Mekkeli
müşrikler, Müslümanların devamlı peşlerinde geziyor, Kâbe'yi ziyârete gelen
insanların müslüman olmasını engelledikleri gibi, Habîb-i
ekrem efendimize zulüm etmekten geri durmuyorlardı. Artık Resûlullah efendimiz için gidilecek bir yer
yoktu. Her taraf düşman idi. O gece doğruca amcası Ebû Tâlib'in kızı Ümm-i
Hânî’nin, Ebû Tâlib mahallesinde bulunan evine geldi. Ümm-i Hânî, o zaman îmân
etmemişti. "Kimdir o" deyince, Resûlullah
efendimiz; “Amcan oğlu Muhammed'im. Kabûl edersen, misâfir
geldim" buyurdu.
Ümm-i
Hânî; "Senin gibi doğru sözlü, emîn, asîl, şerefli misâfire can fedâ
olsun. Yalnız, teşrîfinizi önceden bildirseydiniz, bir şeyler hazırlardım.
Şimdi yedirecek bir şeyim yok" dedi.
Resûlullah efendimiz;
“Yiyecek,
içecek istemem. Hiç biri gözümde yok. Rabbime ibâdet etmek, yalvarmak için bir
yer bana yetişir" buyurdu.
Ümm-i
Hânî, sevgili Peygamberimizi içeri
alıp; bir hasır, leğen ve ibrik verdi. Gelen misâfire ikrâm etmek, onu
düşmandan korumak, Araplar için en şerefli vazife sayılırdı. Bir evdeki
misâfire zarar gelmesi, ev sâhibi için büyük yüz karası olurdu. Ümm-i Hânî;
"Bunun Mekke'de düşmanları çok. Hattâ öldürmek isteyenler var. Şerefimi
korumak için, sabaha kadar O'nu gözeteyim" diye düşündü. Babasının
kılıcını alıp, evin etrâfında dolaşmağa başladı.
Ol
hümâyûn-baht u ol kadri yüce,
Ümm-i Hânî
hânesindeydi gece.
Resûlullah,
o gün çok incinmişti. Abdest alıp, Rabbine yalvarmağa, af dilemeğe, kulların
îmâna gelip, saâdete kavuşmaları için duâya başladı. Çok yorgun, aç ve üzüntülü
idi. Hasır üzerine uzanıp uyuyuverdi.
O anda Allahü teâlâ, Cebrâil
aleyhisselâma; "Sevgili peygamberimi çok
üzdüm. Mübârek bedenini, nâzik kalbini çok incittim. Bu hâlde, yine bana
yalvarıyor. Benden başka hiç bir şey düşünmüyor.Git, Habîbimi getir!
Cennet’imi, Cehennem’imi göster. O'na ve O’nu sevenlere hazırladığım nîmetleri
görsün. O'na inanmıyanlara, sözleri, yazıları ve hareketleri ile O'nu
incitenlere hazırladığım azâbları görsün. O'nu ben tesellî edeceğim. O'nun
nâzik kalbinin yaralarını ben saracağım" buyurdu.
Cebrâil
aleyhisselâm, Resûlullah'ın
yanına gelince, O'nu mışıl mışıl uyur buldu. Uyandırmağa kıyamadı. İnsan
şeklinde idi. Mübârek ayağının altını öptü. Kalbi, kanı olmadığı için, soğuk
dudakları Resûlullahı uyandırdı. Cebrâil aleyhisselâmı
hemen tanıdı ve; “Ey Cebrâil kardeşim! Böyle vakitsiz niçin geldin. Yoksa bir hatâ mı
ettim. Rabbimi gücendirdim mi? Bana acı haber mi getirdin?" buyurdu
ve Rabbinin darılacağından çok korktu.
Cebrâil
aleyhisselâm; "Ey bütün yaratılmışların en
üstünü! Ey Yaratanın sevgilisi, ey peygamberlerin efendisi, iyilikler menbaı,
üstünlükler kaynağı olan şerefli ve büyük Peygamber! Rabbin sana selâm ediyor
ve seni kendisine çağırıyor. Lütfen kalk gidelim" dedi.
Sevgili Peygamberimiz
abdest aldılar. Cebrâil aleyhisselâm, Resûlullah
efendimizin mübârek başına nûrdan bir imâme koydu, üzerine nûrdan
bir elbise giydirdi, mübârek beline yâkuttan bir kemer taktı. Mübârek eline
dörtyüz inci ile süslü zümrütten bir asâ verdi. Her inci, Zühre yıldızı gibi
parlardı. Mübârek ayağına yeşil zümrütten nâlin giydirdi. Sonra el ele tutuşup
Kâbe'ye geldiler. Burada Cebrâil aleyhisselâm, sevgili
Peygamberimizin mübârek göğsünü yardı. Kalbini çıkardı. Zemzem suyu
ile yıkadı. Sonra hikmet ve îmân dolu bir tas getirip içine boşalttı ve göğsünü
kapattı.
Sonra Cebrâil aleyhisselâm,
Cennet’ten getirdiği Burak adındaki beyaz hayvanı işâret ederek; "Yâ
Resûlallah! Buna bin! Bütün melekler yolunu bekliyorlar" dedi. Bu sırada Peygamber efendimize bir hüzün çöktü ve
tefekküre daldı. O anda Allahü teâlâ, Cebrâil aleyhisselâma;
"Ey Cebrâil! Suâl eyle! Habîbim
niçin mahzûn duruyor?" Suâl edince, Efendimiz sallallahü
aleyhi ve sellem cevap buyurdular ki: “Ben bu kadar izzet ve ikrâm gördüm. Hatırıma
geldi ki, kıyâmet günü zayıf olan ümmetimin hâli nasıl olur? Ellibin yıl,
Arasat meydanında yayan olarak bunca günâhlarını nasıl çekerler ve otuzbin
yıllık yol olan sıratı nasıl geçerler?" Fermân-ı ilâhî geldi
ki: "Ey Habîbim! Hatırını hoş tut. Senin ümmetine ellibin yıllık vakti bir
an gibi ederim. Üzülme" buyurdu.
