye kalkıştılar. Onların bu azgınlıklarına karşı, Allahü teâlâ da onları suda boğulmakla helâk etti.

6- Hazret-i Nûh, kuru bir ağacın meyve vermesi için duâ edince, ağaç hemen yeşillenir, meyve verirdi. Bir defâsında, kavmini îmâna dâvet ederken, onlar mûcize olmak üzere, daha evvel kurumuş olan ağaçları göstererek; “Bunlar meyve versin” dediler. Hazret-i Nûh, bunun için duâ edince, ne kadar kuru ağaç varsa, hepsi meyve verdi.

7- Hazret-i Nûh kum, toprak, kül gibi şeylere duâ edince, Allahü teâlânın izniyle o şeylerin hepsi yiyecek yemek hâline gelirdi.

8- Kavminden bâzılarını îmâna dâvet ederken onlar bir dağı göstererek; “Eğer bu dağ yerinden ayrılır, Arafat dağının bulunduğu yere kadar gidip, Arafat dağına katılırsa, sana îmân ederiz” dediler. Hazret-i Nûh, duâ edince dağ yerinden ayrılıp Arafat dağına gitti. Arafat'a birleşti. Bu mûcizeyi görenlerden bâzıları îmân etmekle şereflendiler.

9- Hazret-i Nûh gemiyi tamamladığında, müşrikler gemiyi yakmak istedikleri hâlde yakamadılar. Cenâb-ı Hakk'ın kudretiyle, Hazret-i Nûh'un bir mûcizesi olarak gemi konuştu. Bu sırada gemiden; “La ilâhe illallah ilâh-ül-evvelin vel âhırin. Ben o gemiyim ki, bana giren kurtulur. Girmeyen helâk olur. Bana ancak ihlâs sâhibi olanlar biner” diye ses geldi. Bunun üzerine Nûh aleyhisselâm müşriklere; “Ne dersiniz? Şimdi bana îmân eder misiniz?” buyurdu. Onlar ise, gemiyi yakabilmek için, etrâfında çok büyük ateşler yaktıkları hâlde, gemiye bir şey olmamıştı. Bu durum karşısında, Hazret-i Nûh'a îmân edecekleri yerde, kızıp hakârete devam ettiler.

10- Nûh (aleyhisselâm) gemiyi tamamlayıp hacca gitti. Geminin yanından ayrıldıktan sonra, yine onun bir mûcizesi olarak, gemi havaya kalkıp hacdan dönünceye kadar boşlukta durdu. Müşrikler bir zarar yapamadılar. Nûh (aleyhisselâm) hacdan dönünce tekrar yere indi. Bundan sonra tûfan başladı.

11- Hazret-i Nûh'un duâsı bereketiyle, gemide bulunan mü’minler karaya çıktıktan sonra, kısa zamanda çoğaldılar.

12- Hazret-i Nûh, selâmetle gemiden indiğinde mübârek eliyle bir ağaç fidanı dikmişti. Onun bir mûcizesi olarak, o fidan biraz sonra, rengi birkaç nevi olan çeşit çeşit meyveler verdi.

Önceden gemiye koymuş oldukları fidanları da dikti. Onlar da kısa zamanda yeşerip meyve verdi. Bunlardan ilkinin zeytin olduğu “Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî”de yazılıdır.

Hazret-i Nûh'un hilyesi:

Nûh (aleyhisselâm), Hazret-i Âdem'e çok benzerdi. Buğday tenli, iri yapılı, iri gözlü, uzunca boylu, geniş omuzlu olup, kolları ve baldırları ince ve kalın değildi. Her şeyin yaratıcısı olan yüce Rabbimiz, onun mübârek teninin rengini, hâlis gümüş misâli, beyaz halketmişti. Mübârek başı büyükçe ve pek güzel idi. Sakalları uzunca idi.

Gayet şiddetli ve gadablı idi. Bununla beraber çok kerîm, sabırlı ve yumuşak huylu olup çok şükredici idi.

Hazret-i Nûh'a âit çeşitli malûmat:

Çok ibâdet ederdi. Vakitleri sıkıntılı ve meşakkatli geçerdi. Buna rağmen her gün ve gecede yediyüz rekat namaz kılardı. Gâyet zâhid bir zât idi. Dünyâ ve dünyâlık ile hiç meşgûl olmazdı. Bin senelik ömründe, kıldan yapılmış çadır bir evde kaldı. Kendisine; “Ey Allah'ın peygamberi! Kendinize bir ev yapsanız” diye arzettiklerinde; “Nasıl olsa ya bu gün, ya yarın öleceğim. Kısa bir zaman için böyle şeylerle meşgûl olmaya değer mi?” buyururdu.

Dünyâ hayatının kısalığını, ömrü, faydasız, boş şeylere harcetmenin çok yanlış olduğunu bildirirdi. Her anının Allahü teâlâya ibâdet, O'nun dînine hizmet ve Onun zikri ile geçmesine çok dikkat ederdi. Hattâ vefâtında, Azrâil (aleyhisselâm) ona; “Ey Nûh (aleyhisselâm)! Dünyâyı nasıl buldun?” dedi. O da; “Kendisine bir ev yapılan ve bir kapısından girip diğer kapısından çıkan bir kimsenin hâli gibi gördüm” buyurdu.

İbn-ül-Verdi’nin (rahmetullahi aleyh) rivâyetine göre, Nûh (aleyhisselâm) kamıştan bir ev yapıyordu. Kendisine; “Keşke bundan değil de daha sağlam bir şeyden yapsaydınız” diye arzedilince; “Ölecek olan kimseye bu kadarı bile çoktur” buyurdu.

Bâzı kitaplarda şöyle yazmaktadır. Hazret-i Nûh'a; “Ey Allah'ın peygamberi! Ömrünüzü kerpiçten bir evde geçirecek yerde, niçin kara çadırı tercih ediyorsunuz?” denilince; “Ben, yarın vefât edip onu bırakacağım. Terk edeceğim bir şey için niye zahmet çekeyim?” buyururdu.

Nûh (aleyhisselâm), adedlerini (sayılarını), Allahü teâlânın bildiği peygamberler silsilesinin en üstünlerindendir. Asfiyânın yâni kalbi pak, hâli dürüst olanların önderi, hidâyet ve kurtuluş gemisinin kaptanı, tevhid denizinin yüzücüsü idi. Âlemin düzelmesinin sebebi, Âdem'in (aleyhisselâm) neslinin devamının vâsıtasıdır. Peygamberlerin dördüncüsü, peygamberlerden azm sâhiplerinin (ülül'azm denilen en yüksek altı peygamberin) ikincisidir. Cebrâil (aleyhisselâm) Allahü teâlânın vahyi için Hazret-i Nûh'a elli defâ geldi.

