Son Akabe
bî'atıyla Medîne; müslümanlara, huzur bulacakları ve sığınacakları bir yer
olmuştu. İkinci Akabe bî'atını duyan Mekkeli müşriklerin tutumları, çok
şiddetli ve pek tehlikeli bir hâl almıştı. Müslümanlar için Mekke'de kalmak
tahammül edilemeyecek derecede idi. Peygamber
efendimiz sallallahü aleyhi ve selleme
durumlarını arz ederek, hicret için müsâde istediler. Bir gün, sevgili Peygamberimiz, sevinçli bir hâlde
Eshâb-ı kirâmın (radıyallahü anhüm) yanına
gelip; “Sizin
hicret edeceğiniz yer bana bildirildi. Orası Yesrib (Medîne) dir. Oraya hicret
ediniz" ve “Orada müslüman kardeşlerinizle birleşin. Allahü teâlâ onları size kardeş yaptı. Yesrib'i (Medîne'yi) size emniyet ve
huzûr bulacağınız bir yurt kıldı" buyurdu. Resûlullah efendimizin izni ve tavsiyesi
üzerine müslümanlar, Medîne'ye birbiri ardınca bölük bölük hicret etmeye başladılar.
Peygamber efendimiz, hicret edenlere
son derece ihtiyatlı ve tedbirli davranmalarını sıkı sıkıya tembih ediyordu.
Müslümanlar, müşriklerin dikkatini çekmemek için küçük kâfileler hâlinde yola
çıkıyor ve mümkün mertebe gizli hareket ediyorlardı. Medîne'ye ilk hicret eden
Ebû Seleme, müşriklerden çok eziyet görmüştü. Neden sonra işin farkına varan
müşrikler hicret için yola çıkan müslümanlardan, görebildiklerini yoldan
çevirmeye, kadınları kocalarından ayırmaya, gücü yettiklerini hapse atmaya başladılar
ve çeşitli cefâlara tâbi tuttular. Onları dinlerinden döndürmek için her türlü
eziyeti yaptılar. Fakat bir iç harbin patlak vermesinden korktukları için,
öldürmeye cesâret edemediler. Müslümanlar ise, buna rağmen her fırsatı
değerlendirerek Medîne yollarına düştüler.
Hazret-i
Ömer de, bir gün kılıcını kuşandı. Yanına oklarını ve mızrağını alıp herkesin
önünde Kâbe'yi yedi defâ tavâf etti. Oradaki müşriklere, yüksek sesle şunları
söyledi: "İşte ben de dînimi korumak için Allahü
teâlânın yolunda hicret ediyorum. Karısını dul, çocuklarını yetim
bırakmak, anasını ağlatmak isteyen varsa şu vâdinin arkasında önüme,
çıksın!..."
Böylece
hazret-i Ömer ile yirmi kadar müslüman, güpe gündüz, çekinmeden Medîne'ye doğru
yola çıktılar. O'nun korkusundan bu kâfileye hiç kimse dokunamadı. Artık
göçlerin arkası kesilmiyor, Eshâb-ı kirâm bölük bölük Medîne'ye ulaşıyordu.
Bu arada
hazret-i Ebû Bekr de hicret için izin istedi. Resûl-i
ekrem sallallahü aleyhi ve sellem
efendimiz; “Sabr
eyle. Ümîdim odur ki; Allahü
teâlâ bana da izin verir. Beraber hicret
ederiz" buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr; "Anam-babam sana fedâ
olsun! Böyle ihtimâl var mıdır?" diye sorunca, Peygamberimiz;
“Evet
vardır" buyurarak sevindirdiler. Ebû Bekr (radıyallahü anh) sekizyüz dirhem vererek iki deve
satın aldı ve o günü beklemeye başladı. Artık Mekke'de; sevgili Peygamberimiz ile hazret-i Ebû Bekr,
hazret-i Ali, fakirler, hastalar, ihtiyârlar ve müşriklerin hapse attığı
mü’minler kalmıştı.
