Peygamber
veya velî. Kur’an-ı kerîmde kıssası, doğuya ve batıya seferleri zikredilmiştir.
Nûh'un (aleyhisselâm) oğlu Yafes'in
soyundandır. Asıl ismi İskender'dir. Doğuya ve batıya gittiği için, İskender-i
Zülkarneyn namıyla anılmıştır. Yemen'de yaşamış olan Münzir İskender ile
Aristo'nun talebesi olan Makedonyalı İskender'den daha önce yaşadı. İbrâhim'le (aleyhisselâm) birlikte haccetti. Onun elini öpüp
duâsını aldı. Teyzesinin oğlu olan Hızır'ı (aleyhisselâm),
ordusuna kumandan tâyin etti. Ye’cüc ve Me’cüc kavminin insanlara zarar
vermelerine mâni olmak için taş ve demirden bir sed yaptı. Asya ve Avrupa kıtalarına
hâkim oldu. Her tarafa Allahü teâlânın
emir ve yasaklarını yaydı. Kafirlerle savaşıp, mü’minlere güzel muâmelede
bulundu. Vazifesini bitirip ömrünü tamamlayınca, Medîne ile Şam arasında, Şam'a
beş günlük mesâfedeki Dûmet-ül-Cendel denilen yerde vefât eyledi. Mekke'de veya
yine o civarda Tehâme dağlarında defnedildi.
İskender-i
Zülkarneyn, doğuya ve batıya (yeryüzüne) hâkim olan bir cihângirdi. Nitekim Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîflerinde;
“İsmini
duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mü’min, ikisi de
kâfir idi. Mü’min olan ikisi, Zülkarneyn ile Süleymân aleyhisselâm idi. Kafir
olan ikisi de, Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim
evlâdımdan biri, yâni Mehdî mâlik olacaktır” buyurmuşlardır.
Mûsâ'ya (aleyhisselâm) gelen Tevrât'ın bir yerinde hazret-i
Zülkarneyn'den bahsediliyordu. Resûlullah
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
Mekke'de peygamberliğini îlân edip, geçmiş ümmetlerin başlarına gelen ibretli
hâdiselerden bahsedince; Kureyş müşrikleri, O'na karşı muhâlefet etmek için
kendilerince daha ilgi çekici olan hikâyeler bulup anlatmaya başladılar.
Yahudilerden ve İranlılardan duydukları masallar ve geçmiş ümmetlere dâir hikâyelerle,
Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı çıkmaya
kalkıştılar. O sırada âhır zaman peygamberinin kendi içlerinden çıkacağı ve
oraya hicret edeceği inancıyla Medîne'ye gelip yerleşmiş olan birçok yahudi
vardı. Mekkeli müşrikler, Medîne yahudilerine adam gönderip, Resûlullah efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) imtihân için malûmat istediler.
Medîne yahudileri onlara; Eshâb-ı Kehf’i, yeryüzünün doğusuna ve batısına gidip
fetheden Zülkarneyn'i ve rûhun mâhiyetini sormalarını tavsiye ettiler. Sonra
da; “Eğer bu üç şeyden haber verirse peygamberdir, O'na uyun. Eğer cevap veremezse
yalancının biridir, istediğinizi yapın” dediler. Yahudilerden bu bilgileri
öğrenen Mekkeli müşrikler, Resûlullah efendimize
(sallallahü aleyhi ve sellem) gelip bu üç
soruyu sordular. Resûlullah efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem), kimseden ilim öğrenmemişti,
okuması yazması bile yoktu. İnsanlara söyledikleri, Allahü
teâlânın kendisine vâsıtalı ve vâsıtasız olarak bildirdiği veya
kalbine ilham ettiği şeylerdi. Tabi ki, O, ne Eshâb-ı Kehf’i, ne rûhun mâhiyetini,
ne de Zülkarneyn'i (aleyhisselâm) bir yerden
öğrenmiş değildi. Müşrikler gelip sorularını sorunca Allahü teâlâ, Resûlüne Kehf sûresini inzâl buyurdu. Bu sûrenin
83-98. âyet-i kerîmelerinde Zülkarneyn'in (aleyhisselâm)
doğuya ve batıya seyahati, bu sırada karşılaştığı kavimler ve kâfirlere olan
muâmelesi anlatıldı. Bu vesîleyle müslümanlar da Zülkarneyn aleyhisselâm hakkında en doğru bilgilere sâhip
oldular. Bu âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Senden Zülkarneyn'i (aleyhisselâm)
sorarlar. Sen;
Ben size onun hâlinden (Allahü teâlâ
katından) haber
vereyim de! Biz onu yeryüzünde bir kudrete erdirdik. (Onu dünyâda
hâkimiyete, güzel bir tasarrufa muktedir kıldık) ve ona her (istediği) şeyden bir sebep
verdik. (Onu ilme, kudrete ve başka ne lâzımsa hepsine malik
eyledik.) O da,
(batıya doğru) bir yol tuttu. Nihâyet güneşin battığı yere ulaştı. Onu (güneşi) sanki kızgın
siyah çamurlu bir pınar içine batarken buldu. Ve onun yanında bir kavim buldu.