Babası Lamek (rahmetullahi aleyh) Hazret-i Nûh daha kırk günlük iken, başka bir rivâyette, o, peygamber olduktan çok sonra vefât etti.

Nûh'un vefâtı:

Ravdat-üs-safâ” kitabında bildirildiğine göre, Hazret-i Nûh, tûfanın olduğu sene, tûfan son bulduktan, yeryüzünde hayat yeniden başladıktan ve evlâdı etrâfa dağıldıktan sonra vefât etti. Tûfandan sonra daha uzun seneler yaşadığı, hattâ, bu senelerin adedi hakkında muhtelif rivâyetlerin olduğu bildirilmiştir. En kuvvetli rivâyet, elli yaşında iken peygamber olduğudur. Peygamberliğinin 950 sene sürdüğü Kur’an-ı kerîmde açıkça bildirildi. Rivâyetlerin en kuvvetlisi tûfandan sonra, o sene vefât ettiğidir. Yâni bin sene ömür sürmüştür.

Hazret-i Nûh'un vefâtı yaklaştığında Cebrâil ve Azrâil (aleyhimesselâm) birlikte geldiler. Azrâil (aleyhisselâm),”Ey uzun ömürlü peygamber! Ömür olarak bu kadar hayat sürdün. Çok günler geçirdin. Sıkıntı ve meşakkat diyârı olan bu fânî âlemi nasıl buldun?” diye sordu. O da cevâbında buyurdu ki: “İki kapısı olan bir kervansaray gibi buldum. Bu kapının birinden içeri girdim. Diğerinden çıkıp gidiyorum. Ancak içeride az bir miktar kaldım.” Bundan sonra vefât edip, Kudüs'te Beyt-i Makdis'de defnedildi. Kabr-i şerîfinin Necef yâni Kûfe'de İmâm-ı Ali'nin (radıyallahü anh) kabrinin bitişiğinde olup, Hazret-i Âdem'in de orada bulunduğu rivâyet edilmiştir. Bu husûsta başka rivâyetler de vardır.

“Ravdat-üs-safâ” kitabında anlatıldığına göre, Ali bin Zeyd bin Cüd’ân, Yûsuf bin Mihran’dan (rahmetullahi aleyhima) o da Abdullah ibni Abbâs'dan (radıyallahü anhümâ) şöyle rivâyet etti: Havârîler, Îsâ'ya (aleyhisselâm) dediler ki; “Ey Allah'ın peygamberi! Allahü teâlâ sana, ölüleri diriltmek mûcizesini verdi.” Nûh'un (aleyhisselâm) gemisini görmüş, bize ondan bahsedecek birisini diriltseydin ne iyi olurdu. Bunun üzerine Îsâ (aleyhisselâm) onları, bir kum tepeciğinin yanına götürdü. Oradan bir avuç toprak alıp; “Buranın ne olduğunu bilir misiniz?” diye sordu. Onlar; “Allahü teâlâ ve resûlü daha iyi bilir” dediler. O zaman Îsâ (aleyhisselâm); “Burada Hazret-i Nûh'un oğlu Sam (rahmetullahi aleyh) vardır” buyurup, elindeki asâsı ile toprağa vurdu ve; “Allahü teâlânın izni ile kalk!” buyurdu. O böyle söyler söylemez orası açıldı ve Sam, başındaki toz toprağı silkerek ayağa kalktı. Gayet yaşlanmış, saçları ağarmıştı.

 Hazret-i Îsâ ona; “Sen bu hâlde mi vefât ettin?” diye sorunca; “Hayır, bilakis daha genç idim. Lâkin ben tekrar diriltilince kıyâmet kopuyor zannettim. Bunun heybetinden bir anda böyle yaşlandım. Saçım ağardı” dedi. Hazret-i Îsâ, Sam'a; “Nûh'un (aleyhisselâm) gemisinden bahset, haber ver” dedi. Sam da şöyle anlattı: “Geminin uzunluğu 1200 zrâ' (takriben 600 m.) genişliği 600 zrâ' (takriben 300 m.) idi. Gemi üç katlı idi. Birinci katta evcil ve vahşî hayvanlar, ikinci katta kuşlar üçüncü katta da mü’minler vardı. Birbirine hasım olan hayvanlar arasında Allahü teâlâ ülfet (dostluk) verdi. Böylece birbirlerine zararları dokunmadı.” Bu şekilde suâl ve cevaplardan sonra, Îsâ (aleyhisselâm); “Allahü teâlânın izniyle geri dön” buyurdu. Sam da tekrar vefât edip toprağa girdi.

Rivâyet edilir ki, Nûh (aleyhisselâm) ve gemide onunla beraber bulunanlar, devamlı suya baktıklarından dolayı gözleri karardı. Bu sebeple, gemiden çıktıkları âşûrâ günü gözlerine sürme çekmekle emrolundular.

Nitekim İbn-i Abbâsın (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte meâlen buyuruldu ki: “Her kim Âşûrâ gününde ismidle sürmelenirse (ismid denilen husûsî kühl taşı ile gözüne sürme çekerse ve bunu kullanmaya devam ederse) ebediyyen göz ağrısı çekmez.” “Ramuz-ül-ehadis”in şerhi olan “Levâmiul-ukûl”de bu hadîs-i şerîfin şerhinde buyruluyor ki: İsmid, göze sürme çekilen mârûf, mâdenî bir taştır. Sürme çekilen taşlar içinde ismidin ayrı bir husûsiyeti vardır. Tirmizî (rahmetullahi aleyh), İbn-i Abbâs'ın (radıyallahü anh); “Sürmelendiğiniz şeylerin en hayırlısı ismiddir” dediğini rivâyet etmiştir. İsmide kühl-i İsfehânî de denir. Göz yaşını ve yaraları kurutur. Gözün sıhhatini korur, sinirlerini kuvvetlendirir. Gözün nûrunu artırır. Bilhassa yaşlılar ve çocuklar için çok faydalıdır.

Ebüşşeyh'in, “Ahlâk-un-nebî” kitabında, Hazret-i Âişe'nin şöyle naklettiği bildirilmektedir: “Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) bir ismidi vardı. Uyuyacakları zaman onunla gözlerini üçer defâ sürmelerdi.”

Hazret-i Ali buyurdu ki: “İsmid ile sürmelenmeye iyi yapışınız. Çünkü o, kirpikleri kuvvetlendirir, göz çapağını giderir ve görmeyi netleştirir.”

