İkinci
yılın başlarında; Buvât, Safevân, Züluşeyre gazâları bunları tâkib etmiş ve bu
gazâlarda savaş vukû bulmamıştır.
Mekkeli
müşrikler boş durmuyor, Resûlullah efendimize,
Mekke’de yapamadıklarını Medîne'de yapmaya kalkışıyorlardı. Medîneli müşriklere
tehdit mektupları gönderdikleri gibi, Medîne'deki yahudi kabîlelerine de
tehdidlerle dolu mektuplar ve haberler gönderiyorlardı. Onların bu tehditleri,
yahudilerin, Resûlullah efendimize
yaklaşmalarına sebep oldu. Bu sırada yahudiler, Resûlullah
efendimizin huzûruna gelip; "Sizinle sulh yapmaya geldik. Bir
andlaşma yapalım da birbirimize zararımız olmasın" dediler. Peygamberimiz de onlarla ellibeş maddelik bir
andlaşma yaptı ki, alınan bu kararların bâzıları şöyledir:
1- Bu
andlaşma; Resûlullah Muhammed aleyhisselâm
tarafından Mekkeli ve Medîneli müslümanlarla, onlara tâbi olanlar ve sonradan
iltihâk edenler ve onlarla beraber savaşanlar arasında yazılan bir belgedir.
2- Şüphesiz
ki, bunlar diğer insanlardan ayrı bir cemâattir.
3- Her
kabîle, esirlerinin kurtulmalık akçelerini (müslümanlar arasındaki adâlete
göre) ortaklaşa ödeyeceklerdir.
4-
Müslümanlar, kendi aralarında karışıklık çıkaran kimselere, evlatları bile
olsa, karşı cephe alacaklardır.
5-
Yahudilerden müslümanlara tâbi olanlar, her hangi bir zulme uğramayacakları
gibi, onlara yardım da edilecekdir.
6-
Yahudiler, müslümanlarla beraber bir grup teşkil edecek, herkes kendi dîninin
icâblarını yerine getirecektir.
7- Yahudilerden
hiç birisi, Muhammed aleyhisselâmın izni olmadan askerî bir sefere
çıkamayacaktır.
8- Hiç bir
kimse, anlaştığı kimseye kötülük etmeyecek, zulme uğrayana mutlaka yardım
edilecektir.
9- Medîne
vâdisi, bu andlaşmayı yapanlar için dokunulmaz, haram bölgedir.
10-
Mekkeli müşrikler ve onlara yardım edenler hiç bir sûrette himâye
edilmeyeceklerdir.
11-
Medîne'ye hücûm edecek kimselere karşı, müslümanlar ile yahudiler aralarında
yardımlaşacaklardır.
Yahudiler,
bu andlaşma ile (görünüşte) müslümanlarla dostluk yapacaklar, onlara kin
tutmayacak ve düşmanlıkta bulunmayacaklardı.
Resûlullah efendimizin hicretinden önce, Medîne'de bulunan Hazrec kabîlesinin reîsi Abdullah bin Übey, Medîne'ye hükümdâr seçilecekti. Akabe bîatları, daha sonra da hicret hâdisesiyle Evs ve Hazrec kabîlelerinin çoğu müslüman olunca, Abdullah bin Übey'in hükümdârlığı gerçekleşmedi. Bu sebeple Abdullah bin Übey, başta Peygamber efendimize ve muhâcir olan Eshâb-ı kirâma, sonra Medîneli sahâbeye diş biliyor, fakat düşmanlığını açıkça gösteremiyordu. Kendisi gibi bir kaç kimse ile, münâfıklar zümresini teşekkül ettirdi. Bunlar, müslümanların yanında İslâm dînine girdiklerini söylüyor, fakat arkalarından alay ediyorlardı. Gizliden gizliye nifak tohumları ekmeye ve fitne çıkarmaya başladılar. Bunda öyle ileri gittiler ki, Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin mübârek sözlerini tersine nakletmeye ve değiştirmeye kalktılar.
Düşmanlıklarını içinde saklıyan yahudiler, Peygamber efendimizle bir andlaşma imzâladılar. Peygamber efendimize gruplar hâlinde geldiler. Kendilerince çok zor olan sorular sordular. Aldıkları cevaplardan O'nun, hak peygamber olduğunu anladılar. Fakat inâd ve kıskançlıklarından îmân etmediler. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz; “Bana yahudi âlimlerinden on kişi îmân etmiş olsaydı, yahudilerin hepsi îmân ederlerdi" buyurdular. Resûlullah efendimizin böyle mahzûn olmasını, Allahü teâlâ şu âyet-i kerîmesiyle tesellî eyledi; "(Ey Habîbim!) Ey şanlı Resûl! Kalbleriyle inanmadıkları hâlde, ağızlarıyla inandık diyenlerle (münâfıklarla) yahudilerden küfür içinde koşuşanlar, seni mahzûn etmesin. Onlar, durmadan yalan dinleyenler ve senin huzûruna gelmeyen başka bir kavim (Hayber yahudileri) için, (Kureyzâoğularından) câsusluk edenlerdir. Kelimeleri (Allahü teâlâ tarafından) yerlerine konduktan sonra değiştirirler. “Eğer size şu (fetva), verilirse onu kabûl edin, verilmezse sakının " derler. Allahü teâlâ, kimin fitneye düşmesini dilerse, artık sen, Allahü teâlânın irâdesini önlemeye hiç bir sûrette muktedir olamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki, Allahü teâlâ, (onların) kalblerini temizlemek dilememiştir. Onlara, dünyâda hakîr ve perişânlık; âhırette de pek büyük bir azâb vardır." (Mâide sûresi: 41)
Yapılan andlaşma sebebiyle, sahâbeden bâzıları, komşuları olan yahudilerle dostluk kurmuşlardı. Allahü teâlâ, onları da bundan men ederek buyurdu ki: “Ey îmân edenler! Din kardeşlerinizden başkasını (kâfir ve münâfıkları) dost edinmeyin. Onlar size fenâlık yapmakta, fesâd çıkarmakta kusur etmezler ve sıkıntıya girmenizi arzu ederler. Onların size karşı olan kin ve düşmanlıkları, ağızlarından dışarı dökülmüştür. Kalblerinde gizledikleri düşmanlık ise daha büyüktür. Onların düşmanlıklarına dâir âyetleri açıkladık, eğer düşünür anlarsanız..." (Âl-i İmrân sûresi: 118)
Mekkeli müşrikler, Medîne'deki müşrikleri, münâfıkları, yahudileri ve Medîne'nin çevresindeki kabîleleri durmadan tahrik ve tehdide devam ediyorlardı. Bir an önce İslâmın nûrunu söndürmeye çalışıyorlar, sevgili Peygamberimizin mübârek vücûdunu ortadan kaldırmanın yollarını arıyorlardı.
Münâfıkların ve müşriklerin bu şekildeki hareketlerine karşı, Resûlullah efendimiz hep sulh yoluna gidiyordu. Eshâb-ı kirâmdan (radıyallahü anhüm) bâzıları, artık düşmana karşı çıkmanın lâzım geldiğine inanıyor ve; "Yâ Rabbî! Bizim için, senin yolunda, şu müşriklerle mücâdele etmekten daha kıymetli bir şey yoktur. Bu Kureyşli müşrikler ki, Habîbinin peygamberliğini yalanladılar ve Mekke'den çıkmaya mecbûr ettiler. Allah'ım! Her hâlde onlarla harp etmemize müsâde edersin!.." diye duâ ediyorlardı. Resûlullah efendimiz ise, bu yolda Allahü teâlânın emrini bekliyor, ne buyurulursa ona göre hareket ediyordu. Artık zamanı gelmişti. Cebrâil aleyhisselâmın getirdiği vahiyde buyruluyordu ki: “Size karşı harb açanlarla, siz de Allahü teâlânın yolunda çarpışın. Fakat haddi tecâvüz edip, aşırı gitmeyin. (Sizinle savaşmayanlara dokunmayın. Savaşdıkları sûretde de kadınları, çocukları, ihtiyârları öldürmeyin. İşkence yapmayın.) Muhakkak ki, Allahü teâlâ aşırı gidenleri sevmez. Onları (kâfirleri) nerede bulursanız öldürün. Onlar sizi (Mekke'den) çıkardıkları gibi, siz de onları çıkarın. Onların şirk fitneleri, adam öldürmekten daha kötüdür. Onlar Mescid-i Haram'da sizinle çarpışmadıkça, siz de orada, kendileriyle harb etmeyin. Fakat, onlar sizi orada öldürürlerse, siz de onları orada öldürün. Kâfirlerin cezâsı böyledir. Eğer onlar, Allahü teâlâyı inkârdan ve muhârebeden vazgeçerlerse, (siz de bırakın. Zirâ) muhakkak ki, Allahü teâlâ pek çok mağfiret ve merhamet edicidir." (Bakara sûresi: 190-192) Daha sonra gönderilen bir âyet-i kerîmede de buyruldu ki: “Şirk fitnesinden eser kalmayıncaya ve din de yalnız Allahü teâlânın oluncaya (yalnız Allahü teâlâya ibâdet edilinceye) kadar, o müşriklerle harb edin. (Şirkden) vaz geçerlerse, (onlara zulüm yoktur.) Artık düşmanlık (ceza) ancak zâlimler üzerinedir." (Bakara sûresi: 193)
Fahr-i kâinat sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Medîne'nin asâyişini korumak, düşmanların durumunu kontrol etmek için seriyyeler yâni küçük askerî birlikler tertipledi. Bu seriyyelere katılanların sayısı, beş ile dörtyüz arasında değişirdi. Peygamber efendimizin katıldığı ve bizzat idâre ettiği savaşlara da gazâ denirdi. Sevgili Peygamberimiz, düşmanın ânî saldırılarını önlemek için, Medîne'de nöbet tutma usûlünü koyarak, gerekli emniyet tedbiri aldı.
Müşrikleri, ticârî ve iktisâdî yönden zayıf düşürmek ve yola getirmek lâzımdı.. Bunun için Suriye ticâret yollarını kesmeleri icâbediyordu. Bu sırada, bir müşrik kervanının Medîne yakınlarından geçmekte olduğu işitildi. Sevgili Peygamberimiz, derhal sefer hazırlığı yapılmasını emiredip, otuz süvârinin başına hazret-i Hamza'yı kumandan tâyin etti. Kendisine, Allahü teâlâdan korkmayı, emri altında bulunanlara iyi davranmayı tavsiye buyurduktan sonra; “Allahü teâlânın yolunda, Allahü teâlânın ismini anarak gazâya çıkınız! Allahü teâlâyı tanımayanlarla çarpışınız..." buyurdular. Hazret-i Hamza'ya, beyaz bir bayrak vererek uğurladılar.
Hazret-i Hamza, emrindeki süvârilerle, üçyüz süvârinin koruduğu müşrik kervanına doğru harekete geçti. Kervan; Şam'dan Mekke'ye gitmek üzere Sîf-ül-Bahr denilen yere gelince, mücâhidlerle karşılaştılar. Şanlı sahâbîler, derhal savaş düzenine girerek çarpışmaya hazırlandılar. O sırada, orada bulunan Mecdî bin Amr el-Cühenî, yetişip araya girdi. Mecdî bin Amr el-Cühenî, iki tarafın da müttefiki idi. Müslümanların sayıca çok az, müşriklerin pek fazla olduklarını görüp, müslümanların yenilebileceklerini düşündü. Müslüman devletinin ilelebet devamını umarak arabuluculuk edip, iki tarafı çarpışmaktan vazgeçirdi. Sonra, hazret-i Hamza ve arkadaşları Medîne'ye geri döndüler. Mecdî’nin hareketi, Peygamberefendimize arzedilince, memnuniyetini bildirerek; “Mübârek, iyi ve doğru bir iş yapmıştır" buyurdular.
Bundan sonra seriyyelerin arkası kesilmedi. Ubeyde bin Hâris hazretlerinin emrine altmış veya seksen kadar mücâhid verilerek, Rabig'e gönderildi. Müşrikler, müslümanlardan korkarak selâmeti kaçmakta buldular.
Peygamber efendimiz bir gün, Kureyş müşriklerini gözetlemek üzere, Nahle'ye seriyye tertip etmek istediler. Gönderilecek askerlere de Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretlerini kumandan yapmayı istediler. Ebû Ubeyde bin Cerrâh (radıyallahü anh) bu emri alınca, Peygamberimizden uzak kalmanın acısıyla ağlamaya başladı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, onun yerine Abdullah bin Cahş hazretlerini emir tâyin ettiler.
Abdullah bin Cahş (radıyallahü anh), İslâmiyeti heyecanla yaşayan zâtlardandı. Müslüman olduğu zaman, kâfirler kendisine akla gelmedik işkence yapmalarına rağmen, onlara îmân gücü ile karşı koymuş, ezâ ve cefâlarına metanetle katlanmıştı. Bu sebeple Peygamber efendimiz, onun için Eshâbına; "...Açlığa ve susuzluğa en çok dayanan ve katlananınızdır" buyurmuştu. Abdullah bin Cahş, Resûlullah efendimizin şehidler için verdiği müjdeleri duyarak, hep şehâdete can atmıştı. Harplerde en önde kahramanca çarpışırdı.
Hazret-i Abdullah bin Cahş der ki: "O gün, Resûl aleyhisselâm yatsı namazını kılınca, beni yanına çağırdı. “Sabah erkenden yanıma gel. Silahın da yanında olsun. Seni bir tarafa göndereceğim" buyurdu. Sabah olunca, mescide gittim. Kılıcım, yayım, ok ve çantam üzerimde, kalkanım da yanımda idi. Resûl aleyhisselâm, sabah namazını kıldırdıktan sonra evine döndüler. Ben daha önce geldiğim için kapının önünde bekliyordum. Muhâcirlerden benimle gidecek bir kaç kişi buldu. “Seni bu kişilerin üzerine kumandan tâyin ettim" buyurarak, bir mektup verdi. “Git! İki gece yol aldıktan sonra mektubu aç. Onda buyrulana göre hareket et" buyurdu. "Yâ Resûlallah! Hangi tarafa gideyim?" diye sordum. “Necdiye yolunu tut. Rekiye'ye, kuyuya yönel!" buyurdu. Abdullah bin Cahş, Nahle seferine me’mûr edildiği zaman, kendisine ilk defâ, Emîr-ül-mü'minîn sıfatı verildi. İslâm'da ilk defâ bu isimle anılan emir, o oldu. Sekiz veya oniki kişilik bir birlik ile, iki gün sonra Melel mevkîine vardıklarında, açtığı mektupta;
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu mektubu gözden geçirdiğin zaman, Mekke ile Tâif arasındaki Nahle vâdisine ininceye kadar, Allahü teâlânın ismi ve bereketiyle yürüyüp gidersin. Arkadaşlarından hiç birini, seninle birlikte gitmeye zorlamayasın! Nahle vâdisindeki Kureyşîleri, Kureyşîlerin kervanını gözetleyip denetleyesin. Onların haberlerini bize bildiresin" yazılıydı.
Emir-ül-mü’minin hazret-i Abdullah bin Cahş, mektubu okuduktan sonra; "Bizler Allahü teâlânın kullarıyız ve hep O'na döneceğiz. İşittim ve itâat ettim. Allahü teâlânın ve sevgili Resûlünün emrini yerine getireceğim" diyerek mektubu öpüp, başına koydu. Sonra arkadaşlarına dönerek; "Hanginiz şehîd olmaya can atıyorsa benimle gelsin. Gelmek istemeyen dönüp gidebilir. Hiç birinizi zorlayıcı değilim. Gelmezseniz, ben tek başıma gidip, Resûl aleyhisselâmın emrini yerine getireceğim" dedi. Arkadaşları hep birden; "Biz Peygamber efendimizin emirlerini işittik. Allahü teâlâya, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme ve sana itâat edicileriz. Nereye istersen, Allahü teâlânın bereketi üzere yürü" diye cevap verdiler. Sa'd bin Ebi Vakkâs hazretlerinin de bulunduğu bu küçük ordu, Hicaz'a doğru yol aldı ve Nahle'ye geldi. Bir yere gizlenerek oradan gelip geçen Kureyşîleri gözetlemeye başladı. Bu sırada, bir Kureyş kâfilesi geçti. Develeri yüklü idi. Mücâhidler, kâfileye yaklaşarak onları İslâm'a dâvet ettiler. Kabûl etmeyince çarpışmağa başladılar. Birisini öldürüp ikisini esir aldılar, birisi atlı olduğu için yetişemediler. Kâfirlerin bütün malı mücâhidlere kaldı. Abdullah bin Cahş (radıyallahü anh), bu ganîmet mallarının beşte birini Resûlullah efendimize ayırdı. Bu, müslümanların aldıkları ilk ganîmetti.