Ey Zülkarneyn! (Sen muhayyersin. İslâm'a gelmezlerse dilersen
öldürmek sûretiyle bu kavme) azâb et! Yâhud onların hakkında hüsn-i muâmele (onları,
hak dîne çağırarak kendilerini irşâda çalışırsın. Kendilerine dînî mes’eleleri
talim) edersin”
dedik. Zülkarneyn hak dîne dâveti seçip), dedi ki: Her kim (ben dîne dâvet
ettiğim hâlde küfürde ısrâr ile nefsine) zulmederse biz ona öldürmekle azâb ederiz. Sonra da o,
kıyâmette Rabbine döndürülür. Allahü teâlâ ona işitilmemiş şiddetli
azâbı ile azâb eder. Ama, kim îmân eder, sâlih amelde bulunursa, onun için
dünyâ ve âhırette çok güzel bir mükâfât (Cennet) vardır. Ona emrimizden kolay tarafını da
söyleyeceğiz. Sonra o, başka bir yol tuttu (doğuya gitti). Nihâyet üstüne
güneşin (ilk önce) doğduğu yere ulaştığı zaman, onu bir kavmin üzerine doğuyor
buldu ki, biz onlar için buna karşı (korunacak) hiç bir siper yapmamıştık. İşte (Zülkarneyn'in
işi) böyle idi.
(Kudreti, mülkü, saltanatı anlatılanlar gibi idi.) Halbuki onun
yanında olan (asker, aletler ve kuvvetin gizli ve açık) cümlesini
ilmimizle kuşatmışızdır. Sonra yine bir yol buldu (doğudan kuzeye
gitti). Nihâyet
iki dağ arasına ulaştığı zaman, onların önünde hemen hiç söz anlamaz bir kavim
buldu. Onlar (tercümanları vâsıtasıyla); Ey Zülkarneyn! Ye’cüc ve Me’cüc tâifesi bu
yerde fesâd (katil, tahrip, zirâatı telef) edicilerdir. Acabâ biz sana masrafını tâyin etsek
de bizimle onların arasına sed yapsan dediler. (Zülkarneyn;) Rabbimin bu işte
bana verdiği kudret, sizin vereceğiniz haraç ve masraftan hayırlıdır. Haydi siz
bana (bedenî) kuvvetle (ve lâzım olan aletlerle) yardım edin de,
sizinle onların arasına sağlam bir sed (duvar) yapayım. Bana demir kütleleri getirin dedi. (Onu
getirdiler. O iki dağın arasını su çıkıncaya kadar kazdılar. Temelini kayalarla
doldurup üzerine bir kat demir, bir kat odun döşediler.) Tâ ki, iki yanı (iki dağın arası) eşit oldu. (Sonra
çalışanlara)
Üfleyin (körüklerle ateşi tutuşturun) dedi. Nihâyet o (demir) ateş gibi olunca;
Getirin bana, üstüne erimiş bakır dökeyim dedi. Artık (Ye’cüc ve
Me’cüc kavmi)
onu aşmaya güç yetiremedikleri gibi, onu (duvarı) delip geçmeye de
kâdir olamadılar. (Zülkarneyn); İşte bu (sed) Rabbimin bir rahmetidir. Fakat Rabbimin vâdi
geldiği vakit (kıyâmet yaklaştığı zaman) ise, o bunu dümdüz yapar. Rabbimin vâdi bir
haktır” dedi.”
Bu âyet-i
kerîmeleri tefsîr eden müfessirler, hadîs-i
şerîflerde ve çeşitli rivâyetlerde bildirilen haberlerle oldukça
geniş açıklamışlardır. Bu bilgilerin ışığında Zülkarneyn'in (aleyhisselâm) hayatı ve hâlleri şöyle anlatılmıştır:
Sâlih bir
zât olan Zülkarneyn'i (aleyhisselâm) Allahü teâlâ, yeryüzündeki insanlara, emir ve
yasaklarını tebliğ ile vazifelendirdi. Zülkarneyn (aleyhisselâm),
Allahü teâlâya niyâzda bulunup; “Yâ
Rabbî! Bana tevcih ettiğin bu işte ancak sen yardıma kâdirsin. Beni hangi
ümmetlere gönderdiğini, onlara hangi asker ve kuvvetle ve nasıl gâlib
geleceğimi, bunun için hangi çârelere baş vuracağımı, onlara karşı çoğunluğu
nasıl elde edeceğimi, hangi hilm ve sabırla karşı duracağımı, nasıl hitâb
edeceğimi ve lisânlarını nasıl anlayacağımı, sözlerini hangi kulak ile
duyacağımı, hangi göz ile onlara nüfûz edeceğimi, karşılarına hangi hüccetle
çıkacağımı, işlerini hangi hikmetle düzenleyeceğimi, aralarında hangi ilim ve
adâletle hükmedeceğimi bilmiyorum. Bu bahsettiğim şeylerden hiçbiri bende yok.