Peygamber efendimiz,
Burak'a bindi. Burak çok hızlı gidiyor, bir adımda gözün gördüğü yerin ötesine
ulaşıyordu. Yolculuk esnâsında Cebrâil
aleyhisselâm sevgili
Peygamberimize bâzı konak yerlerinde inip namaz kılmasını söyledi.
Âlemlerin efendisi bunun üzerine tam üç defâ inerek namaz kıldı. Cebrâil aleyhisselâm
da namaz kıldığı yerleri bilip bilmediğini sordu. Cevabını kendisi vererek; ilk
indiği yerin Medîne olduğunu ve bu şehre hicret edeceğini haber verdi. Öteki
yerlerin de sıra ile Hazret-i Mûsâ'nın Allahü teâlâ
ile cihetsiz ve bilinmeyen bir şekilde konuştuğu Tûr-i Sînâ olduğunu, son
olarak da Îsâ aleyhisselâmın doğduğu Beyt-i
Lahm'da namaz kıldığını haber verdi. Sonra Kudüs'deki Mescid-i Aksâ'ya
geldiler.
Mescid-i
Aksâ'da, Cebrâil aleyhisselâm bir kayayı parmağı ile delerek Burak'ı
bağladı. Geçmiş peygamberlerden bâzısının rûhları insan şeklinde
toplanmışlardı. Cemâatle namaz için; Âdem, Nûh ve İbrâhim peygamberlere
aleyhimüsselâm imâm olmaları sıra ile söylendi, özür dileyerek kabûl etmediler.
Cebrâil; "Sen varken başkası
imâm olamaz" diyerek Habîbullah'ı ileri sürdü.
Peygamber efendimiz,
peygamberlere imâm olup, iki rekat namaz kıldırdılar. Bundan sonra olan
hâdiseyi şöyle naklettiler: “Cebrâil (aleyhisselâm) bana bir kap
Cennet şarâbı, bir kap da süt getirdi. Sütü aldım. Cebrâil (aleyhisselâm) bana, fıtratı seçtin (iki cihân saâdetini seçtin)
dedi. Daha
sonra iki bardak daha sundular. Biri su, biri bal, ikisinden de içtim. Cebrâil; “Bal, ümmetinin kıyâmete kadar devam edeceğine, su da,
ümmetinin günâhlarından temizlenmesine işarettir" dedi. Sonra beraberce
göğe yükseldik. Cebrâil
(aleyhisselâm) kapıyı çaldı. “Sen kimsin?" dediler. “Ben
Cebrâil'im", “Peki yanındaki kim?" “O da Muhammed'dir (aleyhisselâm)
" “O'na
(göğe çıkmak için vahiy ve Mîrâc dâveti) gönderildi mi?" “Evet, gönderildi" dedi. “Merhabâ
gelen zâta! Bu gelen kişi ne güzel yolcu?" dediler ve hemen kapı açıldı ve
kendimi Âdem'in (aleyhisselâm) karşısında buldum.
Bana “Merhabâ" dedi ve duâ etti...
Burada çok melekler
gördüm. Hepsi kıyamda huşû ve hudû ile durmuşlar “Subbûhün kuddûsün
rabb-ül-melâiketi ver-ruh" zikriyle meşgûldüler. Cebrâil'e sordum; “Bu meleklerin ibâdeti bu mudur?" “Evet. Bunlar
yaratılalıdan beri, tâ kıyâmete kadar kıyam üzere olurlar. Hak teâlâdan dile ki, bu ibâdeti ümmetine nasîb etsin" dedi. Hak teâlâdan diledim. Duâmı kabûl etti. Namazda olan kıyam odur.
(Orada) bir cemâate
uğradım. Melekler, onların başlarını ezerler, tekrar eski hâlini alır. Yine
döverler, yine eskisi gibi olurdu. “Bunlar kimlerdir?" dedim. “Cumâ'yı ve
cemâati terk edenlerdir. Rükû ve secdeleri tamam yapmayanlardır" dedi.
Bir cemâat gördüm. Aç ve
çıplak idiler. Zebânîler onları Cehennem’de otlamağa sürerlerdi. “Bunlar
kimlerdir?" dedim. “Fakirlere merhamet etmiyenler ve zekât
vermiyenlerdir" dedi.
Bir cemâate uğradım.
Önlerine nefis yemekler koymuşlar. Bir yanda da leş duruyor. O nefis yemekleri
bırakmış, leşi yerlerdi. “Bunlar kimlerdir?" dedim. “Bunlar, helâli terk
edip, harama meyleden erkek ve kadınlardır. Helâl malları varken, haram yiyen
kimselerdir" dedi.
Arkasındaki yükün
çokluğundan, harekete mecâli kalmamış olan bir (takım) kimseler gördüm. O hâliyle halka seslenip,
üzerine biraz daha yük koymalarını istiyorlardı. “Bunlar kimlerdir?"
dedim. “Bu kimseler, emânete hıyânet edenlerdir. İnsanların hakkını almış iken,
yine zulmederler" dedi.
Kendi etlerini kesip
yiyen bir grup insana uğradık. “Bunlar kimlerdir?" dedim. Cebrâil (aleyhisselâm); “Bunlar gıybet edenler ve söz taşıyanlardır" dedi.
Yüzleri siyah, gözleri
gök, üst dudakları alınlarına erişmiş, alt dudakları ayaklarına sarkmış,
ağızlarından kan ve irin akmakta olan bir grup insan gördüm. Onlara, ateşten
kadehlerle Cehennem’den akan zehirli kan ve irin içirirler, onlar merkepler
gibi bağırırlar idi. “Bunlar kimlerdir?" dedim. “Bunlar içki
içenlerdir" dedi.
Bir grup insanlara
rastladık, dilleri kafalarından çekilmiş, şekilleri değiştirilip hınzır (domuz) sûretine tebdil olmuş olarak azâb olunurlar. Cebrâil (aleyhisselâm);
"Bunlar
yalan yere şâhidlik yapanlardır" dedi.