Sevgili Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem, Medîne-i
münevvereye hicret edeli onyedi ay geçmişti. Şimdiye kadar hep Kudüs-i
şerîfteki Beyt-i Makdis'e dönerek namazlarını kılarlardı. Bu sırada
yahudilerin; "Ne acâib iştir! Dini bizden ayrı, fakat kıblesi bizim
gibi!" diye söyledikleri, Resûlullah efendimize
kadar geldi. Bu söylentilerden, kalb-i şerîfleri incindi. Bir gün Cebrâil aleyhisselâm
geldiğinde, ona buyurdular ki: “Ey Cebrâil! Allahü teâlânın,
yüzümü, yahudîlerin kıblesinden Kâbe'ye çevirmesini arzu ediyorum."
Cebrâil aleyhisselâm
da; "Ben, ancak bir kulum. Bunu, Allahü teâlâdan
niyaz et!" diye cevap verdi. Bundan sonra Bakara sûresinin 144. âyet-i
kerîmesi nâzil oldu. Buyruldu ki: "(Ey Habîbim! Vahyin gelmesi için) yüzünün semâya
doğru çevrilip durduğunu muhakkak görüyoruz. Bunun için, biz seni, râzı
olacağın bir kıbleye çevireceğiz. Şimdi yüzünü Mescid-i Haram tarafına
(Kâbe'ye) döndür.
(Ey mü’minler!) Siz
de, her nerede olursanız yüzünüzü namazlarda o tarafa çeviriniz. Şüphe yok ki,
kendilerine kitap verilenler, bu kıble çevrilişinin, Rableri tarafından hak
olduğunu elbette bilirler. Allahü teâlâ ise, onların yapacaklarından
gâfil değildir." Bu âyet-i kerîme nâzil olduğunda, Resûlullah efendimiz eshâbına öğle namazını
kıldırıyordu. Namazın yarısına gelmişlerdi, vahyi alır almaz yönlerini Kâbe-i
muazzamaya çevirdiler. Eshâb-ı kirâm da Habîb-i
ekrem efendimize uyarak, o tarafa döndüler. Bu mescide Mescid-i Kıbleteyn
yâni iki kıbleli mescid ismi verildi. Resûlullah
efendimiz, Kuba'ya da gidip, ilk yapılan mescidin mihrabını mübârek
elleriyle yeniden yaptı ve mescidin duvarlarını değiştirdi.
Yapılan
seriyyelerde, Eshâb-ı kirâmın (radıyallahü anhüm)
başarılı olması, kâfirleri korkutmaya başladı. Artık kervanları kâfileler
hâlinde ve yanlarında askerlerle sefere çıkıyordu. Hicretin ikinci yılında,
Mekkeli müşrikler her âileden sermâye alıp, bin develik bir kervanı Şam'a
gönderdiler. Başlarında Mekke'nin ileri gelenlerinden Ebû Süfyân vardı ve henüz
müslüman olmamıştı. Kervanı korumak için kırk kadar da muhâfız
vazifelendirilmişti. Mallar satıldıktan sonra, paranın tamamıyla silâh satın
alacaklar ve bunlar, müslümanlarla savaşta kullanlacaktı.
Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem, müşriklerin büyük
bir kervanı ticâret için Şam'a gönderdiklerini haber alınca, durumlarını keşif
için, Muhâcirlerden bir kaç kimseyi vazifelendirdi. Zül'aşîre denilen yere
vardıklarında, kervanın geçtiğini öğrenip, Medîne'ye döndüler. Küfür ehlinin,
silâh ve malları ellerinden alınırsa, ehl-i İslâm'a zararları dokunmaz ve
mukâvemetleri kırılırdı. Bu sebeple Resûlullah
efendimiz, Talha bin Abdullah ile Sa’îd bin Zeyd hazretlerini,
kervanın dönüşünü öğrenmek üzere keşif kolu olarak gönderdiler.
Fırsat
kaçırılacak gibi değildi. Peygamber efendimiz
hemen hazırlık yapıp, Medîne'de yerine namaz kıldırmak üzere Abdullah ibni Ümmi
Mektûm'u (radıyallahü anh) bıraktılar. Hanımı
rahatsız olan Hazret-i Osman ve onun gibi altı kişiye vazife verip, Medîne'de
kalmalarını emir buyurdular. Yanlarına Muhâcirlerden ve Ensâr'dan üçyüzbeş
sahâbî alarak, Ramazân-ı şerîfin onikinci günü Bedr mevkîine doğru yürüdüler.
Sayıları, vazifeli ve Medîne'de kalanlarla birlikte 313 kişiyi buluyordu. Bedr;
Mekke, Medîne ve Suriye'ye giden yolların birleştiği bir yerdi.
Bu sefere
çıkmak için yeni yetişen gençler, hattâ kadınlar bile Peygamber efendimize yalvarıyorlardı. Ümmü
Varaka'nın (radıyallahü anhâ), Resûlullah efendimizin huzûruna gelip;
"Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Müsâde ederseniz, sizinle
gelmek istiyorum, Yaralıların yaralarını sarar, hastaların hizmetini görürüm.
Belki, Allahü teâlâ bana da şehitlik
nasîb eder!" demesi üzerine; Habîb-i ekrem
(sallallahü aleyhi ve sellem); “Sen, evinde otur,
Kur'ân-ı kerîm oku. Şüphesiz ki, Allahü teâlâ sana şehitliği nasîb
eder" buyurmuştu.
Sa'd bin
Ebî Vakkâs (radıyallahü anh) anlattı ki: "Resûlullah efendimiz, bizimle gazâya gitmek
isteyen çocukları geri çevirmek istediklerinde, kardeşim Umeyr'in bir tarafa
saklanmaya, göze görünmemeye çalıştığını gördüm. O zaman onaltı yaşında idi.
"Sana ne oldu ki, böyle gizleniyorsun?" dedim. "Resûlullah efendimizin beni de küçük görüp
geri çevirmesinden korkuyorum! Halbuki, gazâya katılıp, Allahü teâlânın bana şehitlik nasîb etmesini arzu
ediyorum" dedi. Bu sırada onu, Resûlullah
efendimize bildirdiklerinde, kardeşime; “Sen geri dön" buyurdular. O
zaman, kardeşim Umeyr ağlamaya başladı. Merhamet deryâsı Habîb-i ekrem efendimiz, onun gözyaşına
dayanamayıp, müsâde ettiler. Halbuki, kardeşimin kılıcını, kendisi kuşanamadığı
için beline ben takmıştım."
Âlemlerin
efendisi olan sevgili Peygamberimizin,
sancağını Mus’ab bin Umeyr, Sa'd bin Mu'âz ve hazret-i Ali (radıyallahü anhüm) taşıyorlardı. Eshâb-ı kirâmın
yanlarında sâdece iki at ve yetmiş deve vardı. Bunlara da nöbetleşerek
biniyorlardı. Resûlullah efendimiz,
hazret-i Ali, Ebû Lübâbe, bir de Mersed bin Ebî Mersed ile nöbetleşerek
biniyorlardı. Fakat hepsi, Resûl aleyhisselâmın
yürümeyip hep deve üzerinde gitmesi için; "Canımız sana fedâ olsun yâ
Resûlallah! Siz deveden inmeyiniz. Yüksek zâtınızın yerine biz yürürüz"
diyerek yalvarıyorlardı. Fakat Kâinatın sultânı, kendisini onlardan farklı
görmeyip; “Siz,
yürümekte benden daha kuvvetli olmadığınız gibi, ecir ve mükâfat husûsunda da
ben sizden müstagnî ve ihtiyaçsız değilim" buyurdular.
Resûl-i ekrem
sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz ve yüce
Eshâbı, çölde kavurucu bir sıcak altında yürüyorlardı. Ayrıca oruçluydular.
Eshâb-ı kirâm, İslâmiyeti yaymak için, pek çok sıkıntılara katlanarak Peygamber efendimizin peşinden aşk ve şevkle
gidiyorlardı. Çünkü sonunda, Allahü teâlânın
ve Resûlünün rızâsı vardı, ziyâdesiyle arzu ettikleri şehitlik ve Cennet
vardı... Sevgili Peygamberimiz,
Eshâbının hâllerine bakıp; “Allah'ım! Onlar, yayadırlar. Sen, onlara binit ver!
Allah'ım! Onlar açık ve çıplaktırlar. Sen, onları giydir! Allah'ım! Onlar
açdırlar, onları doyur. Fakirdirler, fadl-ı kereminle onları zengin eyle!"
diye duâ buyurdular.
Peygamber efendimiz
ve mübârek ordusu, bu şiddetli sıcaklar altında Bedr'e doğru ilerlerken,
müşriklerin Şam'dan gelen kervanları da Bedr'e yaklaşmıştı. Peygamber efendimizin, kervandan haber almak
üzere gönderdiği iki sahâbî, kervanın bir-iki gün içinde Bedr'e gelebileceğini
öğrenip, sür’atle geri döndüler. Kervandakiler, onların haberi öğrendiği köye
geldiklerinde, köylülere; "Müslümanların câsuslarından haberiniz var
mıdır?" diye sordular. Onlar; "Bilmiyoruz. Fakat iki kişi gelip,
şurada biraz oturdular, sonra da kalkıp gittiler" dediler. Ebû Süfyân,
târif edilen yere gidip tetkik ettiğinde, yerdeki deve pisliklerini ezdi ve
içinde yem çekirdekleri gördü ve; "Bunlar Medîne yemleridir. Öyle zan
ederim ki, o iki adam Muhammed'in (aleyhisselâm) câsuslarıdır" dedi. Müslümanların
çok yakınlarda olduğunu tahmin ederek, büyük bir korkuya kapıldı. Kervanın
âkıbetinden endişeye düşerek, gece-gündüz yürüyüp, vakit kaybetmeden Kızıldeniz
sahilinden Mekke'ye süratle gitmeye karar verdi. Ayrıca, Damdam bin Amr Gıfârî
isminde birini, durumu bildirmek üzere Mekke'ye haberci olarak gönderdi.
Bu kimse,
Mekke'ye gelince gömleğini önünden ve arkasından yırttı. Devesinin palanını ters
çevirdi. Acâib bir vaziyette; "İmdâaat! İmdât!... Ey Kureyşliler!
Yetişin!... Kervanınıza, Ebû Süfyân'ın yanındaki mallarınıza, Muhammed ve Eshâbı saldırdılar. Eğer
yetişebilirseniz kervanınızı kurtarabilirsiniz!..." diye feryâdu figân
edip bağırmaya başladı.
Bunu duyan
Mekkeliler, derhal toparlanıp, hazırlıklarını yaptılar. Yediyüz develi, yüz
atlı süvâri ve yüzelli piyâde toparladılar. Ebû Leheb'e; "Haydi sen de
katıl!" dediklerinde, korkusundan hastalığını bahane etti. Yerine, Âs bin
Hişâm'ı bedel olarak gönderdi. Ümeyye bin Halef adındaki müşrik, harbe
hazırlanmakta gâyet gevşek davranıyordu. Zirâ, Peygamber
efendimizin; “Benim Eshâbım, Ümeyye'yi katleder"
buyurduğunu duymuştu. O'nun, hiç bir zaman doğruluktan ayrılmadığını bildiği
için korkuyordu. Bu sebeple, Ebû Cehl'in ısrarlarına karşı yaşlı ve çok şişman
olduğunu ileri sürdü. Fakat Ebû Cehl'in korkaklıkla itham etmesi üzerine gitmek
mecbûriyetinde kaldı.
Müşrik
ordusunun çoğu zırhlı idi. Yanlarında güzel sesli kadınlar vardı. Çalgı
aletlerini ve içki almayı da ihmâl etmemişlerdi. Bu kadar güçlü bir ordu ile,
değil üçyüz kişiye, bin kişilik bir orduya bile ânında gâlip geliriz zannında
idiler. Yola çıkmadan öldürecekleri kimseleri, alacakları ganîmetleri hesap
edenler bile vardı. Fakat hepsinin en büyük emeli; İslâm’ı ortadan kaldırmaktı.
Bu azgın müşrik sürüsü, kadınların çaldığı defler ve söylediği şarkılarla yola
çıktı.
Bu sırada
Ebû Süfyân, Bedr'den epeyce uzaklaşmış, Mekke'ye doğru bir hayli yol almıştı.
Tehlikenin kalktığından emîn olunca, Kays bin İmri-ül-Kays ismindeki adamını
Kureyş'e gönderip; "Ey Kureyş cemâati! Siz kervanınızı, adamlarınızı ve
mallarınızı muhâfaza etmek için Mekke'den yola çıkmıştınız. Biz tehlikeden
kurtulduk. Artık geri dönünüz!..." dedi. Ayrıca; "Müslümanlarla
çarpışmak üzere Medîne'ye gitmekten sakının!" diye tavsiyede bulundu.
Kays, müşrik ordusuna haberi getirdiğinde, Ebû Cehl; "Yemîn ederim ki,
Bedr'e varıp üç gün üç gece şenlik yapıp, develer boğazlar, şarab içeriz.
Etrâftaki kabîleler bizi seyrederek, hâlimize imrenirler ve hiç kimseden
korkmadığımızı görürler. Bundan sonra, heybetimizden, kimse bize saldırmaya
cesâret edemez. Ey yenilmez Kureyş ordusu! Yürüyün..." dedi.
Kays, Ebû
Cehl'in söz dinleyecek hâlde olmadığını görüp, geri döndü ve durumu Ebû
Süfyân'a bildirdi. İleriyi gören ve tedbirli bir kimse olan Ebû Süfyân;
"Eyvah! Yazık oldu Kureyş'e!... Bu Amr bin Hişâm'ın (Ebû Cehl'in) bir
plânıdır. Bu işi mutlaka insanlara baş olma sevdâsıyle yaptı. Halbuki böyle
azgınlık, her zaman büyük bir eksiklik ve uğursuzluktur. Eğer müslümanlar,
onlara rastlarsa Kureyş'in vay hâline!..." demekten kendini alamadı.
Kervanı sür’atle Mekke'ye ulaştırıp, orduya yetişti.
Bu sırada, Server-i kâinat sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Eshâbıyla Bedr'e yaklaşıyorlardı. Bir ara, Medîneli müşriklerden Hubeyb bin Yesâf ile Kays bin Muharris'i İslâm ordusunun arasında gördüler. Hubeyb'in başında demir tolgası olduğu hâlde tanıdılar ve hazret-i Sa'd bin Mu'âz'a; “Bu, Hubeyb değil midir?" buyurdular. O da; "Evet, yâ Resûlallah!" dedi. Hubeyb harp san’atını bilen, yiğit bir pehlivandı. Kays ile Resûlullah efendimizin huzûr-ı şerîfine geldiler. Peygamberimiz onlara; “Siz, bizimle niçin geliyorsunuz?" buyurdular. Onlar da; "Sen, bizim kızkardeşimizin oğlusun ve komşumuzsun. Biz de kavmimizle birlikte ganîmet toplamak üzere geliyoruz!" dediler. Efendimiz, Hubeyb'e; “Sen Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân ettin mi?" buyurunca; "Hayır" dedi. Resûl aleyhisselâm; "Öyle ise geri dön! Bizim dînimizde olmayan, bizimle beraber olamaz" buyurdu. Hubeyb; "Benim yiğitliğimi, kahramanlığımı ve düşmanın bağrında yaralar açan bir pehlivan olduğumu herkes bilir. Ganîmet için senin yanında, düşmanına karşı harb ederim" dedi. Peygamber efendimiz, onun yardımını kabûl buyurmadı.
Bir müddet gidince Hubeyb, isteğini tekrarladı, fakat Peygamberimiz, müslüman olmadıkça arzunun kabûl edilemeyeceğini bildirdi. Revha mevkîine geldiklerinde Hubeyb, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin huzûruna gelip; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlânın, âlemlerin rabbi olduğuna ve senin peygamberliğine inandım, îmân ettim" deyince; Server-i kâinat efendimiz çok sevindiler. Kays da, Medîne'ye döndükten sonra îmânla şereflendi (radıyallahü anh).