Yâ Rabbî! Sen Rahimsin. Sen hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını
yüklemezsin. Bilakis sen, kullarına merhamet edensin” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurdu:
“Sana
verdiğim vazifeyi yapabilmen için kuvvet ihsân ederim. Göğsünü açarım. Her şeye
gücün yetecek hâle gelirsin. Anlayışını açar, konuşmanı genişletirim, kulağını
açarım, ta uzaktakileri işitirsin. Basîretini genişletirim, çok uzakları görür,
her şeye nüfûz edersin. Tedbirli olmak istidâdını veririm, her şeyi sağlam
yaparsın. İstediğin her şeyi ihsân ederim. Bunları, senin için muhâfaza ederim.
İstediğini her zaman bulursun. Ayağını sağlam bastırırım. Sana heybet veririm,
hiç bir kimse sana kötü gözle bakamaz. Ben sana yardım ederim. Hiç bir şey sana
zarar veremez. Seni kuvvetlendiririm, hiç bir şeye yenilmezsin. Kalbine kuvvet veririm,
hiç bir şeyden korkmazsın. Nur (aydınlık) ve zulmeti (karanlığı) emrine verir,
onları senin askerin yaparım. Nur, önünde yol gösterir; zulmet, arkandan seni
muhâfaza eder.”
Allahü teâlâ
bulutları ve başka vâsıtaları Zülkarneyn'in (aleyhisselâm)
emrine verdi. Ona ilim ve kudret, insanlar üzerinde tasarruf ve hâkimiyet
verdi. Ayrıca; beyaz ve siyah olmak üzere iki sancak ihsân etti. Zifiri
karanlık olan gecede beyaz sancağı açınca ortalık aydınlığa gark olurdu. Gündüz
harp ederken düşman askerinin karanlıkta kalmasını arzu ederse, siyah sancağını
açar, düşman tarafı zifiri karanlık, kendi tarafı aydınlık olur, böylece kısa
zamanda düşmana gâlib gelirdi. Her sefere çıkışında, önü aydınlık, arkası
karanlık olurdu. Çok geçmeden memleketi genişledi, devleti güçlendi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bütün dünyâya
yaymayı azmetti. Teyzesinin oğlu olan Hızır'ı (aleyhisselâm)
kendisine vezir, ordusuna kumandan tâyin etti.
Allahü teâlânın
emriyle, mü’minlerden meydana gelen ordusu ile birlikte, ilk önce batıya
yürüdü. Vardığı her yerde kâfirleri hak dîne dâvet etti. İnananlara iltifât ve
ikrâmda bulunup inanmayanlarla harp etti. Batıda meskûn yerlerin sonuna vardı.
Artık karalar bitmiş, hep deniz başlamıştı. Oraya vardığı sırada güneşin batma
vakti idi. Güneş kızarmış bir hâlde sanki bir çamur pınarında batıyor gibiydi. İnsan
gözü güneşin o şekilde battığını zannediyordu. Elbette ki, güneş, değil o
denizden, dünyâdan bile defâlarca büyüktü. Zülkarneyn (aleyhisselâm)
orada bir kavim buldu. Bu kavmin fertleri kâfir idi. Vahşî hayvan derilerinden
elbise giyerler, denizin dışarı attığı balık cinsinden şeyleri yiyerek
geçinirlerdi. Değişik bir dille konuşan, bu güçlü kuvvetli kimselerin acayip
tabîatları, yadırganacak âdet ve huyları vardı. Allahü
teâlâ, Zülkarneyn'i (aleyhisselâm),
onlar hakkında serbest bıraktı. Dilerse îmân etmeyenleri öldürmesini, isterse
onların hak dîni kabûl etmeleri için gayret göstererek güzel muâmelede
bulunmasını bildirdi. Zülkarneyn'e (aleyhisselâm)
Allahü teâlânın bildirmesi; eğer kendisi
peygamber ise, melek ile; değilse, yanında bulunan bir peygamber ile veya tâbi
olduğu peygamberin dîni dairesinde kendisinin yaptığı ictihâd iledir.
