Medîne'ye
daha önce hicret eden Eshâb-ı kirâm ile Medîneli müslümanlar, Kâinatın
sultânının Mekke'den hicret için hareket ettiğini duyunca, teşrîfini harâretle
ve heyecanla bekliyorlardı. Bu sebeple Medîne-i münevverenin dış semtlerine
gözcüler koyup, şehirlerini şereflendirecekleri anda, Efendimizi karşılamak
için can atıyorlardı. O'nun muhabbetiyle yananlar, kızgın çölün suya olan
hasreti gibi gözlerini ufka dikerek günlerce beklediler. Nihâyet birden;
"Geliyorlar! Geliyorlar!..." diye bir ses işitildi. Sesi duyanlar,
sıcak çölün ortalarına doğru göz gezdirmeğe başladılar. Evet!... Evet!... Onlar
da kızgın çölde, güneşin yakıcı sıcaklığına rağmen, büyük bir heybetle
kendilerine doğru ilerlediklerini görmüşlerdi. Sevinçle birbirlerine;
"Müjde!... Müjde!... Resûlullah
geliyor!... Peygamberimiz geliyor!...
Sevinin ey Medîneliler!. Bayram edin! Habîbullah geliyor!... Baş tâcımız
geliyor!..." diyerek bağırmaya başladılar. Bu haber bir anda Medîne-i
münevvere sokaklarını doldurdu. Yedisinden yetmişine, yaşlısından hastasına
kadar herkes, bu eşi görülmedik sevinçli haberi bekliyorlardı. Bütün
Medîneliler en güzel elbiselerini giyinerek, sür’atle Âlemlerin efendisini
karşılamak için koştular. Tekbir sedâları semâyı çınlatıyor, sevinçten
gözyaşları sel gibi akıyordu. Hüzün ve mutluluk dolu bir hava esiyor ve Medîne,
târihinde en güzel günlerden birini yaşıyordu. Bir tarafta, herkesin
"Emîn" lakabıyla tanıdığı, Allahü teâlânın
Habîbini öldürmek için üzerine mükâfat koyanlar; diğer tarafta ise O'nu ve
arkadaşlarını korumak, bağırlarına basmak ve bu uğurda canlarını fedâ etmek
isteyenler vardı.
Medîneliler
bir an önce sevgili Peygamberimizin
nûrlu cemâlini görmek istiyorlardı. Medîne, Medîne olalı böyle sevinçli, böyle
mübârek bir an görmemişti. Bu, o güne kadar yaşanmamış bir bayramdı.
Benzeri
görülmemiş ve görülmeyecek olan bu bayramda, çocuklar ve kadınlar şöyle şiirler
terennüm ediyorlardı:
"Tale'al-bedrü
aleynâ,
Min
seniyyât-il-vedâ',
Veceb-eş-şükrü
aleynâ,
Mâ
de'allahü dâi.
Eyyüh-el-meb'ûsu
fînâ,
Ci'te
bil-emr-il mutâ!..."
Seniyyet-ül-vedâ'dan,
Bedr doğdu üstümüze,
Hakka
dâvet ettikçe, şükr vâcib oldu bize.
Sen bize
gönderildin, emrullâhı getirdin,
Medîne'ye
hoş geldin, şeref verir dâvetin.
İzzet
ikrâmla dolduk, eskilerden kurtulduk,
Mecde
kavuştuk doyduk, ziyândaydık kâr bulduk.
Zulmet
gideren ay der, "selâm ehline deyin,
Muhammed'e
(aleyhisselâm) uyana, aslâ zulüm etmeyin."
Hep
birlikte söz verdik, yemîn edilen günde,
Doğruluk
yolumuzdur, hâinlik olmaz dinde.
Vallahi
ben unutmam, elemsiz gün hiç yoktu,
Şâhidsin
Emn yıldızı, vefân sevgin pek çoktu.
"Hoş
geldin yâ Resûlallah!." "Bize buyurun yâ Resûlallah!..."
şeklindeki istekler ortalığı çınlatıyordu.
Medîne'nin
ileri gelen kimselerinden bâzıları Kusvâ'nın yularından tutup; "Yâ
Resûlallah! "Bize buyurun..." diyerek istirhâmda bulundular. Onlara; “Devemin yularını
bırakınız. O me’murdur. Kimin evinin önünde çökerse, orada misâfir
olurum!" buyurdular. Herkeste büyük bir heyecan ve merâk
başladı. Acabâ Kusvâ nereye çökecekti?! Medîne içine doğru Kusvâ ilerliyor, her
kapının önünden geçerken ev sâhipleri; "Yâ Resûlallah! Bizi teşrîf ediniz,
bizi teşrîf ediniz!" diye yalvarıyorlardı. Peygamber
efendimiz onlara tebessüm buyurarak; “Devenin yolunu açınız! Nereye çökeceği ona
buyrulmuştur" diyordu. Kusvâ, nihâyet Peygamber efendimiz bugünkü Mescid-i şerîfinin
kapısının bulunduğu yere çöktü. Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem devesinden
inmediler. Hayvan tekrar ayağa kalktı, yürümeğe başladı. Eski yere çöktü ve bir
daha kalkmadı. Bunun üzerine efendimiz, Kusvâ’nın üzerinden inip; “İnşâallah
menzilimiz burasıdır" ve “Burası kimindir?" buyurunca; "Yâ
Resûlallah! Amr'ın oğulları Süheyl ve Sehl'indir" diye cevap verdiler. Bu
çocuklar yetim idi. Peygamberimiz; “Akrabâlarımızdan
hangisinin evi buraya daha yakındır?" buyurdular. Zirâ Resûlullah efendimizin dedesi Abdülmuttalîb'in
annesi Neccâroğullarından idi. Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensâri hazretleri
sevinçle; "Yâ Resûlallah! Benim evim daha yakındır. İşte şu evim, şu da
kapısı" diyerek heyecanla gösterdi. Kusvâ'nın yükünü indirip, Resûlullah efendimizi buyur etti. Medîneli
müslümanlar ve Muhâcirler, Efendimizin hicretine pek ziyâde sevindiler.
Sevgili Peygamberimizin,
bi'setin onüçüncü yılı 12 Rebî'ul-evvel'inde, miladî 622 senesinde Medîne'ye
hicreti ile on sene sürecek olan Medîne devri başladı.
Peygamber efendimiz,
Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensâri hazretlerinin evini teşrîf edince, alt katta
oturmayı tercih ettiler ve buraya yerleştiler. Böylece Kâinatın efendisini
ağırlama ve evinde bulundurma şerefi bu mübârek zâta nasîb oldu.
Hazret-i
Hâlid şöyle anlattı: "Resûlullah,
evimi şereflendirdiğinde, alt katta oturmayı tercih etmişlerdi. Biz de üst
katta oturuyor ve bu hâle çok üzülüyorduk. Bir gün; "Anam-babam size fedâ
olsun yâ Resûlallah! Benim yukarda oturmama, sizin de alt katta bulunmanıza
gönlüm râzı olmuyor, hoş görmüyorum. Bu bana çok ağır geliyor. Ne olur zâtı
âlinizin yukarıda, bizim de alt katta oturmamıza müsâde buyurunuz" dedim.
Bunun üzerine; “Ey
Ebû Eyyûb! Evin alt katında bulunmamız bize daha münâsip ve elverişlidir" buyurdular.
Gelen ziyâretçilerle daha rahat görüşme düşüncesiyle, alt katta kalmayı uygun
gördüler. Biz de evin üst katında bulunduk. Bir gün su testimiz kırıldı.
Dökülen suların Resûlullah'ın üzerine
damlayıp rahatsız olmasından korkarak, hanımımla, örtüneceğimiz tek kadife
yorganımızı hemen suyun üzerine bastırdık." Ebû Eyyûb-i Ensârî, üst katta
olmaktan son derece sıkılıyordu. Sonunda kendisi alt kata inip, Resûlullah efendimizi yukarı çıkardı. Ebû
Eyyûb hazretleri buyurdu ki: "Resûlullah
efendimize dâimâ akşam yemeği yapıp, gönderirdik. Kalanını bize
gönderdiği zaman, ben ve hanımım Ümmü Eyyûb, Resûlullah'ın
elinin değdiği yerleri araştırarak, oralardan yer ve bununla
bereketlenirdik.Yine bir gece, yapıp gönderdiğimiz soğanlı veya sarımsaklı
yemeği Resûlullah geri çevirmişti.
Onda elinin izini göremeyince, feryâd ederek yanına gittim. "Yâ
Resûlallah! Babam-anam sana fedâ olsun! Siz akşam yemeğini geri çevirdiniz.
Fakat onda mübârek elinizin izini göremedim. Halbuki ben ve Ümmü Eyyûb, geri
çevirdiğin yemekte elinin değdiği yerleri araştırmakta ve bununla
bereketlenmekteydik" dedim. Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: “Bu sebzede bir
koku hissettim. Ondan yemedim. Ben, melekle konuşan bir kişiyim."
"O yemek haram mıdır?" diye sordum. “Hayır! Fakat ben kokusundan dolayı ondan
hoşlanmadım" buyurunca; "Sizin hoşlanmadığınız şeyden ben
de hoşlanmam!" dedim. Peygamberimiz;
“Siz onu
yiyiniz" buyurdular. Bunun üzerine biz de ondan yedik ve bir
daha o sebzeden Resûlullah'a yemek
yapmadık.
Yine bir
defâsında Resûlullah efendimizle Ebû
Bekr'e yetecek kadar yemek hazırlayıp, huzûrlarına götürdüm. Resûlullah; “Yâ Ebû Eyyûb! Ensâr'ın eşrâfından otuz kişiyi
dâvet et" buyurdu. Ben, yemeğin azlığını ve belki Resûl-i ekrem bu yemeği çok zannettiler diye
düşünürken, tekrar; “Yâ Ebû Eyyûb! Ensârın eşrâfından otuz kişiyi dâvet et"
buyurdular. Binlerce düşünce içinde Ensâr'dan otuz kişi dâvet ettim, geldiler.