Diğer
taraftan Medîneliler (Ensâr), hicret eden Mekkelileri (Muhâcirleri) çok iyi
karşılayıp, misâfir ettiler. Aralarında kuvetli bir birlik meydana geldi.
Resûlullah'ın
da hicret edip müslümanların başına geçeceği ihtimâliyle, Mekkeli müşrikler
telâşa kapılmışlardı. Mühim işleri görüşmek için bir araya geldikleri Dâr-ün-Nedve'de
toplandılar, ne yapacaklarını konuşmaya başladılar. Şeytan, Şeyh-i Necdî
kılığında yâni ihtiyâr bir Necdli şeklinde müşriklerin yanına geldi.
Konuşmalarını dinledi. Çeşitli teklifler öne sürüldü. Fakat hiç biri
beğenilmedi. Sonra şeytan söze karıştı ve; "Düşündüklerinizin hiç biri
çâre olamaz. Çünkü O'ndaki güler yüz ve tatlı dil her tedbiri bozar. Başka çâre
düşününüz" diyerek fikrini söyledi. Kureyşin reîsi olan Ebû Cehl;
"Her kabîleden kuvvetli bir kimse seçelim. Ellerinde kılıçları ile Muhammed'in üzerine saldırsınlar. Kılıç vurup
kanını döksünler. Kimin öldürdüğü belli olmasın. Böylece mecbûren diyete râzı
olurlar. Biz de diyetini verir, sıkıntıdan kurtuluruz" dedi. Şeytan da, bu
fikri beğendi ve harâretle teşvik ve tavsiye etti. Müşrikler bu hazırlık
içindeyken Allahü teâlâ, Resûlüne hicret
emri verdi. Cebrâil aleyhisselâm gelerek, müşriklerin kararını ve o gece
yatağında yatmamasını bildirdi. Sevgili
Peygamberimiz hazret-i Ali'ye kendi yatağında yatmasını, bıraktığı
emânetleri sâhiplerine vermesini söyleyerek; “Bu gece yatağımda yat uyu, şu hırkamı da
üzerine ört! Korkma, sana hiç bir zarar gelmez" buyurdu.
Hazret-i Ali, Peygamber efendimizin
emrettiği şekilde yattı. Habîbullah'ın yerine hiç korkmadan kendi nefsini fedâ
etmeye hazırdı.
Hicret
gecesi kâfirler, Resûlullah efendimizin
saâdethânelerinin etrâfını sarmışlardı. Peygamber
efendimiz mübârek evlerinden çıktılar. Yâsîn-i şerîf sûresinin
başından on âyet-i kerîmeyi okudular ve bir avuç toprak alıp kâfirlerin başına
saçtılar. Her kimin başına bu toprakdan değmişse, hepsinin Bedr gazâsında
öldürüldüğü rivâyet edilmiştir. Resûlullah
efendimiz sıhhat ve selâmetle aralarından geçip, hazret-i Ebû
Bekr'in evine ulaştı. Müşriklerden hiç biri O'nu görememişti.
Bir müddet
sonra müşriklerin yanına biri gelip; "Burada ne bekliyorsunuz?" diye
sorunca; "Muhammed'in evden
çıkmasını" diye cevap verdiler. O gelen; "Yemîn ederim ki, Muhammed aranızdan geçip gitti, başınıza da
toprak saçtı" dedi. Müşrikler, ellerini başlarına götürdüler. Hakîkaten,
başlarında toprak buldular. Derhâl kapıya hücûm edip içeri girdiler. Hazret-i
Ali'yi, Resûl aleyhisselâmın yatağında görünce,
Resûl-i ekremin nerede olduğunu
sordular. Hazret-i Ali; "Bilmem! Beni, O'nun muhâfazasına me’mûr mu
ettiniz?" dedi. Bunun üzerine hazret-i Ali'yi tartakladılar. Kâbe'nin
yanında bir müddet hapsedip sonra bıraktılar. Kâfirler, Resûlullah efendimizi bulmak için dışarıya
çıkıp aramaya başladılar.