Zülkarneyn
aleyhisselâm bunlardan ikincisini tercih edip,
hüsn-i muâmelede bulundu ve onlara; “Her kim nefsine zulmederek dâvetimi kabûl
etmez, küfürden ayrılmazsa; elbette onu öldürürüz. Sonra da âhırette Rabbimizin
mahkeme-i kübrâsına sevk olunur. Allahü teâlâ
da onu şiddetli ve ebedî olan Cehennem azâbıyla cezâlandırır. Ama kim dâvetimi
kabûllenir, Allahü teâlânın emir ve
yasaklarını gözetir ve tasdik eder, yapması emredilen ibâdet ve vazifeleri
yerine getirirse, onun için çok güzel ve ebedî olan Cennet vardır. Böyle îmân
eden kimse için kendisine emrettiğimiz şeylerde kolaylık söyler, ona; namaz,
zekât, cihâd gibi yapabileceği şeyleri teklif eder, yapamayacağı meşakkatli
şeyleri emretmeyiz” dedi. Onları îmâna dâvet etti. Bir kısmı îmânla şereflendi,
bir kısmı da yüz çevirdi. Zülkarneyn (aleyhisselâm),
îmân etmeyenlerin üzerine yürüdü ve karanlık içinde bıraktı. Onlar karanlıkta
ne yapacaklarını bilemediler. Helâk olacak bir hâle gelince, Zülkarneyn'e (aleyhisselâm) yalvararak tevbe edip, dâvetine icâbet
ettiler. Allahü teâlânın varlığına ve
birliğine îmân edip, O'nun emir ve yasaklarına canla başla tâbi olacaklarına
söz verdiler.
Zülkarneyn
(aleyhisselâm), bu müslümanlardan kalabalık bir
ordu kurdu. Bu ordunun arkasını karanlıkla emniyete aldı. Beyaz bayrağı nûr ile
önünü aydınlattı. Ordusu ile uğradığı her yerde, ne kadar millete rastlamışsa
hepsini hak dîne dâvet etti. Allahü teâlâya
îmâna ve ibâdete çağırdı. Îmân etmeyenler cezâlarını gördüler. Yaya olarak
Mekke-i mükerremeye gitti ve haccetti. İbrâhim'le (aleyhisselâm)
görüştü. Hayır duâsını aldı. Nâsîhatlerine mazhâr oldu.
Zülkarneyn
(aleyhisselâm) daha sonra doğuya yöneldi.
Güneşin ilk ışıklarının vurduğu en uçtaki kara parçasına vardı. Orada güneşten
korunacak kaya ve ağaç cinsinden hiç bir şey yoktu ve buranın insanları, güneş
doğunca, yeraltındaki mahzenlerine veya denize girerlerdi. Güneşin şiddetli
sıcağı geçince, girdikleri yerlerden çıkıp, ihtiyaçlarını gidermeye
çalışırlardı. Zülkarneyn (aleyhisselâm), onları
da hak dîne dâvet etti.
Zülkarneyn
(aleyhisselâm), daha sonra, kuzeye bir sefer
yaptı. İki dağ arasına vardı. O iki dağın yakınında oturan kalabalık bir
kavimle karşılaştı. Bilmediği bir dille konuştuklarından bir şey anlamıyordu.
Bir tercümân vâsıtasıyla veya Allahü teâlânın
ihsânı olarak Zülkarneyn (aleyhisselâm),
onların sözlerini anladı. O kavmin pâdişahı, Zülkarneyn'i (aleyhisselâm) iyilikle karşıladı. Hediyeler takdim
etti. Bütün kavmi ile birlikte hak dîni kabûl etti. Zülkarneyn'in (aleyhisselâm) iltifâtına mazhar oldu. O kavim,
Zülkarneyn'e (aleyhisselâm) Ye’cüc ve
Me’cüc'den şikâyet etti. O kavimle birlikte Ye’cüc ve Me’cüc'ün zararından
korunmak için sed yaptılar.
Zülkarneyn
(aleyhisselâm) yaptığı seferlerin birinde, bir
ülkeye uğradı. Oradaki insanların elinde dünyâ serveti namına bir şey yoktu.