O yemekten yediler, doydular. Bir mûcize olduğunu anlayıp, gelenlerin îmânları
kuvvetlendi ve bir daha bî'at ettiler. Gittiler. Sonra; “Altmış kişi dâvet et"
buyurdular. Ben, mûcize olarak yemeğin azalmadığını gördüğümden, daha ziyâde
sevinerek altmış kişiyi Resûlullah'ın
huzûruna dâvet ettim. Geldiler, o yemeklerden yediler. Hepsi Resûlullah'ın mûcizesini tasdik ederek
döndüler. Ardından; “Ensârdan doksan kişi çağır" buyurdular.
Çağırdım, geldiler. Resûlullah'ın
emri üzerine onar onar sofraya oturup, yediler; hepsi de bu büyük mûcizeyi
görüp, gittiler. Böylece yüzseksen kişi yemek yedi. Yemek ise benim götürdüğüm
kadardı ve hiç el sürülmemiş gibi duruyordu."
Peygamber efendimiz,
Medîne-i münevverede daha sıkı bir bağlılığın te’sisi için, hicret eden
Muhâcirleri ve onları evlerinde barındıran Ensârı birbirlerine kardeş yaptılar.
Hazret-i Ali en sona kalınca, unutuldum sanarak; "Yâ Resûlallah! Beni
unuttunuz mu?" diye sormuştu. O zaman Âlemlerin efendisi; “Sen, dünyâda ve
âhırette benim kardeşimsin" buyurmuştu. Bu kardeşlik maddî ve
mânevî yardımlaşma esasına dayanıyordu. Böylece yurtlarından, yuvalarından ve
akrabâlarından ayrı kalmanın mahzûnluğu bir miktar da olsa giderilmiş olacaktı.
Zâten Medîneli müslümanlar (radıyallahü anhüm),
Allahü teâlânın dînini yaşayabilmek ve
yayabilmek için memleketlerini terk eden muhâcir kardeşlerine bağırlarını
açmışlar, evlerine buyur etmişler, onlara her türlü yardımı yapmak için canla
başla çalışmışlardı. Bu kardeşlik te’sisi ile birbirlerine daha candan
sarıldılar. Resûlullah efendimiz, her
muhâciri, mizacına uygun olan bir Ensâr ile kardeş yapmıştıi. Öyleki bu
kardeşlik, babalarından kalan malı paylaşacak seviyede idi.
Her
Medîneli; arâzisini, bağını, bahçesini, evini, mallarını... nesi varsa ikiye
ayırıyor, böylece yarısını muhâcir kardeşine seve seve veriyordu. Muhâcirlerden
Abdurrahmân bin Avf hazretleri şöyle anlattı: "Biz, Medîne-i münevvereye
hicret ettiğimizde, Resûlullah efendimiz
beni Sa'd bin Rebî ile kardeş yaptı. Bunun üzerine kardeşim Sa'd, bana;
"Ey kardeşim Abdurrahmân! Ben, mal bakımından Medîneli müslümanların en
zenginiyim. Malımı ikiye ayırdım, yarısı senindir" dedi. Ben de; "Allahü teâlâ malını sana mübârek ve hayırlı
eylesin. Benim, mala ihtiyâcım yok. Yalnız beni, alışveriş yaptığınız çarşınıza
bir götürüver, kâfi" dedim.
Böyle bir
fedâkarlık, ancak İslâm kardeşliğiyle mümkün oluyordu. Âdem aleyhisselâmdan bu zamana kadar pek çok göç olmuştu.
Fakat böylesine mânâlı ve yüce bir hicret; dışardan gelenler ile yerli halk
arasında bu kadar muhabbetli bir kaynaşma ve samîmi bir kucaklaşma olmamıştı.
Nitekim Allahü teâlâ meâlen; “Mü’minler ancak
kardeştirler" buyurdu. (Hucurât sûresi: 10) Bununla, gerçek
sevgi ve samîmiyetin maddî menfaatle değil, îmân ve inançla olabileceğine
işâret buyruluyordu. Eshâb-ı kirâmdaki bu hal, Resûlullah
efendimizin bir sohbetiyle ele geçiyordu. Sevgili Peygamberimizin, mübârek kalbinden fışkıran
deryâlar misâli feyz ve bereketler, Eshâb-ı kirâmın kalblerine akıyor, bunun
netîcesinde, görülmemiş bir fedâkarlıkla birbirlerini seviyorlar ve
kardeşlerini kendilerine tercih ediyorlardı.
Ensâr ve
Muhâcirîn, bu yeni İslâm merkezinde el ele, gönül gönüle vererek İslâm dîninin
kuvvetlenmesi için her fedâkarlığa katlanmak ve sonunda şehâdet mertebesine
kavuşmak üzere söz verdiler. Bu şekilde, Resûlullah'ın
etrâfında toplanıp, İslâm dîninin esaslarına uyarak, yeni bir nizâm ve mes'ud
bir hayat kuruyorlardı. Artık İslâmiyet, hicret hâdisesi ile;
"Devlet" olma yolunda ilk adımını atmıştı. Medîne-i münevvere ise
İslâm dîninin beşiği ve merkezi hâline geliyordu.
Medîne'de;
Eshâb-ı kirâmdan başka, hıristiyanlar, yahudiler ve puta tapan müşrikler de vardı.
Yahudiler; Benî Kaynuka, Benî Kureyzâ ve Benî Nadr olmak üzere üç kabîleden
meydana geliyordu. Bunlar, İslâm'a ve bilhassa sevgili
Peygamberimize ziyâdesiyle düşman idiler.
Bu arada
Mekkeli müşrikler, Peygamber efendimizin
Medîne'de, Eshâbını birbirlerine kardeş yapmak sûretiyle kaynaştırmasını,
kendileri için büyük bir tehlike görmüşlerdi. Kısa zamanda bu işin üstesinden
gelemezlerse, müslümanlar güçlenip Mekke'ye saldırabllir, bıraktıkları
arâzilerini, evlerini, yurtlarını ellerinden alabilirlerdi... Bu düşünceler
içinde bulunan Mekkeli müşriklerden, Medîneli müslümanlara tehdit mektupları
geliyordu. Bu mektupların birinde; "Şüphesiz ki, aramızda düşmanlık
bulunan hiç bir Arap kabîlesinde, bizi, sizler kadar öfkelendiren olmamıştır.
Çünkü, bizden olan bir adamı bize teslim etmeniz gerekirken, O'na yardımcı
olup, kucak açarak korudunuz. Bu, sizin için çok büyük bir kusurdur. Lütfen,
O'nunla bizim aramızdan çıkınız ve O'nu bize bırakınız. Eğer, O'nun gidişâtı
iyi olursa, buna en çok sevinecek olan biziz. Aksi olursa, O'nu çekip çevirmek
de yine bize düşer!..." deniliyordu.
Bu
mektuba, hazret-i Ka'b bin Mâlik, Peygamberimizi
medh eden çok güzel bir cevap yazdı.
Mekkeli
müşrikler, Medîneli müşriklere de aynı şekilde tehdit mektupları yazdılar.
Onlara da; "Eğer bizim adamımızı şehrinizden çıkarmaz veya öldürmezseniz,
üzerinize yürür, sizleri öldürür, kadınlarınızı hizmetimize alırız!..."
diyerek tehditlerde bulundular.
Bunun
üzerine Medîneli müşrikler, Abdullah bin Übey münafığının etrâfında toplanıp,
fırsatını buldukları an Resûlullah efendimize
zarar yapmak üzere karar aldılar.
Müslümanlar
bu durumu öğrenince; sevgili Peygamberimizi
korumak için ellerinden gelen bütün gayreti gösterip, O'nun etrâfında
kenetlendiler. Geceleri sokağa çıkamaz, evlerinde uyuyamaz hâle geldiler. Übey
bin Ka'b (radıyallahü anh) anlattı ki: "Resûlullah efendimiz ile Eshâbı (radıyallahü anhüm), Medîne-i münevvereyi teşrîf
ettiklerinde müslümanlar, müşrik Arap kabîlelerinin düşmanlıklarına hedef
oldular. Eshâb, silâhlı olarak sabahlara kadar nöbet bekledi." Eshâb-ı
kirâm yek vücûd olmuşlar, tehlikeli hâllerde bütün güçleri ile müslüman kardeşlerine
yardıma koşuyorlardı. Bunların başında sevgili
Peygamberimiz geliyordu. Resûlullah
efendimiz, her güzel haslette önde olduğu gibi, cesârette de
Eshâbının en önünde yer alırdı. Gecenin hangi saatinde olursa olsun, bir feryâd
işitilince, Peygamberimiz, hiç kimse
varmadan atı ile oraya yıldırım gibi yetişir, korkulacak bir şeyin olmadığını
Eshâb'ına bildirir ve onları teskin ederdi.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Medîne'yi teşrîf ettiklerinde ilk iş olarak Eshâbını yetiştirecek, cemâatla namaz kılacak bir mescidin yapılmasını arzu ediyorlardı. Bu sırada Cebrâil aleyhisselâm gelip: "Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ sana, kendisi için taştan ve kerpiçten bir beyt (mescit) yapmanı emrediyor" dedi. Habîb-i ekrem efendimiz, hemen devesi Kusvâ'nın Medîne'ye geldiklerinde çöktüğü yeri sâhiplerinden satın almak istediler. Sâhipleri; "Yâ Resûlallah! Biz, onun bedelini ancak cenâb-ı Hak'tan bekleriz. Orayı size, Allah rızâsı için hediye ederiz" diyerek bağışlamayı çok arzu ettiler. Buna rağmen Efendimiz kabûl buyurmayıp, fazlasıyla ücretini ödediler. Bir taraftan arsanın tesviyesi yapılıp düzeltilirken, diğer yandan kerpiçler kesiliyor ve taşlar çekiliyordu. Nihâyet her hazırlık yapıldıktan sonra temel atılmak üzere toplanıldı. Temele ilk taşı, Muhammed Mustafa sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem efendimiz, mübârek elleriyle koydular. Sonra sıra ile; “Ebû Bekr, taşını, benim taşımın yanına koysun! Ömer, taşını Ebû Bekr'in taşının yanına koysun! Osman, taşını, Ömer'in taşının yanına koysun! Ali, taşını Osman'ın taşının yanına koysun" buyurdular. Emirleri yerine geldikten sonra oradaki Eshâb-ı kirâmına; “Siz de taşlarınızı koyunuz" buyurdular. Onlar da koymaya başladılar.