Önce
hazret-i Ebû Bekr'in evine giderek, Hazret-i Ebû Bekr'in kızı Esmâ'ya (radıyallahü anhâ) sordular. Cevap vermeyince
döğdüler. Her yeri aramalarına rağmen, bulamadılar ve çılgına döndüler. En
azılıları olan Ebû Cehl, Mekke ve civarında tellâllar bağırtarak, sevgili Peygamberimizi ve hazret-i Ebû Bekr'i
bulup getirenlere ve yerlerini bildireceklere 100 deve vereceğini vâd etti.
Onun bu vâdini duyan ve mala tamâh eden bâzı kimseler silâhlanıp, atlarına
binerek aramaya koyuldular.
Resûlullah efendimiz,
hazret-i Ebû Bekr'in evini teşrîf edip; “Hicret etmeme izin verildi" buyurunca, Ebû
Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) heyecanla;
"Mübârek ayağınızın tozuna yüzümü süreyim yâ Resûlallah! Ben de beraber
miyim?" diye sorunca, Efendimiz; “Evet..." buyurdular. Hazret-i Sıddîk,
sevincinden ağladı. Gözyaşları arasında; "Anam-babam, canım sana fedâ
olsun yâ Resûlallah! Develer hazır. Hangisini murâd ederseniz onu kabûl
buyurunuz" dedi. Âlemlerin sultânı; “Benim olmayan deveye binmem. (Ancak) behâsıyla
alırım" buyurdular. Bu kesin emir karşısında mecbûr kalan
hazret-i Sıddîk, devenin behâsını söyledi.
Hazret-i
Ebû Bekr, Abdullah bin Üreykıt isminde, kılavuzluğu ile meşhûr olan zâtı
çağırıp, yol göstermesi için ücretle tuttu ve develeri üç gün sonra Sevr
dağındaki mağaraya getirmesini emretti. Safer ayının 27'sinde Perşembe günü, Peygamber efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) yanlarına bir miktar yiyecek alarak
yola çıktılar. İzleri belli olmasın diye parmaklarına basarak gidiyorlardı. Ebû
Bekr (radıyallahü anh), Resûlullah'ın çevresinde, bâzan sola, bâzan
sağa, öne, arkaya gidiyordu. Peygamberimiz,
niçin böyle yaptığını sorunca; "Etrâftan gelecek bir tehlikeyi önlemek
için. Eğer bir zarar gelirse önce bana gelsin. Canım yüksek zâtınıza fedâ olsun
yâ Resûlallah!" dedi. Server-i âlem efendimiz buyurdular ki: “Yâ Ebâ Bekr!
Başıma gelecek bir musîbetin, benim yerime, senin başına gelmiş olmasını ister
misin?" Hazret-i Sıddîk; "Evet yâ Resûlallah! Seni hak
dinle, hak peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya
yemîn ederim ki, gelecek bir musîbetin, senin yerine, benim başıma gelmesini
isterim" dedi.
Sevgili Peygamberimizin
nâlini dar olduğundan, yolda parçalandı ve mübârek ayakları yaralandı,
yürüyecek hâli kalmamıştı. Güçlükle dağa çıkıp mağaraya ulaştılar. Kapı önüne
geldiklerinde, hazret-i Ebû Bekr; "Allah için yâ Resûlallah, içeri
girmeyin! Ben gireyim, orada zararlı bir şey varsa, bana gelsin, mübârek
zâtınıza bir keder, bir elem değmesin" dedi ve içeri girdi. İçeriyi
süpürüp temizledi. Sağında, solunda irili ufaklı bir çok delikler vardı.
Hırkasını parçalayıp, delikleri kapadı, fakat biri açık kaldı. Onu da ökçesi
ile kapayıp, Resûlullah'ı içeri dâvet
eyledi. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem içeri girdi ve mübârek
başını Ebû Bekr'in kucağına koyup uyudu. O zaman, hazret-i Sıddîk'in ayağını
yılan soktu. Resûlullah'ın uyanmaması
için sabredip, hiç hareket etmedi. Fakat gözyaşı Resûlullah'ın
mübârek yüzüne damlayınca; “Ne oldu yâ Ebâ Bekr?" buyurdular.