Rızıklarını sebzeden te’min ederlerdi. Sebzelerini korumakta çok ihtimam
gösterirlerdi. Ayrıca bu kavimde herkes kendi mezârını kazar, her gün mezârını
temizler ve ibâdetlerini burada yapardı. Zülkarneyn (aleyhisselâm),
bunların hükümdârlarını çağırttı. Hükümdâr; “Ben kimseyi istemiyorum. Beni
isteyen de yanıma gelir” dedi. Zülkarneyn (aleyhisselâm)
bu söz üzerine hükümdârın yanına giderek; “Ben seni dâvet ettim, niye gelmedin?”
dedi. Hükümdâr; “Sana bir ihtiyâcım yok, olsa gelirdim” cevâbını verdi. Bunun
üzerine Zülkarneyn (aleyhisselâm); “Bu hâliniz
nedir? Sizdeki bu hâli kimsede görmedim” deyince, hükümdâr; “Evet biz altın ve
gümüşe kıymet vermiyoruz! Çünkü baktık ki; bunlardan bir miktar, bir kimsenin
eline geçerse, bu sefer daha fazlasını isteyecek ve huzûru bozulacak. Onun için
dünyâlık peşinde değiliz” dedi. Zülkarneyn (aleyhisselâm);
“Bu mezârlar nedir? Neden bunları kazıyor ve ibâdetlerinizi burada
yapıyorsunuz?” diye sordu. Hükümdâr; “Dünyâlık peşinde koşmamak için bunu böyle
yaptık. Mezârları görüp de oraya gireceğimizi hatırlayınca, her şeyden vaz
geçeriz” dedi. Zülkarneyn (aleyhisselâm); “Niçin
sebzeden başka yiyeceğiniz yoktur? Hayvan yetiştirseniz, sütünden, etinden
istifâde etseniz olmaz mı?” dedi. Hükümdâr; “Midelerimizin, canlı hayvanlara
mezâr olmasını istemedik. Bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zâten boğazdan
aşağı geçtikten sonra hiç birinin tadını alamayız” diye cevap verdi.
Bir gün
birisi Zülkarneyn'e; “Bana, îmân ve yakînimi kuvvetlendirecek bir şey öğret”
dedi. O da; “Gadab edip kimseye kızma, zirâ şeytanın insana en çok hulûl
edebileceği zaman, insanın hiddetli ânıdır. Bunun için, hiddetini sükûnetle
yenmeye çalış. Sakın acele etme, zirâ acele ettiğin zaman, nasîbini
kaybedersin. Yakın ve uzağına karşı yumuşak ol; inâdçı, inkârcı ve zâlim olma”
diye cevap verdi.
Zülkarneyn
(aleyhisselâm), Allahü
teâlânın yardımı ile doğu, batı ve kuzeydeki bütün ülkeleri
fethedip, her tarafa Allahü teâlânın emir
ve yasaklarını yayma vazifesini tamamladıktan sonra, askerine izin verdi.
Kendisi Medîne ile Şam arasındaki Dûmet-ül-Cendel denilen yerde insanlardan
ayrıldı. Yalnız Allahü teâlâya ibâdet ve
tâatla meşgûl oldu. Az bir zaman sonra da vefât etti. Mekke'ye veya Mekke
civarındaki Tehâme dağlarında bir yere defnedildiğine dâir rivâyetler vardır.
Zülkarneyn
(aleyhisselâm) vefât etmeden önce yakınlarına; “Ben
vefât edince, usûlüne uygun yıkayıp kefenleyin. Sonra tabuta koyun. Yalnız
kollarım, dışarıda sarkık kalsın! Hazînelerimi de katırlara yükleyin” diye
vasiyette bulundu. Söyledikleri aynen yapıldı. Definden sonra, âlim olan büyük
bir zât, onun bu sözlerini şöyle açıkladı. “İskender-i Zülkarneyn, demek istedi
ki: Arkamdan gelen ordular ile doğu ve batıya hâkim oldum. Hizmetçilerim
emrimden çıkmadı. Dünyâyı baştan başa tuttum. Sayısız hazînelerim vardı. Fakat
bütün bu dünyâ nîmetleri, kalıcı değildir. Gördüğünüz gibi, mezâra eller boş
gidiliyor. Dünyâ malı, dünyâda kalıyor sizler, âhırette de faydalı olacak
işleri yapın.”
Zülkarneyn
aleyhisselâm beyaz-kırmızı benizli, orta boylu
idi. Güzel ahlâklı, Hakk'a teslimiyeti huşû içinde ve tam, halkına karşı
mütevazı ve adâlet sâhibi idi. Cenâb-ı Hakk’ın
çeşitli ihsânlarına kavuşmuştu. Gazâ ve cihâda çıkmakta, beldeleri tâmirde çok
gayretli idi. Dünyâ malına rağbet etmez, haram ve şüphelilerden çok sakınır,
elinin emeği, alnının teri ile geçinirdi. Bunun için sabahtan akşama kadar
kendi eli ile zenbil örer; kendine çoluk-çocuğuna bu paradan harcar, artanını
fakirlere sadaka verirdi. Güzel ve kerîm bir zât idi.