Hazret-i Nûh'un bâzı husûsiyetleri:

1- Kendinden önceki dîni neshedip yeni bir din getiren resûllerdendir. “Hazret-i Âdem de resûl idi. Fakat kendinden evvel herhangi bir din hattâ insan olmadığı için, onun dîni herhangi bir dîni neshetmiş değildir.” 2- Hak dîne dâvet ettiği için kavmi tarafından ezâ ve cefâ gören ilk peygamberdir. 3- Ömrü çok uzun idi. O kadar yaşına ve pek çok eziyet ve cefâ görmüş olmasına rağmen kuvvetinden bir şey kaybetmemiş, dişi dökülmemiş ve saçları ağarmamış idi. 4- O zamanda yeryüzünde bulunan bütün kâfirler onun duâsı sebebiyle helâk oldu. 5- Kavmini hak dîne dâvet için, 950 sene çok ısrârlı bir şekilde, gizli ve âşikâre olarak, gece-gündüz çalıştı, gayret etti. Kavmi ise ona devamlı eziyet ettiler. 6- Mîsak ve vahiyde, Peygamber efendimizden sonra ikinci derecede kılındı. Nitekim, Ahzâb sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “...Husûsen bu ahd aldıklarımız içinde meşhûr ve ülü’l-azm olanları sen, Nûh, İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ bin Meryem (aleyhimüsselâm). Biz bunlardan sağlam, yemînli, te’kidli bir ahd, söz aldık.” Nisâ sûresinin 163. âyet-i kerîmesinde de meâlen; “Ey Resûlüm! Nûh'a (aleyhisselâm) ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik...” buyuruldu. 7- Allahü teâlâ ona gemi yapma ilmini ve san’atını verdi. Gemiyi suda yürütme imkanı verdi. 8- Yine Allahü teâlâ Nûh'u aleyhisselâm; “Çok şükredici bir kul” olarak isimlendirdi. Ona tûfandan kurtuluş verdi ve bereketle ikrâmda bulundu.

Muhammed bin Kâ'b el-Kurazi (rahmetullahi aleyh); “Hûd sûresinin 48. âyet-i kerîmesindeki bereket ve selâmın içerisine kıyâmete kadar erkek ve kadın bütün mü’minler girmektedir. Onun zürriyeti devamlı kılındı” buyurmuştur. 9- Kıyâmet gününde Peygamber efendimizden sonra, kabrinden ilk kalkacak olan odur. 10- Devamlı olarak kavmini îmâna dâvet ederdi. Bununla beraber ibâdetten hiç geri durmaz, her gün yediyüz rekat namaz kılardı. Kur’an-ı kerîmde İsrâ sûresinin 3. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey Nûh ile beraber gemiye yüklediğimiz kimselerin zürriyeti! Doğrusu Nûh çok şükredici bir kul idi” buyruldu.

“Tefsîr-i Mazharî” de bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde İbn-i Merdeveyh'in (rahmetullahi aleyh), Ebû Fâtıma'dan (rahmetullahi aleyh) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Nûh aleyhisselâm, “Bismillâh” ve “Elhamdülillah” demeden, büyük olsun, küçük olsun herhangi bir iş yapmazdı. Bu sebeple Allahü teâlâ, onu; “Çok şükredici bir kul” olarak isimlendirdi.”

 İbn-i Cerîr ve Taberânî (rahmetullahi aleyhima) Sa'd bin Mes’ûd es-Sekafî'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etmişlerdir: “Nûh aleyhisselâm bir şey yeyip içtiği veya bir elbise giydiğinde hep Allahü teâlâya hamdederdi. Bunun için; “Çok şükredici bir kul” olarak zikredilmiştir.

Âyet-i kerîmede, Allahü teâlâya şükretmeye teşvik vardır. Yâni siz, Hazret-i Nûh'a inanan kimselersiniz. Onun ve gemide onunla beraber taşınanların zürriyetisiniz. O hâlde siz de onlar gibi olunuz demektir.

Hazret-i Nûh her hâliyle Allahü teâlâya şükreden bir zât idi. Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmetlere şükreder, hayrı ancak Allahü teâlâdan bilirdi.

Katâde (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Nûh (aleyhisselâm) bir elbise giyse “Bismillâh”, onu çıkardığında ise, “Elhamdülillah” derdi.”

“Tefsîr-i Kurtubi”de büyük âlimlerden nakledilerek; “Nûh (aleyhisselâm) bir şey yerken “Bismillâh”, yedikten sonra ise “Elhamdülillah” derdi.” buyrulmaktadır.

İmrân bin Süleym’den (rahmetullahi aleyh) şöyle rivâyet edilmiştir; “Hazret-i Nûh'a “Çok şükredici bir kul” buyrulmasının sebebi şudur: O yemek yeyince; “Beni doyuran Allahü teâlâya hamdolsun. Dileseydi beni aç bırakırdı” derdi. Bir şey içtiğinde; “Bana su veren Allahü teâlâya hamdolsun. Dileseydi beni susuz bırakırdı” derdi. Bir şey giydiğinde; “Beni giydiren Allahü teâlâya hamdolsun. Dileseydi beni çıplak bırakırdı” derdi. Ayakkabısını giydiğinde; “Bana ayakkabıyı giydiren Allahü teâlâya hamdolsun. Dileseydi beni yalın ayak bırakırdı” derdi.

“Mir’ât-ı kâinat”ta diyor ki; “Hazret-i Nûh, devamlı sûrette Allahü teâlâya hamdeder, çok şükrederdi. Büyük abdest bozduğunda; “Bana eziyet veren şeyi benden çıkaran Allahü teâlâya hamdederim. O, çıkmamasını dileseydi, eziyet veren şey benden çıkmazdı” derdi. İftar edeceği zaman, elinde bulunan yiyeceği mü’minlerden ihtiyâcı olan varsa ona verir, kendisi açlığa sabrederdi.”

Nûh aleyhisselâmın en büyük husûsiyetlerinden olan şükür hakkında Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında verilen bilgi özetle şöyledir:

Şükür:

Şükür, teşekkür etmek. İyilik edene, nîmet verene; kalb, dil ve davranışla hürmet edip saygı göstermek demektir. Istılahî mânâ olarak şükür; kulun, ihsân edilen nîmetlere, iyiliklere karşı olan sevincini, bunları kendisine vermiş olan Allahü teâlâya, çeşitli söz ve davranışlarla göstermesidir. Abdullah-i Ensârî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Şükür, nîmeti bilmenin ismidir. Zirâ şükür, nîmeti vereni bilmeye götürür. Bu mânâdan dolayı, Kur’an-ı kerîmde İslâm ve îmâna, şükür ismi verilmiştir.”

Sırri-yi Sekatî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Bir kimse, bir nîmete kavuşur da, bunun şükrünü yapmazsa, o nîmet elinden gider de o kimsenin haberi bile olmaz.”