Başka bir kavme
rastladık. Karınları şişmiş ve aşağı sarkmış, renkleri gök olmuş, el ve
ayakları bağlanmış, yerlerinden kalkamazlar. Cibrîl'e bunları sordum. “Bunlar
fâiz yiyenlerdir" dedi.
Bir kısım kadınlara
rastladık. Yüzleri siyah, gözleri gök. Ateşten elbise giydirmişler. Melekler
onlara ateşten gürzlerle vururlar. Onlar köpek ve hınzırlar gibi bağrışırlar. “Bunlar
kimlerdir?" dedim. Cibrîl; “Bunlar zinâ edenler ve kocalarını inciten
kadınlardır" dedi.
Bir cemâat gördüm. Çok
kalabalık idi. Cehennem vâdilerinde haps edilmişlerdi. Ateş, onları yakar,
tekrar dirilirler, tekrar yakardı. “Bunlar kimlerdir?" dedim. “Bunlar
babalarına âsî olanlardır" dedi.
Bir cemâate uğradım. Ekin
ekerler ve bir anda yetişip başak verir. “Bunlar kimlerdir?" dedim. Cebrâil; “Allahü teâlâ için ibâdet
edenlerdir" dedi.
Bir deryâya vardım. Bu
deryânın acâib hâlini anlatmak mümkün değildir. Sütten beyaz olup dağlar gibi
dalgaları vardı. “Bu deryâ nedir?" dedim. “Bu deryânın adı Hayat
Denizi'dir. Hak teâlâ ölüleri dirilteceği
zaman, bu deryâdan yağmur yağdırır. Çürümüş, dağılmış bedenler dirilip, ot
biter gibi mezârdan kalkarlar" dedi...
Sonra ikinci kat göğe
çıktık. Cebrâil (aleyhisselâm)
yine kapıyı
çaldı. Denildi ki: “Sen kimsin?" “Ben Cebrâil'im",
“Peki yanındaki kim?" “O da Muhammed aleyhisselâmdır." “O'na
vahy ve Mîrâc dâveti gönderildi mi?" “Evet geldi" dedi. “Merhabâ
gelen zâta. Bu gelen kişi ne güzel yolcu" denildi ve hemen kapı açıldı.
Kendimi teyze çocukları Îsâ ile Yahyâ bin Zekeriyyâ'nın aleyhimesselâm yanında
buldum. Bana; “Merhabâ" dediler. Ve duâda bulundular...
Meleklerden bir cemâate
rastladım. Saf bağlayıp durmuşlar, cümlesi rükûda idi. Kendilerine mahsus bir
tesbîhleri vardı. Devamlı olarak rükûda dururlar, başlarını kaldırıp, yukarı
bakmazlar. Cebrâil
(aleyhisselâm); “Bu meleklerin ibâdeti böyledir. Hak teâlâdan iste de ümmetine nasîb olsun" dedi. Duâ ettim.
Kabûl buyurup, namazda rükûu ihsân eyledi.
Sonra üçüncü kat göğe
çıktık. Aynı suâl ve cevaptan sonra, kapı açıldı ve kendimi Yûsuf'un (aleyhisselâm) yanında buldum.
Baktım ki kendisine güzelliğin yarısı verilmiş. Bana, “Merhabâ" dedi ve
duâ etti...
Çok melekler gördüm. Saf
hâlinde, cümlesi secdede idiler. Yaratılalıdan beri secdede olup, kendilerine
mahsus tesbîh ile tesbîh ederler. Cebrâil (aleyhisselâm); “Bu meleklerin
ibâdeti böyledir. Allahü
teâlâdan iste ki, bu ameli ümmetine müyesser
eylesin" dedi. Hak
teâlâdan diledim. Kabûl edip namazda size nasîb
eyledi.
Dördüncü kat göğe
eriştim. Saf gümüşten yapılmış, nûrdan bir kapısı var. Nûrdan bir kilit vurmuşlar.
Kilidin üzerinde, “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah" yazılı idi. Aynı suâl ve cevaptan sonra kendimi, İdrîs'in (aleyhisselâm) yanında buldum.
Bana “Merhabâ" dedi ve duâda bulundu. Allahü teâlâ, onun
hakkında (mealen); “Biz onu yüksek bir mekâna ref’ettik" buyurmuştur.
(Meryem sûresi: 57)
Bir melek gördüm. Bir
kürsî üzerine oturmuş, gamlı ve üzüntülü idi. Etrâfında o kadar çok melek vardı
ki, sayısını ancak cenâb-ı Hak bilir. Sağında nûranî
melekler gördüm. Yeşiller giymişler, çok güzel kokuları var. Her birinin
güzelliğinden yüzlerine bakılmaz. Sol tarafında ağızlarında ateşler saçan
melekler vardı. Önlerinde ateşten mızrak ve kamçılar var. Öyle gözleri var ki,
bakmağa tâkât getirilmez. Taht üzerinde oturan meleğin, başından ayağına kadar
gözleri var. Dâimâ önündeki deftere bakar, bir an gözünü ondan ayırmazdı.
Önünde bir ağaç vardı. Her yaprağında bir kişinin ismi yazılmıştı. Önünde leğen
gibi bir şey vardı. Kâh sağ eliyle ondan bir şey alıp sağındaki nûranî
meleklere teslim eder, kâh sol eliyle bir şey alıp solundaki zulmânî meleklere
verirdi. (Bu) meleğe nazar
edince, kalbime bir korku geldi. Cebrâil'e; “Bu melek kimdir?" dedim.