Zülkarneyn
(aleyhisselâm) âyet-i kerîmede beyân buyrulduğu
gibi, insanlara çok büyük zararlar ve sıkıntı veren Ye’cüc ve Me’cüc kavminin
zararlarına mâni olmak için, bir sed yaptı. Bu seddi rivâyetlere göre, Asya'nın
kuzey doğusundaki mü’min Türklerin ricâsı üzerine inşâ etti. İki dağ arasında,
taş ve demirden yapılmış olan bu sed, bugünkü Çin seddinden başkadır. Böyle bir
seddin yapılmasına sebep olan ve kıyâmete yakın seddi yıkıp yeryüzüne dağılması
gereken bu kavmin nasıl olduğu; özellikleri, üremeleri, dünyâya yayılışları ve
ortadan kaldırılışları ne şekilde olacaktır? Bu husûslar, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde nasıl bildirilmiştir?
Bunlar, İslâm âlimlerinin eserlerinde geniş anlatılmıştır.
Kıyâmetin kopmasına yakın yeryüzüne dağılacak iki kötü millet. Ye’cüc ve Me’cüc denilen bu kimseler, Nûh'un (aleyhisselâm) oğlu Yafes'in soyundandırlar. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır. Her birinin bin çocuğu olur. Sayıları insanların ve cinlerin toplamının onda dokuzu kadardır. Çok eski zamanda bir duvar arkasına bırakıldıkları, kıyâmete yakın yeryüzüne yayılacakları, Kur’an-ı kerîmde haber verilmektedir. Arkeolojik araştırmalar yer altında kalmış şehirleri, dağ tepelerindeki deniz fosillerini bulduğuna göre, o duvarın bugün meydanda bulunması ve bu insanların çok sayıda olmaları lâzım gelmez. Nitekim, bugünkü milyarlarca insan nasıl iki kişiden meydana geldi ise, o iki milletin de, bugün nerede oldukları bilinmeyen bir kaç kişiden üreyerek yeryüzünü kaplayacakları düşünülebilir.
Kur’an-ı kerîmde Zülkarneyn'in (aleyhisselâm) Ye’cüc ve Me’cüc'e karşı seddi binâ ettikten sonra, meâlen; “Zülkarneyn; işte bu sed, Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin vâdi geldiği vakit (kıyâmet günü yaklaştığı zaman), O (Allahü teâlâ) bunu dümdüz yapar. Rabbimin vâdi bir haktır dedi” buyrulmuştur. (Kehf sûresi: 98)
Yine Enbiyâ sûresinin 96. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ye’cüc ve Me’cüc'ün seddi açılıp da her tepeden koşmaya başlayacakları (yeryüzüne yayılacakları) zamana kadar (yeryüzündeki insanların ihtilafları devam edip duracaktır)” buyrulmuştur.
Ye’cüc ve Me’cüc'ün diğer faaliyetleri ve helâk olmaları ile ilgili hadîs-i şerîfler de vardır. Bunlardan İbn-i Mâce'nin bildirdiği hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Ye’cüc ve Me’cüc (seddi delmek için) her gün kazarlar. Nihâyet (delik açılarak) güneşin ışığını görmeleri yaklaşınca başlarındaki reisleri; Geri dönün, kalan kısmını yarın kazarsınız diye emir verir. (Kazı yapan amele de işi bırakıp geri döner.) Allahü teâlâ da orasını eski bulunduğu vaziyetten daha sağlam bir hâle çevirir. Nihâyet Ye’cüc ve Me’cüc'ün orada kalma müddetleri sona erip, Allahü teâlânın onları insanların üzerine (bir musîbet olarak) göndermeyi istediği zaman (gelince) tekrar kazı yaparlar. Fakat güneşin ışığını görmelerine (deliğin açılmasına) çok az bir mesâfe kalınca, başlarındaki kimse; Geri dönün! İnşâallah geri kalan kısmı yarın kazarsınız diyerek istisnâ (yani inşallah) kelimesini söyler. Onlar ertesi günü tünelin bulunduğu yere geldiklerinde, orasını bıraktıkları zamanki hâlinde (kapanmamış olarak) bulurlar. Hemen geri kalan kısmı delip çıkarak insanlara saldırırlar ve bütün suları içip kuruturlar. İnsanlar onlardan kurtulmak için kalelerine, barınaklarına kapanırlar…” Müslim'in, “Sahîh"inde bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Îsâ, Deccâl'i öldürdükten sonra, Hak teâlâ ona; Ey Îsâ! Ben öyle bir tâife gönderirim ki, bütün dünyâda hiç bir kimse onlarla harp edemez. Kullarımı Tûr'a götürerek koru diye vahyeder” buyruldu.
Ye’cüc ve Me’cüc, Mekke, Medîne, Kudüs ve Tûr dağından başka dünyânın her tarafını dolaşırlar. Buldukları insanları öldürürler. Geçtikleri yerde ne bulurlarsa yeyip bitirir, içip kuruturlar.