Mescidin yapılmasında, başta sevgili Peygamberimiz olmak üzere bütün Eshâb-ı kirâm durmadan dinlenmeden çalıştılar. Mübârek sırtlarında taş ve kerpiç taşıdılar. Taş ile temeli bir buçuk metre yükseltip, üzerini kerpiçle ördüler. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz bir gün, kerpiç yüklenmiş götürüyordu. Eshâbından biri huzûr-ı şerîfine varıp, fevkalâde bir edeble; "Yâ Resûlallah! Kerpici benim taşımama müsâde eder misiniz?" dedi. Hâtem-ül-enbiyâ efendimiz, ona, daha büyük bir nezaketle, kendisinin sevâb kazanmaya daha çok muhtâç olduğunu bildirip kerpici vermediler. Onun da gidip taş getirmesini tavsiye buyurdular.
Mescid-i Nebînin inşâsında en çok çalışanlardan biri de Resûlullah efendimizdi. En ağır kayaları yüklenerek, mübârek göğüsleri darala darala ustaların yanına götürürlerdi. Bu taşları ve kerpiçleri taşırken yapılan işin kıymetini, kavuşulacak nîmetleri müjdeleyerek Eshâbını gayrete getirirdi. Efendimizin bu gayretini gören müslümanlar, büyük bir aşkla çalışıyorlardı. Hattâ Ammâr bin Yâser (radıyallahü anh), herkes birer kerpiç taşırken, o; birini Peygamber efendimiz, birini de kendisi için olmak üzere iki kerpiç götürürdü. Bu hâli Resûlullah efendimiz gördüklerinde, yanına vardılar. Mübârek elleri ile hazret-i Ammâr'ın arkasını sığayıp; “Ey Sümeyye'nin oğlu! Senin iki, başkalarının bir ecri var" buyurdular.
Mescidin duvarları kısa zamanda bitirildi ve üzeri örtüldü. Ayrıca mescide bitişik, Resûlullah efendimiz için kerpiçten iki oda yapıldı. Bunların üzerleri de hurma kütüğü ve dalları ile örtüldü. (Bu odalar zamanla dokuza kadar çoğaltıldı.) Mescidin inşası bittikten sonra, Peygamber efendimiz, hazret-i Hâlid bin Zeyd'in evinden, kendisi için yapılan eve taşındılar.
Peygamber efendimiz,
Cumâ günleri mesciddeki Hannâne isminde bir hurma kütüğüne dayanarak, hutbe
îrâd ederlerdi. Sonradan üç basamaklı bir minber yaptırdılar. Resûlullah efendimiz ve Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) bir Cumâ günü Mescid-i Nebî’de
toplanmışlardı. Efendimiz, hutbe için yeni minbere çıktıklarında, eskiden
dayandığı kuru hurma kütüğü, herkesin duyacağı kadar, hâmile deve ağlayışını
andıran bir sesle ağlamaya ve inlemeye başladı. Bütün Eshâb-ı kirâm, hayret ederek
bu sesi dinlediler. Fakat, ses bir türlü kesilmiyordu. Bunun üzerine Âlemlerin
efendisi minberden indiler ve mübârek elleri ile kütüğü okşadılar. O anda,
ağlama ve inleme kesildi. Kuru hurma kütüğünün, Peygamberimize
olan bu muhabbetini ve aşkını gören Sahâbîler, göz yaşlarını tutamadılar.
Bu hâdise
ile ilgili hazret-i Enes bin Mâlik; "Mescid bile onun sesinden
sarsıldı", İbn-i Ebî Vedâ'a da (radıyallahü anh);
"Hurma kütüğü, çatlayıp yerinden oynadı. Resûlullah
efendimiz gelip mübârek elini üzerine koydu da ondan sonra
sustu" demişlerdir. Peygamber efendimiz;
“Nefsim yed-i
kudretinde olan Allahü
teâlâya yemîn ederim ki, eğer onu okşamasaydım,
bana karşı hasret ve hüznünden dolayı kıyâmete kadar böyle ağlayacaktı"
buyurdular. Sonra Resûlullah'ın emri
ile hurma kütüğü gömüldü. Başka bir rivâyette şöyle bildirildi: Resûl aleyhisselâm kuru hurma kütüğüne dönüp; “İstersen seni
bulunduğun bahçeye vereyim. Tekrar dal budak sal ve eski hâline gel. İstersen
seni Cennet’e dikeyim de Allahü teâlânın dostları meyvenden
yesin" buyurdu. Resûlullah
efendimiz, ona kulak verip şöyle dediğini duydular: "Beni
Cennet’e dik ve benden Allahü teâlânın
dostları yesin ve eskiyip çürümeyeceğim bir yerde olayım." Ağacın bu
konuşmasını, Peygamber efendimizin
yanında bulunanlar da duydu. Bunun üzerine Resûlullah
efendimiz, ona; “İstediğini yapacağım" diye mukabelede
bulundu. Sonra Eshâbına dönüp; “Dâr-ı bekâyı, dâr-ı fenâya (bu dünyâya) tercih etti" buyurdular.
Server-i
âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz ile
hazret-i Ebû Bekr, hicret ettiklerinde çocuklarını Mekke'de bırakmışlardı.
Hazret-i Hadîce vâlidemizin vefâtından bir sene sonra Hazret-i Âişe ile
Mekke'de nişânlanmışlardı. İmâm-ı Buhârî’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, hazret-i Âişe buyurdu ki: Resûlullah efendimiz bana; “Ey Âişe! Sen,
bana iki kere rüyâmda gösterilmiştin. Gâlibâ ben, yeşil ipekli bir kumaş
parçasında senin resmini görmüştüm de bana; “Bu resmin sâhibi müstakbel
zevcendir" denilmişti" buyurdu. Bu rüyâdan sonra Peygamber efendimizle hazret-i Âişe vâlidemiz
nişânlanmışlardı. Fakat, düğün hemen yapılmamıştı. Bunu, hazret-i Âişe
vâlidemiz şöyle anlattılar:
"Resûlullah Medîne'ye hicret ettiği zaman, bizi
ve kızlarını Mekke'de bırakmıştı. Medîne'yi şereflendirince, âzâdlı kölesi Zeyd
bin Hârise ile Ebû Râfî'i, iki deve ve ihtiyaçları olabilecek şeyleri satın
almak üzere 500 dirhem harçlıkla bize gönderdi. Babam da, Abdullah bin
Üreykıt'ı iki-üç deve ile onların yanına katıp, annemi, beni ve kız kardeşim Esmâ'yı
develere bindirerek göndermesini, kardeşim Abdullah'a mektup yazarak emretti.
Ben, annem Ümmü Rûmân ve Resûlullah'ın
kerîmelerinden Hazret-i Zeyneb, hep birlikte yola çıktık. Kubeyd mevkîine
vardığımızda, Zeyd, 500 dirhemle üç deve daha satın aldı. Kâfileye Talha bin
Ubeydullah da katıldı. Minâ mevkîinden Beyd denilen yere ulaştığımız zaman,
benim devem kaçtı. Ben, mahmilin içindeydim. Annem de yanımdaydı. Annem;
"Eyvah kızcağızım, eyvâh gelinciğim!" diyerek çırpınıyordu. Allahü teâlâ, devemize sükûnet verdi ve bizi
kurtardı. Nihâyet Medîne'ye geldik. Ben, babamın ev halkı ile birlikte
indim."
Resûlullah efendimizin
ev halkı, odalarının önünde indi. Hazret-i Âişe vâlidemiz, babası hazret-i Ebû
Bekr'in evinde bir müddet ikâmet buyurdular. Ebû Bekr (radıyallahü
anh), bir gün Server-i âlem efendimize; "Yâ Resûlallah! Ehlinle
evlenmekten seni alıkoyan nedir?" diye sordu. Resûlullah;
“Mehirdir"
buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr, Resûlullah'a
mehr parası gönderdi. Bunun üzerine hazret-i Âişe vâlidemizin düğünü oldu. O
zaman Peygamber efendimiz ellibeş
yaşında idiler. Hazret-i Âişe vâlidemiz, çok zekî ve kâbiliyetli olup,
hâdiseleri ânında şiir hâlinde söyleyebilirlerdi. Öğrendiği ve ezberlediği bir
şeyi kat’îyyen unutmazdı. Çok akıllı, zekî, âlime, edîbe, afîfe ve sâliha idi.
Hafızası pek kuvvetli olduğu için, Eshâb-ı kirâm, bir çok şeyleri ondan sorup
öğrenirdi. Âyet-i kerîme ile medh edildi.
Mescid-i Nebî inşâ edildikten sonra, namaz vakitlerinde, vaktin girdiğini belirtecek ve müslümanları câmiye dâvet edecek bir usûl yoktu. Sâdece; “Essalâtü Câmi'a" denilirdi.
Resûlullah efendimiz, bir gün Eshâbıyla istişâre ederek, namaz vakitlerinde, mü’minlerin câmiye nasıl dâvet edilmesi gerektiğini sordular. Kimisi, namaz vakitlerini bildirmek için, nasârâ gibi, nâkûs yâni çan çalalım; kimisi, yahudiler gibi boru çalınsın dediler. Kimisi de; "Namaz vakti ateş yakıp yukarı kaldıralım" diye fikirlerini söylediler. Resûlullah efendimiz, hiç birini kabûl etmedi.