“Azrâil'dir. Bunun yüzünü görmeğe kimsenin tâkâti yetmez" dedi. Yanına
varıp; “Ey Azrâil! Bu, âhır zaman peygamberidir ve Allahü teâlânın habîbî, sevgilisidir" dedi. Azrâil (aleyhisselâm) başını kaldırıp tebessüm etti. Kalkıp bana tâzim etti;
“Merhabâ! Hak teâlâ senden daha şerefli bir kimse yaratmadı. Ümmetin de, cümle
ümmetlerden üstündür. Ben senin ümmetine, baba ve analarından daha çok
acırım" dedi. “Senden bir ricâm vardır. Ümmetim zayıftır. Onlara yumuşak
davranasın. Rûhlarını rıfk ile alasın" dedim. “Seni en son peygamber
olarak gönderen ve kendine habîb kılan Allahü teâlânın
hakkı için, Allahü
teâlâ gece ve gündüzde yetmiş kere; “Ümmet-i Muhammed'in rûhlarını yumuşaklıkla ve kolaylıkla al ve işlerini lütf
ile gör" diye emreder. Bunun için ben de senin ümmetine, ana ve
babalarından daha ziyâde şefkât ederim" dedi.
Sonra beşinci kat göğe
çıktık, orada Hârûn'la (aleyhisselâm) karşılaştık. Bana “Merhabâ" dedi ve hayır duâda
bulundu.
Beşinci kat gök
meleklerinin ibâdetlerini gördüm. Cümlesi ayakta duruyor ve ayaklarının
parmaklarına nazar ediyor, aslâ başka yere bakmıyor, yüksek sesle tesbîh
ediyorlardı. Cebrâil'den (aleyhisselâm); “Bu meleklerin
ibâdeti böyle midir?" diye sordum. “Evet, Hak teâlâdan dile
de, bu ibâdeti ümmetine nasîb eylesin" dedi. Duâ ettim. Cenâb-ı Hak ihsân etti.
Sonra altıncı kat göğe
çıktık. Orada Mûsâ (aleyhisselâm) ile karşılaştık. Bana “Merhabâ" dedi ve hayır duâda
bulundu.
Sonra yedinci kat göğe
yükseldik, aynı soru-cevaptan sonra İbrâhim'i (aleyhisselâm)
Beyt-i Ma’mûr'a
arkasını dayamış olarak buldum. O Beyt-i Ma'mûr ki, her gün oraya yetmişbin
melek giriyor (bir daha sıraları gelmiyor) İbrâhim'e (aleyhisselâm) selâm verdim. Selâmımı aldı. “Merhabâ sâlih peygamber,
sâlih oğul" dedi. (Sonra;) “Yâ Muhammed! Cennet’in yeri gâyet latîf ve
toprağı temizdir. Ümmetine söyle, oraya çok ağaç diksinler" dedi.
“Cennet’e ağaç nasıl dikilir?" dedim. “Lâ havle velâ kuvvete illâ
billah" (Bir rivâyette ise); “Sübhânellahi velhamdülillahi ve lâ ilâhe illullahü vallahü
ekber" tesbîhini okuyarak" dedi. (Cebrâil aleyhisselâm)
sonra beni,
Sidret-ül-müntehâya götürdü. Sanki onun yaprakları fil kulakları gibi,
meyveleri de kuleler gibi idi. O, Allahü teâlânın emirlerinden herhangi
birisiyle karşılaştığında, öylesine değişiyordu ve güzelleşiyordu ki, Allahü teâlânın yaratmış olduğu mahlûkâtından, hiç kimse onun
güzelliğini anlatamaz.
Cebrâil
(aleyhisselâm), Sidret-ül-müntehânın ilerisine iletti ve bana
veda eyledi. Dedim ki: “Ey Cebrâil! Beni yalnız mı
bırakıyorsun?" Cebrâil (aleyhisselâm) ızdırâba düştü. Hak teâlânın heybetinden titremeğe başladı ve; “Yâ Muhammed! Eğer bir adım (daha) atarsam, Allahü teâlânın
âzametinden helâk olurum. Bütün vücûdum yanar, yok olur" dedi."
Âlemlerin
efendisi, buraya kadar Cebrâil aleyhisselâm ile gelmişti. Cebrâil aleyhisselâm,
burada kendisini, yaratılmış olduğu sûret üzere altıyüz kanadını açmış, her bir
kanadından inciler, yâkutlar saçılır bir hâlde Resûlullah'a
gösterdi. Sonra ziyâsı güneşten daha parlak, Refref adında yeşil bir Cennet
yaygısı geldi. Durmadan Allahü teâlânın
zikriyle meşgûl oluyor, bulunduğu âlemi tesbîh sadâsı dolduruyordu.
Peygamber efendimize
selâm verdi. Resûlullah efendimiz
Refref'in üzerine oturdu. Bir anda çok yükseklere çıktılar, hicâb
denilen yetmişbin perdeden geçtiler. Her hicâb arası çok uzak idi. Her perdede
vazifeli melekler vardı. Refref, Peygamber
efendimizi birer birer o perdelerden geçirdi. Böylece; kürsî, arş ve
rûh âlemlerini aştılar.
Habîb-i ekrem
ve Nebiyy-i muhterem sallallahü aleyhi ve sellem
efendimiz, her bir perdeden geçerken; “Korkma yâ Muhammed! Yaklaş, yaklaş!" diye
emredildiğini duyuyordu, öyle yakın oldu ki, Kâbe-kavseyn makâmına erişti.
Bilinmeyen, anlaşılamayan, anlatılamayan şekilde, Allahü
teâlânın dilediği yüksekliklere ulaştı. Mekânsız, zamansız,
cihetsiz, sıfatsız olarak rü'yet hâsıl oldu yâni Allahü
teâlâyı gördü. Gözsüz, kulaksız, vâsıtasız, ortamsız olarak Rabbi
ile konuştu. Hiç bir mahlûkun bilemiyeceği, anlıyamıyacağı nîmetlere kavuştu.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri "Mektûbât'ında buyuruyor ki: "O Server
aleyhisselâtü vesselâm, mîrâc gecesinde, Rabbini dünyâda görmedi. Âhırette
gördü. Çünkü, Resûl aleyhisselâm o gece, zaman
ve mekân çevresinden dışarı çıktı. Ezelî ve ebedî bir ân buldu. Başlangıcı ve
sonu, bir nokta olarak gördü. Cennet’e gideceklerin, binlerce sene sonra,
Cennet’e gidişlerini ve Cennet’te oluşlarını o gece gördü. İşte o makâmdaki
görmek, dünyâda görmek değildir. Âhıret görmesi ile görmektir."