İmâm-ı Müslim'in “Sahîh”inde bildirdiği hadîs-i şerîfin devamında buyruldu ki: “Cenâb-ı Hak, Ye’cüc ve Me’cüc'ü gönderir. Bunlar yüksek yerlerden akın edeceklerdir. Bu sûretle öncüleri Taberiye gölüne uğrayacak ve içindeki suyu içecekler. Sonra gelenler de oradan geçecekler ve; “Vaktiyle burada çok su varmış” diyeceklerdir. Nebîyyullah Îsâ ve eshâbı, Tûr dağında mahsur kalacaklar. Öyle ki muhâsaranın şiddetinden bir öküz başı, onlardan her biri için, bu günkü paranızla yüz dinârdan daha makbûl olacak. Bunun üzerine Nebîyyullah Îsâ ve eshâbı, onların belâsından kurtulmak için Allahü teâlâya yalvarırlar. Allahü teâlâ onların duâsını kabûl edip, Ye’cüc ve Me’cüc kabîlesinin enselerine, nugaf denilen küçük kurtçukları musallat eder. Sabahleyin hepsi de Allahü teâlânın kudretiyle tek bir nefes gibi, bir anda helâk olurlar. Sonra Îsâ ve eshâbı Tûr dağından yere inerler. Yeryüzünde onların kokmuş leşlerinin olmadığı bir karış yer bulamazlar.
Îsâ ve eshâbı, yine Allahü teâlâya yalvarırlar; cenâb-ı Hak, Horasan develerinin boyunları gibi kuşlar gönderir. Onlar leşleri alıp Allahü teâlânın istediği yere atarlar. Sonra cenâb-ı Hak, pek çok yağmur indirir ki, hiç bir ev ve çadır, yağmurun inmesine engel olamaz. O yağmur, bütün yeryüzünü tertemiz, yemyeşil bir hâle getirir. Sonra yeryüzüne; “Meyvelerini bitir. Evvelki gibi feyz ve bereket ver” diye emrolunur. İşte o gün bir cemâat, tek nardan yiyip doydukları gibi, onun kabuğu ile de gölgelenirler. Merâya gönderilen deve, sığır, koyun ve keçilerin de sütleri bereketli olur. Öyle ki sağmal devenin sütü, kalabalık bir cemâati, sığırınki bir kabîleyi, koyunun sütü de yakın akrabâdan bir cemâati doyurur. İşte bunlar, böylece bolluk içinde huzûrlu bir hayat geçirirken, Allahü teâlâ hoş bir rüzgâr gönderir. Bu latîf rüzgâr onları koltuklarından tuttuğu hâlde, her mü’min ve müslümanın rûhları kabzolunur. Ortada en şerli insanlar kalır. O zaman da birbirleriyle boğuşurlar. Merkepler gibi halkın huzûrunda alenen zinâ ederler, işte bu fenâ kimseler üzerine de kıyâmet kopar.”
Yine İbn-i Mace'nin (rahmetullahi aleyh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Ye’cüc ve Me’cüc'ün seddi açılıp, Allahü teâlânın; Her tepeden ve dereden akın ettikleri vakit...” (Enbiyâ sûresi: 96) buyurduğu veçhile çıktıklarında, bütün insanların başına musallat olup yeryüzünü kaplayacaklar. Mü’minler onlardan kaçıp şehirlere ve kalelerine sığınacaklar. Hayvanlarını da yanlarına alacaklar. Ye’cüc ve Me’cüc, yeryüzünün sularını içecekler. O kadar ki, onlardan bir kısmı bir nehre uğrayıp ondaki suyun hepsini içecek ve orayı kupkuru bir hâlde bırakacak. Ondan bir sonraki grup bu nehire uğradığında; “Burada bir keresinde su vardı” diyecek. İnsanlardan bir kalede veya bir şehirde bulunanlar hâricinde hiç kimse kalmayınca, içlerinden birisi; “Bunlar yeryüzü ehlidir. Onların işlerini bitirdik, gök ehli kaldı” diyecek. Sonra onlardan birisi mızrağını sallayıp onu göğe atacak. Mızrak, kendine bir imtihân ve fitne vesîlesi olarak, kana bulanmış olduğu hâlde geri dönecek. Onlar bu hâlde iken, Allahü teâlâ birden onların boyunlarından, çekirgelerin boynunda çıkan nugaf kurtçuğu gibi bir kurtçuk gönderecek. Hiç bir hareket ve ses işitilmeyen ölüler hâline gelecekler. Müslümanlar; “Allah için kendini fedâ edip şu düşmanın ne yaptığına bakacak bir kimse yok mu?” diyecekler. İçlerinden birisi kendini ölmüş sayarak aralarından sıyrılıp çıkacak, onları birbirleri üzerine yığılmış ölüler hâlinde bulup; ”Ey müslümanlar topluğu! Müjdeler olsun. Allahü teâlâ sizin için düşmanınıza kâfi olup, sizin yerinize onların hakkından geldi” diye nidâ edecek, şehirlerden ve kalelerden çıkıp hayvanlarını serbest bırakacaklar. Hayvanların, onların (Ye’cüc ve Me’cüc'ün) etlerinden başka bir otlamaya ihtiyaçları olmayacak, hayvanları daha önce bulup yedikleri hiç bir bitki ile semirmedikleri kadar güzel bir şekilde semizlenecekler.”