İslâm ordusu, Safra vâdisine geldiğinde, Mekkelilerin bir ordu kurup, kervanlarını kurtarmak için Bedr'e doğru yürüdüklerini haber aldı. Peygamber efendimiz Eshâbını toplayıp, onlarla bu durumu istişâre ettiler. Zirâ, Medîneli müslümanlar, Resûlullah efendimize Akabe'de bî’at ettiklerinde; "Yâ Resûlallah! Sen, bizim şehrimize gel. Seni orada, düşmanına karşı canımız behâsına da olsa, koruyacağız ve sana tâbi olacağız" diye söz vermişlerdi. Halbuki şimdi, Medîne'den dışarı çıkmışlardı. Karşılarında ise kendilerinden sayı, silâh ve malca kat kat fazla büyük bir düşman ordusu vardı. Resûlullah efendimiz, Eshâbına, fikirlerini sorunca, Muhâcirlerden Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûk (radıyallahü anhüm) ayrı ayrı kalkıp, düşman ordusuyla çarpışmak lâzım olduğunu bildirdiler. Yine Muhâcirlerden Mikdâd bin Esved (radıyallahü anh) kalktı; "YaResûlallah! Allahü teâlânın emri ne ise, onu yerine getir. O'nun fermânıyla yürü. Her an seninle beraberiz, bir an yanından ayrılmayız. Biz, İsrâiloğullarının Mûsâ aleyhisselâma dedikleri gibi; “Yâ Mûsâ! Cebbârlar, zâlimler kavmi o bölgede bulundukları müddetçe biz oraya gidecek ve o beldeye girecek değiliz. Artık sen ve Rabbin beraber gidin de, ikiniz onlarla muhârebe edin, çarpışın. Biz burada kalıp, oturucularız..." (Mâide sûresi: 24) şeklinde bir söz de söylemeyiz. Canımızı ve başımızı Allahü teâlânın ve Resûlünün yolunda fedâ ederiz. Seni, hak peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederiz ki, deniz ötesi Habeşistan'a göndersen, yine gideriz. Sana aslâ en küçük bir muhâlefette bulunmayız. Her arzunuzu yerine getirmek için hazırız. Anam-babam, canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah!." dedi. Mikdâd'ın (radıyallahü anh) bu konuşması, sevgili Peygamberimizi ziyâdesiyle memnun etti. Ona hayır duâlarda bulundu.
Burada Medîneli müslümanların reyleri çok önemliydi. Çünkü, hem sayıca fazlaydılar, hem de Resûlullah'ı Medîne'de korumak üzere söz vermişlerdi. Medîne dışında çarpışmak üzere bir vâdleri yoktu. Bu düşünce anlaşılınca, Ensâr'dan Sa'd bin Mu'âz (radıyallahü anh) ayağa kalktı ve; "Yâ Resûlallah! Eğer izin verirseniz, Ensâr namına konuşayım" dedi. İzin verilince; "Yâ Resûlallah! Biz, sana îmân ettik, peygamberliğini tasdik ettik. Her ne getirdin ise hakdır, doğrudur. Bu husûsta, dinlemek ve itâat etmek üzere sana kesin söz verip yemîn ettik. Biz, o sözümüzden aslâ dönmeyiz ve her nereyi teşrîf ederseniz emrinizdeyiz. Emrinizi başımızın üzerinde tutarız. Canımızı ve başımızı, yoluna fedâ ederiz. Seni hak peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederiz ki, denize dalsan peşinden biz de dalarız. Hiç birimiz bundan bir adım geri kalmayız. Hatır-ı şerîfinizde ne var ise, emreyle tutarız. Malımız da, canımızla beraber fedâ olsun. Düşmandan aslâ yüz döndürmeyiz. Cenkte sabırlıyız, Ümîdimiz seni sevindirip rızâna kavuşmaktır. Allahü teâlânın rahmeti üzerinize olsun..." dedi. Bu sözleri dinleyen Eshâb-ı kirâm, çok heyecanlandılar. Hepsi bu sözlere, cân-ü gönülden katıldıklarını bildirdiler. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz çok memnun kaldılar. Hazret-i Sa'd'a ve Eshâbına duâ buyurdular.
Artık bütün tereddüdler ortadan kalkmıştı. Düşman ne kadar çok, ne kadar güçlü olursa olsun, şanlı Eshâb, sevgili Peygamberimizin peşinden gözlerini kırpmadan şehâdete yürüyecekler, Allahü teâlânın ve Resûlünün rızâsını kazanacaklardı. Başlarında Kâinatın efendisi oldukça gidilmeyecek yer yoktu... Fahr-i âlem efendimiz, Eshâbının kendisine olan bağlılığını ve heyecanını görünce, onlara; “Haydi, yürüyünüz! Allahü teâlânın lütfu ile şâd olunuz. Vallahi, şimdi ben, sanki Kureyş kavminin harp meydanında vurulup düşecekleri yerlere bakıyor, onları görüyorum!" buyurarak, müjde verdi. Bu müjde üzerine, Eshâb-ı kirâm aşk ile Resûlullah efendimizin peşinden yürüdüler.
Bedr’in
çevresine ulaştıklarında Cumâ gecesi idi. Sevgili
Peygamberimiz, Eshâbına; “Şu küçük tepenin yanındaki kuyu başından, bir takım
bilgiler elde edebileceğinizi umarım" buyurdular. Allahü teâlânın aslanı hazret-i Ali, Sa'd bin Ebî
Vakkâs, Zübeyr bin Avvâm ve bâzı Eshâbını (radıyallahü
anhüm) oraya gönderdiler.
Hazret-i
Ali ve arkadaşları derhal kuyunun başına gittiler. Orada Kureyş'in devecilerini
ve sucularını gördüler. Onlar müslümanları görünce kaçtılar. Fakat içlerinden
ikisi yakalandı. Bunların biri Haccâcoğullarının kölesi Eslem, diğeri de Âs bin
Sa’îdoğullarının kölesi Arîz Ebû Yesâr idi. Peygamber
efendimizin huzûruna getirdiklerinde, Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem onlara; “Kureyş
nerededir?" buyurdu. Onlar da; "Şu görünen kum tepesinin
arkasına kondular" cevâbını verdiler. Efendimiz; “Kureyş kaç kişidir?"
buyurdular. "Bilmeyiz" dediler. “Günde kaç deve kesiyorlar?" suâline de;
"Bir gün dokuz, bir gün on" diye cevap alınca, Peygamber efendimiz; “Binden az, dokuzyüzden fazladırlar"
buyurdu. Tekrar; “Kureyş eşrâfından kimler var?" diye sordular. Onlar;
"Utbe, Şeybe, Hâris bin Amr, Ebü'l-Bühterî, Hâkim bin Huzâm, Ebû Cehl,
Ümeyye bin Halef..." deyince, Resûlullah
efendimiz, Eshâbına dönüp; “Mekke ehli, ciğerpârelerini size fedâ etti" buyurdular.
Sonra o iki kimseye; “Gelirken Kureyş'ten geri dönen oldu mu?" buyurunca;
"Evet. Benî Zühre'den Ahnes bin Ebî Şerîk geri döndü" diye cevap
verdiler. Efendimiz de; “O, doğru yolda değilken; âhıret, Allahü teâlâ ve kitap bilmezken; Benî Zührelere doğru yolu
göstermiştir... Onlardan başka geri dönen oldu mu?" buyurunca;
"Adî bin Ka'b oğulları döndü" diye cevâb aldılar.
Peygamber efendimiz,
hazret-i Ömer'i, son bir defâ ikaz için, Kureyşlilere andlaşmaya gönderdi. Ömer
bin Hattâb (radıyallahü anh) onlara; "Ey
inâdçı kavim! Resûl aleyhisselâm buyurur ki: “Herkes bu işten
vazgeçsin. Selâmetle geri dönsün. Zirâ sizden başkası ile çarpışmak, bana,
sizinle çarpışmaktan daha makbüldür!..." dedi. Bu teklif
karşısında Kureyş müşriklerinden Hâkim bin Huzâm ileri çıkıp; "Ey Kureyş
cemâati! Muhammed size çok insâflı
davrandı. İstediğini derhal kabûl ediniz. Eğer, dediğini yapmazsanız, yemîn
ederim ki, bundan sonra size hiç insâf etmez!..." dedi. Ebû Cehl, Hâkim'in
bu sözüne kızarak; "Bunu aslâ kabûl etmeyiz ve müslumanlardan intikâm
almadıkça, geri dönmeyiz. Tâ ki, bir daha kimse, kervanımıza taarruz
edemesin!." dedi ve sulh yollarını kapadı. Hazret-i Ömer geri döndü.
O gece, Peygamber efendimiz ve şanlı Eshâbı, Bedr'e
müşriklerden önce gelip, kuyulara yakın bir yere indiler. Peygamber efendimiz, Eshâbıyla istişâre edip,
karargâhın nerede kurulması gerektiği hakkında reylerini sordu. İçlerinden,
henüz otuzüç yaşında bulunan Habbâb bin Münzir (radıyallahü
anh), ayağa kalkarak söz istedi. Kabûl buyurulunca; "Yâ Resûlallah!
Burası, Allahü teâlânın size karargâh
kurulması için emrettiği ve mutlaka kalınması gereken bir yer midir? Yoksa
şahsî bir görüş netîcesi ve bir harp tedbiri olarak mı seçildi?" diye suâl
eyledi. Peygamber efendimiz; “Hayır! Bir harp
tedbiri icâbı burası seçildi" buyurdu. Bunun üzerine hazret-i
Habbâb; "Anam-babam, canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Biz harpci
kimseleriz. Buraları da iyi biliriz. Şu Kureyşlilerin konacağı yerin
yakınındaki kuyuda tatlı ve bol su var. Müsâdeniz olursa oraya konalım.
Etrâftaki kuyuların hepsini kapatalım. Sonra bir havuz yapıp, içini su ile
dolduralım. Düşmanla çarpışırken, susadıkça havuzumuzdan gelip su içeriz.
Düşman ise su bulamaz ve perişân olur" dedi.
O anda Cebrâil aleyhisselâm,
bu fikrin doğru olduğunu bildiren vahyi getirdi. Peygamber
efendimiz; “Ey Habbâb! Doğru olan görüş senin işâret ettiğindir"
buyurdular ve ayağa kalktılar. Hep birlikte belirtilen kuyunun başına geldiler.
Tatlı suyu olan kuyudan başka bütün kuyuları kapatıp, büyük bir havuz yaptılar.
İçini su ile doldurup içmek için kaplar koydular.
Bu sırada
hazret-i Sa'd bin Mu'âz, Peygamber efendimizin
huzûr-ı şerîflerine gelip; "Yâ Resûlallah! Biz sana, hurma dallarından,
içinde oturacağın bir gölgelik yapalım mı?" diye teklifte bulundu. Fahr-i
âlem efendimiz, Sa'd'ın (radıyallahü anh) bu
düşüncesine memnun oldular ve duâ buyurdular. Derhal bir gölgelik yapıldı.
Peygamberlerin
Sultânı, şerefli Eshâbıyla harp sahasını gezip incelediler. Zamân zaman durup; “İnşâallah, yarın
sabah filanın vurulup düşeceği yer şurasıdır! İnşâallah yarın sabah filanın
vurulup düşeceği yer şurasıdır! İşte şurasıdır! Şurasıdır..."
buyurarak mübârek elleriyle Kureyşli müşriklerin öldürüleceği yerleri birer
birer gösterdiler.
Sonradan,
hazret-i Ömer bunu; "Onlardan her birinin, Resûl-i
ekremin mübârek elini koyduğu yerlerin tam üzerinde vurulup
öldürüldüğünü gördüm. Ne birazcık ileride, ne de geride idiler" şeklinde
haber vermiştir.
Âlemlerin
efendisi sallallahü aleyhi ve sellem Eshâb-ı
kirâmı radıyallahü anhüm, üç gruba ayırdı.
Muhâcirlerin sancağını Mus’ab bin Umeyr'e, Evslilerinkini Sa'd bin Mu'âz'a,
Hazreclilerinkini de Habbâb bin Münzir'e verdiler. Herbiri sancaklarının
altında toplandılar. Efendimiz, orduyu saf hâline geçirip, nizâma soktu.
Orduyu
intizama koyarken, saftan ileri çıkan Sevâd bin Gaziyye'nin (radıyallahü anh) göğsüne, mübârek elindeki çubuk ile
dokundular ve; “Hizaya
gel, yâ Sevâd!" buyurdular. Sevâd (radıyallahü
anh); "Yâ Resûlallah! Elinizdeki çubuk canımı acıttı. Seni, hak din
ile, Kitab ve adâletle gönderen Allahü teâlâ
hakkı için, ben de size çubukla öyle dokunmak isterim" dedi. Onun bu
sözüne bütün Eshâb-ı kirâm hayret ettiler. Kâinatın efendisinden kısas istemek
olur mu idi? Böyle şey yapılabilir mi idi? Resûlullah
efendimiz, mübârek gömleklerinin önünü açtılar ve; “Haydi, kısas et
ve hakkını al" buyurdular. Hazret-i Sevâd, Habîb-i ekrem sallallahü
aleyhi ve sellem efendimizin mübârek göğsünü büyük bir sevinç ve
muhabbetle öptü. Herkes kısas beklerken, gördükleri manzara karşısında,
kardeşleri Sevâd'a (radıyallahü anh) hayran
olup, onun hâline imrendiler. Sevgili
Peygamberimiz; “Niçin böyle yaptın!" diye sorduklarında;
"Anam-babam, canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Bu gün, Allahü teâlânın emriyle ecelimin geldiğini
görüyor, yüksek zâtınızdan ayrılmaktan korkuyorum. Bu sebeple, aramızda geçen
bu son dakikalarda, mübârek vücûdunuza dudaklarımın değmesini arzu ettim. Bunu,
kıyâmet gününde bana şefâat etmenize, böylece azâbdan kurtulmama vesile etmek
istedim" dedi. Onun bu muhabbeti karşısında Peygamber
efendimiz de çok duygulandılar ve hazret-i Sevâd'a duâ buyurdular.
Mübârek
İslâm ordusunun sağ kanadına kahraman mücâhid Zübeyr bin Avvâm, sol kanadına da
Mikdâd bin Esved (radıyallahü anhüm) kumanda
edecekti.
Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, şerefli
Eshâbıyla, savaşa nasıl başlanacağı hakkında istişâre etmek istediler; “Nasıl çarpışırsınız?"
buyurdular. Âsım bin Sâbit (radıyallahü anh)
ayağa kalkıp, elinde yayı ve oku olduğu hâlde: "Yâ Resûlallah! Kureyşliler
bize yüz metre kadar yaklaştıklarında, onları ok atışına tutalım. Sonra
elimizle taş atımı mesâfesine geldiklerinde, taş atalım. Mızrak erişecek kadar
yaklaştıklarında da, kırılıncaya kadar mızraklarımızla mücâdele edelim. Sonra
da kılıçlarımızı sıyırıp çarpışalım!" diyerek reyini bildirdi. Bu taktik, Peygamber efendimizin hoşuna gitti. Eshâbına
şu tâlimatı verdi: “Hatlarınızı bırakıp ayrılmayınız. Bir yere kımıldamadan
yerlerinizde sebât ediniz. Ben emir vermedikçe harbe başlamayınız. Oklarınızı,
düşman size yaklaşmadan kullanıp isrâf etmeyiniz. Düşman, kalkanını açtığı
zaman okunuzu atınız. Düşman iyice sokulunca elinizle taş atınız.
Yaklaştıklarında da mızraklarınızı kullanınız. Düşmanla göğüs göğüse gelindiği
zaman da kılıçlarınızla çarpışınız…"
Sonra nöbetçiler
bırakılarak Eshâbı kirâma istirâhat verildi. Onlar, Allahü
teâlânın hikmeti, öyle derin bir uykuya daldılar ki, göz kapaklarını
kaldıracak hâlde değildiler. Peygamber efendimiz
de, hurma dallarıyla yapılan gölgeliğe çekildiklerinde, hazret-i Ebû Bekr,
sonra Sa'd bin Mu'âz (radıyallahü anhüm)
kılıçlarını sıyırıp gölgeliğin kapısında nöbet tuttular. Sevgili Peygamberimiz sallallahü
aleyhi ve sellem mübârek ellerini kaldırıp, büyük bir hüzün içinde Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Sen şu bir avuç cemâati helâk
edersen, artık sana yer yüzünde hiç ibâdet olunmaz..." diyerek
yalvarmaya başladı ve bu hazîn duâ sabaha kadar devam etti.
Mübârek
İslâm ordusunun karargâh kurduğu yer, kumluktu. Bu yüzden yürümede güçlük
çekiliyor ve ayaklar kuma gömülüyordu. Allahü teâlânın
ihsânı, Resûlullah efendimizin duâsı
bereketıyle, o gece gittikçe hızlanan bir yağmur yağmaya başladı, derelerde
taşacak kadar sel gidiyordu. Su kapları dolduruldu, zemin, ayaklar batmayacak
kadar sertleşti. Müşrikler ise çamur ve sel içinde kaldılar. Fecrden sonra, Resûlullah efendimiz Eshâbını namaza
kaldırdılar. Sabah namazını kıldırdıktan sonra, düşmanla cihâd etmenin ve
şehitliğin fazîletinden bahsederek, onları çarpışmaya teşvik eylediler.
Buyurdular ki: “Muhakkak
ki, Allahü teâlâ, hak ve gerçek olanı emreder. Hiç kimsenin Allahü teâlânın rızâsı için yapılmayan amelini kabûl etmez… Rabbimizin
bu yerlerde, size rahmetini ve mağfiretini vâd ettiği emrini yerine getirmeye
çalışınız ve imtihânı kazanınız! Çünkü, O'nun vâdi hak, sözü gerçek, cezâsı da
şiddetlidir. Ben ve siz, Hayy ve Kayyûm olan Allahü teâlâya
bağlıyız. O'na sığındık, O'na tutunduk, O'na dayandık. En son dönüşümüz de
O'nadır. Allahü teâlâ, beni ve bütün müslümanları bağışlasın!..."