Peygamber efendimize;
“Rabbini senâ
eyle!" buyrulduğunda, O hemen; “Ettehiyyâtü lillahi vessalevâtü
vettayyibât" (yani, bütün lisânlar ile olan medhler, övgüler ve
senâlar, beden ile olan hizmetler ve tâatler, mal ile olan iyilikler ve
ihsânlar Allahü teâlâ için olsun) dedi.
Önce Allahü teâlâ, Habîbine gözsüz,
kulaksız, vâsıtasız, mekânsız olarak; “Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetmetullahi ve
berekâtüh. (Ey Resûlüm! Selâmım, bereketim ve rahmetim senin üzerine
olsun)" buyurarak, selâm verdi. Peygamber
efendimiz; Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhissâlihîn (Ya
Rabbî! Bize ve sâlih kullarına selâm olsun)" diye cevap verdiler. Bunu
işiten melekler hep bir ağızdan; “Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh (Gözümle görmüş gibi bilir
ve inanırım ki, Allahü teâlâdan başka
ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O’nun kulu ve resûlüdür)"
dediler.
Peygamber efendimiz;
“Esselâmü
aleynâ…” deyince Allahû teâlâ; “Ey Habîbim! Burada ikimizden başka kimse yoktur. Niçin
aleynâ (bize) dedin?" buyurdu. Resûlullah
efendimiz; “Yâ ilâhî! Ümmetimin bedenleri gerçi benimle değildir. Lâkin
rûhları benimledir. Nazar-ı inâyetim ve kemâl-i himmetim onlardan uzak
değildir. Bana selâm verdin, beni cümle kötülüklerden uzak eyledin. Âhır zaman
fitnesine uğramış, o fakir, dertli ümmetimi, bu büyük ikrâm ve ihsânlardan
nasıl mahrûm edeyim? Böyle nîmetten onları nasıl nasîbsiz kılayım?" diye
cevap verdi.
Allahü teâlâ
buyurdu ki: “Ey
Habîbim! Bu gece benim misâfirimsin. Dile benden ne istersin?" Resûlullah efendimiz sallallahü
aleyhi ve sellem; “Ümmetimi isterim (Yâ Rabbî)" dedi.
Rivâyete
göre bu şekilde Hak teâlâ, bu suâli yediyüz
defâ tekrarladı. Resûlullah efendimiz
hepsinde; “Ümmetimi
isterim" diye cevap verdi. Allahü
teâlâ; “Hep ümmetini istersin” buyurunca, O; “Ey Rabbim!
Dileyen benim, veren sensin. Cümle ümmetimi bana bağışla" diye
taleb etti. Cenâb-ı Hak; “Eğer ümmetinin
hepsini bu gece sana bağışlarsam, benim rahmetim ve senin izzetin zâhir olmaz.
Bir kısmını bu gece sana bağışladım. İki kısmını te’hir ettim. Kıyâmet günü sen
dileyesin, ben bağışlıyayım. Tâ ki, benim rahmetim ve senin izzetin (şerefin) belli olsun"
buyurdu.
Sevgili Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki: “O gece (Mîrâc
gecesi), Allahü teâlâdan cümle ümmetimin hesâbını bana ısmarlamasını istedim. Hak teâlâ buyurdu ki: “Yâ Muhammed! Bundan
murâdın odur ki, hiç kimse, ümmetinin kabahatlerine muttalî olmasın. Benim
murâdım odur ki, sen şefkâtli peygambersin, yabancılara olduğu gibi, senden
dahî kabahatleri ve çirkin işleri örtülü olsun. Yâ Muhammed! Sen onların yol göstericisisin. Ben onların Rabbiyim. Sen
onları yeni gördün. Ben evvelden ebede onlara nazar ettim ve nazar ederim. Yâ Muhammed! Eğer senin ümmetin ile söyleşmeği sevmeseydim, kıyâmet
günü onları hesâba çekmezdim. Büyük ve küçük hiç bir günâhlarını sormazdım."
“Allahü teâlâ buyurdu ki: “Yâ Muhammed! Mübârek gözünü aç ve
ayağının altına nazar eyle." Baktım, bir avuç toprak gördüm. Hak teâlâ buyurdu ki: “Cümle var olan şeyler senin ayağının toprağıdır. O
toprağı mı dostun huzûruna getirdin? Bir dost eteğine bulaşan tozu
bağışlamaktan bana, senin ümmetini bağışlamak daha kolaydır."
Yâ Habîbim
nedir ol kim diledin,
Bir avuç
toprağa minnet mi eyledin?
Ben sana
âşık olunca ey şerîf.
Senin
olmaz mı dü âlem ey latîf?
Peygamber efendimiz
bir hadîs-i şerîflerinde buyurdular
ki: “Hak teâlâya bir nice suâller ettim. Cevabını işittim. Suâl ettiğime
pişman oldum. (Bunlardan bâzıları şunlardır) “Yâ Rabbî! Cebrâil'e altıyüzbin
kanat verdin. Buna karşı bana olan ihsânın nedir? Hak teâlâ buyurdu ki: “Senin bir kılın bana Cebrâil'in altıyüzbin kanadından sevgilidir. Senin bir kılının
sebebiyle, binlerce âsî günâhkârı kıyâmet günü âzâd ederim. Yâ Muhammed! Cebrâil kanadını açsa, doğu ile batı
arasını doldurur. Sen şefâat etsen, doğu ile batı arası âsî dolu olsa, hepsini
sana bağışlarım." Dedim ki: “Pederim Âdem'e (aleyhisselâm) karşı melekleri secde ettirdin. Buna karşı, bana olan
ikrâmın nedir?" Hak
teâlâ buyurdu ki: “Meleklerin, Âdem'e secde
etmeleri, senin nûrunun, onun alnında olması sebebiyledir. Yâ Muhammed! Sana ondan üstün şey verdim. İsmini ismime yakîn eyledim
ve Arş'ı âlâ üstüne yazdım. O zaman Âdem yaratılmamış idi, nâmı ve nişânı yok
idi. Senin ismini gökler kapısında, hicâblar üzerinde, Cennetler kapısında,
köşkler ve ağaçlarda, Cennet’in her yerinde yazdım. Cennet’te, üzerinde “Lâ
ilâhe illallah Muhammedün resûlullah" yazılmış olmayan hiç bir
şey yok idi. Bu mertebe, Âdem'e verilen mertebeden daha üstündür."