Hazret-i
Ebû Bekr; "Ayağım ile kapattığım delikten, bir yılan ayağımı soktu"
dedi. Resûlullah efendimiz, Ebû
Bekr'in (radıyallahü anh) yarasına, iyi olması
için mübârek ağzının yaşından sürünce, acısı hemen dindi, şifâ buldu.
Resûlullah efendimiz
sallallahü aleyhi ve sellem ve Ebû Bekr-i
Sıddîk (radıyallahü anh) içerde iken,
müşrikler, iz tâkib ede ede mağaranın önüne geldiler. Ağzını bir örümceğin
ördüğünü ve iki güvercinin de yuva yaptığını gördüler. İz sürücü Kürz bin
Alkame; "İşte burada iz kesildi" dedi. Kâfirler; "Eğer, onlar
buraya girmiş olsalardı, kapının üzerindeki örümcek ağının yırtılmış olması
lâzım gelirdi" dediler.
Bâzıları;
"Buraya kadar geldik, mağaraya biriniz girsin, baksın!..." deyince,
Ümeyye bin Halef kâfiri; "Sizin hiç aklınız yok mu? Üzerinde kat kat
örümcek ağı bulunan şu mağarada ne işiniz var? Yemîn ederim ki, bu örümcek,
ağını, Muhammed doğmadan önce
örmüştür" dedi. Müşrikler kapı önünde münâkâşa ederlerken, içerde hazret-i
Ebû Bekr endişeye kapıldı ve; "Yâ Resûlallah! Vallahi kendim için
tasalanmıyorum. Fakat yüksek zâtınıza bir şey gelmesinden korkuyorum. Ben
öldürülürsem bir tek kişiyim, hiç bir şey değişmez. Lâkin size bir zarar
gelirse, bütün ümmet helâk olur, din yıkılır" dedi. Kâinatın sultânı
efendimiz; “Yâ
Ebâ Bekr! Üzülme! Şüphesiz Allahü teâlâ bizimledir" buyurdu.
Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh); "Yâ
Resûlallah! Canım sana fedâ olsun! Onlardan biri, başını eğip baksa bizi
görür!" deyince, Efendimiz; “Yâ Ebâ Bekr! İki kişi ki, üçüncüsü Allahü teâlâdır. Üzülme!... Hak teâlâ bizimledir"
buyurdu. Müşrikler içeri bakmadan geri döndüler.
Allahü teâlâ
bu hâli Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle
buyuruyor: “Eğer
siz, O'na (Habîbime) yardım etmezseniz, (hatırlayın o vakti ki) kâfirler O'nu (Mekke'den) ikinin ikincisi
olarak (hazret-i Ebû Bekr ile) çıkardıklarında, (Sevr Dağı’nın tepesindeki) mağarada iken, Allahü teâlâ O'na (Resûlullah'a) yardım etmişti. O
zaman arkadaşına (Ebû Bekr-i Sıddîk'a); “Üzülme Allahü teâlânın
yardımı, nusreti muhakkak bizimledir" demişti. Allahü teâlâ, O'nun üzerine sekînetini indirmiş, O'nu (Habîbini)
görmediğiniz
(mânevî) ordularla
kuvvetlendirmiş, kâfirlerin (küfür) kelimesini alçaltmıştı. Allahü teâlânın (tevhid) kelimesi ise, çok yücedir. Allahü teâlâ mutlak
gâliptir. Yegâne hüküm ve hikmet sâhibidir." (Tevbe sûresi: 40)
Sevgili Peygamberimiz
ile hazret-i Ebû Bekr, bu mağarada geceli gündüzlü üç gün kaldılar. Hazret-i
Ebû Bekr'in oğlu Abdullah, Mekke'de duyduklarını, geceleyin mağaraya gelip
haber veriyor, âzâdlı kölesi ve sürülerinin çobanı Âmir bir Füheyre (radıyallahü anh) ise, geceleri süt getirip izleri
siliyordu.