Abdullah bin Zeyd bin Sa’lebe (radıyallahü anh) ve hazret-i Ömer, rüyâda ezân okunmasını gördüler. Hazret-i Abdullah, sevgili Peygamberimize gelip rüyâsını şöyle anlattı;
"Yeşil bir şal ve peştemal bağlamış, eline çan almış bir kişi gördüm. Ona; "Elindeki çanı satar mısın?" diye sordum. Bana; "Ne yapacaksın?" dedi. "Namaz vakitlerini bildirmek için çalacağım" deyince, o zât; "Ben sana daha hayırlısını öğreteyim" dedi ve kıbleye dönerek yüksek sesle; "Allahü ekber, Allahü ekber..." diye okumaya başladı. Bitirdikten sonra da; "Namaza kalkacağın zaman da" deyip, ezânı tekrar etti ve sonuna doğru, "Kad kâmet-is-salatü" cümlesini ilave etti."
Bunun üzerine, Resûlullah efendimiz; “Rüyâ haktır. O kelimeleri Bilâl'e öğret, okusun!" buyurdular. Buna ezân ismi verildi.
Hazret-i Bilâl de, Mescid-i şerîfin yakınında bulunan yüksek bir dama çıkarak, ilk ezânı, öğretilen kelimelerle okudu.
Hazret-i Ömer, ezân sesini işitince, koşa koşa Resûlullah efendimizin huzûruna geldi. Hazret-i Bilâl'ın söylediği kelimeleri aynen rüyâsında gördüğünü arz etti. O gece, Eshâb-ı kirâmdan bir kısmı da aynı rüyâyı görmüşlerdi. İşte bu sırada, Cumâ sûresi 9. âyet-i kerîmesi nâzil olup, vahiy ile de bildirilmiş oldu.
Bilâl-i Habeşî, bir gün sabah namazı vaktinde sevgili Peygamberimizin kapısı önünde; "Es-salâtü hayrun minennevm" diye iki defâ seslenmişti. Bunu Peygamber efendimiz beğendi. “Bilâl, bu ne güzel söz! Sabah ezânını okurken bunu da söyle" buyurdular. Böylece sabah ezânında bu söz de söylenmeye başlandı.
Peygamberimizin vefâtına kadar müezzinlik yapan Bilâl-i Habeşî'nin (radıyallahü anh); sesi gür, çok güzel ve pek tesirliydi. O, ezân okumaya başlayınca, herkes büyük bir aşk ve vecd içinde dinleyip, kendinden geçerdi. Ezân okurken herkesi ağlatırdı.
Eshâb-ı kirâmın (radıyallahü anhüm), birbirlerini namaz vakitlerinde câmiye ezân-ı şerîf ile dâvet etmeleri, Medîneli müşrikler ile yahudilerin pek tuhafına gitti. Ezân okunurken alay ve eğlenceye alırlardı. Onların bu maskaralıklarına karşı, Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “Onlar, namaza ezân ile dâvette bulunduğunuz zaman, onu oyun ve eğlence edinirler. Bu da, onların aklı ermez bir kavim olmalarındandır" buyurdu. (Mâide sûresi: 58)
Fahr-i
kâinat sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz,
Eshâb-ı kirâmını yetiştirmek, olgunlaştırmak için, Mescid-i Nebî'de eşi benzeri
bulunmayan sohbetler eder, Allahü teâlânın
kendisine ihsân ettiği feyz ve bereketleri, onların kalblerine akıtırdı. Peygamber efendimizin sohbetine katılmak
şerefine nâil olanlar, daha ilk sohbette kalblerinde büyük bir değişiklik
hisseder ve pek yüksek ilâhî marifetlere kavuşurlardı. Bu sohbetlerin
bereketiyle Eshâb-ı kirâm, başta sevgili
Peygamberimiz olmak üzere, bütün sahâbe arkadaşlarını canlarından
çok sever hâle gelirlerdi. Allahü teâlâ
onları, âyet-i kerîmelerle medhetmiştir. Onlar, Resûlullah
efendimizin huzûr-ı şerîflerinde; sanki başlarına kuş konmuş da,
hareket edince uçacakmış gibi pek edebli ve çok dikkatli dururlardı. Böylece,
Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm)
peygamberlerden ve büyük meleklerden sonra mahlûkâtın en efdâli ve en üstünü
oldular.
Allahü teâlâ.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “Siz ümmetlerin en
iyisi, en hayırlısı oldunuz. İnsanların iyiliği için yaratıldınız. İyilik
yapılmasını emreder, kötülükten nehyedersiniz..." (Âl-i İmrân sûresi: 110)
“Önce müslüman
olanlardan, Muhâcirlerin ve Ensârın önce gelenlerinden ve bunların yolunda
gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır ve bunlar da, Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ bunlar için, Cennetler
hazırladı. Bu Cennetlerin altından nehirler akmaktadır. Bunlar Cennetlerde
sonsuz olarak kalacaklardır."
(Tevbe sûresi: 100)
“Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlânın peygamberidir ve O'nunla
birlikte bulunanların, (yâni Eshâb-ı kirâmın) hepsi kâfirlere karşı şiddetlidirler. Fakat,
birbirlerine karşı merhametli, yumuşaktırlar. Bunları çok zaman rükûda ve
secdede görürsünüz. Herkese dünyâda ve âhırette her iyiliği, üstünlüğü, Allahü teâlâdan isterler. Rıdvânı, Allahü teâlânın
kendilerini beğenmesini de isterler. Çok secde ettikleri, yüzlerinden belli
olur. Onların hâlleri, şerefleri böylece Tevrât’da ve İncîl’de bildirilmiştir.
İncîl’de de bildirildiği gibi, onlar, ekine benzer. İnce bir filiz yerden çıkıp
kalınlaştığı, yükseldiği gibi, az ve kuvvetsiz oldukları hâlde, az zamanda
etrâfa yayıldılar. Her tarafı îmân nûru ile doldurdular. Herkes filizin hâlini
görüp, az zamanda nasıl büyüdü diyerek, şaşırdıkları gibi, hâl ve şanları
dünyâya yayılıp, görenler hayret etti ve kâfirler kızdılar."
(Feth sûresi: 29) buyurdu.
Peygamber efendimiz
de Hadîs-i şerîflerinde, Eshâb-ı
Kirâmın büyüklüğünü, derecelerinin yüksekliğini izâh için; “Eshâbımın hiç birine dil uzatmayınız. Onların
şanlarına yakışmayan bir şey söylemeyiniz! Nefsim elinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sizin biriniz Uhud Dağı kadar altın
sadaka verse, Esbabımdan birinin bir müd arpası kadar sevâb alamaz" ve
“Eshâbım
gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız kurtulursunuz" buyurdular.
Peygamber efendimiz,
Mescid-i Nebî'nin kuzey duvarına hurma dallarıyla bir gölgelik yaptırdı. Burada
Mekke'den hicret eden, malı-mülkü bulunmayan bekâr sahâbîlerin yatıp
kalkmalarını emir buyurdu. Sayıları on ile dörtyüz arasında değişen bu
sahâbîler, Resûlullah efendimizin
yanlarından hiç ayrılmaz ve sohbetlerinden hiç geri kalmazdı. Gece-gündüz Kur'ân-ı kerîm okurlar, ilim öğrenirler, hadîs-i şerîfleri hıfz ederlerdi. Günlerinin
çoğunu oruç tutarak geçirirler; ibâdet ve tâattan bir an ayrılmazlardı.
Burada
yetişenler, yeni müslüman olan kabîlelere gönderilirler, onlara Kur'ân-ı kerîmi ve sünnet-i şerîfleri, yâni dîn-i
İslâm’ı öğretirlerdi. Pek ziyâde fazîletlere sâhîb olan bu mübârek sahâbîler,
büyük bir irfân ordusu idiler. Peygamber
efendimiz, onları çok sever, onlarla oturup sohbet ederler ve
beraber yemek yerlerdi. Burada kalanlara Eshâb-ı suffe denirdi.
Resûlullah efendimiz
bir gün Eshâb-ı suffeye bakıp, son derece fakir olduklarını düşündüler. Böyle
oldukları hâlde gönül rahatlığı ve parlaklığı ile ibâdet ediyorlardı. Peygamber efendimiz merhamet buyurup, onlara; “Ey Suffe eshâbı!
Size müjdeler olsun! Eğer ümmetimden, sizin içinde bulunduğunuz bu zor şartlara
râzı bir kimse kalmış olursa, o, elbette benim arkadaşlarımdandır"
buyurdular.
Habîb-i ekrem
sallallahü aleyhi ve sellem, her şeyden önce bu
seçkin Eshâbının ihtiyaçlarını te’min eder, sonra Ehl-i beytininkini gidermeye
çalışırlardı. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)
şöyle anlattı: "Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü
teâlâya yemîn ederim ki, ben bâzan açlıktan karnımı yere dayar,
bâzan da yerden aldığım bir taşı karnıma bastırırdım. Yine böyle bir hâlde
idim. O gün Resûlullah'ın mescide
geçtiği yolun üstünde oturmuştum. O sırada âlemlere rahmet olarak gönderilen
iki cihânın süsü, nûr saçarak yanıma geldiler. Hâlimi anlayıp gülümsediler ve; “Yâ Ebâ
Hüreyre!" buyurdular. "Canım sana fedâ olsun, buyur yâ
Resûlallah!" deyince; “Benimle gel" buyurdular. Hemen peşlerinden
yürüdüm. Hâne-i saâdetlerine girdiler. Evde bir bardak süt vardı. “Haydi, Ehl-i
suffeye git. Onları bana çağır" buyurdular. Onları çağırmak
için giderken kendi kendime; "Bütün suffe ehline bir bardak süt nasıl
yeter? Bana da bir yudum düşer mi ki?!..." diye düşünüyordum. Onları
çağırdım, saâdethâneye geldik, izin isteyip içeri girdik, uygun yerlere oturduktan
sonra, Resûlullah efendimiz; “Yâ Ebâ Hüreyre!