İnsanın, önce kime ve niçin şükredeceğini bilmesi gerekir. Bütün mahlûklara her nîmeti, iyilikleri veren yalnız Allahü teâlâdır. Her şeyi yoktan var eden, var olmak nîmetini bahşeden ve her an varlıkta durduran, varlıkta durdurmakla yok olmaktan koruyan O'dur. Bütün kâmil ve iyi sıfatlar insana O'nun rahmeti ve acıması ile verildi. Hayatımız, ilmimiz, işitmemiz, görmemiz, bir çok şeye gücümüzün yetmesi velhasıl bütün insanî sıfatlarımız O'ndandır. Sayılmayan nîmetleri hep O vermektedir. İnsanları sıkıntıdan kurtaran, duâları kabûl eden, belâlardan koruyan hep O'dur. Öyle bir rızık vericidir ki, kullarının rızıklarını, günahlarından dolayı kesmiyor. Affı ve merhameti o kadar boldur ki, günah işleyenlerin yüz karalarını açığa çıkarmıyor. Hilmi, yumuşaklığı o kadar çoktur ki, kullarının cezâlarını vermekte acele etmiyor. Öyle bir ihsân sâhibidir ki, kerem ve ihsânlarını dost, düşman herkese saçıyor. Bütün nîmetlerinin en şereflisi, en kıymetlisi ve en üstünü olarak da, kullarına, beğendiği yol olan İslâm'ı gösteriyor. Yaratılmışların en şereflisi, en kıymetlisi olan ve bir hadis-i kudsîde; “Sen olmasaydın, sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” buyurduğu Muhammed Mustafa'ya (sallallahü aleyhi ve sellem) uyarak, dünyâ ve âhıret saâdetine kavuşmayı emrediyor. O hâlde insan; Allahü teâlâya, verdiği bu nîmetlerden dolayı şükretmelidir.

Kul kime ve niçin şükredeceğini bildikten sonra nasıl şükredeceğini öğrenmelidir. İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh, Mektûbât’ının üçüncü cild 17. mektubunda buyuruyor ki: “İyilik yapana teşekkür edileceğini, herkes bilir. Bu insanlık icâbıdır. İyilik edenlere hürmet edilir. Nimet sâhipleri, büyük bilinir. O hâlde her nîmetin hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya şükretmek, insanlık icâbıdır. Aklın lüzum gösterdiği bir vazife, bir borçtur. Fakat, Allahü teâlâ, her ayıb ve kusurdan uzak; insanlar ise ayıb kirlerine ve noksanlık lekelerine bulaşmış olduklarından O'nunla hiç münâsebetleri, ilişkileri yoktur. O'nu nasıl büyük bileceklerini, nasıl şükredeceklerini anlayamazlar. O'na karşı söylenmesini güzel sandıkları şeyler O'na çirkin gelebilir. O'nu büyültmek, hürmet etmek sandıkları, hakâret ve küçültmek olabilir. O'na hürmet ve şükür şekilleri, yine O'ndan bildirilmedikçe, O'na lâyık olacağına güvenilemez ve O'nun kabûl edeceği bir ibâdet olamaz. O'na belki hakâret olur. İşte O'nun tarafından bildirilen, tâzim, hürmet ve şükür şekli, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) bildirdikleri dinlerdir. O'na kalb ile yapılacak hürmetler, dinde bildirilmiş; dil ile yapılacak şükürler orada gösterilmiştir. Her uzvun yapacağı işleri açık ve geniş olarak beyân buyurmuşlardır. O hâlde, Allahü teâlâya inanmak; kalbin ve bedenin yapması ile şükretmek, ancak dîne uymakla mümkündür. Allahü teâlâya, dînin dışında yapılacak hürmete ve ibâdete güvenilemez. Böyle olunca sevâb sanılan aksine günah olur.” Bunlardan da anlaşılıyor ki, kulun Allahü teâlâya nasıl şükredeceğini dinden öğrenmesi ve dînin emrettiği şekilde yapması insanlık icâbıdır. Akıl da bunu emreder. Allahü teâlâya, O'nun dînine muhalif olarak şükredilemez.

Şükür, Allahü teâlânın verdiği nîmetleri, O'nun emrettiği gibi kullanmaktır. Beden nîmetinin şükrü, bedendeki her uzvun, Allahü teâlânın beğendiği, dîninde bildirdiği işleri yapmakla olabilir. Buna göre; malın şükrü, onu helâl olan yerlere harcamak, zekâtını vermek hayırlara vesîle etmektir. Gözün şükrü, helâle bakmak; kulağın şükrü, haramı dinlememektir. Elin şükrü, helâli tutmak, helâle vermek; ayağın şükrü ise haram yerlere gitmemek, haram işlere alet olmamaktır. Rütbe ve mevkinin şükrü, o mevki ve rütbeyi İslâmiyete ve insanlara hizmete vesîle etmek, kimseye zulmetmemek, adâletle hükmetmek, zayıfı kollamaktır. Yâni bütün nîmetlere şükrün özü, kul olmaktır. (Kul olduğunu bilip, kula yakışacak olanı yapmaktır.)

İslâm âlimleri şükür için; “Nimet sâhibinin nîmetlerini îtirâf etmektir” dediler. Bâzıları ise; “Şükür, ihsânını anıp, ihsân sâhibini senâ etmektir” buyurmuşlardır. Bu durumda kulun Allahü teâlâ için şükrü, Allahü teâlânın kendisine olan ihsânını, nîmetlerini hatırlayıp; övmek, yüceltmektir. Nimeti Allahü teâlâdan görmek, kendini şükürden âciz bilmek, şükürdür. Allahü teâlânın nîmetlerini dile getirmek şükürdür. Nitekim Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükretmiş olmaz. Aza şükretmeyen, çoğa şükredemez” buyurmuşlardır. Allahü teâlânın nîmetlerini dile almamız şükür, hiç bahsetmememiz ise küfran-ı nîmettir.

Nimeti, Allahü teâlânın sevdiği ve istediği işe sarf edince şükrü yapılmış olur. Şükrün îmânla alakası vardır. “Şükür, îmânın yarısıdır” buyrulmuştur. Hadîs-i şerîflerde; “Yemek yiyip, şükredenin derecesi, oruç tutup sabredenin derecesi gibidir” ve “Kıyâmet günü şükredenler ayağa kalksın denir. Allahü teâlâya şükredenlerden başkası kalkamaz.” buyruldu.

Dâvûd aleyhisselâm Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Âdem aleyhisselâma sayısız ikrâm ve nîmetlerde bulundun. O sana nasıl şükretti” diye münâcâtta bulununca, Allahü teâlâ; “Ey Dâvûd! Âdem, bütün bu ikrâmların benim tarafımdan olduğunu bildi. Bu bilmesini, onun şükrü olarak kabûl ettim” buyurdu.

