Resûlullah efendimize,
peygamberlik vazifesi tebliğ edileli 13 sene olmuştu. Mekkeli müşriklerin,
müslümanlara zulmü son haddine varmış ve dayanılmaz bir hâl almıştı. Medîne'de
ise, Es'ad bin Zürâre ile Mus’ab bin Umeyr’in (radıyallahü
anhümâ) hizmetleri sayesinde, Evs ve Hazrecliler; müslümanlara kucak
açacak, onları bağırlarına basıp uğrunda her fedâkarlığı yapacak aşk ve şevkin
içindeydiler. Resûlullah efendimizin
de bir an önce Medîne'yi teşrîflerini arzuluyorlar; O'nun uğrunda, mallarını ve
canlarını esirgemeyeceklerine dâir söz veriyorlardı. Hac mevsimi gelmişti.
Mus’ab bin Umeyr ile beraber, Medîneli 73 erkek ve 2 kadın müslüman, Mekke'ye
geldiler, Hacdan sonra, hepsi yine Akabe'de Peygamberimiz
ile buluştular. Es'ad bin Zürâre ve 12 temsilci, kabîleleri adına Peygamberimizin Medîne'ye hicret etmelerini
ricâ ve teklif ettiler. Resûlullah efendimiz
onlara Kur'ân-ı kerîmden bâzı âyet-i
kerîmeleri okuduktan sonra; kendi canlarını, çoluk ve çocuklarını nasıl koruyup
gözetirlerse, O'nu da öyle koruyacaklarını te’min etmek üzere onlardan kesin
söz istedi.
Henüz
müslüman olmayan Resûlullah efendimizin
amcası hazret-i Abbâs da orada bulunuyordu. Bî'at için gelen bu topluluğa şöyle
hitâb etti; "Ey Medîneliler! Bu, kardeşimin oğludur. İnsanlar içinde en
çok sevdiğim de O'dur. Eğer, O'nu tasdik edip, Allah'tan getirdiklerinde
inanıyor ve beraberinizde alıp götürmek istiyorsanız, beni tatmin edecek sağlam
bir söz vermeniz lâzımdır. Bildiğiniz gibi, Muhammed
aleyhisselâm bizdendir. Biz O'nu, O'na
inanmıyan kimselerden koruduk. O, bizim aramızda izzet ve şerefiyle korunmuş
olarak yaşamaktadır. O, bütün bunlara rağmen, herkesten yüz çevirmiş, size
katılıp, sizinle beraber gitmeğe karar vermiştir. Eğer siz, bütün Arap
kabîleleri birleşip üzerinize hücûm ettiğinde, onlara karşı koyacak kadar savaş
gücüne sâhipseniz bu işe girişiniz. Bu husûsu da aranızda iyice görüşüp
konuşunuz, sonradan ayrılığa düşmeyiniz. Verdiğiniz sözde durup, O'nu
düşmanlarından koruyabilecek misiniz? Bunu lâyıkıyla yapabilirseniz ne âlâ.
Yok, Mekke'den çıktıktan sonra O'nu yalnız bırakacaksanız, şimdiden vazgeçiniz
ki, yurdunda şerefiyle korunmuş olarak yaşasın."
Hazret-i
Abbâs'ın bu konuşmasına Medîneli müslümanlar üzüldüler. Sanki, Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) efendimizi memleketlerine götürdüklerinde, O'nu
müşriklere karşı koruyamayacak, sıkışınca terk edeceklermiş gibi bir sözle
karşılaşmışlardı. Medîneli sahâbîlerden Es'ad bin Zürâre hazretleri, Peygamber efendimize dönerek; "Yâ
Resûlallah! İzin verirseniz birkaç sözüm vardır. Onu Hazretinize arz
edeyim" dedi. Fahr-i kâinat efendimiz izin verince, Es'ad (radıyallahü anh); "Anam-babam sana fedâ olsun yâ
Resûlallah! Her dâvetin yumuşak veya sert bir yolu, usûlü vardır. Şimdi siz,
bizi öyle bir şeye dâvet ediyorsunuz ki, onu insanların kabûl etmesi gâyet
zordur. Zirâ insanların öteden beri tapınageldikleri putları bırakıp, İslâm’ı
kabûl etmesi çok güçtür. Buna rağmen biz, İslâm’ı bütün kalbimizle kabûl ettik.
Bir de müşrik olan akrabâlarımızla alakayı kesmeyi emrettiniz, ihlâs ile onu da
kabûl ettik. Bilirsiniz ki bunu da kabûl çok zordur. Amcalarının bile düşman
kesilip muhâfaza etmediği yüksek zâtınıza kucak açıp, bu şerefli vazifeyi
üzerimize vâcib ve lâzım bildik. Hepimiz bu sözlerimizde mutâbıkız. Dilimizle ne
söylüyorsak kalbimizle onu tasdik ediyoruz. Kendi çoluk-çocuğumuzu nasıl
muhâfaza ediyorsak, mübârek vücûdunuzu da, kanımızın son damlasına kadar,
koruyacağımıza yemîn ediyoruz. Eğer bu ahdimizi bozarsak, Allahü teâlâya verdiğimiz sözde durmayıp şakîler
zümresine dâhil olalım! Yâ Resûlallah! Biz bu sözümüzde sâdıkız. Allahü teâlâ muvaffak eylesin" dedi. Sonra
da; "Yâ Resûlallah! Bizden kendiniz için istediğiniz te’minatı alıp, şart
koşabilirsiniz" diye devam etti. Peygamber
efendimiz onları İslâmiyete teşvik etti. Kur'ân-ı
kerîm okudu. Sonra buyurdu ki: “Sizden Rabbim için olan şartım, Allahü teâlâya ibâdet etmeniz ve hiç bir şeyi O'na ortak koşmamanız;
kendim ve Eshâbım için olan şartım, bizi barındırmanız, bana ve Eshâbıma
yardımcı olmanız, kendinizi savunduğunuz, koruduğunuz şeylerden bizleri de
korumanızdır."