Şu süt bardağını al, onlara ver!" buyurdular. Ben de bardağı
alıp, sıra ile arkadaşlarıma veriyordum. Her biri bardağı alıyor doyuncaya
kadar içiyor, bana iâde ediyordu. Herkesten aldığımda, bardağın hiç eksilmediğini,
öylece sütle dolu olduğunu görüyordum. Bu şekilde, gelen bütün arkadaşlarıma
takdim ettim. Hepsi içip doydular. Sonra Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem bardağı alıp, bana
gülümsediler ve; “Yâ Ebâ Hüreyre! Süt içmeyen bir ben kaldım, bir de sen. Haydi sen de
otur, iç!" buyurdular. Oturup içtim. “Yine iç!" buyurdular. İçtim.
Efendimiz, bir kaç defâ “İç!" buyurdular. Ben de her defâsında
içtim. Nihâyet; "Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Artık
içemiyeceğim. Seni hak din ile gönderen Allahü teâlâya
yemîn ederim ki, iyice doydum" dedim. “Öyleyse bardağı bana ver" buyurdular.
Verdim. Allahü teâlâya hamd ve senâ
ettikten sonra, Besmele çekerek sütü içtiler."
Mescidde Resûlullah efendimizin hiç bir sohbetini
kaçırmadan ilim öğrenen bu mümtaz Eshâba karşı, Medîneli sahâbîler, benzeri
görülmemiş şekilde muhabbet beslerlerdi. Bir akşam, açlıktan dermanı kalmayan
Suffe'den bir sahâbî, Resûlullah efendimizin
huzûr-ı şerîflerine gelip, hâlini arz etti. Peygamber
efendimiz, hâne-i saâdetlerine, yiyecek bir şeyin olup olmadığını
sordular. "Şu anda evde yiyecek olarak sudan başka bir şey yok"
cevâbını alınca, orada hazır bulunan Eshâbına; “Kim şu açı misâfir eder?" buyurdular.
Eshâb-ı kirâmdan Medîneli biri, herkesten önce davranıp; "Anam-babam sana fedâ
olsun yâ Resûlallah! Onu ben ağırlarım" dedi. Mrsâfiriyle evine gidip
hanımına; "Resûlullah efendimizin
misâfirini ağırlayacak bir şeyler hazırla" dedi. Hanımı; "Şu anda
evimizde çocukların yiyeceğinden başka bir şey yok" diye cevap verdi.
"Önce çocukları uyut. Sonra o yemeği getir" diyen sahâbî, ancak bir
kişiye yetecek kadar olan yemeği alıp misâfirin odasına girdi. Sofrayı koyup
buyur etti. Yemeğe beraber başladıktan sonra kalktı, lâmbayı düzeltiyormuş gibi
yapıp söndürdü. Tekrar karanlıkta sofranın başına oturdu. Yiyormuş gibi
hareketler yaparak, misâfirin doymasını bekledi. Misâfir doyduktan sonra
sofrayı kaldırdı. O gece, çocukları ile aç olarak sabahladılar. Sabahleyin Peygamber efendimizin huzûr-ı şerîflerine
gittiklerinde; “Allahü teâlâ bu geceki hareketinizden hoşnûd oldu" buyurdular.
Bunun üzerine Allahü teâlâ, Haşr
sûresinin 9. âyet-i kerîmesini göndererek meâlen; “Onlar (Ensâr), kendilerinde
yoksulluk ve muhtâçlık olsa bile, (Muhâcirleri) kendi canlarından üstün tutarlar." buyurdu.
Resûlullah efendimiz, Eshâbına, dînimizin emir ve yasaklarını inceden inceye anlatıyor, öğretiyorlardı. Îmânın, İslâmın şartları, namaz, oruç, hac, zekâta âit bütün hükümler; Âyet-i kerîmelerin tefsîrleri; haram ve helâl olan yiyecekler, giyecekler; yemîn, adak, keffâretler, alış-veriş bilgileri; yeme-içme, giyinme, görüşme-konuşma, selâmlaşma âdâbı; komşuluk, akrabâlık ve dostluk münâsebetleri; evlenme, nafaka, verâset ve mîras hükümleri; dâvâlar, cezâlar, anlaşma ve ortaklıklar; sağlık, sıhhat bilgileri; düşmanla çarpışma, harp hukûku... gibi bütün "Dîn-i İslâm’ı herkesin anlayacağı şekilde anlatır, önemli gördükleri bir husûsu, üç defâ tekrar ederlerdi. Kadınlara âit bilgileri de, mübârek zevceleri vâsıtasıyla öğretirlerdi.
Müslümanların kahraman imâmı, Eshâb-ı kirâmın yükseklerinden, hep doğru söyleyici olmakla meşhûr, sevgili büyüğümüz Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) buyuruyor ki:
"Öyle bir gün idi ki, Eshâb-ı kirâmdan bir kaçımız, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin huzûrunda ve hizmetinde bulunuyorduk. O gün, o saat, öyle şerefli, öyle kıymetli ve hiç ele geçmez bir gün idi. O gün, Resûlullah'ın sohbetinde, yanında bulunmakla şereflenmek, rûhlara gıda olan, canlara zevk ve safâ veren cemâlini görmek nasîb olmuştu. (Bu günün şerefini, kıymetini anlatabilmek için; "Öyle bir gün idi ki..." buyurdu. Cebrâil, aleyhisselâmı insan şeklinde görmek, onun sesini işitmek, kulların muhtâç olduğu bilgiyi, gâyet güzel ve açık olarak, Resûlullah'ın mübârek ağzından işitmek nasîb olan bir gün gibi, şerefli ve kıymetli bir vakit bulunabilir mi?)
O vakit, ay doğar gibi bir zât yanımıza geldi. Elbisesi çok beyaz, saçları pek siyah idi. Üzerinde; toz, toprak, ter gibi yolculuk alâmetleri görünmüyordu. Resûlullah'ın Eshâbı olan bizlerden hiç birimiz onu tanımıyorduk. Yâni, görüp bildiğimiz kimselerden değildi. Resûlullah'ın huzûrunda oturdu. Dizlerini, mübârek dizlerine yanaştırdı. (Bu gelen, Cebrâil idi. İnsan şekline girmişti. Cebrâil aleyhisselâmın böyle oturması, mühim bir şeyi bildirmek için idi. Yâni, din bilgisi öğrenmek için utanmanın doğru olmadığını ve üstâda gurur, kibir yakışmayacağını göstermektedir. Herkesin, dinde öğrenmek istediklerini, muallimlere serbestçe ve sıkılmadan sorması lâzım geldiğini, Cebrâil aleyhisselâm, Eshâb-ı kirâma, bu hâli ile anlatmaktadır. Çünkü, din öğrenmekte utanmak ve Allahü teâlânın hakkını ödemekte ve öğretmekte ve öğrenmekte sıkılmak doğru olmaz.)
O zât-ı şerîf, ellerini Resûl-i ekrem efendimizin mübârek dizleri üzerine koydu ve; "Yâ Resûlallah! Bana İslâmiyeti, müslümanlığı anlat" dedi.
Resûl-i ekrem buyurdu ki: “İslâmın şartlarından birincisi, “Kelime-i şehâdet" getirmektir. (Kelime-i şehâdet getirmek demek, "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" söylemektir. Yâni akıl ve bâliğ olan ve konuşabilen kimsenin; "Yerde ve gökte, O’ndan başka, ibâdet edilmeye ve tapılmaya lâyık hiç bir şey ve hiç bir kimse yoktur. Hakîki mâbud, ancak Allahü teâlâdır. O, vâcib-ül-vücûddur. Her üstünlük O'ndadır. O'nda hiç bir kusur yoktur. O'nun ismi Allah’dır" demesi ve buna kalb ile kesin olarak inanmasıdır. Ve yine; "O, gül renkli, beyaz kırmızı, parlak, sevimli yüzlü, kara kaşlı ve kara gözlü, mübârek alnı açık, güzel huylu, gölgesi yere düşmez ve tatlı sözlü, Arabistan'da Mekke'de doğduğu için Arab denilen, Hâşimî evlâdından Abdullah'ın oğlu Muhammed adındaki zât-ı âlî, Allahü teâlânın kulu ve resûlü yâni peygamberidir" demesidir.)
“Vakti gelince namaz kılmaktır. Malın zekâtını vermektir. Ramazân-ı şerîfte her gün oruç tutmaktır. Gücü yetenin ömründe bir kere hac etmesidir." O zât, Resûlullah'dan bu cevapları işitince; "Doğru söyledin yâ Resûlallah!" dedi. Biz dinleyiciler; "Hem soruyor, hem de onu tasdik ediyor!" diye onun bu sözüne şaştık.
Bu zât yine; "Yâ Resûlallah! Îmânın ne olduğunu da bana bildir" dedi.