Hucvîrî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: Şüphesiz, Allahü teâlâ nîmete şükredilmesini emretmiş, nîmetin artması için şükrü sebep kılmıştır. Kendisine olan yakınlığın artması için de fakirliğe sabredilmesini emretmiştir. Nitekim Kur'ân-ı kerîmde; “Nimetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetlerini bilmez bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim” buyrulmaktadır. (İbrâhim sûresi: 7)

Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu anlattı: Allahü teâlâ bir kula büyük veya küçük bir nîmet verince; (Allah'a hamd olsun) derse, ona verdiğinden daha fazîletlisini verir.” Bakara sûresi 153. âyet-i kerîmesinde de meâlen; “Ey îmân edenler! Sabırla ve namazla Allah'tan yardım isteyin. Muhakkak ki Allahü teâlânın yardımı sabredenlerle beraberdir.” buyruldu.

Ebü'l-Leys-i Semerkandî (rahmetullahi aleyh) buyuruyor ki: “Hamd ve şükür, hem evvel hem sonra gelen zâtların ibâdetidir. Ayrıca meleklerin ve peygamberlerin de (aleyhimüsselâm) ibâdetidir. Yer ehlinin olduğu gibi, Cennet ehlinin de ibâdeti hamd ve şükürdür.”

Ehl-i sünnet âlimleri şu üç nîmete her zaman şükretmişlerdir. 1- Allahü teâlâ mahlûkâtı bin sınıf olarak yarattı. Bunlar arasında en çok Âdemoğluna ikrâmda bulundu. Bizi de Âdemoğlundan eyledi. 2- Dinlerin en fazîletlisi olarak İslâm'ı seçti, beğendi. Bizleri de müslüman eyledi. 3- Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetini, ümmetlerin en fazîletlisi kıldı. Bizi de Muhammed aleyhisselâmın ümmeti olmakla şereflendirdi.

Resûl-i ekrem efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Kıyâmet günü hamdedenler kalksın diye bir münâdî seslenir. Bunun üzerine bir zümre kalkar. Onlar için bir bayrak dikilir ve bayrak altında Cennet’e girerler.” buyurdu. “Hamd edenler kimlerdir?” suâline ise; “Darlıkta ve genişlikte şükredenlerdir.” cevâbını verdi.

Eskiler birbirlerine her karşılaştıklarında; “Nasılsın” diye sorarlardı. Onların bundan maksadı; “Elhamdülillah, iyiyim” cevâbını alarak, birbirlerinin Allahü teâlâya şükretmesine sebep olmaktı. Böylece, hem şükrettiren hem de şükreden sevâba kavuşurdu. Durumundan suâl edilen herkes ya şükreder, ya şikâyette bulunur, veya susar. Şükür, itâat; şikâyet ise mâsiyettir. Şikâyet, din erbabından olursa çirkin bir mâsiyettir. Her şeyin sâhibi ve yaratanı olan Allahü teâlâyı âciz bir kula şikâyet nasıl çirkin olmasın? İnsana yakışan, şâyet uğradığı musîbete dayanamıyorsa, buna olan aczini yine O'na arzetmesidir. Çünkü derdi veren O olduğu gibi, dermânı da yine O verecektir. Aynı zamanda kulun Mevlâsına zillet göstermesi, izzettir; başkasına şikâyeti ise zillettir. Kendisi gibi zelîl bir kula, Allahü teâlâyı şikâyet etmeyi hiç bir selim akıl kabûl etmez.

Şöyle anlatılır; Birinin dostu zamanın pâdişahı tarafından hapsedildi. Hapsedilen adam bunu dostuna haber verince, dostu, gönderdiği bir mektupla Allahü teâlâya şükretmesini söyledi. Hapsedilen adam dövülmeye başlayınca tekrar durumu dostuna haber verdi. Dostu tekrar, Allahü teâlâya şükret diye tavsiye etti. Bir müddet sonra hapse, ishal olmuş, ayağı zincire vurulmuş bir hıristiyan getirildi. Ayağındaki zincirin bir ucu da o adamın ayağına bağlanmıştı. Hıristiyanın her helâya gidişinde o da peşinden gitmek mecbûriyetinde kalıyordu. Bu durumu da dostuna bildirip yine şükret tavsiyesini alınca dayanamayıp dostuna; “Ben belânın en büyüğüne çatmışım, sen hâlâ şükret diye tavsiyede bulunuyorsun” şeklinde sitem dolu bir haber gönderdi. Dostu; “Hıristiyanın ayağına vurulan zincir, senin ayağına vurulsa, onun beline dolanan zünnar senin beline sarılsa, o zaman ne yapardın?” diye cevap verdi. Allahü teâlâ beterinden saklasın diyerek başa gelen dert ve musîbetlere şükretmek lâzımdır. Çünkü, Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, şükretmeyenlere azâb edeceğini bildirmekte ve meâlen; “Şükrederseniz elbette size nîmetimi arttırırım. Eğer nankörlük ederseniz azâbım çok şiddetlidir” buyurmaktadır. (İbrâhim sûresi: 7) Maazallah verilen nîmete şükretmeyen kimsenin, son nefeste îmânsız gitmesinden korkulur.

Âdemoğlundan hiç biri ibâdeti ile Cennet’e giremeyecek; hiç kimse ihlâsı, zühdü ve takvâsı ile sonsuz âhıret saâdetine kavuşamayacaktır. Bütün ömrünü ibâdet ile geçiren bir insan, tek bir uzvunun kendisine ihsân edilmesine karşılık olan şükrü yapmış olamaz. Kul, îtikâdını Ehl-i sünnet ve cemâat yolu üzere düzeltmeli, ibâdetini aksatmamalı, şükretmeli ve duâ ile af ve mağfiret dilemelidir. Bütün bunlardan sonra da korku ve ümîd üzere bulunmalıdır. Nitekim Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîflerinde şöyle anlatmışlardır; “Benî İsrâil'de çok ibâdet eden biri vardı. Deniz ortasında bir adada yaşayan bu adam beşyüz yıl ibâdet etmişti. Allahü teâlâ ona tatlı su çıkarmış, bir de nar ağacı yaratmıştı. Her gün nar verirdi. Allahü teâlâ, duâsı üzerine âbidin rûhunu secdede iken aldı. Şimdi hâlâ secde hâlindedir.