Zâtıma
mir'ât edindim zâtını,
Bile
yazdım adım ile adını.
“Yâ Rabbî! Nûh'a (aleyhisselâm) gemi verdin. Buna
karşı bana ne ihsân eyledin?" Buyurdu ki: “Sana Burak verdim ki, bir
gecede yerden Arş'a eriştirdim. Cennet ve Cehennem’i gördün. Ümmetine de
mescidler verdim ki, kıyâmet günü gemilere biner gibi ümmetin o mescidlere binip,
Sırat'ı göz açıp yumacak kadar zamanda geçip Cehennem’den halâs olurlar."
“Yâ Rabbî! İsrâil
oğullarına kudret helvası ile bıldırcına benzer kuş eti indirdin.” Hak teâlâ buyurdu ki: “Sana ve ümmetine, dünyâ ve âhıret nîmetini ihsân
ettim. İsrâil oğullarının şekillerini, insan sûretinden; ayı, maymun ve hınzır
sûretine çevirdim. Senin ümmetinin hiç birini öyle yapmadım. Onların amelleri
gibi amel etseler dahi, bu belâyı onlara revâ görmedim. Yâ Muhammed! Sana bir sûre verdim ki, ona benzer bir sûre Tevrât’da ve
İncîl’de yoktur. O süre Fatihâ sûresidir. Her kim o sûreyi okusa, vücûdu
Cehennem’e haram olur. O kimsenin ana ve babasının azâbını hafifletirim. Yâ Muhammed! Ben, senden ekrem (kıymetli,
üstün, şerefli)
kimse yaratmadım. Sana ve ümmetine gecede ve gündüzde elli vakit namaz farz
ettim.
Yâ Muhammed! Her kim benim birliğimi kabûl ederse ve bana ortak koşmaz ise
Cennet onlarındır. Böyle olan ümmetine Cehennem’i haram ettim. Ümmetine karşı
rahmetim, gadabımı aşmıştır.
Yâ Muhammed! Benim katımda cümle halktan ekremsin, şereflisin. Kıyâmet günü
sana o kadar ikrâmlar yaparım ki, cümle âlem hayret ederler. Ey Habîbim! Sen
Cennet’e girmeyince, sâir enbiyâya ve ümmetlerine yasaktır. Senin ümmetin
girmeyince, gayri ümmet girmez. Yâ Muhammed! İster misin ki, senin
ve ümmetin için neler hazırladım göresin?" “İsterim Yâ Rabbî!" dedim.
İsrâfil'e hitâb edip; “Ey İsrâfil! Kulum ve emînim ve resûlüm Cebrâil'e de ki, Habîbimi Cennet’e iletip, Habîbim ve ümmeti için
Cennet’te neler hazırladım ise göstersin. Tâ ki, mübârek hatırı endişeden halâs
ola" buyurdu."
Âlemlerin
efendisi olan sevgili Peygamberimiz,
İsrâfil aleyhisselâm ile birlikte Cebrâil aleyhisselâmın
yanına geldiler. Allahü teâlânın emrini
yerine getirmek için Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber
efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem
Cennet’e götürdü. Melekler, ellerinde biri hulle, diğeri nûr dolu tabaklarla
bekliyorlardı. Cebrâil aleyhisselâm; "Yâ Resûlallah! Bunlar, Âdem aleyhisselâmdan seksenbin yıl önce yaratıldı. Bu
makâmda, tabaktakileri sana ve ümmetine saçmak için sabırsızlanırlar. Kıyâmet
günü Hazretin ve ümmetin, Allahü teâlânın
emriyle Cennet’in eşiğine ayak basınca, bu melekler tabaklardaki cevâhiri
üzerinize saçacaklardır" dedi. Cennet’te vazifeli olan Rıdvân ismindeki
melek, onları karşıladı. Peygamber efendimize
müjdeler verdi ve; "Hak teâlâ,
ikisini senin ümmetine, birini de diğer ümmetlere vermek için Cennet’i üç kısım
etti" dedi ve Cennet’in her tarafını gezdirdi.
Habîb-i ekrem
efendimiz buyurdular ki: “Cennet ortasında bir ırmak gördüm. Arş'ın yukarısında akar.
Bir yerden su, süt, hamr ve bal çıkar. Aslâ birbirine karışmaz. O ırmağın
kenarı zebercedden idi. İçindeki taşlar cevâhir, balçığı anber, otları za'ferân
idi. Etrâfına gümüş bardaklar koymuşlar, sayıları gökteki yıldızlardan ziyâde
idi. Çevresinde kuşlar olup, boyunları deve boynu gibi idi. Her kim onların
etinden yese ve o ırmaktan içse, Hak teâlânın rızâsına mazhar olur. Cebrâil'e; “Bu ırmak nedir?" diye sordum. “Kevserdir. Hak teâlâ, onu sana vermiştir. Sekiz Cennet’te olan bostanlara bu
kevserden akar" dedi. O ırmağın kenarında çadırlar gördüm. Cümlesi inci ve
yâkuttan idi. Cebrâil'e suâl ettim. “Senin hâtunlarının menzilleridir" dedi.