Sevr
mağarasından dördüncü günü ayrılan sevgili
Peygamberimiz, Kusvâ adlı devesine bindi. Bir rivâyete göre
terkisine hazret-i Ebû Bekr'i bindirdi. Diğer deveye de Âmir bin Füheyre
hazretleri ile yolları iyi bilen Abdullah bin Üreykıt bindiler.
Âlemlerin
efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, Allahü teâlânın medhettiği, beldelerin en
kıymetlisi olan Mekke-i mükerremeden, vatanından ayrılıyordu. Devesini Harem-i
şerîfe doğru döndürüp, mahzûn bir hâlde; “Vallahi! Sen, Allahü teâlânın yarattığı yerlerin en
hayırlı, Rabbim katında en sevgili olanısın! Senden çıkarılmamış olsa idim,
çıkmazdım. Bana, senden daha güzel, daha sevgili yurt yoktur. Kavmim beni,
senden çıkarmamış olsalardı, çıkmaz, senden başka bir yerde yurt, yuva
tutmazdım" buyurdular.
O anda Cebrâil aleyhisselâmınip;
"Yâ Resûlallah! Vatanına müştâk mısın, özledin mi?" dedi. Efendimiz
de; "Evet, müştâkım!" buyurdular. Cebrâil
aleyhisselâm, sonunda Mekke'ye döneceğini
müjdeleyen, Kasas sûresi 85. âyet-i kerîmesini okuyup, mübârek hatırını tesellî
eyledi.
Yolculuk
sâkin geçiyordu. Müşrikler, her yeri aramalarına rağmen bulamıyorlar, Cenâb-ı Hak, Habîbini onların şerrinden muhâfaza
ediyordu. Resûlullah efendimiz,
Kudeyd denilen yere geldiklerinde, Ümmü Ma'bed isminde cömertliğiyle meşhûr,
akıllı, iffetli bir hanımın çadırı önünde durdular. Ücretiyle yiyecek hurma ve
et almak istediler. Ümmü Ma'bed; "Eğer olsa idi, para ile değil, ziyâfet
çeker, ikrâmda bulunurdum. Kıtlık ve geçim sıkıntısı sebebiyle elimizde bir şey
kalmadı" dedi. “Süt var mı?" diye sorduklarında;
"Yoktur. Davarlar kısırdır" diye cevap verdi. Kâinatın sultânı sallallahü aleyhi ve sellem, çadırın yanında duran
zayıf bir koyunu işâret ederek buyurdular ki: “Ey Ümmü Ma'bed! Bu koyun niçin burada bağlı
duruyor?" O da; "Gayet hasta ve zayıf olduğundan sürüden
kaldı. Dermanı olmadığı için gidemedi" dedi. “Hiç sütü var mıdır? Bu koyunu sağmama izin
verir misiniz?" buyurunca; "Anam-babam sana fedâ olsun, sütü
yoktur, fakat onu sağmanıza hiç bir şey mâni değildir" dedi. Resûlullah efendimiz, koyunun yanına gelip, Allahü teâlânın ismini zikrettiler. Bereket ile
duâ ettikten sonra, mübârek elini koyunun memesine sürdüler. O anda meme, süt
ile doldu ve akmağa başladı. Hemen kap getirip doldurdular. Önce Ümmü Ma'bed'e
verdiler. O içtikten sonra, hazret-i Ebû Bekr’e ve diğerlerine verip doyuncaya
kadar içmelerini sağladı. En sonunda kendisi içti. Bir daha mübârek elini
koyunun memesine dokunup sığadılar ve çadırda bulunan en büyük kabı istediler.
Onu da doldurup Ümmü Ma'bed'e teslim ettiler. İçtikleri sütün kıymeti kadar da
para verdiler.