(Bu hadîs-i şerîfte, îmânın lügat mânâsını düşünmemelidir. Çünkü lügat mânâsı, tasdik ve inanmak demek olduğundan, Arab câhillerinden, bu mânâyı bilmeyen kimse yoktur. Nerde kaldı ki, Eshâb-ı kirâm radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn bilmemiş olsunlar. Cebrâil aleyhisselâm, îmânın mânâsını Eshâb-ı kirâma öğretmek istiyordu. Burada İslâmiyette neye îmân denildiği sorulmaktadır.) Resûlullah sallallahü aleyhi ve selem de, îmânın belli altı şeye inanmak olduğunu şöyle bildirdi:
“Önce, Allahü teâlâya, meleklerine, kitaplarına, resûllerine, âhıret gününe, kadere, hayır ve şerlerin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır." O zât, yine; "Doğru söyledin" diyerek tasdik etti. Sonra tekrar; "Yâ Resûlallah! İhsânın ne olduğunu da bana bildir" dedi. Resûlullah efendimiz; “Allahü teâlâya; “O'nu görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Çünkü her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni muhakkak görür" buyurdu. O zât tekrar; "Yâ Resûlallah! Bana kıyâmetten haber ver!" dedi. Resûl aleyhisselâm; “Bu mes’elede sorulan sorandan daha âlim değildir" buyurdular. O zât tekrar; "O hâlde onun alâmetlerini bildir" dedi. Resûlullah efendimiz, “Câriyelerin efendilerini doğurması, yalın ayak, çıplak, yoksul çobanların (zengin olarak) yüksek binâ yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir" buyurdu. Bundan sonra dönüp gitti. Resûlullah, bana dönüp; “Ey Ömer! Soran kişinin kim olduğunu biliyor musun?" diye sordular. "Allahü teâlâ ve Resûlü daha iyi bilir" dedim. Resûlullah; “O Cibrîl (Cebrâil) idi. Sizlere dîninizi öğretmek için geldi" buyurdular.
Peygamber efendimiz, Eshâbına, dindeki derecelerine göre, anlayacakları şekilde anlatırlardı. Eshâb-ı kirâmın en yükseklerinden olan hazret-i Ömer, bir gün geçerken, Resûlullah efendimizin Ebû Bekr-i Sıddîk'a (radıyallahü anh) bir şey anlattığını gördü. Yanlarına gidip dinledi. Bunu başkaları da gördü, fakat, gelip dinlemekten çekindiler. Ertesi gün, Ömer'i (radıyallahü anh) görünce; “Yâ Ömer! Resûlullah dün size bir şey anlatıyordu. Söyle, biz de öğrenelim" dediler. Çünkü Resûlullah efendimiz dâimâ; “Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz!" buyururdu. Hazret-i Ömer; "Dün hazret-i Ebû Bekr, Kur'ân-ı kerîmden anlayamadığı bir âyet-i kerîmenin mânâsını sormuş, Resûlullah ona anlatıyordu. Bir saat dinledim, bir şey anlayamadım" dedi. Çünkü, hazret-i Ebû Bekr'in yüksek derecesine göre anlatıyordu. Hazret-i Ömer, o kadar yüksek idi ki, Resûlullah efendimiz; “Ben peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra peygamber gelmeyecektir. Eğer, benden sonra peygamber gelseydi, Ömer peygamber olurdu" buyurdu. Böyle yüksek olduğu ve ana dili olan Arabîyi çok iyi bildiği hâlde, Kur'ân-ı kerîmin hazret-i Ebû Bekr'e anlatılan tefsîrini anlayamadı. Ebû Bekr'in derecesi, ondan çok daha yüksekti. Hazret-i Ebû Bekr, hattâ Cebrâil aleyhisselâm bile, Kur'ân-ı kerîmin mânâsını, esrârını, Resûlullah'a sorardı. Resûlullah, Kur'ân-ı kerîmin hepsinin tefsîrini Eshâbına bildirmiştir. Sevgili Peygamberimiz, bu şekilde Eshâbına dîni öğrettiği gibi, dâvâlara bakıyor, şâhidlerini dinleyip, en güç anlaşmazlıkları netîceye bağlayarak hâllediyordu.
Gün
geçtikçe İslâmın nûru yayılmaya, Resûlullah
efendimizin mübârek ismi işitilince kalblerde yer tutmaya başladı.
O'nun gelmesini hasretle bekleyen ilim ehli kimseler, arayış içinde ve heyecanla
Medîne'ye koşarak, îmân etmekle şerefleniyorlardı. Bunlardan birisi de Selmân-ı
Fârisî hazretleri idi. O, müslüman olmasını şöyle anlatmıştır:
"Ben
Fâris'in (İran), İsfehan şehrinin Cey köyündenim. Babam köyün en zengini olup,
arâzimiz ve malımız çoktu. Evin yegane çocuğu ve babamın tek sevgilisi idim.
Bunun için beni kız gibi yetiştirirdi. Evden çıkmama izin vermezdi. Mecûsî
olduğu için, bana mecûsîliği istediği şekilde eksiksiz olarak öğretti. Evde
devamlı bir ateş yanar, biz de ona tapar, secde ederdik. Babamın malı ve mülkü
çok olduğu için, beni bir ara dışarıya çıkardı ve; "Yavrum! Ben öldüğüm
zaman bu malların sâhibi sen olacaksın, onun için, git mallarını ve arâzilerini
tanı" dedi. Ben de "Peki" deyip bahçelerimizi dolaştım. Bir gün
tarlalara bakmaya gittiğimde, bir kiliseye rastladım. Hıristiyanların seslerini
işittim, yanlarına gidince içerde ibâdet ettiklerini gördüm. Ben, daha önce
öyle bir şey görmediğimden, hayrette kaldım. Çünkü bizim ibâdetimiz ateş yakıp,
ona secde etmekten başka bir şey değildi. Onlar ise, görünmeyen bir Allah'a
ibâdet ediyorlardı. Kendi kendime; "Vallahi bunların dîni haktır ve
bizimki bâtıldır" dedim. Akşama kadar onları merâkla seyrettim.
Tarlalarımıza gitmeden karanlık basmaya başladı. Onlara; "Bu dînin aslı
nerededir?" deyince; "Şam'dadır" dediler. Sonra; "Şam'a
gitsem beni de kabûl ederler mi?" diye sorduğumda; "Evet kabûl
ederler" diye cevap verdiler. "Sizlerden, yakında Şam'a gidecek
kimseler var mıdır?" diye sorunca; bir müddet sonra bir kervanın
gideceğinden bahsettiler. Konuştuğum kimseler az olup, Şam’dan İsfehan'a
gelmişlerdi.
Ben
bunlarla meşgûl iken eve gitmekte geciktim. Benim dönmediğimi gören babam, beni
aramaya başlamış ve adam göndermiş. Aramışlar bulamamışlar. Onlar telâş içinde
iken eve döndüm. Babam; "Bu zamana kadar nerede idin? Seni aramadığımız
yer kalmadı" dedi. Ben de; "Babacığım! Ben bu gün tarlaları dolaşmaya
çıkmıştım. Fakat yolda bir hıristiyan kilisesine rastladım. İçeri girdim.
Baktım ki; görmedikleri ve her şeye hâkim ve kâdir olan bir Allah'a îmân
ediyorlar. Onların ibâdetlerine şaştım kaldım. Akşama kadar onları seyrettim.
Onların dîninin hak olduğunu anladım" dedim. Bunu duyan babam; "Ey
oğlum! Yanlış düşünüyorsun, babalarının ve dedelerinin dîni, onların dîninden
daha doğrudur. Onların dîni bozuktur. Sakın aldanma ve inanma!" dedi. Ben
de; "Hayır, onların dîni bizimkinden daha hayırlıdır ve onlarınki hak,
bizimki bâtıldır" dedim. Babam, buna çok kızdı ve beni el ve ayaklarımdan
bağlayıp eve hapsetti. Bu durumda iken, devamlı Şam'a gidecek kervandan haber
beklerdim.
Nihâyet
hıristiyan râhiplerin, kervanı hazırladıklarını öğrendim. İplerimi çözüp kaçtım
ve kervanın bulunduğu kiliseye gittim. Buralarda duramayacağımı anlattım ve
kervana katılarak Şam'ın yolunu tuttum. Şam'da hıristiyan dîninin en büyük
âlimini sordum. Bana birini târif ettiler, onun yanına gidip hâlimi anlattım.
Yanında kalmak istediğimi, kendisine hizmet edeceğimi söyleyip, hıristiyanlığı
öğretmesini, Allahü teâlâyı tanıtmasını
ricâ ettim. Kabûl etmişti. Artık ona hizmet etmeye, kilisenin işlerini yapmaya
başlamıştım. O da bana hıristiyanlığı öğretiyordu. Fakat sonradan onun kötü
kimse olduğunu anladım. Çünkü hırıstiyanların, fakirlere vermek için
getirdikleri sadaka, altın ve gümüşleri saklar, muhtâçlara vermezdi. Tam yedi
küp altın ve gümüş biriktirmişti. Bunu benden başka bilen yoktu. Bir müddet
sonra vefât etti. Hıristiyanlar defin için toplandılar. Onlara; "Neden
buna bu kadar hürmet ediyorsunuz, o hürmete lâyık bir insan değildir!"
dedim. "Sen bunu nereden çıkarıyorsun?" dediler ve bana inanmadılar.
Ben de biriktirdiği altınların yerini gösterdim. Yedi küp altını ve gümüşü
çıkardılar, sonra; "Bu, defne ve teçhize lâyık bir kimse değildir"
diyerek bir yere atıp üzerini taşla örttüler. Yerine başka birisi geçti. Bu zât
gerçekten ilim sâhibi zahid bir kimse olup, dünyâya hiç ehemmiyet vermezdi.
Âhırete tâlib bir kimse idi ve hep âhıret için çalışır, gece-gündüz dâimâ
ibâdet ederdi. Onu çok sevdim ve uzun zaman yanında kaldım. Hizmetini severek
yapardım. Birlikte ibâdet ederdik. Bir gün ona; "Ey benim efendim! Uzun
zamandan beri yanınızdayım ve sizi çok sevdim. Çünkü Allahü teâlânın emirlerine itâat ediyor ve men ettiklerinden
kaçıyorsunuz. Vefât ettiğiniz zaman, ben ne yapayım bana ne tavsiye
edersiniz?" diye sordum. Cevap olarak; "Oğlum, Şam'da insanları ıslâh
edecek bir kimse kalmadı. Kime gitsen seni ifsâd eder. Fakat Musul'da bir zât
vardır. Onu bulmanı tavsiye ederim" dedi. Vefât edince, Musul'a geçtim,
târif ettiği zâtı buldum ve başımdan geçenleri anlattım. Hizmetine kabûl etti.