O çadırlarda hûriler gördüm. Yüzleri güneş gibi parlar idi ve cümlesi avaz
edip, envâ-i nağmeler ile terennüm ederlerdi. Derlerdi ki: “Biz sevinçli ve
neş'eliyiz. Bize hiç üzüntü gelmez. Biz donanmışız, hiç üryân olmayız. Biz
gençleriz, hiç yaşlanmayız. Biz iyi huyluyuz, hiç kızmayız. Biz hep böyleyiz,
hiç ölmeyiz." Saâdet köşklerine ve ağaçlarına erişip, onların nağme ve
sedâları her yeri kaplar. Öyle hoş sesleri vardır ki, o nağmeler dünyâya
gelseydi, ölüm ve mihnet dünyâda olmazdı. Cebrâil dedi ki:
“Bunların yüzlerini görmek ister misin?" “İsterim" dedim. Bir çadırın
kapısını açtı. Baktım. Öyle güzel sûretler gördüm ki, eğer bütün ömrümce
onların güzelliğini anlatsam, bitiremem. Yüzleri sütten beyaz, yanakları
yâkuttan kırmızı ve güneşten parlaktı. Derileri ipekten yumuşak ve ay gibi
ışıklı, kokuları miskten daha güzeldi. Saçları gâyet siyah, kimi örülmüş, kimi
toplanmış, kimi salıverilmiş, otursa, etrâfında çadır gibi olur, kalksa,
ayağına kadar uzanırdı. Her birinin önünde bir hizmetçi dururdu. Cebrâil; “Bunlar, senin ümmetin içindir" dedi."
Peygamber efendimiz
sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: “Sekiz Cennet’in
bağ ve bostanını ve türlü nîmetlerini gördüm. Cehennem’i ve derecelerini de
görsem diye hatırıma geldi. Cebrâil elimi tutup, Cehennem’in en büyük
meleği Mâlik'e götürdü: “Ey Mâlik! Hazret-i Muhammed,
düşmanların Cehennem’deki yerlerini görmek ister (Ona Cehennem’i
göster)"
dedi. Mâlik, Cehennem’in tabakalarını açtı. Yedi tabaka (nın
hepsini)
gördüm. Yedinci tabakaya Hâviye derler. Onun azâbı, diğer tabakalardan kat kat
ziyâde idi. Mâlik'e suâl ettim: “Bu tabakada hangi tâifeye azâb olunur?"
Mâlik; “Fir’avn ve Kârûn ve senin ümmetinin münâfıklarına azâb olunur"
dedi. Altıncı tabaka Lazy'dir. Orada, müşriklere (hiç dîni
olmayanlara)
azâb olunur. Beşinci tabaka Hutâme'dir. Orada; ateşe, öküze tapanlara,
budistlere azâb olunur. Dördüncü tabaka Cahîm'dir. Orada; güneşe, yıldızlara
tapanlara azâb olunur. Üçüncü tabaka Sakar'dır. Orada, hıristiyanlara azâb
olunur. İkinci tabaka Saîr'dir. Orada yahudilere azâb olunur. Birinci tabaka
Cehennem’dir. Bunun azâbı öbür tabakaların azâbından az idi. (Buna
rağmen) orada
ateşten yetmişbin deryâ gördüm. Her bir deryâ o kadar büyük idi ki, eğer
yerleri ve gökleri bir deryâya atsalar ve bir meleğe emretseler, bin yıl arasa
bulmak mümkün olmazdı. Zebânîler (Cehennem’de vazifeli melekler) öyle âzametli idi
ki, eğer onların biri, yerleri ve gökleri ağzının bir kenarına koysa, hiç belli
olmazdı. O deryâlar dalgalanıp, korkunç sedâlar hâsıl olurdu. Eğer o sesten
dünyâya az bir ses gelseydi, bütün canlılar helâk oturdu. “Bu tabaka hangi
tâife içindir?" diye suâl ettim. Mâlik cevap vermedi. Tekrar suâl ettim.
Sükût etti...
Cebrâil, Mâlik'e; “Senden cevap
bekliyor" dedi. O da; “Beni mâzur gör" diye özür diledi. Ben; “Her ne
ise cevap ver ki, bugün tedariki mümkün ola" dedim. Mâlik; “Yâ Resûlallah!
Senin ümmetinin asîleri içindir, onlara nasîhat eyle. Tâ ki bu korkunç yerden
kendilerini korusunlar. Vücutlarını böyle azâba sürükleyecek şeylerden
kaçınsınlar. O gün ben asîlere merhamet etmem. Ne ak sakallı ihtiyârlarına, ne
de gençlerine şefkât göstermem" dedi."
Âlemlerin
efendisi ağlamaya başladı. Mübârek başından sarığını çıkarıp, şefâate ve (Allahü teâlâya) yalvarmağa başladı. Ümmetinin
zayıflığını ve böyle azâba tâkât getiremeyeceklerini söyleyerek, o kadar çok
ağladı ki, Cebrâil aleyhisselâm ve cümle melekler de beraber ağlaştılar.
Allahü teâlâdan hitap geldi ki: “Ey Habîbim! Senin
hürmetin ve kıymetin benim katımda büyüktür, duân kabûl olunmuştur. Hatırını
hoş tut. Seni, murâdına eriştirdim. Sana öyle bir makâm veririm ki, pek çok
sayıda asîleri, senin şefâatin ile bağışlarım. Tâ ki, sen yeter diyesin. Ey
Habîbim! Her kim, benim emrimi tutarsa azâb ve cezâdan kurtulur, rahmetime nâil
olur. Cennet’te beni görmek şerefine kavuşur. Sana ve ümmetine gecede ve
gündüzde elli vakit namaz farz ettim."
Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem devam ederek; “O makâmdan (sonra) Arş'a eriştim.