Ramazân-ı
şerîfin onyedisinde Cumâ gününün güneşi doğdu. Biraz sonra târihin en amansız,
en nispetsiz, en mühim, en büyük savaşı başlayacaktı... Bir tarafta Fahr-i âlem
sallallahü aleyhi ve sellem ve canlarını fedâ
etmekten zerre kadar çekinmeyen bir avuç, şerefli Eshâbı; diğer tarafta ise,
İslâm’ı, bir kaşık suda boğmak, Allahü teâlânın
habîbi olmakla şereflenen bir peygamberi yok etmek için toplanan azgın ve
taşkın bir kâfir gürûhu vardı. Ne yazık ki, bunların içinde Resûl-i ekremin akrabâları da bulunuyordu.
Onlar da sevgili yeğenleri ile çarpışmak için Bedr'e gelmişlerdi. Peygamber efendimiz, ordusunun intizamını
yeniden gözden geçirip, verdiği tâlimatları tekrarladılar. Bu sırada, Kureyş
müşrikleri karargâhlarından çıkıp, Bedr vâdisine doğru akmaya başladılar.
Çoğunun üzeri zırhlarla kaplı idi. Büyük bir gurur ve kibir içinde İslâm
ordusuna hücûma geçmişlerdi. Resûlullah
efendimiz, müşriklerin bu hâlini görünce, hazret-i Ebû Bekr ile
çadıra girdi ve mübârek ellerini kaldırarak cenâb-ı
Hakk'a yalvarmaya başladı; “Yâ Rabbî! İşte, Kureyş müşrikleri bütün gurur ve kibirleri
ile geliyor!... Sana meydan okuyor, Peygamberini yalanlıyorlar. Ey Allah'ım!
Bana yapmış olduğun yardım ve zafer vâdini yerine getirmeni senden
istiyorum!... Allah'ım! Eğer şu bir avuç müslümanın helâkini diliyorsan, sonra
sana ibâdet eden bulunmayacaktır!..." Bu şekilde, durmadan,
tekrar tekrar yardım dileyerek Allahü teâlâya
yalvarıyordu. Peygamber efendimizin,
bu fevkalâde hazîn, içleri parçalayan yalvarışı, kendinden geçerek ridâsının
mübârek omuzundan düşmesine kadar devam etti. Bu içli yakarışa dayanamayan
hazret-i Ebû Bekr, mübârek ridâyı büyük bir hürmetle yerden kaldırıp,
efendimizin mübârek omuzuna koyarken; "Canım sana fedâ olsun yâ
Resûlallah! Bu kadar yalvarmanız yetişir!... Rabbine karşı duâda ısrâr
buyurdunuz! Muhakkak ki, Allahü teâlâ,
sana vâd ettiği zaferi yakında verecektir" diye tesellî eyledi. O anda,
Âlemlerin efendisi şu âyet-i kerîmeleri okuyarak çadırdan çıktılar. Meâlen; “(Bedr'deki)
bu topluluk,
yakında muhakkak bozulup hezîmete uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar.
Daha doğrusu onların asıl azâb vakti, kıyâmettedir. O vaktin azâbı daha müthiş,
daha acıdır" buyuruluyordu. (Kamer sûresi: 45, 46)
Sevgili Peygamberimiz,
ordusunun başına geldi. Şanlı Eshâbına, şu âyet-i kerîmeleri okudular: “Ey îmân edenler!
Siz, bir düşman topluluğu ile karşılaştığınız zaman, sebât edin ve Allahü teâlâyı çok zikredin ki kurtulasınız... Sabır ve sebât gösteriniz.
Çünkü, Allahü teâlâ sabredenlerle beraberdir" (Enfâl sûresi:
45, 46) Toplu olarak düşman ile yapılan ilk savaş bu olacaktı. Savaş başlamak
üzereydi. Heyecan son haddine gelmişti. Bütün Eshâb-ı kirâm, Resûl-i ekrem efendimizin; “Allahü teâlâyı çok zikredin..." meâlindeki âyet-i
kerîmeyi okuması üzerine, hep birlikte "Allahü ekber!... Allahü
ekber!." demeye ve zafer ihsân etmesi için cenâb-ı
Hakk'a yalvarmaya başladılar. Artık Peygamber
efendimizin bir işâretini bekliyorlardı.
O zamanki
âdetlere göre, iki ordu karşılaşmadan önce, her iki taraftan yiğitler meydana
çıkar, karşılıklı çarpışırlardı. Bu vuruşmada, her iki tarafın savaşma hiddeti
ve arzusu çoğalır, savaşa ısınıp alışırlardı. Müşriklerden Âmir bin Hadramî bu
kâideye uymayarak ve çiğneyerek, İslâm ordusuna bir ok attı. Ok, Muhâcirlerden
Mihcâ'ya (radıyallahü anh) isabet etti ve şehîd
olup, mübârek rûhu Cennet’e yükseldi. Peygamberlerin efendisi, bu ilk şehîd
için; “Mihcâ,
şehidlerin efendisidir" buyurarak müjde verdi. Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) yerinde duramaz hâle gelmişlerdi.
Fakat, Efendimizden bir emir gelmeden küçük bir harekette bulunamıyorlardı. Her
birinin içleri birer volkan gibi kaynamaya başladı!...
Bu sırada,
müşrik ordusundan üç kişinin ileri atıldığı görüldü. Bunlar; Rebîaoğullarından
azılı İslâm düşmanları Utbe, kardeşi Şeybe ve oğlu Velîd idi. Mücâhidlere
doğru; "İçinizde bizimle çarpışabilecek kimse var mıdır?" diye
bağırdılar. Eshâb-ı kirâmdan, en önce hazret-i Ebû Huzeyfe, babası Utbe'ye
karşı çarpışmak için ilerleyince, Âlemlerin sultânı, ona; “Sen dur!" buyurdular.
Medîneli mücâhidlerden Afra Hâtun'un (radıyallahü anhâ)
oğulları; Mu'âz ve Mu'avvez, Abdullah bin Revâha radıyallahü
anhüm ileri yürüdüler. Utbe, Şeybe ve Velîd'in karşılarına dikildiler.
Ellerinde kılıç, hazır bekliyorlardı. Müşrikler; "Siz kimsiniz"
diyerek kendilerini tanıtmalarını istediler. Onlar da; "Medîneli
müslümanlardanız" deyince, müşrikler; "Bizim sizlerle işimiz yok!
Bize Abdülmuttalîboğulları lâzım. Onlarla çarpışmak isteriz" dediler ve
İslâm ordusuna dönüp; "Yâ Muhammed!
Bizim karşımıza, kendi kavmimizden dengimiz olanları çıkar!" diye
bağırdılar. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, meydandaki bu
üç yiğit Eshâbına duâ buyurduktan sonra, yerlerine dönmelerini emretti. Sonra
Eshâbı arasına göz gezdirip; “Ey Hâşimoğulları! Kalkınız! Allahü teâlânın
nûrunu, bâtıl dinleriyle söndürmek için gelenlere karşı, Hak yolunda çarpışınız
ki, Allahü teâlâ zâten Peygamberinizi de bunun için göndermiş bulunuyor.
Kalk, yâ Ubeyde! Kalk, yâ Hamza! Kalk, yâ Ali" buyurdular.
Allahü teâlânın
aslanları hazret-i Hamza, hazret-i Ali ve hazret-i Ubeyde miğferlerini giyip
meydana yürüdüler. Onların karşılarına geçtiklerinde, müşrikler; "Siz
kimsiniz? Eğer bizim dengimiz iseniz sizinle çarpışırız" dediler. Onlar
da; "Ben Hamza'yım! Ben Ali'yim! Ben Ubeyde'yim!" diye cevap verince,
müşrikler; "Sizler de bizim gibi şerefli kimselersiniz. Sizinle çarpışmayı
kabûl ettik" dediler. Kahraman İslâm mücâhidleri, müşrikleri, önce îmâna
dâvet ettilerse de, kabûl etmediler. Bunun üzerine üçü birden kılıçlarına
sıyırıp müşriklerin üzerine saldırdılar. Hazret-i Hamza ve hazret-i Ali, Utbe
ve Velîd kâfirlerini bir hamlede öldürdüler. Hazret-i Ubeyde, Şeybe'yi
yaraladı. Şeybe de, Ubeyde'yi (radıyallahü anh)
yaraladı. Hazret-i Hamza ve hazret-i Ali, Ubeyde'nin (radıyallahü
anh) yardımına yetişip, Şeybe'yi orada öldürdüler. Hazret-i Ubeyde'yi
kucaklayıp, Resûlullah efendimizin
huzûruna getirdiler.
Hazret-i
Ubeyde bin Hâris’in mübârek ayak bileğinden, kanlar ve ilik akıyordu. O, bu
hâline hiç aldırış etmediği hâlde; "Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah!
Ben bu hâlimle ölürsem şehîd değil miyim?" diye suâl etti. Peygamber efendimiz de; “Evet, sen şehîdsin" buyurarak
cennetlik olduğunu müjdelediler. (Hazret-i Ubeyde, harp dönüşü Safra mevkîinde
vefât etti.)
Bu
vuruşmada üç mühim adamını kaybeden müşrikler, şaşkına döndüler. Buna rağmen
Ebû Cehl, ordusunun moralini düzeltmek için; "Siz Utbe'nin, Şeybe'nin,
Velîd'in ölmelerine bakmayın, onlar çarpışmada acele edip, boş yere öldüler!
Yemîn ederim ki, müslümanları tutup iplere bağlamadıkça geri
dönmeyeceğiz!..." diyerek tesellî vermeye çalışıyordu. Kahraman Eshâb-ı
kirâm ise, bir an önce bu müşrik gürûhunu kılıçlarıyla cezâlandırmak için
sabırsızlanyordu. Peygamber efendimiz
de sallallahü aleyhi ve sellem mübârek dilinden
düşürmediği şu duâyı tekrarlıyorlardı; “Allah'ım! Bana yaptığın vâdini yerine getir!... Allah'ım!
Şu bir avuç İslâm cemâatini helâk edersen artık sana yeryüzünde ibâdet edecek
kimse kalmaz!..."
Bu sırada
müşrik saflarından, Kureyş’in en cesâretli ve keskin ok atıcılarından Hazret-i
Ebû Bekr’in henüz müslüman olmayan oğlu Abdurrahmân meydana yürüyüp, er diledi.
Mücâhidlerin saflarından da bir kimsenin, derhal kılıcına davranıp ileri
yürüdüğü görüldü. Bu kimse, ilk müslüman olmakla ve Sıddîk'lık makâmıyla
şereflenen, peygamberlerden sonra en üstün insan, kahraman hazret-i Ebû
Bekr'di!... Oğluna karşı çarpışmak için ileri atılmıştı. Fakat Âlemlerin
efendisi ona; “Yâ
Ebâ Bekr! Bilmez misin ki, sen benim, gören gözüm, işiten kulağım
yerindesin!..." buyurarak çarpışmaktan men etti. Ebû Bekr
Sıddîk, oğluna; "Ey habis! Bana olan münâsebetin nerede kaldı?"
demekten kendini alamadı.
Sonra
peygamberlerin sultânı Habîb-i ekrem
efendimizin yere eğilip bir avuç kum aldığı görüldü. Bu kumları düşman üzerine
savurarak; “Kara
olsun yüzleri!... Allah'ım! Kalblerine korku sal, ayaklarına titreme ver!"
buyurdu ve Eshâbına dönüp; “Hücuma kalkınız!.. Saldırınız!..." emrini
verdiler. Bir işâret bekleyen şanlı Eshâb, önceden verilen tâlimat üzere
hareket etmeye başladı. "Allahü ekberl... Allahü ekber!..." nidâları
arasında oklar vınlamaya, taşlar hedeflerini bulmaya, mızraklar zırhlara çarpmaya
başladı... Allahü teâlânın aslanları
hazret-i Hamza iki eline aldığı iki kılıçla çarpışıyor; hazret-i Ali, hazret-i
Ömer, Zübeyr bin Avvâm, Sa'd bin Ebî Vakkâs, Ebû Dücâne, Abdullah bin Cahş (radıyallahü anhüm) müşrik saflarının bir ucundan
girip bir ucundan çıkıyorlar, kâfirleri şaşkına çeviriyorlardı. Her biri
geçilmez birer kale olmuştu. "Allahü ekber!... Allahü ekber!..."
sadâları âlemi dolduruyor, Allahü teâlânın
şânının büyüklüğü, kâfirlerin beyinlerine balyoz gibi indiriliyordu. Peygamber efendimiz; “Yâ Hayyu! Yâ Kayyûm!" diye, Allahü teâlâya yalvarıyordu. Hazret-i Ali;
"Bedr'de hepimizin en cesâretlisi, en kahramanı Resûl aleyhisselâmdı. Müşrik saflarına en yakın olan da O
idi. Sıkıştığımız zaman O'na sığınırdık" demiştir. Müşrikler, reîsleri
olan Ebû Cehl’i ortalarına aldılar. İçlerinden birini Ebû Cehl gibi giydirip
ona benzettiler. Bu nasipsizin adı Abdullah bin Münzir'di. Hazret-i Ali,
Abdullah'ın üzerine saldırdı. Ebû Cehl’in gözleri önünde, Abdullah'ın kafasını
kesti. Ebû Kays'ı giydirdiler. Onu da hazret-i Hamza öldürdü. Hazret-i Ali, bir
müşrikle çarpışıyordu. Müşrik, kılıcını hazret-i Ali'ye sallamış, kılıç kalkana
saplanıp kalmıştı. Ali (radıyallahü anh)
Zülfikârını, müşrikin zırhlı vücûduna sallayınca, omuzundan göğsüne doğru
zırhıyla birlikte biçtiği sırada başı üzerinden bir kılıcın parladığını gördü.
Sür'atle başını eğdi. Kılıcı parlatan; "Al! Bu da Hamza bin
Abdülmuttalîb'den" derken, müşrikin kellesi miğferiyle beraber yere düştü.
Ali (radıyallahü anh) dönüp baktığında amcası
hazret-i Hamza'yı iki kılıçla çarpışır gördü. Peygamberimiz,
Eshâbının böyle yiğitçe çarpışdığını gördükçe; “Onlar, Allahü teâlânın
yeryüzündeki aslanlarıdır" buyurarak, onları takdir ediyordu.
Bir ara, Resûlullah efendimizin yanıbaşlarında çarpışan
hazret-i Ukâşe'nin kılıcı kırıldı. Bu hâli gören sevgili
Peygamberimiz, yerde gördüğü bir sopayı alıp ona uzattı ve; “Yâ Ukâşe! Bununla
vuruş!..." buyurdular. Ukâşe (radıyallahü
anh) sopayı alır almaz, sopa, Peygamberimizin
bir mûcizesi olarak; uzun parlak, sırtının ortası kuvvetli ve keskin bir kılıç
oluverdi. Harbin sonuna kadar bu kılıçla bir çok müşriki öldürdü.
Âlemlerin
efendisi Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem bir taraftan çarpışıyor,
bir taraftan da Eshâbını heyecana sürükleyen şu mübârek hadîs-i şerîfini söylüyordu: “Varlığım kudret
elinde bulunan Allahü
teâlâya yemîn ederim ki, bugün cenâb-ı Hakk'ın rızâsını umarak, sabır ve sebât göstererek
çarpışanları, arkalarına dönmeden ilerlerken öldürülenleri, Hak teâlâ, muhakkak Cennet’ine koyacaktır." Bu mübârek
sözü işiten Umeyr bin Hümâm (radıyallahü anh);
"Ne güzel! Ne güzel! Demek, Cennet’e girebilmem için şehîd olmamdan başka
bir şey lâzım değilmiş" diyerek, hücûmlarını daha da sıklaştırdı. Bir
taraftan düşmanla vuruşuyor, bir taraftan da; "Allahü
teâlâya maddî azıklarla değil, ancak Hak
teâlânın korkusu, âhıret ameli, cihâda sabır ve sebât göstererek
gidilir. Bunun dışındaki bütün azıklar şüphesiz biter, tükenir!..."
diyordu. Böylece, şehîd oluncaya kadar çarpıştı (radıyallahü
anh).
Bir sahâbenin üzerine en az üç müşrik birden saldırıyordu. Her birine ayrı kılıç yetiştirmeye çalışan şanlı Eshâb-ı kirâmı, hiç bir şey yıldıramıyordu. "Allahü ekber! Allahü ekber!..." dedikçe yeniden güçleniyor, tekrar tekrar saldırmaktan usanmıyorlardı. Bir ara müşriklerin hücûmu şiddetlendi. Eshâb-ı kirâm güç duruma düştüler.