Oradan
ayrıldıktan sonra, Ümmü Ma'bed'in kocası geldi ve sütü gördü. Sevinerek;
"Bu süt nereden geldi?" diye sorunca, Ümmü Ma'bed; "Bir mübârek
kimse gelip, hânemizi şereflendirdi. Gördüklerin, O'nun himmeti ve
bereketidir" dedi. "Târif eder misin? Sıfatı ve cemâli
nasıldır?" diye sordu. Ümmü Ma'bed; "Gördüğüm o mübârek zât, pek
biçimli ve güzel yüzlü idi. Gözlerinde bir miktar kırmızılık, sesinde nâziklik
vardı. Mübârek kirpikleri uzun idi. Gözünün akı pek beyaz, karası da çok siyah
olup, kudretten sürmeli idi. Saçları siyah, sakalı sık idi. Sustuğunda,
üzerinde, bir vekâr ve ağırbaşlılık vardı. Konuşurken tebessüm ediyor, sözleri,
sanki dizilmiş birer inci gibi ağzından tatlı tatlı dökülüyordu. Uzaktan çok
heybetli görünüyor, yakına gelince, çok tatlı ve cazip bir hâl alıyordu.
Yanında bulunanlar, emrini yerine getirmek için canla başla koşuyorlardı"
diyerek daha pek çok hasletlerini saydı. Bunları hayretle dinleyen kocası;
"Yemîn ederim ki, bu zât, Kureyş'in aradığı kimsedir. Eğer ben O'na
rastlasaydım, hizmetiyle şereflenir, yanından ayrılmazdım" dedi. Rivâyete
göre, o koyun onsekiz sene yaşadı. Fahr-i âlem efendimizin bereketi ile
sabah-akşam onunla geçinirlerdi. Ümmü Ma'bed'in kocası, Resûlullah efendimizin ardı sıra gidip Rîm
vâdisinde yetişti ve müslüman oldu. Ümmü Ma'bed de müslüman oldu.
Müşrikler,
Medîne'ye doğru yola çıkan Muhammed aleyhisselâmı ve hazret-i Ebû Bekr'i devamlı
arıyorlardı. Bulamadıkları takdirde kendileri için pek büyük bir tehlike baş
gösterecekti. Çünkü, müslümanların bir "İslâm Devleti" kurup, kısa
zamanda kendilerini ortadan kaldırabileceklerini düşünüyorlardı. Bu sebeple müşrikler,
her şeylerini ortaya koydular. Peygamber
efendimizle hazret-i Ebû Bekr'i öldürene veya esir edene; yüz
devenin yanı sıra sayısız mal ve para vereceklerini vâd ettiler. Bu haber,
Sürâka bin Mâlik'in mensubu olduğu Müdlicoğulları arasında da yayıldı. Sürâka
bin Mâlik, iyi iz sürerdi. Bu yüzden olup bitenlerle yakından ilgilendi.
Müdlicoğulları
bir Salı günü, Sürâka bin Mâlik'in oturduğu bölge olan Kudeyd'de,
toplanmışlardı. Toplantıda Sürâka bin Mâlik de vardı. O sırada Kureyş'in
adamlarından biri gelip, Sürâka'ya; "Ey Sürâka! Vallahi ben az önce,
sahile doğru giden üç kişilik bir kâfile gördüm. Onlar herhâlde Muhammed ile Eshâbıdır" dedi. Sürâka,
durumu anladı. Fakat, ortaya çok fazla mükâfat konulduğu için, bunu tek başına
elde etmek istiyordu. Bu sebeple başkasının haberdâr olmasını arzu etmiyordu.
"Hayır, o senin gördüğün kimseler, filan kişilerdir. Biraz önce
geçmişlerdi. Onları biz de gördük" diyerek, önemli bir şey yokmuş gibi
konuştu.
Sürâka bin
Mâlik, biraz daha bekledi. Dikkat çekmeden evine geldi. Hizmetçisine, atını ve
silâhını alıp vâdinin, arkasında kendisini beklemesini söyledi. Kendisi de
kargısını almış, parlaklığının dikkati çekmemesi için ucunu aşağıya çevirmişti.
Atını koşturmağa başladı. Yoluna devam ederek, nihâyet izlerini buldu.
Yaklaşınca birbirlerini iyice görebiliyorlardı. Hattâ Sürâka, Peygamber efendimizin okuduğu Kur'ân-ı kerîmi bile işitiyordu. Fakat, Resûl-i ekrem sallallahü
aleyhi ve sellem arkalarına hiç bakmıyorlardı. Hazret-i Ebû Bekr geriye
bakınca, Sürâka'yı görüp, telâşa kapıldı. Peygamber
efendimiz ona, mağaradaki gibi; “Üzülme, Allahü teâlâ bizimle beraberdir"
buyurdu.