Kıyâmet günü, bu âbid diriltilir. Allahü teâlânın ihsânı ile mi, yoksa beşyüz yıllık makbûl ameliyle mi Cennet’e girmek istediği sorulur. Âbid; “Ben, amelimle Cennet’e girmek isterim” der. Melekler, beşyüz yıllık kabûl olmuş amelini hesap ederler. Bu kadar amelin, sâdece bir gözün şükrünü bile edâ edemediği meydana çıkar. Melekler, cenâb-ı Hakk'ın emriyle onu Cehennem’e götürürler. O zaman âbid der ki; “Yâ Rabbî! Beni fadlın ve ihsânınla Cennet’e koy.”Allahü teâlâ; “Ey kulum! Seni kim yarattı?” buyurunca, “Sen yarattın, yâ Rabbî!” der. “Senin yaratılışın, kendin tarafından mı, yoksa benim ihsânım ve rahmetimle mi oldu?” buyurur. “Senin rahmetinle oldu, yâ Rabbî!” der. “Seni bir adaya indirdim. Orada sana tatlı su yarattım. Senede bir defâ meyve veren ağaçtan her gün nar bitirdim. Sonra rûhunu secdede iken almamı istedin, öyle yaptım. Bütün bunları senin için kim yaptı?” buyurur. “Sen yaptın, yâ Rabbî!” der. O zaman Allahü teâlâ; “Benim rahmetim ve fadlım ile Cennet’e gir” buyurur.”

Şükrün de; ilim, hâl ve amel ile yapılan üç şekli vardır. Bunlar bilinmeyince şükrün hakîkati anlaşılamaz.

1- İlimle olan şükür: Şükrün ilmi; nîmeti Allahü teâlâdan bilmektir. Kul; mahsûlü topraktan, yağmuru buluttan, sıhhatini kendine iyi bakmasından bilirse, bu hâl şükür değildir.

2- Hâl ile olan şükür: Allahü teâlâ bir nîmet verince, o nîmete nîmet sâhibinden dolayı sevinmek, şükretmektir. Bu nîmete, nîmet sâhibi sebebi ile değil de, nîmet olduğu için sevinenin yaptığı şükür, bir nevi şükür ise de makbûl değildir.

3- Amelî olan şükür: Kalb, dil ve beden ile olur. Kalbin şükrü, hürmeti muhâfaza hâlini devam ettirmekle beraber, Allahü teâlânın tecellîlerini temâşa ve şühûd yaygısı üzerine îtikâfta bulunmak sûretiyle olur. Aynı zamanda kalb ile şükür, herkes için iyilik istemek, kimseye hased etmemektir. Dil ile olan şükür, insanın kulluk tevâzûu içinde nâil olduğu nîmeti îtirâf etmesi, sâhibine memnuniyetini izhâr etmesi yâni elhamdülillah demesi ile olur. Beden ile olan şükür ise; bütün âzâların Allahü teâlâ tarafından yaratılmış olduğunu bilmek ve yaratılış gâyesine uygun işlerde kullanmaktır.

Bir kişi Ubeydullah-i Ahrâr hazretlerine gönderdiği bir mektupta; “Biz bulursak şükreder, bulamazsak sabrederiz” diye yazdı. Buna Ubeydullah-i Ahrar hazretlerinin cevâbı şu oldu: “Sizin o yaptığınızı Horasan'ın köpekleri de yapıyor. Biz; bulursak dağıtıyor, bulamazsak şükrediyoruz.” Şiir:

Vücûdumun her zerresi, gelse de dile,

Şükrünün binde birini yapamaz bile.

Hazret-i, Nûh, 950 sene gibi çok uzun bir müddet, kavmini hak dîne dâvet etti. Onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı, nasîhatte bulundu. Yâni Emr-i mâruf ve nehy-i münker yaptı. Bu da onun bâriz husûsiyetlerinden idi. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında, Emr-i mâruf, nehy-i münker ve nasîhatte bulunmak hakkında verilen bilgi özetle şöyledir:

Emr-i mâruf ve nehy-i münker:

İnsanlara, Allahü teâlânın emirlerini bildirmek ve yasaklarından sakındırmak. Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerîmde, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmayı emrediyor. Yâni benim emirlerimi bildiriniz, öğretiniz diyor ve benim yasak ettiğim haramları bildiriniz ve yapılmasına râzı olmayınız buyuruyor.

Emr-i mâruf ve nehy-i münker farz olup insanların birbirine nasîhat etmesidir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Din nasîhattir” buyurdu. Nâsîhat, doğru yola dâvet ve kötülüklerden sakındırmaktır. Allahü teâlâ, nihâyetsiz merhametinden dolayı, bu işle vazifeli olarak, evvela peygamberleri, sonra bunların yerine evliyâyı ve âlimleri dâvetçi gönderdi. Bunların dili ile sevâblarını ve azâblarını bildirerek, bütün insanların iyilik yapmalarını, kötülüklerden uzaklaşmalarını emretti. Yâni emr-i mâruf ve nehy-i münker, peygamberlerin, âlimlerin ve velîlerin sünnetidir ve onların yoludur.

Nâsîhatin terk edildiği cemiyetlerde kötülük artar. Netîcede, bundan herkes zarar görür. Daha önce hak dinlerde olduğu gibi, İslâm dîninde de çok mühim yer tutan emr-i mâruf ve nehy-i münker hakkında, İslâm âlimleri tarafından çeşitli târifler yapılmıştır. Bunlardan Gavs-i Samedânî Seyyid Abdülkadir-i Geylanî (rahmetullahi aleyh); “Kur’an-ı kerîme, hadîs-i şerîflere ve akla uygun olan şeylere, mâruf, bunlara uymayan yâni (âyet-i kerîmeler, hadîs-i şerîfler ve müctehidlerin sözbirliği ile yasak edilen) şeylere de münker denir” buyurdu.

Nâsîhat etmek, emr-i mâruf ve nehy-i münkerde bulunmak, yâni insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını hatırlatmak, Allahü teâlânın emridir. Allahü teâlâ kimseye karışılmamasını isteyip sevseydi; peygamberleri göndermez, hak dinleri bildirmez, insanları kendi dînine dâvet etmez ve uydurma dinlerin yanlış, bozuk olduğunu haber vermezdi. Ayrıca, geçmiş peygamberlere inanmayanları çeşitli azâblarla helâk etmezdi. Herkesi kendi hâline bırakır, kimseye bir şey emretmez ve inanmayanlara da azâb yapmazdı. Allahü teâlânın irâdesini ve âdetini kimse değiştiremez. Hakîkati bilmeyenlerin ve görmeyenlerin sözü ile nizâm-ı âlem bozulmaz. Allahü teâlâ isteseydi, herkesi doğru yola hidâyet eder, Cennet’e sokardı. Fakat ezelde Cehennem’i insan ve cinle doldurmak diledi. Allahü teâlânın büyüklüğünü anlayabilen bir kimse, O'na sebebini soramaz.

Allahü teâlânın peygamberlerinin yolunda giden insanlar; Hakk'a, hakîkate dâvet etmekte, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmakta da ona uyar. Bunları yapmayan tâbi olmuş değildir. Yâni, her mü’min, imkânı kadar ve kâbil olan nispette bunu yapmalı, söz veya yazı ile, yapamıyorsa, hâli, yaşayışı ile numûne olmalıdır. Îmân sâhipleri, İslâmın güzel ahlâkı ile ahlâklanıp, hâl lisânı ile emr-i mârufta bulunmalı, bunun çok tesirli olduğunu unutmamalıdır. Nitekim; “Lisân-ı hal, lisân-ı kâlden entakdır” sözü pek meşhûrdur.