O sırada Resûlullah efendimiz, hazret-i Ebû Bekr ile hurma dallarından yapılmış çadırına girdiler. Peygamberimiz, yine Allahü teâlâya münâcâta başladı. “Yâ Rabbî! Bana vâdettiğin yardımı lütfet!..." diye yalvarıyordu. O anda vahiy geldi. Meâlen buyruluyordu ki: “O vakit Rabbinizden yardım ve zafer istiyordunuz da, O size; “Gerçekten ben arka arkaya bin melâike ile imdâd ediyorum" diye duânızı kabûl buyurmuştu." (Enfâl sûresi: 9) Peygamber efendimiz, hemen ayağa kalktılar ve: “Müjde yâ Ebâ Bekr! Sana, Allahü teâlânın yardımı yetişti! İşte şu Cebrâil'dir. Kum tepeleri üzerinde, atının dizginini tutmuş, silâhlanmış, emir bekliyor" buyurdu.
Enfâl sûresinde bildirildiği üzere cenâb-ı Hak, meleklere meâlen buyurmuştu ki: “Hani Rabbin meleklere; (Müslümanlara nusret ve yardım husûsunda) sizinle beraberim diye vahyeyledi. Haydi mü’minlere (nusret müjdesiyle kalblerine) sebât ilham ediniz. Ben şimdi kâfirlerin gönüllerine dehşet ve korku salıvereceğim. Vurun hemen onların boyunlarının üstüne, vurun her bir parmaklarına (mafsallarının hepsine)!... Çünkü onlar, Allahü teâlâya ve Resûlüne karşı geldiler. Kim Allahü teâlâ ve Resûlüne karşı gelirse, Allahü teâlânın (azâbına uğrar) cezâsı çok çetindir!" (Enfâl sûresi: 12,13)
Bu emir üzerine Cebrâil, Mikâil ve İsrâfil aleyhimüsselâm, yanlarına biner melek alarak sevgili Peygamberimizin sıra ile; yanında, sağında ve solunda yerlerini aldılar.
Cebrâil aleyhisselâm, başına sarı bir sarık sarmıştı. Diğer meleklerin başlarında ise beyaz sarıklar vardı. Sarıkların uçlarını arkalarına sarkıtmışlar, beyaz atlara binmişlerdi. Server-i âlem efendimiz, Eshâbına; “Melekler, alâmetli ve nişânlıdırlar. Siz de kendinize birer alâmet ve nişân yapınız!" buyurdular. Zübeyr bin Avvâm (radıyallahü anh), başına sarı, Ebû Dücâne (radıyallahü anh), kırmızı bir bezi sarık şeklinde sardılar. Hazret-i Ali, beyaz bir tuğ, hazret-i Hamza da, göğsüne deve kuşu kanadı taktı.
Meleklerin harbe girmeleri ile durum bir anda değişti. Eshâbı kirâm önündeki kâfire daha kılıcını sallamadan, onun başı, gövdesinden ayrılıp yere düşüyordu. Peygamber efendimizin sağında-solunda, önünde ve arkasında tanınmayan kimselerin müşriklerle çarpıştığı görülüyordu. Hazret-i Sehl anlattı ki: "Bedr gazâsında, her birimiz bir müşrikin başına kılıcımızı salladığımız zaman, daha kılıç hedefine varmadan, kellesinin bedeninden ayrılıp yere yuvarlandığını görüyorduk!..."
Müşriklerin
sancaktarı Ebû Azîz bin Umeyr esir edildi. Kumandanları Ebû Cehl ise
Kureyşlileri cesâretlendirmek için durmadan şiirler söyleyerek, askerinin
moralini düzeltmeye çalışıyordu. Genç bir delikanlı gibi saldırıyor; "Anam
beni bu günler için doğurdu!..." diyerek öğünüyor, gençleri teşvik
ediyordu.
Müşriklerden
Ubeyde bin Sa’îd, baştan ayağa kadar zırh giyinmişti. Sâdece gözleri
görünüyordu. Atının üzerinde bir o tarafa, bir bu tarafa dönüp; "Ben, Ebû
Zâtülkeriş'im! Ben Ebû Zâtülkeriş'im!" yâni ben büyük karınlıyım, karın
babasıyım diyerek kendince meydan okuyordu. Kahraman mücâhid hazret-i Zübeyr
bin Avvâm, yanına yaklaşıp, mızrağını tam gözüne nişânladı ve; "Allahü
ekber!" deyip savurdu. Hedefini bulan mızrak, onu atından yere düşürdü.
Zübeyr (radıyallahü anh), koşarak yanına vardığında,
Ubeyde ölmüştü. Ayağını, yanağına basıp, olanca kuvvetiyle çektiği hâlde
mızrağı zor çıktı, eğikti.
Hazret-i
Zübeyr’in, Bedr harbinde gösterdiği kahramanlık çok büyüktü. Vücûdunda
yaralanmadık yer kalmamıştı. Bu durumu oğlu Urve; "Babam, önemli üç kılıç
darbesi almıştı. Bunlardan biri boynunda idi. Yara o kadar derin bir iz
bırakmıştı ki, içine parmağımı sokabiliyordum" diye anlatmıştı.
Abdurrahmân
bin Avf (radıyallahü anh) da kıyasıya
Kureyşlilerle çarpışıyor, aldığı yaralardan akan kanlara aldırmadan, önüne
geleni deviriyordu. Hazret-i Abdurrahmân şâhid olduğu bir hâdiseyi şöyle
anlattı: "Bir ara önümde kimse kalmamıştı. Sağıma-soluma baktığım zaman,
Ensâr'dan iki delikanlı gözüme ilişti. Bunlardan en kuvvetli ve vurucu olan ile
bulunmak istedim. Bu iki gençten biri, beni gözü ile süzdü, sonra bana dönerek;
"Ey amca! Ebû Cehl'i tanır mısın!" diye sordu. Ben de; "Evet
tanırım" dedim ve; "Ey kardeşimin oğlu, Ebû Cehl'i ne
yapacaksın?" diye sorunca; "Bana haber verildiğine göre Resûlullah'a sövermiş. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, onu bir görürsem,
öldürünceye veya kendim ölünceye kadar aslâ ondan ayrılmayacağım" dedi.
Bir gencin heyecan hâlinde söylediği bu kât’i ve kararlı söze doğrusu hayret
ettim."
Bu iki
gençten diğeri de beni gözden geçirerek ötekinin söylediği gibi söyledi. Bu
sırada, Ebû Cehl'i görmüştüm. O, Kureyş askeri içinde hiç durmadan ileri geri
dönüp duruyordu. Ben; "Ey gençler! Öteye beriye telâşla giden şu şahıs,
Ebû Cehl'dir" deyince, hemen kılıçlarına sarıldılar ve Ebû Cehl'in yanına
yaklaşarak çarpışmaya başladılar. Bu gençler, Afra Hâtun'un çocukları Mu'âz ve
Mu'avvez kardeşlerdi (radıyallahü anhümâ).
Bu sırada
Eshâb-ı kirâmın kahramanlarından Mu'âz bin Amr (radıyallahü
anh), Ebû Cehl'in yanına sokulmak fırsatını buldu. Uzun kuyruklu bir at
üzerinde bulunan Ebû Cehl'in üzerine saldırıp, bacağına olanca şiddetiyle
kılıcını çaldı. Ebû Cehl'in bacağı yere düştü. O sırada babasının imdadına
yetişen ve daha müslüman olmayan İkrime, hazret-i Mu'âz bin Amr ile çarpışmaya
başladı.
O anda
Mu'âz ve Mu'avvez kardeşler (radıyallahü anhümâ),
bir şahin gibi ileri atıldılar. Önlerine geleni devirerek Ebû Cehl'e ulaştılar.
Kılıçlarıyla öldü zannedinceye kadar vurdular.
Hazret-i
Mu'âz bin Amr ise, İkrime ile yaptığı çarpışmada elinden ve kolundan
yaralanmıştı. Mübârek eli bileğinden kesilmiş, eli deride sallanıp kalmıştı.
Çarpışmaya kendini kaptıran Mu'âz bin Amr'ın (radıyallahü
anh) eliyle oyalanacak, onu tedâvî için saracak zamanı yoktu. Kesik eli
deride sallanırken bile kahramanca çarpışıyordu. "Allahü ekber!..."
Bu ne kuvvetli îmân!... Bu ne görülecek manzara idi!... Hazret-i Mu'âz bir
müddet böyle vuruştuktan sonra, hareket kâbiliyetinin azaldığını gördü. Buna
sebep, kesik eli idi. Onu derhal ayağının altına alarak koparıp attı...
Azılı İslâm
düşmanlarından Nevfel bin Hüveylid, Kureyş'in en gözde pehlivanlarındandı.
Durmadan bağırıyor, müşrik sürüsünü heyecana ve galeyana getirmeye çabalıyordu.
Peygamber efendimiz, onun bu hâlini
görünce; “Allah'ım!
Nevfel bin Hüveylid'e karşı bana yardımcı ol. Onun hakkından gel" buyurarak
duâ etmişti. Allahü teâlânın aslanı
hazret-i Ali, Nevfel müşrikini görünce, derhal üzerine atıldı. Şiddetle
kılıcını indirdi. Öyle vurmuştu ki, bacakları zırhlarla kaplı olduğu hâlde
ikisi birden kesildi. Sonra kılıcını boynuna çalıp, başını gövdesinden kopardı.
Bilâl-i
Habeşî’yi (radıyallahü anh) kızgın kumlara
yatırıp, göğsüne kocaman kayaları koyan Ümeyye bin Halef, müşriklerin en
azılılarındandı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimize işkence yapmak
için her fırsatı değerlendiren bu büyük İslâm düşmanı da, Bedr vâdisinde,
müşrikleri toparlamaya çalışıyor, İslâmın nûrunu söndürmek için çabalıyordu.
Onun bu hâlini gören hazret-i Bilâl, yalın kılıç yanına yaklaşarak karşısına
dikildi ve; "Ey küfrün başı olan Ümeyye bin Halef!... Sen kurtulursan ben
kurtulmayayım!" deyip saldırdı. Bir taraftan da; "Ey Ensârî
kardeşler! Yetişin, küfrün başı burada!" der demez, Eshâb-ı kirâm,
Ümeyye'nin etrâfını sarıp, hemen öldürdüler.
Müşrik
ordusunda, artık baş kalmamıştı. Her biri ne yapacaklarını bilmiyor, rastgele
kaçmaya çalışıyorlardı. Küfrün kalesi yıkılmıştı. Şanlı Eshâb tâkibe devam
etti. Müşriklerden bir kısmı yakalanarak esir alındı. Peygamber efendimizin amcası Abbâs da esirler
arasındaydı.
Peygamber efendimiz
sallallahü aleyhi ve sellem, şanlı Eshâbına; “Nevfel bin
Hüveylid hakkında bilgisi olan var mı?" buyurdular. Hazret-i
Ali ileri çıkıp; "Yâ Resûlallah! Onu ben öldürdüm" dedi. Bu habere
çok sevinen sevgili Peygamberimiz; “Allahü
ekber!" diyerek tekbir getirdiler ve; “Allahü teâlâ, onun hakkındaki duâmı kabûl
eyledi" buyurdular.
Ümeyye bin
Halef’in öldürüldüğünü söylediklerinde de çok sevindiler ve; “Elhamdülillah! Allahü teâlâya şükürler olsun, Rabbim kulunu tasdik etti, dînini üstün
kıldı" buyurdular.
Resûl-i ekrem
efendimiz, Ebû Cehl için; “Acabâ Ebû Cehl ne yaptı, ne oldu, kim gidip bir
bakar?" buyurarak, ölüler arasında onun araştırılmasını
emretti. Aradılar bulamadılar. Peygamber
efendimiz; “Arayınız, onun hakkında sözüm var. Eğer onu tanıyamazsanız
dizindeki yara izine bakınız. Bir gün ben ve o, Abdullah bin Cüd’ân'ın
ziyâfetinde idik. İkimiz de gençtik. Ben ondan biraz büyükçe idim. Sıkışınca
onu ittim. Dizleri üzerine düştü. Dizlerinden birisi yaralandı ve bu yaranın
izi dizinden kaybolmadı" buyurdu. Bunun üzerine Abdullah ibni
Mes’ûd, Ebû Cehl'i aramaya gitti. Onu yaralı olarak buldu ve tanıdı. "Ebû
Cehl sen misin?" dedi. Boynuna ayağını bastı. Sakalından tutup çekti ve;
"Ey Allahü teâlânın düşmanı! Allahü teâlâ nihâyet seni hor ve hakîr etti
mi?" dedi. Ebû Cehl; "Ne diye beni hor ve hakîr edecek! Ey koyun
çobanı! Allah seni hor ve hakîr etsin. Sen çıkılması pek sarp bir yere
çıkmışsın! Sen bana bugün zafer ve galebenin hangi tarafta olduğunu haber
ver" dedi. İbn-i Mes’ûd (radıyallahü anh);
"Zafer, Allah ve Resûlünün tarafındadır" dedi. Ebû Cehl'in miğferini
kafasından çıkarırken; "Ey Ebû Cehl! Seni öldüreceğim" dedi. Ebû
Cehl; "Sen kavminin ulusunu öldürenlerin ilki değilsin. Fakat doğrusu,
senin beni öldürmen bana çok ağır gelecek. Hiç olmazsa boynumu göğsüme yakın
kes de başım heybetli görünsün!" diyerek küfrünün, gurur ve kibrinin ne
dereceye çıkmış olduğunu gösterdi. İbn-i Mes’ûd (radıyallahü
anh), Ebû Cehl'in başını kendi kılıcıyla kesemeyince, Ebû Cehl'in
kılıcıyla kesti ve silâhını, zırhını, miğferini, başını getirip, Peygamber efendimizin önüne koydu.
"Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Bu, Allahü
teâlânın düşmanı Ebû Cehl'in başıdır" dedi. Sevgili Peygamberimiz; “O Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur"
buyurdu. Sonra kalkıp Eshâbıyla birlikte Ebû Cehl'in ölüsünün yanına kadar
gittiler. Orada; “Allahü teâlâya hamd olsun ki, seni zelîl ve hakîr kıldı. Ey Allah
düşmanı! Sen bu ümmetin fir'avn'ı idin" buyurdu. Sonrada; “Ya Rabbî! Bana
olan vâdini yerine getirdin" diyerek Allahü teâlâya şükrettiler.
Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, yaralı
Eshâb-ı kirâmın yaralarını sardırdı. Şehîd olanları tespit ettirdi.
Muhâcirlerden altı, Ensârdan sekiz olmak üzere ondört şehîd verilmişti.
Hepsinin de mübârek rûhları Cennet’e uçarken, İslâmın nûrunu söndürmeye uğraşan
müşriklerden, yetmiş kişi öldürüldü ve bir o kadarı da esir alındı.
Resûlullah efendimiz,
zaferi müjdelemek üzere Abdullah bir Revâha ve Zeyd bin Hârise'yi (radıyallahü anhüma) Medîne'ye gönderdi.
Peygamber efendimiz,
şehidlerin cenâze namazını kıldırarak kabirlerine defnettirdiler.
Müşriklerin
cesedlerinden yirmidört tanesini kör bir kuyuya, diğerlerini topluca çukurlara
atıp, üzerlerini doldurdular.
Âlemlerin
efendisi, şerefli Eshâbıyla kuyunun başına gelip; “Ey kuyuya atılanlar!"
buyurduktan sonra, öldürülen müşriklerin isimlerini, babalarının ismiyle
beraber sayıp; “Ey
Utbe bin Rebîa! Ey Ümeyye bin Halef! Ey Ebû Cehl bin Hişâm!... Sizler,
Peygamberinize karşı ne kötü bir kavim idiniz. Siz, beni yalanladınız,
başkaları ise beni tasdik edip doğruladılar. Siz, beni şehrimden, diyârımdan
çıkardınız. Başkaları ise bana kapılarını açıp, bağırlarına bastılar. Siz,
benimle harb ettiniz, başkaları ise bana yardım ettiler. Rabbimin, vâdettiğine
kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin vâdettiği zafere kavuşdum"
buyurdular.
Hazret-i
Ömer; "Yâ Resûlallah! Leş olmuş kimselere mi söylüyorsunuz?" diye
suâl ettiler. Bunun üzerine Resûl-i ekrem
efendimiz; “Beni
hak peygamber olarak gönderen Rabbim hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan
daha çok işitmiyorsunuz. Fakat cevap veremezler" buyurdular.
Müşrikler,
harb meydanından canlarını kurtarmak için hızla kaçarken, getirdikleri hiç bir
şeyi alıp götürememişlerdi. Hepsi müslümanların eline geçti. Peygamber efendimiz, ganîmet mallarını Bedr
harbine katılan ve vazifeli olan bütün Eshâbına paylaştırdı.