O da, diğer zât gibi çok kıymetli, dünyâya düşkün olmayan ve devamlı ibâdet
eden bir kimse idi. Ona da uzun zaman hizmet ettim. Fakat bir gün hastalandı.
Vefât zamanı, aynı soruları ona da sordum. Bana Nusaybin'de bir zâtı tavsiye
etti. Vefâtı üzerine derhal Nusaybin'e gittim. Söylediği kimseyi bulup, yanında
kalmak istediğimi bildirdim. Kabûl etti, bir müddet de onun hizmetinde
bulundum. Hastalanınca, beni başka birine göndermesini söyledim. Bu sefer bana
Amuriye adlı Rum şehrinde bulunan başka bir zâtı târif etti. Vefâtından sonra
Amuriye'nin yolunu tuttum. Söylediği bu şahsıda bulup, hizmetine girdim ve uzun
zaman kaldım. Onun da vefâtı yaklaştı. Beni birine havâle etmesini ricâ edince;
"Vallahi şimdi böyle bir kimse bilmiyorum. Fakat âhır zaman peygamberinin
gelmesi yaklaştı. O, Arablar arasından çıkacak, vatanından hicret edip, taşlık
içinde hurması çok bir şehre yerleşecek. Hediyeyi kabûl eder sadakayı kabûl
etmez. İki omuzu arasında nübüvvet mührü vardır" diyerek alâmetlerini
saydı. Bu zât da vefât edince, söylediklerine uyarak Arab diyârına gitmeye
karar verdim.
Amuriye'de
çalışıp, bir kaç öküz ile bir mikdâr koyun sâhibi olmuştum. Benî Kelb
kabîlesinden bir kâfile, Arab beldesine gidecekti. Onlara; "Bu sığır ve
koyunlar sizin olsun, beni Arab vilayetine götürün!" deyince, teklifimi
kabûl edip yanlarına aldılar. Vâdiy-ül-Kurâ denilen yere gelince, ihânet edip,
köledir diyerek beni bir yahudiye sattılar. Yahudinin bulunduğu yerde hurma
bahçeleri gördüm. "Âhır zaman peygamberinin hicret edeceği yer herhâlde
burasıdır" diye düşündüm. Fakat bir türlü ısınamadım. Bu yahudiye bir
müddet hizmet ettim. Sonra beni amcasının oğluna sattı. O da alıp Medîne'ye
getirdi. Medîne'ye varınca, burasını önceden görmüş gibi ısındım. Artık
günlerim Medîne'de geçiyor, beni satın alan yahudinin bağında-bahçesinde
çalışıp, hizmetini görüyordum. Bir taraftan da asıl maksadıma kavuşmanın
sabırsızlığı içinde idim.
Bir gün,
bir hurma ağacına çıkmış çalışıyordum. Sâhibim, biri ile bir ağacın altında
konuşuyordu. Bir ara; "Evs ve Hazrec kabîleleri helâk olsunlar. Mekke'den
bir kimse Kuba'ya geldi. Peygamber olduğunu söylüyor. Bu kabîleler de O'nu
kabûl edip dînine giriyorlar..." diye konuştular. Ben bu sözleri işitince,
kendimden geçer gibi oldum. Derhal aşağı inip, o şahsa; "Ne
diyorsun?" dedim. Sâhibim bana; "Neyine lâzım, neden soruyorsun, sen
işine bak!" diyerek bir tokat vurdu. O gün akşam olunca, bir miktar hurma
alıp, hemen Kuba'ya vardım. Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin yanına
girip; "Sen sâlih bir kimsesin, yanında da fakirler vardır. Bu hurmaları
sadaka getirdim" dedim. Resûlullah,
yanında bulunan Eshâba; “Geliniz hurma yiyiniz" buyurdu. Onlar
yediler. Fakat kendisi hiç yemedi. Kendi kendime; "İşte alâmetin biri
budur. Sadaka kabûl etmiyor" dedim. Resûlullah
efendimiz Medîne'yi teşrîf ettikten sonra bir miktar hurma daha
alıp, Resûlullah'a getirdim.
"Bu, hediyedir" dedim. Bu defâ yanındaki Eshâb ile birlikte yediler.
"İşte ikinci alâmet de çıktı" dedim. Götürdüğüm hurma yirmibeş
civarında idi. Halbuki yenen hurma çekirdekleri bin kadardı. Resûlullah efendimizin mûcizesiyle hurma
artmıştı. Kendi kendime; "Bir alâmet daha gördüm" dedim. Resûlullah'ın yanına tekrar gitmiştim. Cenâze
defnediyorlardı. Nübüvvet mührünü görmeyi arzu ettiğim için iyice yaklaştım.
Benim murâdımı anlayıp, gömleğini kaldırdı. Mübârek sırtı açılınca, nübüvvet
mührünü gördüm; hemen öptüm ve ağladım. O anda Kelime-i şehâdeti söyleyerek
müslüman oldum. Sonra da Resûlullah'a,
başımdan geçen hâdiseleri bir bir anlattım. Hâlime taaccüb edip, bunu Eshâb-ı
kirâma da anlatmamı emir buyurdular. Eshâb-ı kirâm toplandı, ben de başımdan
geçenleri en ince teferruâtına kadar anlattım..." Selmân-ı Fârisî îmân
ettiği zaman, Arab lisânını bilmediği için, tercümân istemişti. Gelen yahudi tercümân,
onun sevgili Peygamberimizi
medhetmesini aksi şekilde söylüyordu. O esnada Cebrâil
aleyhisselâm gelip, hazret-i Selmân'ın
sözlerini doğru olarak Resûlullah'a
bildirdi. Yahudi durumu anlayınca, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.
Selmân-ı
Fârisî (radıyallahü anh), müslüman olduktan
sonra, köleliğe bir müddet daha devam etti. Sevgili
Peygamberimizin; “Kendini kölelikten kurtar yâ Selmân!" buyurması
üzerine, sâhibine gidip, âzâd olmak istediğini söyledi. Buna zorla râzı olan
yahudi, üçyüz hurma fidanı dikerek yetiştirip, hurma verir hâle getirmesi ve
kırk rukye altın (o zamanki ölçüye göre bir miktar altın) vermesi şartıyla
kabûl etti. Bunu, Resûlullah efendimize
haber verdi. O da, Eshâbına; “Kardeşinize yardım ediniz" buyurdu. Onun
için üçyüz hurma fidanı topladılar. Resûlullah
efendimiz; “Bunların çukurlarını hazır edip, tamam olunca bana haber
ver" buyurdu. Çukurları hazırlayıp, haber verince, teşrîf edip
fidanları kendi mübârek elleriyle dikti. Bir tanesini de hazret-i Ömer
dikmişti. Hazret-i Ömer'in diktiği hariç, hepsi Allahü
teâlânın izni ile, o sene hurma verdi. Resûlullah
efendimiz o bir taneyi de söküp, kendi mübârek eli ile yeniden dikti
ve diktiği anda hurma verdi.
Selmân-ı
Fârisî hazretleri anlattı ki: "Bir gün, bir zât beni arıyor ve;
"Selmân-ı Fârisî'yi Mükâtib-i fakir (efendisi ile hürriyetine
kavuşmak için belli bir miktarda anlaşan köle) nerededir?" diye soruyordu.
Beni buldu ve elinde bulunan yumurta büyüklüğündeki altını verdi. Bunu alıp Peygamberimize gittim ve durumu arzettim. Resûlullah altını tekrar bana verip; “Bu altını al
borcunu öde!" buyurdu. Ben; "Yâ Resûlallah! Bu altın
yahudinin istediği ağırlıkta değil" deyince, Resûlullah
efendimiz o altını alıp, mübârek dilinin üzerine sürdü. “Al bunu! Allahü teâlâ bununla senin borcunu edâ eder" buyurdu.
Allah hakkı için o altını tarttım, istenilen kadardı. Onu da götürüp verdim.
Böylece kölelikten kurtuldum."
Selmân-ı
Fârisî (radıyallahü anh) bu günden sonra,
Eshâb-ı suffe arasına katıldı.
Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem Kur'ân-ı kerîmi öyle güzel, öyle tatlı ve tesirli
okurdu ki, O'nu dinleyen gayr-i müslimler de hayran kalırlardı. O'nu dinleyerek
müslüman olanların sayısı çoktu. Hazret-i Berâ bin Âzib anlattı ki: "Bir
yatsı namazından sonra Resûlullah efendimizi,
Tîn sûresini okurken dinlemiştim. Öyle güzel okuyordu ki, sesi ve okuyuşu
O'ndan daha mükemmel olan bir kimse dinlemiş değildim."
Eshâb-ı
kirâm arasında sesi çok güzel olan, Kur'ân-ı kerîmi
okurken ağlayan ve ağlatanlar pek çoktu. Bunlardan birisi, Üseyd bin Hudayr (radıyallahü anh) idi. Bir gece, atını yanına
bağlayıp, Bakara sûresini okumaya başladı. Okurken at birden bire ürktü.
Hazret-i Üseyd sustu, at sâkinleşti. Okumaya başladı, at yine ürktü. Sununca
sâkinleşti. Tekrar okumaya başlayınca, yine ürktü. Üseyd bin Hudayr'ın (radıyallahü anh) oğlu Yahyâ, ata yakın bir yerde
yatıyordu. Atın, çocuğa bir zarar vermesinden endişe ederek, okumayı bıraktı.