Nâsîhat yapmak, emr-i mârufta bulunmak iki sûrette yapılır. Birinci yol; söz, yazı ve her çeşit yayın vâsıtası iledir. Herkes emr-i mâruf yapamaz. Bunu yaparken, emr-i mâruf yapanın bilgisi az ise veya hiç yoksa yâni câhilse, cemiyetin âdetlerine, devletin kanunlarına dikkat ve riâyet edemezse fitneye sebep olabilir. Kendisine ve müslümanlara zarar verir. Nehy-i münker yapanda ise şu üç haslet mutlakâ bulunmalıdır: İlim, verâ ve güzel ahlâk. İlim olmayınca yasağı emirden ayıramaz. Verâ olmayınca, ayırabilse bile, işleri maksatlı olur. Niyeti düzgün olmayınca da, başkalarına tesirli olamaz. Ahlâk güzel olmazsa, kendisini incitirlerse o zaman kızar ve Allahü teâlâyı unutur. Allahü teâlâyı unutunca da haddin dışına çıkar ve yaptıkları Hak için değil, nefsi için olur. O zaman onun emr-i mâruf nehy-i münkeri de sevâb olmaktan çıkar.

Bunun için Emir-ül-mü’minîn Ali (radıyallahü anh) harpte öldürmek için bir kâfiri yıktı. Kafir hakâret etmek, kızdırmak için ve beni bir hamlede, çabucak öldürsün de fazla acı çekmeyeyim diye, Hazret-i Ali'nin yüzüne tükürdü. O da öldürmekten vazgeçti ve; “Kızmıştım, onu Allah için öldürmüş olmayacağımdan korktum” buyurdu. Bu güzel ahlâk karşısında hayran kalan o kâfir, o anda Kelime-i şehâdet getirip müslüman olmakla şereflendi. Bu Hazret-i Ali'nin güzel ahlâkının bereketiyle olmuştu.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bir kimsenin, karnına vurmuştu. O da Hazret-i Ömer'e hakâret etti. Hazret-i Ömer bir daha vurmadı. “Niçin vurmadın?” dediklerinde; “Önce ona Hak için vurmuştum, şimdi bana hakâret edince, yine vurursam, kızdığım için vurmuş olurum” buyurdu.

Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; “Emir ve nehyettiği şeyi bilmeyen, emri ve nehyi hilm (yumuşaklık) ile söylemeyen, emri ve yasağı rıfk ile, yumuşaklıkla bildirmeyen, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapamaz” buyurmuşlardır.

Nehy-i münker yapanın edeblerinden biri de sabırlı olması, bu husustaki sıkıntılara katlanmasıdır. Emr-i mâruf ve nehy-i münker yapanın, dünyâ ile alâkası az ve emeli kısa olmalıdır. İnsanların kendisini sevmesini, övmesini, râzı olmasını ve beğenmesini isteyen nehy-i münker yapamaz. Yapıyor görünse bile faydası olmaz. Çünkü niyet ve maksat başkadır.

Emr-i mârufta, nasîhatte, bulunmakta ikinci yol; hâl ile İslâmın güzel ahlâkına uyarak nümûne olmaktır. Herkese tatlı dil, güler-yüz göstermek, kimsenin malına, ırzına göz dikmemek, kanunlara uymak en tesirli nasîhat yoludur. İslâmın güzel ahlâkı üzere yaşamak, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmaktır.

Nâsîhat el ile, dil ile ve kalb ile yapılır. El ile güç kullanarak nasîhati bildirmek hükümetin vazifesidir. Emr-i mâruf ve nehy-i münkeri el ile yapmak, hükümet adamlarına, dil ile yapmak din adamlarına, yâni âlimlere, kalb ile yapmak da her müslümana farz olan bir vazifedir. Çünkü Buharî'deki hadîs-i şerîfte; “Sizden biriniz bir münkeri, yâni çirkin kötü, günah olan biri işi görürse, onu eli ile değiştirsin. Buna gücü yetmezse dili ile engel olsun. Buna da kâdir değilse, kalbi ile o işi beğenmesin. Kalben nefret etsin. Bu ise îmânın en zayıf derecesidir” buyruldu. Kur’an-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde müslümanların emr-i mâruf ve nehy-i münker yapması, ellerinden geldikçe bunu terk etmemeleri emredilmektedir. Ancak böyle yaparlarsa zarar ve hüsrânda kalmazlar. Nitekim, hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Emr-i mâruf ve nehy-i münker yapan ile, nasîhati terk eden şu kavme benzer ki, gemiye binerler. Kimi alttaki odalarda, kimisi üstteki kamaralarda bulunurlar. Altta bulunanlar, bize su lâzım olunca, üste çıkıp oradaki nehirden mi su alacağız, gelin gemiyi delelim, buradan su alalım, derler. Kalkıp gemiyi delmeye koyulurlar. Üstte olanlar, onların ellerini tutup engel olamazlarsa, üsttekiler de, alttakiler de helâk olurlar. Onlara engel olup, kendi arzularına bırakmazlarsa, hepsi helâk olmaktan kurtulurlar.” O hâlde insanlara nasîhat, Allahü teâlânın kullarının kurtulmasına çalışmak demektir. Bu da zor ve çetin bir iştir. Allahü teâlâ Muhammed aleyhisselâmın ümmetini, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmaları sebebiyle ümmetlerin en hayırlısı eylemiştir. Nitekim Âl-i imran sûresinin 110. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Siz insanlar için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz! İyi şeyleri emreder, fenâ şeyleri men edersiniz ve Allah'a îmânınızda devam edersiniz.” buyruldu.

Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ali'ye buyurdular ki; “Yâ Ali! Altıyüzbin koyun mu istersin, yâhut altıyüzbin altın mı, veyâhut altıyüzbin nasîhat mı istersin?” Hazret-i Ali dedi ki: “Altıyüzbin nasîhat isterim.” Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Şu altı nasîhate uyarsan, altıyüzbin nasîhate uymuş olursun.”

1- Herkes, nâfilelerle meşgûl olurken, sen farzları îfâ et. Yâni farzlardaki rükünleri, vâcibleri, sünnetleri, müsteâbları îfâ et!

2- Herkes, dünyâ ile meşgûl olurken, sen Allahü teâlâyı hatırla. Yâni din ile meşgûl ol, dîne uygun yaşa, dîne uygun kazan, dîne uygun harca!

3- Herkes, birbirinin ayıbını araştırırken, sen kendi ayıplarını ara. Kendi ayıplarınla meşgûl ol!

4- Herkes, dünyâyı îmâr ederken, sen dînini îmâr et, zînetlendir.