Bu sırada
müjdeci olarak gönderilen Abdullah bin Revâha ve Zeyd bin Hârise (radıyallahü anhüma), Medîne'ye yaklaşmışlardı. Pazar
günü kuşluk vakti, Akik mevkîine gelince, ayrıldılar. Abdullah bin Revâha bir
taraftan, Zeyd bin Hârise (radıyallahü anhümâ)
de başka bir yönden Medîne'ye girdiler. Ev ev dolaşıp zaferi bildiriyorlardı. Resûlullah efendimizin şâiri olan Abdullah bir
Revâha (radıyallahü anh);
"Ey
Ensâr cemâati! Size müjdelerim ki,
Sağ ve
selâmettedir, Allah'ın Peygamberi.
Müşrikler
öldürüldü ve esir edildiler,
Var
esirler içinde, çok şöhretli kişiler.
Rebîa ve
Haccâc'ın oğulları bittamâm,
Öldürüldü
hem Bedr'de, Ebû Cehl Amr bin Hişâm"
diyerek
yüksek sesle zaferi müjdeliyordu. Hazret-i Âsım bin Adîy; "Ey İbn-i
Revâha! Söylediğin gerçek mi?" diye sordu. Abdullah bin Revâha;
"Evet, vallahi gerçektir! İnşâallah, yarın Resûlullah
da, ellerinden bağlanmış esirlerle birlikte gelecektir!" buyurdu.
O gün, sevgili Peygamberimizin kızı hazret-i Rukayye
vefât etmişti. Efendisi hazret-i Osman, cenâze namazını kıldırmıştı. Bu üzüntü
üzerine gelen zafer haberi, onları biraz ferahlatmıştı.
Peygamber efendimiz
sallallahü aleyhi ve sellem Eshâbıyla Bedr
zaferini kendisine ihsân eden Allahü teâlâya
hamd edip, şükür secdesine kapandıktan sonra, Medîne-i münevvereye doğru
esirlerle birlikte yola çıktılar.
Daha önce
müjdeyi veren Abdullah bin Revâha ile Zeyd bin Hârise (radıyallahü
anhüm), Bedr gazâsında olanları ve kimlerin şehîd olduğunu
anlatmışlardı. Medîne'de kalan çocuklar, kadınlar, vazifeliler zafer için çok
sevinmişlerdi. Peygamber efendimizi
karşılamaya çıktılar. Şehîd olanların içinde Hârise bin Sürâka (radıyallahü anh) da vardı. Hazret-i Hârise'nin annesi
Rebî (radıyallahü anhâ), oğlunun havuzdan su
içerken, bir düşman okuyla vurulup şehîd olduğunu öğrenmişti. Rebî (radıyallahü anhâ) vâlidemiz, bu haberi işittiğinde;
"Resûl aleyhisselâm gelmedikçe oğlum için
ağlamam. Saâdetle Medîne'yi teşrîf ettiklerinde, kendisine suâl ederim. Eğer
oğlum Cennet’te ise hiç ağlamam. Yok eğer Cehennem’de ise, gözlerimden yaş
yerine kanlar dökerim" demişti.
Sevgili Peygamberimiz,
mübârek Eshâb-ı kirâmıyla Medîne'yi teşrîf ettiklerinde, Rebî (radıyallahü anhâ), huzûrlarına varıp;
"Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Oğlum Hârise'ye olan
muhabbetimi bilirsin. Acabâ şehîd olup Cennet’e girmiş midir? Eğer böyle ise,
sabredeyim. Yok öyle değilse, gözümden kanlı yaşlar dökeyim" dedi. Habîb-i ekrem efendimiz ona; “Ey Ümmü Hârise!
Senin oğlun bir değil, birden çok Cennet’tedir. Onun yeri Firdevs'tir"
buyurarak müjde verdiler. Bunun üzerine Rebî (radıyallahü
anhâ) "Artık oğlum için ağlamam" dedi. Kâinatın sultânı, bir
kap ile su istediler. Merhamet buyurup mübârek elini suya sokup çıkardılar. Bu
suyu hazret-i Hârise'nin annesi ve kız kardeşine içirdiler. Ayrıca bu suyu,
onların başlarına ve yüzlerine sürdüler. O günden sonra Rebî ve kızının (radıyallahü anhümâ) yüzleri pek nûrlu idi. Ömürleri
de çok uzun oldu.
Hace-i
kâinat aleyhi efdâlüssalevat efendimiz, Medîne'ye getirilen yetmiş esiri,
Eshâbı arasında paylaştırarak iyi muâmele yapılmasını emir buyurdular.
Esirlerin âkıbeti hakkında, Allahü teâlâdan
henüz bir vahiy gelmemişti. Resûlullah efendimiz,
Eshâbıyla istişâre ettikten sonra esirlerin, fidye karşılığında serbest
bırakılması kararına vardılar. Her esirin mal varlığına göre, fidye miktarı
tespit edildi. Parası olmayanlardan okuma yazma bilenler, Medîne'de okuma yazma
bilmeyen on kişiye okuma ve yazmayı öğretecek, ondan sonra Mekke'ye
gidebileceklerdi. Esirler arasında, Peygamber
efendimizin amcası Abbâs da vardı. Efendimiz ona; “Ey Abbâs!
Kendin, kardeşinin oğlu Ukayl (Akîl) bin Ebî Tâlib, Nevfel bin Hâris için
kurtulmalık akçesi ödeyiniz. Çünkü sen, zenginsin" buyurdu.
Hazret-i Abbâs da; "Yâ Resûlallah! Ben müslümanım. Kureyşliler beni zorla
Bedr'e getirdiler" dedi. Resûlullah;
“Senin
müslümanlığını Allahü teâlâ bilir. Doğru söylüyorsun, Allahü teâlâ sana
elbette onun ecrini verir. Fakat sen, görünüş îtibâriyle aleyhimizdesin. Bunun
için, kurtulmalık akçeni ödemen lâzımdır” buyurdu. Abbâs (radıyallahü anh); "Yâ Resûlallah! Yanımda
ganîmet olarak aldığınız 800 dirhemden başka servetim yok" deyince, Peygamber efendimiz; “Yâ Abbâs! Ya o altınları niçin
söylemiyorsun?” buyurdu. O da; "Hangi altınları?" dedi. Sevgili Peygamberimiz; “Hani sen Mekke'den çıkacağın gün, hanımın
Hâris'in kızı Ümm-ül-Fadl'a verdiğin altınlar! Onları verirken yanınızda sizden
başka kimse yoktu. Sen, Ümm-ül-Fadl'a; “Bu seferde başıma ne geleceğini
bilemiyorum. Eğer bir felâkete düçâr olup da dönemezsem, şu kadarı senindir, şu
kadarı Fadl içindir, şu kadarı Abdullah için, şu kadarı Ubeydullah için, şu
kadarı Kusem içindir" dediğin altınlar" buyurunca,
hazret-i Abbâs şaşırdı ve; "Yemîn ederim ki, ben bu altınları hanımıma
verirken yanımızda kimse yoktu. Bunu nereden biliyorsunuz?" dedi. Peygamber efendimiz; “Allahü teâlâ haber verdi” buyurduğunda,
Abbâs (radıyallahü anh); "Senin, Allahü teâlânın resûlü olduğuna ve doğru söylediğine
şehâdet ederim" deyip Kelime-i şehâdet getirdi. Müslüman olunca, Peygamber efendimiz hazret-i Abbâs'ı Mekke'de
vazifelendirdi. Oradaki müslümanları korumasını, İslâmiyete düşman olanlarla
ilgili haberleri göndermesini emir buyurdular.
Bedr
gazâsında hezîmete uğrayan Kureyş'e haber gönderilip, fidye karşılığında
esirlerini alabilecekleri bildirildi. Ancak, hicretten önce Peygamberlerin
efendisine pek çoz eziyet ve işkencelerde bulunan Nadr bin Hâris'in boynu
vuruldu. Bir de, Resûl aleyhisselâm Kâbe'de
namaz kılarken mübârek sırtına deve işkembesi koymak bedbahtlığını gösteren
alçak Ukbe bin Ebî Mu'ayt öldürüldü. Bu azılı İslâm düşmanının başı gövdesinden
ayrılınca, Resûlullah efendimiz, Allahü teâlâya hamd ettiler. Yanına varıp; “Vallahi Allahü teâlâyı, resûlünü ve Kur'ân-ı kerîmi inkâr eden, peygamberini
işkenceden işkenceye uğratan senin kadar kötü bir kimse bilmiyorum”
buyurdular.
Esirler,
sâhipleri tarafından fidye karşılığı alınıncaya kadar, Eshâb-ı kirâmın
aleyhimürrıdvân yanında kaldılar. Sahâbenin hepsi de esirlere çok iyi muâmele
edip, onları yiyeceklerine ortak ettiler. Mus’ab bin Umeyr'in (radıyallahü anh) kardeşi Ebû Azîz esirler arasında
idi. O anlattı; "Ben de Medîneli bir müslümanın evinde esir idim. Bana çok
iyi davranıyorlar, sabah ve akşam yiyecekleri ekmeği bana veriyorlar, kendileri
sâdece hurma yemek mecbûriyetinde kalıyorlardı. Onlardan birinin eline bir
ekmek parçası geçse, doğruca bana getirip verirdi. Utandığımdan ekmeği,
getirene geri verirdim. Fakat o, ekmeği tekrar bana iâde ederdi."
Yine
esirlerden Yezid ismindeki Kureyşli şöyle anlattı: Müslümanlar Bedr'den
Medîne'ye gelirken, biz esirleri hayvanlara bindirdiler, kendileri ise yaya
olarak yürüdüler."
Müşriklerin
Bedr'de hezîmete uğrayıp, perişân bir vaziyette harp meydanından kaçmaları,
Mekke'de büyük bir şaşkınlık meydana getirdi. Hiç beklemedikleri, hattâ hiç
akıllarından geçmeyen bir netîce ortaya çıkmıştı. Haberi ilk getirenin
sözlerine, Ebû Leheb ve diğer müşrikler inanmadılar. Harp meydanından kaçan Ebû
Süfyân Mekke'ye geldiğinde, onu hemen yanlarına çağırdılar, Ebû Leheb ona;
"Ey kardeşimin oğlu! Anlat bakalım, nasıl oldu?" diye sordu. Ebû
Süfyân orada, bir yere oturdu. Bir çok kimse de ayakta dinliyorlardı. Ebû
Süfyân şöyle anlattı; "Hiç sorma, müslümanlarla karşılaşınca, sanki elimiz
kolumuz bağlı idi. İstedikleri gibi hareket ettiler. Bir kısmımızı öldürdüler,
bir kısmımızı esir ettiler. Yemîn ederim ki, ben, bizimkilerden kimseyi
kınayıp, ayıplamıyorum. Çünkü, o sırada yer ile gök arasında kır atlar üzerinde
beyazlara bürünmüş kimselerle karşılaştık. Onlara ne bir şey dayanabiliyor, ne
de bir kimse karşı durabilirdi."
İslâmın
ilk zamanlarında müslüman olmasına rağmen, müşriklerin şerrinden çekindiği için
müslümanlığını açığa vurmayan Abbâs'ın (radıyallahü
anh) kölesi Ebû Râfi' hazretleri orada idi. Sessizce onları dinlemekte
olan Ebû Râfi' (radıyallahü anh), sevincinden
her şeyi unuttu ve; "Vallahi onlar meleklerdir" deyiverdi. Ebû Leheb,
ona şiddetli bir tokat vurdu ve kaldırıp yere çarptı. Bir hayli de dövdü. Bunun
üzerine, orada bulunan hazret-i Abbâs'ın hanımı Ümmü Fadl (radıyallahü anhâ) dayanamadı. Çünkü kendisi de
önceden müslüman olmuştu. Ümmü Fadl, odadaki direklerden birini alıp;
"Kimsesi yok diye onu güçsüz gördün değil mi?" diyerek, şiddetle Ebû
Leheb'e vurdu. Ebû Leheb'in başı yarıldı. Kanlar akarak zelîl, hakîr ve
horlanmış bir vaziyette dönüp gitti. Yedi gün sonra, Allahü teâlâ ona kara kızıl denen bir hastalık verdi. Bu
hastalıktan öldü. Oğulları iki veya üç gece defnetmeden bıraktılar. Nihâyet kokmaya
başladı. Herkes, Ebû Leheb’in yakalandığı hastalıktan, tâ'ûndan kaçar gibi
kaçıyor ve iğreniyordu. Bunun üzerine kureyş'ten biri, Ebû Leheb'in oğullarına;
"Yazık size, utanmıyor musunuz? Babanızı, kokuncaya kadar evde bıraktınız.
Hiç olmazsa onu bir yere gömüp kaybedin" dedi. Oğulları o şahsa; "Biz
ondaki hastalıktan korkuyoruz!" diye cevap verdiler. Bu defâ adam onlara;
"Siz gidiniz, ben geliyorum, size yardımcı olacağım" dedi. Sonra, üçü
bir araya geldiler. Yüklenip, ücrâ bir yere bıraktılar. Görünmeyinceye kadar,
üzerine taş attılar. Ebû Leheb böylece ebediyyen azâb ve ateşler içerisinde
kalacağı yurduna, karanlık ve Cehennem çukuru olan kabrine girdi.
Bedr'de
esir edilen Kureyşliler arasında Velîd bin Velîd de vardı. Onu Abdullah bin
Cahş (radıyallahü anh) esir almıştı. Velîd'in
kardeşleri Hişâm ile henüz müslüman olmayan Hâlid bin Velîd (radıyallahü anh) Medîne'ye geldiler. Abdullah bin
Cahş (radıyallahü anh) fidye-i necât yâni
kurtuluş akçesi verilmedikçe bırakmak istemedi. Kardeşlerinden Hâlid râzı
olduysa da, babası bir annesi ayrı kardeşi Hişâm kabûl etmedi. Resûlullah efendimiz, babalarının silâh ve
teçhîzâtının verilmesini teklif etti. Buna Hişâm râzı olduysa da Hâlid kabûl
etmedi. Fakat sonunda babalarının yüz dinâr kıymetindeki kılıcı, zırhı ve
miğferi, karşılığında anlaştılar. Velîd'i esâretten kurtarıp, Mekke'ye yola
çıktılar. Fakat Velîd, Mekke yolu üzerinde Medîne'ye dört mil mesâfedeki
Zü'l-Huleyfe'de onlardan ayrılıp, Peygamber
efendimizin yanına geldi. Îmân edip, Eshâb-ı kirâmdan oldu. Müslüman
olduktan bir müddet sonra, Mekke'ye kardeşlerinin yanına gitti. O zaman Hâlid
bin Velîd; "Mâdem, müslüman olacaktın. Kurtuluş fidyesi ödemeden olsaydın?
Babamızdan kalan hâtırayı elimizden çıkardın. Niçin böyle yaptın?" diye
sorunca; "Kureyşlilerin; "Esârete dayanamadı ve Muhammed aleyhisselâma
tâbi oldu" demelerinden korktum" cevâbını verdi. Bu cevâba çok
sinirlenen kardeşleri onu, Mahzûm oğullarından bâzı müslümanlarla, Iyâş bin Ebî
Rebîa ve Seleme bin Hişâm'ın (radıyallahü anhüm)
yanına haps ettiler.
Velîd bin
Velîd (radıyallahü anh), îmân ettiği için
senelerce hapis yattı. İslâmiyetin azılı düşmanlarından amcası Hişâm ile müşrik
akrabâlarından çok zulüm ve işkence gördü. Resûl-i
ekrem sallallahü aleyhi ve sellem
efendimiz, müşriklerin zulmüne uğrayan Iyâş bin Ebî Rebîa ile Ebû Seleme bin
Hişâm ve Velîd için şöyle duâ ettiler: “İlâhî! Velîd bin Velîd'i, Seleme bin Hişâm’ı, Iyâş bin
Rebîa'yı (küffâr elinde bunalıp) zayıf (ve âciz) görülen diğer mü’minleri kurtar. İlâhî,
Mudar'ı (Kureyş'i) daha beter (çök kötü) çiğne. Bu yılları (onlara) Yûsuf'un
yıllarına benzet.” Velîd (radıyallahü anh),
Resûlullah efendimizin duâsı
bereketiyle bir fırsatını bulup, bağlı bulunduğu yerden kaçtı. Medîne-i
münevvereye gelip, sevgili Peygamberimize
kavuştu. Habîbullah efendimiz, Iyâş bin Rebîa ile Seleme bin Hişâm'ın hâlini
sorunca, onların ayaklarından birbirlerine bağlı olduklarını, şiddetli azâb ve
işkenceler altında kıvrandıklarını haber verdi. Kâinatın sultânı, onların
hâline çok üzülüp, kurtarılma çârelerini aradı. Kimin kurtarabileceğini
sorunca, senelerce işkence altında kalmasına rağmen, Velîd, büyük bir cesâret
ve aşkla; "Yâ Resûlallah! Onları ben kurtarırım, sana getiririm" diye
cevap verdi. Tekrar Mekke'ye gelip, işkence gören müslümanların yerini, onlara
yiyecek götüren bir kadını tâkib ederek öğrendi. İkisi de tavansız bir binâda
hapisti. Velîd (radıyallahü anh) gece, ölümü
göze alarak büyük bir cesâretle duvardan inip, arkadaşlarının yanına vardı.