Gökyüzüne baktığında, beyaz bulut gölgesine benzeyen bir sisin içinde, kandil
gibi parıldayan şeyler farketti. Okumayı kesince, o parıldayan şeylerin semâya
doğru yükselerek gittiğini gördü. Sabah olunca, sevgili
Peygamberimizin huzûr-ı şerîflerine gidip, başından geçenleri
anlattı. Resûlullah efendimiz; “Onların ne
olduğunu biliyor musun?" diye sorunca, Hazret-i Üseyd;
"Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Bilmiyorum" diye cevap
verdi. Peygamber efendimiz buyurdu
ki: “Onlar
melekler idi. Senin sesine yaklaşmışlardı. Eğer okumaya devam etseydin, sabaha
kadar seni dinlerler, insanlar da onları görür ve seyrederlerdi. Onlar, halkın
gözlerinden gizlenmezlerdi."
Kur'ân-ı kerîmi
pek yanık okuyanlardan biri de hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk idi. Namaz kılarken
okumaya başlayınca, kendini tutamaz, mübârek gözlerinden yaşlar boşanırdı.
Görenler bu hâline hayran olurlardı. Bir gün müşrikler toplanıp; "Bu
kimse, peygamberin getirdiklerini yanık yanık okuyarak ağlıyor. Çocuklarımız ve
kadınlarımızın onun bu hâline meftûn olup, müslüman olmalarından
korkuyoruz" demişlerdi.
Sevgili Peygamberimizin
mübârek cemâlini görerek, O'na âşık olanlardan, mübârek sözlerini ve okuduğu Kur'ân-ı kerîmi dinleyince, hayran kalıp müslüman
olanlardan biri de Abdullah bin Selâm hazretleridir. Tevrât ve İncîl’i iyi
bilen Abdullah bin Selâm (radıyallahü anh),
îmân etmeden önce bir yahudi âlimi idi. Kendisi, müslüman oluşunu şöyle
anlatır: "Ben Tevrât'ı ve izâhlarını babamdan okuyup öğrenmiştim. Bir gün
babam, âhır zamanda gelecek olan peygamberin sıfatları, alâmetleri ve yapacağı
işleri bana anlattı ve; "Eğer O, Hârûn evlâdından gelecek olursa, O'na
tâbi olurum; yoksa tâbi olmam!" dedi ve Resûlullah'ın
Medîne'ye gelişinden önce öldü.
Resûlullah'ın
Mekke'de nübüvvetini îlân ettiğini işittiğim vakit, O'nun sıfatlarını, ismini
ve geleceği vakti biliyordum. Bu sebeple, O'nu gözleyip durdum. Resûlullah'ın Medîne yakınında Kuba denilen
yerdeki Amr bin Avf oğullarının evinde misâfir olduğunu birinden öğreninceye
kadar bu hâlimi yahudilerden saklayıp sustum.
Bir gün
bahçemde hurma ağacından yaş hurma toplarken, Nâdir oğullarından birisi,
"Bu gün, Arabların adamı geldi" diye bağırdı. Beni bir titreme
almıştı. Hemen; "Allahü ekber" diyerek tekbir getirdim. O anda halam
Hâlide binti Hâris, ağacın altında oturuyordu. Çok yaşlı bir kadındı. Tekbirimi
işitince; "Allah elini boşa çıkarsın ve seni umduğuna kavuşturmasın.
Vallahi sen, Mûsâ bin İmrân'ın geleceğini işitseydin bundan fazla
sevinmezdin!" diyerek bana çıkıştı. Ona; "Ey hala! O, vallahi Mûsâ
bin İmrân'ın kardeşidir ve O'nun gibi bir peygamberdir. O'nun yolundadır ve
O'nun gönderildiği tevhid ile gönderilmiştir" dedim. Bunun üzerine bana;
"Ey kardeşimin oğlu! Yoksa O, kıyâmete yakın gönderileceği bize bildirilen
peygamber midir?" dedi. "Evet" dedim, "Öyleyse
haklısın" dedi.
Resûlullah
Medîne'ye hicret ettiği zaman, O'nu görmek için hemen halkın arasına karıştım.
Mübârek cemâlini, nûrlu yüzünü görür görmez; "O'nun yüzü yalancı bir yüz
olamaz!" dedim. Resûlullah,
toplanan insanlara İslâmiyeti anlatıyor, nasîhatler veriyordu. Burada Resûlullah'dan işittiğim ilk hadîs-i şerîf şudur:
“Selâmı aranızda yayınız,
aç kimseleri doyurunuz, sıla-i rahm yapınız (yakın akrabâları ziyâret ediniz), insanlar uykuda iken namaz kılınız. Böylece
Cennet’e selâmette girersiniz."
Fahr-i
âlem sallallahü aleyhi ve sellem, beni nübüvvet
nûru ile tanıyıp; “Sen, Medîne âlimi İbn-i Selâm mısın?"
buyurdu, ben de; "Evet" deyince, sevgili
Peygamberimiz; “Yaklaş" buyurarak, şu suâli sordu: “Ey Abdullah! Allahü teâlâ için söyle! Tevrât’da benim vasıflarımı okuyup öğrenmedin
mi?" Ben de; "Allahü teâlânın
sıfatları nelerdir, söyler misiniz?" dedim. Bu suâle karşılık, Resûlullah biraz bekledi ve Cebrâil aleyhisselâm
İhlâs sûresini indirdi: Resûlullah efendimizin
okuduğu bu sûreyi işitince, Peygamberimize
hemen: "Evet yâ Resûlallah! Doğru söylüyorsun, şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Sen O'nun kulu
ve Resûlüsün" diyerek Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldum."
Sonra;
"Yâ Resûlallah! Yahudiler; insanı hayrete düşürecek kadar yalan söyleyen,
asılsız isnâd ve iftirâlarda bulunan zâlim bir millettir. Eğer sen benim seciye
ve her hâlimi onlardan sorup öğrenmeden önce, onlar benim müslüman olduğumu
duyup öğrenirlerse, muhakkak sizin yanınızda bana, akla gelmeyen iftirâlarda
bulunurlar. Siz, önce beni onlardan sorunuz!" dedim ve evin bir tarafına
saklandım. Benim peşimden yahudilerin ileri gelenlerinden bir grup içeri girdi.
Resûlullah efendimiz,
yahudilere; “Aranızdaki
Abdullah bin Selâm, nasıl bir kimsedir?" diye sordu. Yahudiler
de; "O bizim en yüksek âlimimiz ve en büyük âlimimizin de oğludur! İbn-i
Selâm bizim en hayırlımız ve en hayırlımızın da oğludur!" dediler. Bunun
üzerine Resûlullah efendimiz,
yahudilere; “Eğer
o müslüman olduysa, siz buna ne dersiniz?" diye sordu.
Yahudiler; "Allah onu böyle bir şeyden korusun!" diye karşılık
verdiler.
O sırada
saklandığım yerden çıkıp; "Ey yahudi topluluğu! Allahü teâlâdan korkunuz! Size geleni kabûl ediniz. Allahü teâlâya yemîn ederim, siz de bilirsiniz ki;
elinizdeki Tevrât’da isminin ve sıfatlarının yazılı olduğunu gördüğünüz Allahü teâlânın resûlü budur. Ben şehâdet ederim
ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur.
Yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm O'nun kulu ve resûlüdür" diyerek
O'nu tasdik ettim. Bunun üzerine yahudiler; "O bizim en kötümüzdür ve en
kötümüzün de oğludur!" diyerek çeşitli kusurlar ve iftirâlarda bulunup
beni kötülediler. Ben; "Zâten korktuğum bu idi. Yâ Resûlallah! Ben onların
zâlim, yalancı, kötülükten çekinmeyen, iftirâcı bir millet olduğunu size haber
vermemiş miydim? İşte hepsi ortaya çıktı!" dedim. Resûlullah yahudilere; “Birinci şehâdetiniz bize kâfidir, ikincisi
ise lüzumsuzdur" buyurdu. Bunun üzerine hemen evime döndüm.
Âilemi ve akrabâlarımı İslâmiyete dâvet ettim. Halam da dâhil hepsi müslüman
oldular.
Benim îmân
etmem, yahudileri çok kızdırdı. Bunun için beni sıkıştırmaya başladılar. Hattâ
yahudi âlimlerden bâzıları; "Arablardan peygamber çıkmaz, senin adamın
hükümdârdır" diyerek, beni İslâmiyetten vazgeçirmeğe kalkıştılar, fakat
muvaffak olamadılar."
Kendisi
ile birlikte; Sa’lebe bin Sa'ye, Üseyd bin Sa'ye, Esed bin Übeyd (radıyallahü anhüm) ve bâzı yahudiler samîmi olarak
müslüman oldular. Fakat bâzı yahudi âlimleri; "Muhammed'e
yalnız bizim şerlilerimiz inandı. Eğer onlar hayırlılarımızdan olsalardı,
atalarının dînini bırakmazlardı" dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, onlara cevap olarak âyet-i kerîme
indirip, meâlen buyurdu ki: “Onların (ehl-i kitâbın) hepsi bir değildir. Ehl-i kitâbın içinde
ibâdet ve tâatte bulunan bir cemâat vardır ki, onlar gece vakitlerinde secdeye
kapanarak Allahü teâlânın âyetlerini okurlar." (Âl-i İmrân sûresi: 113)
Hicretin birinci senesinde, Ensâr'dan Es'ad bin Zürâre, Berâ bin Ma'rûr, Külsüm bin Hidm, Muhâcirlerden Osman bin Maz'ûn vefât etti. Kâfirlerle savaşa izin verildi. Ayrıca, Medîne'nin hava ve suyunun tesirine dayanamayan Hazret-i Ebû Bekr ile Bilâl-i Habeşî (radıyallahü anh) sıtma hastalığına tutuldular. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Yâ Rabbî! Mekke'yi sevdirdiğin gibi Medîne'yi de bize sevdir ve burada bize bereket ve rızık bolluğu ver" diye duâ ettiler. Cenâb-ı Hak da duâsını kabûl buyurup, Muhâcirlere Medîne'yi sevdirdi.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin bizzat iştirâk ettikleri Ebvâ, Veddân gazâları bu senede yapılmıştır.