5- Herkes, halka yaklaşmak için vâsıta ararken, halkın rızâsını gözetirken, sen Hakk'ın rızâsını gözet. Allahü teâlâya yaklaştırıcı sebep ve vâsıtaları ara!

6- Herkes, çok amel işlerken, sen amelinin çok olmasına değil, ihlâslı olmasına dikkat et!”

Nâsîhatin faydalı olması için, tatlı sözle ve yumuşak yapılması lâzımdır. Ayrıca nasîhat edenin, söylediklerine kendisinin de riâyet etmesi gerekir. Böyle olan kimsenin her sözü ve hareketi Allahü teâlânın emirlerine uygun olmalı, kimse hakkında kötü zanda bulunmamalıdır. Müslümanların işi, hep iyilik üzere olmalıdır.

Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: “Birbirinize müslümanlığı öğretiniz. Emr-i mârufu bırakır iseniz, Allahü teâlâ, en kötünüzü başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabûl etmez.”

“Bütün ibâdetlere verilen sevâb, Allah yolunda gazâya verilen sevâba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Gazânın sevâbı da emr-i mâruf ve nehy-i münker sevâbı yanında, denize nazaran bir damla su gibidir.”

“Kıyâmet günü birini getirirler. Onu Cehennem’e atın emri gelir. Barsakları dışarı çıkar. Merkebin dolap etrâfında dönmesi gibi, bunun etrâfında döner durur. Cehennem’de olanlar kendisine sen emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmadın mı, şimdi bu hâl nedir? Seni bu hâle düşüren nedir? derler. Evet başkalarına iyiliği emrederdim, fakat kendim yapmazdım. Kötülüklerden men ederdim, kendim ise yapardım cevâbını verir.”

“Bir yerde kötülerin yanında iyiler de bulunsa ve o iyiler, kötülerin kötülüklerine mâni olacak durumda bulunsalar da, o kötülüklere engel olmayıp, işlerine karışmayıp, sessizce otursalar, yarın kıyâmette, maymun sûretinde haşr olunurlar.”

“Mîrâc gecesinde göklere çıktığım zaman, bir takım kimseleri gördüm. Melekler makasla onların dudaklarını keserlerdi. Cebrâil'e (aleyhisselâm) bunlar kimlerdir? diye sorduğumda; Onlar senin ümmetinin âlimleri ve hatipleridir. Allahü teâlânın kitabını okurlar, insanlara vâz ve nasîhat ederler, halbuki kendileri yapmazlardı diye cevap verdi.”

--------------------------------------------------------

1) Tefsîr-i Beydâvî

2) Tefsîr-i kebîr (Fahrüddîn-i Râzî)

3) Tefsîr-i Mazharî

4) Tefsîr-i Taberî

5) Tefsîr-i Hâzin

6) Tefsîr-i Kurtubî

7) Tefsîr-i Nişâbûrî (Garâib-ül Kur'ân ve Regâib-ül-fürkân)

8) Tefsîr-i Celâleyn

9) Şeyh-zade (Beydâvî hâşiyesi)

10) Şihab (Beydâvî hâşiyesi)

11) Sâvî (Celâleyn hâşiyesi)

12) Cemel (Celâleyn hâşiyesi)

13) Dürr-ül-mensûr fit-tefsîr-i bil me’sûr

14) Tefsîr-i Rûh-ul-beyân

15) Zâd-ül-mesîr fî ilm-it-tefsîr

16) Tefsîr-i kebîr (Bahr-ul-muhît)

17) Tefsîr-i Tibyân

18) Tefsîr-i Mevâkıb

19) Sahîh-i Buhârî (Kitâb-ül-enbiyâ); bâb-3

20) Sahîh-i Müslim (Kitâb-ül-i'tisâm); Hadis No:18

21) Sünen-i ibn-i Mâce; cild-4, sh. 1714

22) Feth-ul-bârî (Buharî şerhi); cild-6, sh. 264

23) Râmûz-ül-ehâdîs; cild-1, sh. 244, cild-2, sh. 307, 353, 373, 408

24) Levâmi’ul-ukûl (Râmûz şerhi); cild-3, sh. 397, 685, cild-4, sh. 94, 160, 321, 322

25) Müsned-i Ahmed bin Hanbel; cild-2, sh. 169, 225, cild-3, sh. 32

26) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî

27) Mektûbât-ı Ma’sûmiyye; cild-1, m. 24, cild-3, m. 118

28) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; cild-1, sh. 40

29) Ravdat-ül-ebrâr; cild-1, sh. 12

30) İhyâu ulûmiddîn; cild-1, 3, 4

31) Kısâs-ı Enbiyâ (Kısaî)

32) Târih-ul-ümem vel-mülûk (Târih-i Taberî); cild-1, sh. 90

33) El-Kâmil fit-târih (İbn-ül-Esîr); cild-1, sh. 67

34) Künh-ül-ahbâr (Târih-ul-âlî); cild-2, sh. 19

35) Kısâs-ül-enbiyâ (Arâis-ül-mecâlis); sh. 54

36) Kısâs-ı enbiyâ ve tevârîh-ı hulefâ; cild-1, sh. 4

37) Bedâi'uz-zühûr; sh. 54

38) Ravdat-üs-safâ; sh. 130

39) Hasâis-ül-kübrâ; cild-2, sh. 180

40) Meâric-ün-nübüvve; cild-1, 1. Rükün, sh. 52

41) Delâil-ün-nübüvve; sh. 98

42) El-Besâir li-münkir-it-tevessüli bi ehl-il-mekâbir (Gavs-ül-ıbâd bi beyân-ir-reşâd kısmı. Hakikât Kitabevi, İstanbul 1987); sh. 270

43) Usûl-üs-Serahsî; cild-2, sh. 30, 32, 131

44) El-Müdhiş (Ebü'l-Ferec İbn-ül-Cevzî); sh. 76

45) El-Meârif; sh. 10

46) Kâmûs-ül-a'lam; cild-6, sh. 4604

47) Lügat-i târih ve coğrafya; cild-7, sh. 90

48) Mir’ât-i Kâinat; cild-1, sh. 69

49) Sefîne-i Nûh (Urduca, Muhammed Şefi'el Hatib, Karaçi, Pakistan)

50) Eshâb-ı Kirâm; sh. 367

51) Tam İlmihal Seâdet-i Ebediyye; sh. 1116

52) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 249, cild-5, sh.119, cild-13, sh. 162, cild-16, sh. 101

53) İslâm Ahlâkı

54) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi

55) Kimyâ-i Seâdet

56) Gunyet-üt-tâlibin

57) Tenbîh-ül-gâfilîn

58) Keşf-ül-mahcûb (Hucvîrî)

59) Kuşeyrî risâlesi

60) Tarîk-un-necât