Îmân etmekten gayrı bir suçları olmayan iki mazlum, müşriklerce bir taşa
bağlanıp; Arabistan'ın çöl havasındaki yakıcı sıcağında, her türlü zulme
uğratılıyordu. Velîd, bu mübârek kardeşlerini kurtarıp, devesine bindirdi.
Kendisi de yayan, yalın ayak Medîne-i münevvereye, çok sevdiği Resûlullah’ın yanına bir an önce varmak için
yola çıktı. Onu çölün kavurucu sıcağı değil, Âlemlerin efendisine kavuşmak aşkı
yakıyordu. Medîne'ye aç, susuz, yalın ayak, üç günde geldi. Parmakları,
taşların tahribatından param parça olmuştu. Velîd bin Velîd (radıyallahü anh), kan revân içinde çok sevdiği
Habîbullah'a kavuştu.
Şevk-i
haddin nârına her cân ki yansa nûr olur,
Aşk
derdiyle harâb olan gönül ma’mûr olur.
Bedr
zaferi, müslümanları büyük bir sevince garketti. Müşrikler ise büyük bir üzüntü
ve hüsrâna düşmüşlerdi. Habeşistan meliki Necâşî de Resûlullah
efendimizin muzaffer olduğunu işitince, hemen ülkesindeki Eshâb-ı
kirâmın yanına gidip; "Allahü teâlâya
hamdolsun ki, Resûlünü Bedr'de muzaffer edip, zafer ihsân eyledi" diyerek
müjde verdi.
Hicretin ikinci senesi idi. Fahr-i kâinat sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin kızı hazret-i Fâtıma, onbeş yaşına gelmişti.
Bir gün Hazret-i Fâtıma, bir hizmet için Resûl-i ekrem efendimizin huzûruna girmişti. Resûlullah efendimiz, kerîmelerinin evlenme çağına eriştiğini müşâhede ettiler. O günden sonra, Fâtıma-tüz-Zehrâ (radıyallahü anhâ) vâlidemizi pek çok kimse istedi. Resûl aleyhisselâm, bunlara iltifât etmeyip; “Onun işi, Hak teâlânın emrine bağlıdır” buyurdu.
Bir gün Ebû Bekr, Ömer ve Sa'd bin Mu'âz (radıyallahü anhüm) mescidde oturup; "Hazret-i Fâtıma'yı, hazret-i Ali'den gayri herkes istedi. Kimseye iltifât olunmadı" diye konuştular. Hazret-i Sıddîk; "Zannederim ki, Ali'ye nasîb olur. Gelin ziyâretine gidelim ve bu mes’eleyi açalım. Eğer fakirliği ileri sürerse yardımda bulunalım" dedi. Sa'd (radıyallahü anh) da; "Yâ Ebâ Bekr! Sen, hep hayır yaparsın. Kalk, biz de sana arkadaş olalım" dedi. Üçü birden mescidden çıkıp, hazret-i Ali'nin evine gittiler. Ali (radıyallahü anh), devesini alıp gitmiş, Ensârdan birinin hurmalığına su veriyordu. Onları görünce, karşılayıp hâl ve hatırlarını sordu. Ebû Bekr (radıyallahü anh); "Yâ Ali! Her hayırlı işte sen öndersin ve Resûl-i ekrem katında hiç kimseye nasîb olmamış bir mertebedesin. Fâtıma'yı (radıyallahü anhâ) herkes taleb etti. Hiç kimseye iltifât olunmadı. Sana nasîb olacağını zannediyoruz. Niçin teşebbüs etmezsin?" diye sordu.
Hazret-i Ali bunu işitince, mübârek gözleri yaşla doldu ve; "Yâ Ebâ Bekr! Beni ziyâdesiyle yaktın. Ona benden başka rağbet eden yoktur. Lâkin elimin darlığı buna mânidir" dedi. Ebû Bekr (radıyallahü anh); "Böyle söyleme. Allahü teâlâ ve Resûlünün yanında, dünyâ bir şey değildir. Buna fakirlik mâni olamaz. Var, taleb eyle" dedi.
Hazret-i Ali buyuruyor ki: "Resûlullah'ın huzûruna utanarak ve sıkılarak girdim. Resûlullah'ın bütün heybet ve vakârı üzerinde idi. Huzûrunda oturdum ve konuşmaya kâdir olamadım. Resûlullah efendimiz; “Niçin geldin, bir ihtiyâcın mı var?" buyurdu. Sustum. “Her hâlde Fâtıma'yı istemeye geldin" buyurunca; "Evet" diyebildim. (Peygamber efendimiz, hazret-i Fâtıma'ya hazret-i Ali'nin kendisini istediğini duyurdu. O da sustu.)
Peygamber efendimiz; “Fâtıma'ya mihr olarak verecek neyin var?" buyurdular. "Yanımda ona verilecek bir şeyim yok yâ Resûlallah" dedim. “Sana vermiş olduğum Hutamî zırhlı gömleğin nerededir, ne oldu?" buyurdular. "Yanımdadır" deyince; “Onu sat ve parasını bana getir. Mihr olarak o kâfidir" buyurdular." Başka bir rivâyette de; "Resûlullah efendimiz, hazret-i Ali'ye; “Yanında neyin var" buyurduğunda; "Atım ve zırhlı gömleğim var" diye cevap vermiş, Resûlullah efendimiz de; “Atın sana lâzım olur, fakat zırhını sat" buyurmuştu. Başka bir rivâyette de; “Yâ Ali, git kendine bir ev kirâla" buyurdu.
Hazret-i Ali, evleninceye kadar Peygamber efendimizle beraber oturuyordu. Peygamber efendimizin emirleri üzerine, Mescid-i Nebevî yakınında, hazret-i Âişe'nin odasının karşısında bulunan Hârise bin Nu'mân'ın evini kirâladı. Zırhını da, hazret-i Osman efendimize 480 dirheme sattı. Hazret-i Osman, zırhı satın aldıktan sonra, hediye olarak geri verdi.
Hazret-i Ali, zırh ve dirhemlerle Peygamberimizin yanına gelince, Peygamber efendimiz, hazret-i Osman'a çok hayr duâ ettiler ve; “Osman, Cennet’te benim refîkimdir" buyurdular. Sonra Bilâl-i Habeşî'yi çağırdı ve paranın bir kısmını vererek; “Bu parayı al, çarşıya çık! Biraz gül suyu, geri kalan para ile de bal al ve Mescid'in bir kenarında temiz bir kab içinde su ile eziniz. Bal şerbeti yapınız ki, nikâh kıyıldıktan sonra içelim. Ensâr ve Muhâcirlerden mevcût bulunan Eshâbımı mescide dâvet et ve Fâtıma ile Ali'nin nikâhlarının kıyılacağını halka îlân et" diye emretti.
Bilâl-i Habeşî, dışarı çıkıp hazret-i Ali ile hazret-i Fâtıma'nın nikâhlarının kıyılacağını halka îlân etti. Eshâb-ı kirâm, Mescid-i Nebevî'ye gelerek, içini dışını doldurdular. Peygamber efendimiz ayağa kalkarak şu hutbeyi okudular: “Bütün hamd ve şükür, âlemlerin Rabbine mahsustur. O, verdiği nîmetlerle öğülen, sonsuz kudretinden ve kuvvetinden dolayı ibâdet edilen, azâb ve hesâbından korkulan, hüküm ve fermânı yeryüzünde ve göklerde hâkim olandır. Mahlûkâtı kudretiyle yaratan, adâletli hükümleriyle bunları birbirinden ayıran, insanları (İslâm) dîni ve peygamberi Muhammed (aleyhisselâm) ile şereflendiren O'dur...
Allahü teâlâ bana, kızım Fâtıma'yı Ali bin Ebî Tâlib'e nikâhlamamı emretti. Şimdi sizi şâhid tutuyorum ki, (Allahü teâlânın emriyle) 400 miskâl gümüş mihr ile Fâtıma'yı, Ali bin Ebî Tâlib'e nikâhladım. Rabbim kendilerinin varlıklarını bir araya getirsin ve bunu kendilerine mübârek kılsın. Nesillerini temiz ve rahmete anahtar, hikmete mâden, ümmet-i Muhammed'e emîn kılsın. Söyleyeceğim bundan ibârettir. Rabbimden kendim ve sizin için mağfiret dilerim."
Hazret-i Ali de kalkarak şu kısa hutbeyi okudu: "... Huzûrunda bulunduğumuz Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm ederim ki, mübârek kerîmeleri Fâtıma'yı 400 miskâl gümüş mihrle bana nikâhlamıştır. Ey din kardeşlerim! Şüphesiz Peygamber efendimizin buyurduklarını işittiniz ve şâhid oldunuz. Ben de buna şâhid ve râzıyım. Aynen kabûl ediyorum. Allahü teâlâ hepimizin sözlerine şâhiddir, hepimize vekildir."
Nikâh akdi bittikten sonra. Peygamber efendimiz taze hurma getirttiler ve; “Haydi bu hurmadan alınız, yiyiniz" buyurdular. Herkes alıp yediler. Sonra hazret-i Bilâl bal şerbeti dağıttı, onu da içtiler ve bütün sahâbîler; "Bârekellahü fi kümâ ve aleykümâ ve ceme'a şemlekümâ" diye duâ ettiler.
Hazret-i Fâtıma, nikâhtan sonra ağlıyordu. Peygamber efendimiz onun yanına geldi ve; “Ey Fâtıma! Sana ne oldu ki ağlıyorsun? Allahü teâlâya yemîn ederim ki, seni, isteyenlerin en âlimine, hilim ve akıllılıkta en üstününe ve ilk müslüman olanına nikâhladım" buyurdu. Hazret-i Fâtıma; "Babacığım! Evlenen her kızın mihri altın ve gümüşle takdir ve tâyin ediliyor. Benim de mihrim böyle takdir edilirse, seninle diğerleri arasında ne fark olur. Kıyâmet günü sen, mü’minlerin günâhkârlarından ne kadar kimseye şefâatte bulunursan, ben de onların hanımlarına şefâatte bulunmak istiyorum. Muradım budur" dedi. Allahü teâlâ, hazret-i Fâtıma'nın bu dileğinin kabûl edildiğini bildirince, Resûlullah efendimiz; “Yâ Fâtıma, peygamber çocuğu olduğunu belli ettin." buyurdular.
Hazret-i Ali buyurdu ki: “Bu işlerin üzerinden bir ay geçmişti. Bu husûsta mecliste hiç söz olmadı. Ben de hicâbımdan yâni utandığımdan ağzımı açamadım. Ama Resûlullah efendimiz, bâzan beni tenhâda gördükleri zaman; “Senin hâtunun ne iyi hanımdır. Sana müjdeler olsun ki, o, âlemdeki hâtunların seyyidesidir." buyururlardı.
Bir ay sonra Ali'nin (radıyallahü anh) kardeşi hazret-i Ukayl; “Yâ Ali! Bu akd-i izdivaç ile mesrûr olduk. Lâkin murâdım odur ki, bu iki mes’ûd birbirine yakın olalar" deyince, Ali (radıyallahü anh); "Benim de murâdım odur, lâkin hicâb ediyorum" dedi. Hazret-i Ukayl, Ali'nin (radıyallahü anh) elini tutup, Peygamber efendimizin hânesine varınca, Resûlullah'ın câriyesi Ümmü Eymen'e (radıyallahü anhâ) rastladılar. Durumu ona söylediler. Ümmü Eymen de; "Bu husûs için sizin gelmeniz lâzım değildir. Biz ezvâc-ı tâhirât ile ittifâk edip, size haber veririz. Zirâ bu husûsta hâtunların sözü dinlenir" dedi. Ümmü Eymen (radıyallahü anhâ), bu hâli Resûlullah'ın hanımlarına söyledi. Diğer ezvâc-ı tâhirât, hazret-i Âişe'nin hânesine geldiler. Hazret-i Hadîce'yi anarak; “Eğer o hayatta olsaydı, bize bir endişe olmaz idi" dediler. Resûlullah efendimiz ağladı ve buyurdu ki; “Hadîce gibi hâtun hani? Halk beni yalanlarken o tasdik etti ve bütün malını benim yoluma sarf etti. Dîn-i İslâm'a çok yardım etti. Hayatında, Hak teâlâ bana emretti ki, Hadîce'ye müjde ver: Cennet’te onun için zümrütten bir köşk yapılmıştır."
Resûlullah efendimizin zevceleri, hazret-i Ali'nin murâdını arz ettiler. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz, Ümmü Eymen'e, hazret-i Ali'yi dâvet etmesini emretti. Ali (radıyallahü anh) gelince, meclisteki hanımlar kalkıp gittiler. Hazret-i Ali başını önüne eğip oturdu. Resûlullah; “Zevceni ister misin yâ Ali?" buyurdu. Ali (radıyallahü anh); "Evet yâ Resûlallah! Anam ve babam sana fedâ olsun" dedi. Resûl-i ekrem efendimiz, Esmâ binti Umeys'e; “Git, Fâtıma'nın evini hazırla!" buyurdu. Esmâ, hazret-i Fâtıma'nın gelin gideceği eve gitti. Bir minder yeni meşinden, bir minder yamalı meşinden, bir minder de hasırdan yapıp, içlerini hurma lifi ile doldurdu. Resûlullah efendimiz yatsı namazından sonra Fâtıma'nın evine gelip yapılanları gözden geçirdi.
Peygamberimiz, hazret-i Ali'nin getirdiği paranın üçde ikisiyle yiyecek, süs ve koku gibi şeyler; üçte biriyle de giyecek alınmasını emrettiler ve ev eşyasını tamamlattılar. Hazret-i Fâtıma'nın çeyizi ve ev eşyasında şunlar vardı: Esmâ binti Umeys'in hazırladığı üç minder, saçaklı bir halı, içi hurma lifi ile doldurulmuş bir yüz yastığı, iki tane el değirmeni, bir su kırbası, topraktan yapılmış bir su testisi, meşinden yapılmış bir su bardağı, bir havlu, bir elek, dabağlanmış bir koç postu, eskiyip tüyü dökülmüş alacalı bir Yemen halısı, hurma yaprağından örülmüş bir sedir. Yemen işi iki alacalı elbise, bir kadife yorgan. Bundan sonra Resûlullah efendimiz, hazret-i Ali'ye bir mikdar para verip, hurma ve yağ almasını söylediler. Hazret-i Ali bundan sonrasını şöyle anlattı: "Beş dirhemle hurma, dört dirhemle yağ aldım. Resûlullah'ın huzûruna getirdim. Deriden bir sofra istedi. Hurma, un, yağ ve yoğurdu mübârek eli ile karıştırıp, bir çeşit yemek yaptı ve; “Yâ Ali! Var, kimi bulursan getir" buyurdu. Ben dışarı çıktım, pek çok insan gördüm, hepsini dâvet ettim ve içeri girip; "Yâ Resûlallah! Halk çoktur" diyerek arz eyledim.
Âlemlerin efendisi Fahr-i kâinat efendimiz; “Onları onar onar içeri getir, taam (yemek) yesinler" buyurdu, öyle yaptım. Hesâb ettiler, erkek ve kadından yediyüz kimse yemek yemişler ve doymuşlar idi."
Hazret-i Ali'nin ve Fâtıma'nın (radıyallahü anhâ) velîmesi yenildikten sonra, Ümmü Eymen'in bildirdiğine göre, Peygamber efendimiz hazret-i Ali'ye “Yâ Ali, kızım Fâtıma gelin olarak evinize gitti. Ben de akşam namazından sonra gelip duâ edeceğim. Beni bekleyin." buyurdu. Hazret-i Ali eve gelince, bir köşeye oturdu. Hazret-i Fâtıma da evin diğer bir köşesine oturdu. Sonra Resûlullah efendimiz gelip kapıyı çaldı. Ümmü Eymen kapıyı açtı. Resûlullah; “Kardeşim burada mı?" buyurdu. Ümmü Eymen; "Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Kardeşiniz kimdir?" dedi. Resûlullah efendimiz; “Ali bin Ebî Tâlib'dir" deyince, Ümmü Eymen; "Kerîmenizi kardeşinizle mi evlendirdiniz?" dedi. Resûlullah efendimiz; “Evet" buyurdular. Ümmü Eymen, Resûlullah'ın; “Kardeşim burada mı?" buyurmasından, nikâhın câiz olmayacağını sandı. Resûluflah efendimiz de “Evet" buyurmakla, evlenmeye mâni olanın aynı anadan doğmak olduğuna işâret ettiler.