Buhârî
hazretlerinin rivâyetine göre, bu sırada Hazret-i Ebû Bekr, bir atlının
kendilerine yetiştiğini Resûl-i ekreme
arz edince, Peygamber efendimiz; “Yâ Rabbî! Onu
düşür" diye duâ buyurdular. Başka bir rivâyette, Sürâka
yanlarına kadar gelince, Hazret-i Ebû Bekr, ağlamaya başladı. Resûl-i ekrem efendimiz niçin ağladığını
sorunca; "Vallahi kendim için ağlamıyorum. Sana bir zarar gelmesinden
korktuğum için ağlıyorum" dedi.
Sürâka, Peygamber efendimize saldırabilecek kadar
yaklaştı. "Yâ Muhammed! Seni,
bugün benden kim koruyacak!" dedi. Server-i âlem efendimiz de; “Beni, Cebbâr ve
Kahhâr olan Allahü
teâlâ korur" cevâbını verdi. O
sırada Sürâka'nın atı, iki ön ayaklarıyla dizlerine kadar yere battı. Bundan
kurtulup, tekrar saldırmaya teşebbüs edince, atının ayakları yine yere
saplandı. Sürâka, atını ne kadar zorladıysa da, onu bir türlü kurtaramadı.
Başka yapacağı hiç bir şey yoktu. Çâresiz kalınca, şefkât ve merhamet sâhibi
olan Resûlullah efendimize yalvarmaya
başladı. Bütün olgunlukları ve iyi ahlâkı kendisinde toplayan, üstün ahlâk ve
yaratılış üzere olan Peygamberimiz onun
bu dileğini kabûl etti. Sürâka; "Yâ Muhammed!
Muhâfaza olunduğunu anladım. Duâ et de kurtulayım. Bundan sonra sana aslâ zarar
vermem. Senin peşine düşenlere de senden hiç bahsetmiyeceğim" diyordu.
Kâinatın efendisi; “Yâ Rabbî! Eğer o sözünde doğru ve samîmi ise, atını
kurtar" diye duâ edince, Allahü
teâlâ bu duâyı kabûl buyurdu.
Sürâka bin
Mâlik'in atı, ancak bu duâdan sonra çukurdan kurtulabilmişti. Bu sırada atın
ayağının battığı yerden, göğe doğru duman gibi bir şey yükseliyordu. Sürâka,
hayretler içerisinde kaldı ve bütün bu olup bitenlerden, Muhammed aleyhisselâmın
dâimâ korunmakta olduğunu anladı. Pek çok şeye şâhid olmuştu. Sonunda; "Yâ
Muhammed! Ben Sürakâ bin Mâlik'im!
Benden aslâ şüpheniz olmasın. Size söz veriyorum. Bundan sonra beğenmediğiniz
hiç bir işi yapmıyacağım. Kavmin, seni ve arkadaşlarını yakalayana çok mükâfat
vereceğini vâdetti" dedi ve Kureyş müşriklerinin yapmak istediklerini
birer birer anlattı. Hattâ, onlara yol azığı ve binmek için deve vermek
istediyse de, sevgili Peygamberimiz
kabûl etmedi ve ona: “Ey Sürâka! Sen İslâm dînini kabûl etmedikçe, ben de senin
deveni ve sığırını arzu etmem, istemem. Sen bizi gördüğünü gizli tut,
yeter" buyurdu. İbn-i Sa'd da şöyle nakleder: Sürâka, Peygamber efendimize, bana, istediğini emret
deyince, Resûlullah efendimiz; “Yurdunda dur. Hiç
kimsenin bize yetişmesine meydan verme" buyurmuştur.