Berâ bin
Ma'rûr; "Seni hak din ve kitap ile peygamber gönderen Allahü teâlâya and olsun ki; çoluk-çocuklarımızı
savunup, koruduğumuz gibi seni de koruyacağız! Bizimle bî'atlaş yâ
Resûlallah" dedi.
Medîneli
müslümanlardan Abbâs bin Ubâde (radıyallahü anh),
Peygamber efendimizle yapılacak
anlaşmayı pekiştirmek için, arkadaşlarına; "Ey Hazrecliler! Muhammed aleyhisselâmı
niçin kabûl ettiğinizi biliyor musunuz?" dedi. Onlar da; "Evet"
cevâbını verdiler. Bunun üzerine; "Siz O'nu, hem sulh, hem de savaş
zamanları için kabûl edip, O'na tâbi oluyorsunuz. Eğer, mallarınıza bir zarar
gelince, akrabâ ve yakınlarınız helâk olunca, Peygamberimizi
yalnız ve yardımsız bırakacaksanız, bunu şimdiden yapınız. Vallahi, eğer böyle
bir şey yaparsanız dünyâda ve âhırette helâk olursunuz! Eğer dâvet ettiği
şeyde, mallarınızın gitmesine ve yakın akrabâlarınızın öldürülmesine rağmen,
O'na vefâ etmeyi aklınız kesiyorsa, tutunuz. Vallahi bu, dünyânız ve âhıretiniz
için hayırlıdır" deyince, arkadaşları; "Biz Peygamberimizden, mallarımız ziyân olsa da,
yakınlarımız öldürülse de vazgeçmeyiz. Ondan hiç bir zaman ayrılmayız. Ölmek
var, dönmek yok!" dediler. Sonra Peygamber
efendimize dönerek; "Yâ Resûlallah! Biz bu ahdimizi yerine
getirirsek, bize ne vardır?" diye sordular. Sevgili
Peygamberimiz o zaman; "Allahü teâlânın râzı olması ve Cennet
var!" buyurdular. Bunlardan her biri kavminin temsilcileri,
vekilleri olarak söz verdiler. İlk önce hazret-i Es'ad bin Zürâre; "Ben, Allahü teâlâya ve O'nun Resûlüne verdiğim sözü
yerine getirmek, canımla ve malımla O'na yardım husûsundaki vâdimi
gerçekleştirmek üzere bî'at ediyorum" diyerek müsâfeha etti. Arkasından
her biri bu şekilde bî'atı tamamlayıp, "Allahü
teâlânın ve Resûlünün dâvetini kabûl ettik, dinledik ve boyun
eğdik" diyerek memnuniyetlerini ve teslimiyetlerini arz ettiler. Böylece, Resûlullah'ın uğrunda canlarını ve mallarını
çekinmeden ortaya koydular. Kadınlar ile bî'at, sâdece söz ile yapılmıştı.
Sevgili Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem; "Allahü teâlâya hiç bir şeyi ortak koşmamak,
hırsızlık, iftirâ ve zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, yalan söylememek,
hayırlı işlere muhâlefette bulunmamak..." husûslarında onlardan söz
aldılar.
Medînelilerin,
Peygamber efendimize bî'at ettiği
sırada, Akabe tepesinden bir ses; "Ey Minâ'da konaklayanlar! Peygamber ile
Medîneli müslümanlar sizlerle savaşmak üzere anlaştılar" diye bağırdı. Peygamberimiz, bu ses için; “Bu, Akabe'nin
şeytanıdır" dedikten sonra, seslenene de; “Ey Allahü teâlânın düşmanı! Senin de
hakkından gelirim." buyurdular. Bî'at eden Medînelilere de; “Siz hemen konak
yerlerinize dönün" buyurdu. Abbâs bin Ubâde; "Yâ
Resûlallah! Yemîn ederim ki, istediğin takdirde, yarın sabah, Minâda bulunan
kâfirlerin üzerine yürür onların hepsini kılıçtan geçiririz" dedi. Peygamber efendimiz memnun oldular, fakat; “Bize, henüz bu
şekilde hareket etmemiz emrolunmadı. Şimdilik yerlerinize dönünüz"
buyurdular.
İmâm-ı
Nesâî’nin, Abdullah ibni Abbâs'dan rivâyetine göre; Ensârdan Akabe bî'atında
bulunanlar, Resûlullah'ın yanına
gelmekle muhâcirlerden olmuşlardır.