Ye’cüc ve Me’cüc ortaya çıktıktan sonra insanların Mekke-i mükerremeye gelip hac ve umre yapacakları da hadîs-i şerîfte bildirildi.
Taberânî’nin, Nevas'dan (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadis-i şerîfte; “Müslümanlar; onların silâhlarının kılıflarını, yaylarını, kalkanlarını, oklarını yedi sene yakacaklar” buyruldu.
Ebû Sa’îd-i Hudrî'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, kıyâmet günü, Allahü teâlânın Âdem'e (aleyhisselâm) hitâb buyurup; “Yâ Âdem! Evlâdından Cehennem’e lâyık olan gönder!” diyeceği, Âdem de (aleyhisselâm); “Yâ Rabbî! Ne kadar?” diye sorunca; “Her bin kişiden dokuzyüzdoksandokuzu Cehennem’e ve biri Cennet’e” buyrulacağı ve mahşer halkının bu dehşetli hâlin verdiği korkudan şaşkına dönecekleri bildirildi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bu hâli haber verince, Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm); “Yâ Resûlallah! O (binde) bir hangimiz olabilir?” diye sordular. Resûlullah efendimiz de (sallallahü aleyhi ve sellem) “Size müjdeler olsun. Sizden bir kişiye mukâbil Ye’cüc ve Me’cüc'den bin kişi” (Cehennem’e gönderilecektir) buyurdu. Sonra da; “Hayatım yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn eder ve ümîd ederim ki, siz (Muhammed ümmeti) Cennet ehlinin dörtte birini teşkil edersiniz” diye müjdeleyince, Eshâb-ı kirâm; (Allahü ekber) dediler. Bunun üzerine Resûlullah; “Umarım ki Cennet ehlinin üçte biri olursunuz” buyurdu. Eshâb-ı kirâm yine tekbir getirdiler. Bunun üzerine de; “Umarım ki Cennet ehlinin yarısı olursunuz” buyurdu. Eshâb-ı kirâm da tekbir getirdiler. En son Resûlullah; “Siz, mahşer halkının tamamına kıyas edilince, ancak bir beyaz öküzün derisi üzerindeki siyah bir tüy mesabesindesiniz. Yâhud da, siyah bir öküz derisinde sanki beyaz bir tüy” buyurdu.
--------------------------------------------------------
1) Tefsîr-i Kebîr; cild-21, sh. 163, 171
2) Tefsîr-i Kurtubî; cild-11, sh. 45, 65
3) Rûh-ul-beyân; cild-5, sh. 290, 300
4) Garâib-ül-Kur’ân; cild-16, sh. 21-28
5) Zâd-ül-Mesîr; cild-5, sh. 183, 195
6) Dürr-ül-mensûr; cild-4, sh. 240, 252
7) Bahr-ül-muhît; cild-6, sh. 157, 160
8) Şeyhzâde; cild-3, sh. 272, 273
9) Meâlim-üt-tenzil; cild-4, sh. 228
10) Tefsîr-i Taberî; cild-16, sh. 8, 15, 27, 28, cild-17, sh. 87, 92
11) Târih-i Taberî
12) Sahîh-i Müslim; cild-4, sh. 2254
13) Fethul-bârî; cild-6, sh. 270, 273
14) Et-Tebsıra; sh. 165
15) Künh-ül-Ahbâr; cild-2, sh. 125
16) Mir’ât-ı Kâinat; cüz-1, sh. 186, 190, cüz-4, kısım-8, sh. 8, 9
17) El-Meârif; sh. 25
18) Bedâi-üz Zühûr; sh. 185
19) Huccetullahi alel âlemin; sh. 841
20) Tezkirât-ül-Kurtubî
21) El Kâmil; cild-1, sh. 281, 282
22) Ahsen-ül-Enbâ’î; sh. 27
23) Arâis-ül-Beyân; sh. 361, 367
24) Ravdat-üs-Safâ; sh. 154, 155
25) Râmuz-ül-Ehâdîs; cild-2, sh. 200, cild-3, sh. 24
26) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-9, sh. 207, cild-14, sh. 119
27) Rehber Ansiklopedisi; cild-18, sh. 130
28) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 61, 709, 1040, 1083