Bundan sonra Resûlullah efendimiz Ümmü Eymen'e; “Esmâ binti Umeys de burada mı?" buyurdular. "Evet" diye cevap verince; “Demek Resûlullah'ın kerîmesine hizmete geldi" buyurdular. Ümmü Eymen; "Evet" deyince; “Hayra kavuşsun" buyurup duâ ettiler.
Bundan sonra bir kabla su getirttiler. Mübârek ellerini yıkadılar. Suyun içine de bir miktar misk döktüler. Sonra hazret-i Fâtıma'yı çağırdılar. Fâtıma (radıyallahü anhâ) utancından elbisesine bakıyordu. Resûlullah efendimiz sudan bir miktar alıp, Fâtıma'nın göğsüne, başına ve sırtına serpti ve; “Allahümme innî e'îzuhâ bike ve zürriyetihâ min-eş-şeytân-ir racîm (Yâ Rabbî! Onun ve zürriyetinin racîm olan, taşlanan şeytanın şerrinden muhâfazası için sana sığınırım)" diye duâ ettiler. Sonra Hazret-i Ali'ye de aynısını yapıp; “Allahümme bârik fîhimâ ve bârik aleyhimâ ve bârik lehümâ fî neslihimâ" diye duâ ettiler. İhlâs ve Mu’avvizeteyn sûrelerini okuyup; “Allahü teâlânın ismi ve bereketi ile ehlinin yanına gir" buyurdular. Sonra mübârek elleriyle kapının iki kanadını tutup, bereket ile duâ ettiler ve oradan ayrıldılar.
Hazret-i Ali buyurdu ki: "Düğünümüzden dört gün sonra, Resûlullah efendimiz, hânemizi teşrîf eyledi. Gönülleri alan, hikmet dolu sözleri ile bize nasîhat ettiler ve buyurdular ki: “Yâ Ali! Su getir!" Kalktım su getirdim. Bir âyet-i kerîme okudu ve; “Bu sudan biraz iç. Bir miktar kalsın" buyurdu. Öyle yaptım. Kalan suyu, başıma ve göğsüme serpti. Tekrar; “Su getir" buyurdu. Yine su getirdim. Bana yaptığı gibi, Fâtıma'ya da yaptı. Sonra beni dışarı gönderdi."
O dışarı çıktıktan sonra kızına, hazret-i Ali hakkında suâl eyledi. Fâtıma (radıyallahü anhâ) dedi ki: "Babacığım, bütün kemâl sıfatlar kendisinde mevcûttur. Lâkin, bâzı Kureyş hâtunları bana; "Senin erin fakirdir" diyorlar" deyince, Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Ey kızım! Senin baban ve helâlin fakir değildir. Bütün yer ve gök hazîne ve definelerini bana arz ettiler. Kabûl etmedim. Allahü teâlânın katında makbûl olanı kabûl ettim. Ey kızcağızım! Eğer benim bildiğimi, sen bilseydin, dünyâ senin nazarında, hor ve aşağı olurdu. Allahü teâlânın hakkı için, erin, sahâbenin evvelidir. İslâm'da büyüğüdür, ilimde en derinidir. Ey kızım! Allahü teâlâ Ehl-i beytten iki kimse ihtiyâr etti. Biri baban ve biri helâlindir. Zinhâr ona isyân eyleme ve emrine muhâlefet etme."
Fahr-i kâinat aleyhi efdâlüs-salevat efendimiz, kızına nasîhat ettikten sonra, hazret-i Ali'yi dâvet etti. Ona da Fâtıma'yı (radıyallahü anhâ) ısmarladı; “Yâ Ali! Fâtıma'nın hatırına riâyet eyle. O benden bir parçadır. Onu hoş tut. Eğer onu üzersen, beni üzmüş olursun" buyurdu. İkisini de Allahü teâlâya ısmarladı. Sonra kalkıp gitmeye azîmet etmişti ki, Fâtıma (radıyallahü anhâ) "Yâ Resûlallah! İçerinin hizmetini ben görürüm. Dışarısının hizmetini de Ali görür. Bana bir câriye ihsân ederseniz, bâzı işlerimde yardımcı olur. Beni memnun edersiniz" dedi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Ey Fâtıma! Sana hizmetçiden daha iyi bir şey mi, yoksa hizmetçi mi ihsân edeyim?"
Fâtıma vâlidemiz (radıyallahü anhâ) "Hizmetçiden iyisini ihsân eyle" dedi. Resûlullah efendimiz; “Her gün yatarken otuzüç kere Sübhânallah, otuzüç kere Elhamdülillah, otuzüç kere Allahü ekber, bir kere de Lâ ilâhe illallahü vahdehü lâ şerîke leh. Lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr, söyle. Hepsi yüz kelimedir. Kıyâmette bin hasene (iyilik) bulursun. Mîzânda hasenâtın ağır gelir" buyurdu. Sonra Peygamber efendimiz, kerîmelerinin evinden ayrılıp, hâne-i saâdetlerine gittiler.
Hazret-i Ali ile hazret-i Fâtıma'nın nikâhları hicretten beş ay sonra, düğünleri ise Bedr gazvesinden sonra olmuştur.
Bedr
gâlibiyeti ile Medîne'de bulunan yahudi ve putperest müşriklerin kalblerine
korku düştü. Bâzı yahudiler, insâfa gelip; "Sıfatlarını kitaplarımızda
okuduğumuz zât, mutlaka budur. Artık O'na karşı durmak mümkün olmaz. Zirâ O,
hep gâlip gelecektir" diyerek müslüman oldular. Bâzıları da; "Muhammed, harpten anlamayan Kureyşlilerle
savaştı. Onun için gâlip geldi. Eğer bizimle cenk etseydi, O'na, harp nasıl
yapılır, zafer nasıl kazanılır gösterirdik" dediler.
Ka'b bin
Eşref ismindeki bir yahudi de, Bedr'de İslâm ordusunun gâlibiyetini duyunca,
müslümanlara olan kininden Mekke'ye gitti. Oradaki müşrikleri toplayıp,
Medîne’ye saldırmaları için şiirler söyledi, onları teşvik ve tahrik etti. Peygamber efendimiz ile çarpışmak üzere
onlarla anlaştı. Hattâ, sevgili Peygamberimize
sû-i kast düzenledi. Allahü teâlâ bu
durumu, Resûlullah efendimize
bildirdi ve meâlen buyurdu ki: “Onlar, Allahü teâlânın kendilerine lânet ettiği (rahmetinden
uzaklaştırdığı) kimselerdir..."
(Nisâ sûresi: 52)
Bunun
üzerine Resûl-i ekrem efendimiz,
şerefli Eshâbına; “Ka'b bin Eşref’i kim öldürür? Çünkü o, Allahü teâlâ ve Resûlüne ezâ etmiştir" buyurdu. Muhammed bin Mesleme (radıyallahü
anh); "Yâ Resûlallah! İster misin, ben onu öldüreyim” diye suâl
eyledi. Resûlullah efendimiz de; “Evet, isterim"
buyurdu. Muhammed bin Mesleme, bir
kaç gün bu iş üzerinde durup, plânlar kurdu. Arkadaşlarından Ebû Nâile, Abbâs
bin Bişr, Hâris bin Evs, Ebû Abs ibni Cebr'in yanına gidip, mes'eleyi onlara
açtı. Hepsi uygun görüp; "Beraber öldürürüz" dediler. Birlikte Peygamber efendimize geldiler. "Yâ
Resûlallah! İzin buyurursanız, biz onunla konuşurken, sizinle ilgili, Ka'b'ın
hoşuna gidecek bâzı sözler söyleyebilir miyiz?" dediler. Peygamber efendimiz, onlara istediklerini
söylemeye müsâde buyurdular. Bunun üzerine, Muhammed
bin Mesleme, arkadaşlarıyla (radıyallahü anhüm)
Ka'b bin Eşref’in yanına gitti. "Şu Muhammed,
bizden sadaka istedi. Bize çok vergi yükledi. Onun için senden ödünç bir şey
almak için geldim" dedi. Ka'b sevinerek, Muhammed
bin Mesleme'nin kendisi gibi düşündüğünü sandı ve; "O sizi daha da
bıktıracak" dedi. Muhammed bin
Mesleme (radıyallahü anh); "İşte O'na bir
defâ uymuş bulunduk. O'na tâbi olmakla devam edeceğiz. Bakalım sonu ne olacak?
Şimdi sen bize biraz ödünç hurma ver" dedi. Ka'b; "Evet vereyim,
fakat, bana bir şeyi rehin vermelisiniz!" dedi. Muhammed bin Mesleme ile yanındakiler; "Ne
istersin" dediler. Ka'b; "Kadınlarınızı rehin isterim" deyince
rızâ göstermediler. Ka'b; "O zaman oğullarınızı rehin verin" dedi.
"Onları da rehin veremeyiz. Onlardan birine, bir-iki deve yükü hurmaya
karşılık rehin olundu diye söylenir ki, bu da bizim için unutamıyacağımız bir
leke olur. Fakat sana silâhımızı ve zırhımızı rehin verebiliriz" dediler.
Ka'b bu teklifi kabûl etti. Onlara ne zaman geleceklerini de bildirdi. Muhammed bin Mesleme, bir gece Ka'b'ın yanına
geldi. Ebû Nâile de beraber idi. Ka'b onları kaleye çağırdı. Kendisi de onları
karşılamak için aşağı indi. Ka'b'ın karısı; "Bu saatte nereye
çıkıyorsun" dedi. Ka'b; "Gelenler, Muhammed
bin Mesleme ile kardeşim Ebû Naile'dir" dedi. Karısı; "İşittiğim bu
ses bana pek iyi gelmiyor. Sanki ondan, kan damlıyor" dedi. Ka'b;
"Yok, onlar Muhammed bin Mesleme
ile süt kardeşim Ebû Naile'dir. O iyi bir gençtir. Geceleyin, kılıç vuruşmasına
bile çağırılsa, hiç tereddüt etmeden gelir. Böyle birisidir" dedi. Muhammed bin Mesleme (radıyallahü
anh) kendisiyle beraber iki kişiyi, bir rivâyete göre de üç kişiyi
kaleye soktu. Bunlar, Ebû Abs bin Cebr, Hâris bin Evs, Abbâd bin Bişr (radıyallahü anhüm) idi. Muhammed
bin Mesleme hazretleri, arkadaşlarına; "Ka'b gelince, ona saçını
koklayacağımı söyler, başını tutup koklarım. Siz benim, Ka'b'ın başını iyice
yakaladığımı gördüğünüz zaman, kılıçlarınızla, vurunuz" dedi. Ka'b bin
Eşref güzel giyinmiş olarak, güzel koku saçarak, onların yanına geldi, İbn-i
Mesleme; "Şimdiye kadar böyle güzel koku koklamadım" diyerek Ka'b'ın
yanına vardı. Ka'b; "Arab'ın en güzel kokulu kadınları benim yanımda"
diyerek övündü. Muhammed bin Mesleme
(radıyallahü anh); "Başını koklamama izin
verir misiniz" dedi. Ka'b, müsâde ettiğini söyledi. Mesleme (radıyallahü anh) onu kokladı. Arkadaşlarına da
koklattı. Sonra, tekrar koklamak istediğini söyledi. Bu defâ, Muhammed bin Mesleme (radıyallahü
anh) başını yakalayıp, arkadaşlarına, kılıçlarıyla vurmalarını işâret
etti. İlk kılıç vurulduğunda Ka'b şiddetle bağırdı fakat ölmedi. Bunun üzerine Muhammed bin Mesleme, hançeri ile onu öldürdü.
Ka'b'ı öldüren mücâhidler derhal orayı terkedip, Medîne’ye ulaştılar. Resûlullah efendimize müjdeyi verdiklerinde, Peygamberimiz, Allahü
teâlâya hamd etti ve mücâhidlere duâ buyurdu.
Ka'b bin
Eşref kâfirinin öldürülmesi, yahudileri büyük bir korkuya düşürdü. Çünkü, Ka'b
gibi ileri gelen bir lider öldürüldükten sonra, kendilerinin öldürülmesi an
mes’elesi idi. Sabahleyin toplanıp, Peygamber
efendimizin huzûruna geldiler. Gece olan hâdiseden şikayetçi
oldular. Resûl-i ekrem efendimiz; “O, bizi hep
rahatsız eder, aleyhimizde şiirler söylerdi. Eğer, sizden her kim böyle yaparsa,
bilsin ki, cezâsı kılıçtır" buyurdular. Bu tehdit üzerine
yahudiler, korkularından Resûlullah efendimizle
yeniden bir andlaşma yaptılar.
Bir gün
Benî Kaynukâ yahudileri, bir müslüman hanımla alay etmek istemiş, bunu gören
sahâbeden biri, derhal kılıcını çekip, o yahudiyi öldürmüştü. Yahudiler de
toplanıp, o mübârek sahâbîyi şehîd ettiler. Hâdise, Peygamber
efendimize bildirildi. Resûl-i ekrem
efendimiz, onları, Kaynukâ pazar yerinde toplayıp; “Ey yahudi topluluğu! Siz, Allahü teâlânın Kureyş'e verdiği azâb gibi bir azâba yakalanmaktan
korkunuz ve müslüman olunuz. Benim, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir
peygamber olduğumu iyi bilirsiniz. Bunu da, Allahü teâlânın size
olan ahdini de kitabınızdan okumuş bulunuyorsunuz..." buyurdu.
Bu merhamete rağmen, yaptıkları andlaşmayı bozan yahudiler, Âlemlerin
sultânına; "Ey Muhammed! Harb
etmesini bilmeyen bir kavmi hezîmete uğratman seni aldatmasın! Yemîn ederiz ki,
biz cengâver kimseleriz! Sen, ancak bizimle çarpışmaya başladığın zaman, nasıl
bahadırlar olduğumuzu anlarsın!..." diyerek meydan okudular. Böylece,
önceki andlaşmayı bozarak meydan okuduklarını açığa vurdular.
Bunun
üzerine Cebrâil aleyhisselâm vahiy getirdi ki, meâlen şöyle
buyruluyordu: "(Ey
Habîbim!) Eğer
(seninle) andlaşma
yapan bir kavmin, bir hâinliğinde (sözleşmeye aykırı hareket
ettiğinde) endişeye
düşersen, (savaş açmadan önce) hak ve adâlet üzere ahidlerini reddettiğini doğruca
kendilerine bildir. Çünkü, Allahü teâlâ hâinleri sevmez." (Enfâl
sûresi: 58) Başka bir âyet-i kerîmede de meâlen buyruldu ki: “Ey Resûlüm! O
kâfir olan yahudilere de ki: “Siz muhakkak mağlûb olacaksınız ve toplanıp
Cehennem’e sürükleneceksiniz. O Cehennem, ne kötü bir karargâhtır."
(Âl-i İmrân sûresi: 12)
Habîb-i ekrem
efendimiz, derhal, bir ordu kurup Kaynukâ yahudilerinin bulunduğu kaleye
yürüdüler. Beyaz sancağı, hazret-i Hamza taşıyordu ve Medîne'ye vekil olarak
Ebû Lübâbe (radıyallahü anh) bırakılmıştı.
Mübârek ordu, Kaynukâ kalesini muhâsara etti. "Biz ne cengâver
bahadırlarız" diyen yahudiler, değil karşı koymak, kalelerinden bir ok
bile almaya cesâret edemediler. Resûlullah
efendimiz, giriş ve çıkışları kontrol altına aldı. Kimse dışarı
çıkamadı. Bu hâl onbeş gün devam etti. Yahudiler korkuya kapılıp, teslim
oldular. Her birinin öldürülmeleri lâzım gelirken, âlemlere rahmet olarak
gönderilen sevgili Peygamberimiz,
merhamet buyurup, Kaynukâ yahudilerinin Şam'a gitmelerine izin verdiler. Böylece
Medîne topraklarından çıkardılar.
Sevgili Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem, Medîne'de hem
yahudilerle, hem de Abdullah bir Übey gibi müslüman görünen münâfıklarla, bir
de müşriklerle mücâdele ediyordu. Ayrıca Medîne dışındaki müşrik kabîleleri
İslâm’a dâvet ediyor, müslüman olmakla şereflenmeleri için uğraşıyordu. Sevîk,
Gatafân, Karde, Bahran... gibi gazâlar hep Bedr gazâsından sonra yapıldı.
Bu arada
zekâtın farz edilmesi, sadaka-i fıtrın verilmesi, bayram namazlarının kılınması
ve kurban kesmek emri geldi. Resûlullah
efendimiz, kızı Ümmü Gülsüm'ü (radıyallahü
anhâ) hazret-i Osman ile evlendirdi. Zeyneb binti Cahş ve hazret-i
Ömer'in kızı Hafsa'yı (radıyallahü anhâ) kendi
nikâhlarına aldı. Hazret-i Ali'nin oğlu hazret-i Hasen dünyâya geldi.