Allahü teâlâ
dileyince her şey oluyordu. O'na hâlis bir şekilde güvenip, rızâsı yolunda
yürüyünce, akıl almaz hâdiseler meydana geliyordu. Resûlullah
efendimizi öldürüp, büyük mükâfatlara kavuşma hırsıyla, kükreyen bir
aslan tavrıyla yola çıkan Sürâka, artık; mûnis, uysal, bir çocuk gibiydi. Her
şeye kâdir olan Allahü teâlâ, Habîbine
zarar vermemesi için, Sürâka'nın kalbini iyiliğe doğru çevirmişti. Elbette, Allahü teâlâ Habîbini sallallahü
aleyhi ve sellem yalnız bırakmayacaktı. Çünkü O, insanlara merhamet
için, onların dünyâda ve âhırette ebedî saâdet ve mutluluğa kavuşması için
gönderdiği sevgili Peygamberiydi.
Sürâka
bundan sonra izi üzerine geri döndü. Başından geçenleri karşılaştığı kimselere
de anlatmadı.
Peygamber efendimiz, hazret-i Ebû Bekr, Âmir bin Füheyre (radıyallahü anh) ve kılavuzları Abdullah bin Üreykıt, Hicret'in birinci senesi Rebî'ul-evvel ayının sekizinde Pazartesi günü (Miladî 622 yılı Eylül ayının 20. günü) kuşluk vakti "Kuba" köyüne ulaştılar. Bugün, müslümanların Hicrî Şemsî yılının sene başı oldu. Külsüm bin Hidm (radıyallahü anh) isminde bir müslümanın evinde kaldılar. Burada ilk mescidi yaptılar. Kuba vâdisinde ilk Cumâ namazını kıldılar ve ilk hutbeyi îrâd ettiler. Kuba mescidi, âyet-i kerîmede meâlen; "...Temeli takvâ üzerine kurulan mescid" (Tevbe sûresi: 108) diye buyrularak medh edildi.
Bu arada Mekke'de kalan hazret-i Ali, Resûlullah efendimizin Kâbe-i şerîfte devamlı bulundukları makâma oturdu. "Resûl-i ekremde kimin nesi var ise, gelsin alsın!" diye nidâ ettirdi. Herkes gelip, nişânını söyleyerek emânetini aldı. Böylece emânetler sâhiplerine teslim edildi.
Mekke-i mükerremede kalan Eshâb-ı güzîn, hazret-i Ali'nin kanadı altına sığındılar. Resûlullah'ın saâdethâneleri Mekke'de olduğu müddetçe, hazret-i Ali de orada kaldı. Bir zaman sonra Resûl-i ekrem efendimiz, evinin Medîne-i münevvereye getirilmesini emir buyurdular.
Allah'ın aslanı hazret-i Ali, Kureyş kâfirlerinin toplandıkları yere gitti. "İnşâallahü teâlâ yarın Medîne-i münevvereye gidiyorum. Bir diyeceğiniz var mı? Ben burada iken söyleyin" buyurdu. Hepsi başlarını eğip, hiç bir şey söylemediler. Sabah olunca, hazret-i Ali, Resûl-i ekrem efendimizin eşyalarını toplayıp, Resûlullah efendimizin Ehl-i Beyti ve kendi akrabâları ile beraber yola koyuldu. Resûlullah efendimize, şişmiş olan ayaklarından kanlar akar vaziyette, Kuba'da yetişti. Gündüzleri saklanıp, geceleri yaya olarak yürüdüğü bu yolculuğun sonunda, Peygamberimizin huzûruna gidemiyecek bir hâle gelmişti. Resûl-i ekrem efendimiz bunu haber alınca, bizzat kendisi teşrîf etmiş, hazret-i Ali'yi görünce hâline acımış, sevgili, fedâkar amcazâdesini kucaklamış, mübârek elleriyle o hak yolunda binlerce meşakkate katlanmış olan nârin, nâzik ayaklarını okşamış, kendisine âfiyeti için duâ buyurmuştu. Hattâ hazret-i Ali'nin bu fedâkarlığı üzerine; “İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allahü teâlânın rızâsı için nefsini fedâ eder" (Bakara sûresi: 207) âyet-i celîlesinin nâzil olduğu rivâyet edilir.