Semâvâttan geçip, Mûsâ'nın (aleyhisselâm) bulunduğu makâma
geldim. Bana; “Hak
teâlâ, sana ve ümmetine ne farz eyledi"
dedi. Ben de; “Her gün ve gece için elli vakit namaz kılınmasını bana farz
kıldı" dedim. “Rabbine dön, biraz hafifletmesini dile. Çünkü ümmetin bunun
altından kalkamaz. Ben İsrâil oğullarını denedim ve yokladım" dedi. Bunun
üzerine, Rabbime döndüm ve dedim ki: “Yâ Rabbî! Ümmetimden (bu emri) biraz hafif
eyle." Bunun üzerine elli vakitten sâdece beş vakit indirdi. Mûsâ'ya (aleyhisselâm) döndüm ve (beş vakit indirdi) dedim. Dedi ki:
“Rabbine dön! Biraz daha hafifletmesini dile. Çünkü ümmetin bunun altından
kalkamaz. Böylece Mûsâ (aleyhisselâm) ile Rabbimin
arasında gidip geldim ve nihâyet Allahü teâlâ şöyle buyurdu: “Bu namazı
beş vakte indirdim. Her namaz için on sevâb vardır. Bu bakımdan sonunda yine
elli namaz olur. Zirâ her kim bir sevâbı kastedip de yapamazsa, onun için bir
sevâb yazılır. Fakat yaparsa, bire mukâbil tam on sevâb yazılır. Fakat bir
günâha kasdedip yapmazsa, hiç bir şey yazılmaz. Yaparsa, ancak o bir günâh
olarak kayda geçer. Sonra Mûsâ'ya (aleyhisselâm)
inip durumu
anlattım. Yine; “Dön, biraz daha hafifletmesini dile" dedi. Bunun üzerine
ona; “Rabbime çok münâcâtta bulunduğum için artık utanıyorum" dedim"
buyurdular.
Allahü teâlâ
böylece, sevgili Peygamberimizin
çektiği sıkıntılarla yaralanan mübârek kalbini, tesellî eyledi. Hiç bir
mahlûkuna vermediği, kimsenin bilemiyeceği, anlayamıyacağı nîmetleri, O'na
ihsân eyledi.
Âlemlerin
efendisi, sonra bir anda Kudüs'e ve oradan Mekke-i mükerremeye, Ümm-i Hânî'nin
evine geldiler. Yattığı yer henüz soğumamış, leğendeki abdest suyunun hareketi
durmamış idi. Dışarda dolaşan Ümm-i Hânî uyuklamış, bir şeyden haberi
olmamıştı. Peygamber efendimiz,
Kudüs'ten Mekke'ye gelirken, Kureyş'in kervanına rastladı. Kervandaki bir deve
ürktü, yıkıldı. Sabah olunca, Kâbe yanına gidip mîrâcını anlattı.
Kâfirler;
"Muhammed aklını kaçırmış, iyice
sapıtmış" diye alay ettiler. Müslüman olmağa niyetli olanlar da tereddüde
düştüler. Müşriklerden bâzıları sevinerek, Ebû Bekr'in evine geldiler. Çünkü
onun akıllı, tecrübeli, hesaplı bir tüccar olduğunu gâyet iyi biliyorlardı.
Kapıya çıkınca; "Ey Ebû Bekr! Sen çok kere Kudüs'e gidip geldin. İyi
bilirsin. Mekke'den Kudüs'e gidip gelmek, ne kadar zaman sürer?" diye
sordular. Hazret-i Ebû Bekr; "İyi biliyorum. Bir aydan fazla" dedi.
Bu söze
sevinen kâfir gürûhu; "Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur"
dediler. Gülüp, alay ederek ve hazret-i Ebû Bekr'in de kendileri gibi düşüneceğini
umarak; "Senin efendin, Kudüs'e bir gecede gidip geldiğini söylüyor, artık
iyice sapıttı" dediler. Hazret-i Ebû Bekr'e sevgi, saygı gösterip bel
bağladılar. Hazret-i Ebû Bekr, Resûlullah
efendimizin mübârek adını işitince; "Eğer O söyledi ise doğrudur.
Bir anda gidip geldiğine ben de inandım" deyip içeri girdi. Kâfirler
şaşkınlık içinde; "Vay canına, Muhammed
ne yaman büyücü imiş. Ebû Bekr'e sihir yapmış" diyerek geri döndüler.
Hazret-i
Ebû Bekr, hemen Resûlullah efendimizin
yanına geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle: "Yâ Resûlallah!
Mîrâcınız mübârek olsun! Bizleri, senin gibi büyük Peygambere hizmetçi yapmakla
şereflendirdiği ve mübârek yüzünü görmekle, kalbleri alan, rûhları çeken tatlı
sözlerini işitmekle nîmetlendirdiği için Allahü teâlâya
sonsuz şükürler ederim. Yâ Resûlallah! Senin her sözün doğrudur, inandım. Canım
sana fedâ olsun!" dedi. Hazret-i Ebû Bekr'in sözleri kâfirleri şaşırttı.
Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şüpheye düşen, îmânı zayıf birkaç kişinin de
kalbine kuvvet verdi. Resûlullah efendimiz
o gün, Ebû Bekr'e "Sıddîk" dedi. Bu adı almakla, derecesi bir kat
daha yükseldi.
Bu hâle
çok kızan kâfirler, mü’minlerin kuvvetli îmânına, Peygamberimizin
her sözüne hemen inanmalarına, O'nun çevresinde pervâne gibi dönmelerine dayanamadılar.
Resûlullah efendimizi mahcup ve
mağlûb etmek için, imtihân etmeğe başladılar:
"Yâ Muhammed! Kudüs'e gittim diyorsun. Söyle
bakalım, mescidin kaç kapısı, kaç penceresi var?" gibi sorular sordular. Resûlullah efendimiz hepsine birer birer cevap
verdiler. Efendimiz cevap verirken, hazret-i Ebû Bekr; "Öyledir Yâ
Resûlallah" derdi. Halbuki, Resûlullah
efendimiz edebinden, hayâsından karşısındakinin yüzüne bile
bakmazdı. Buyurdu ki: “Mescid-i Aksâ'da etrâfıma bakmamıştım. Sorduklarını
görmemiştim. O anda, Cebrâil (aleyhisselâm) Mescid-i Aksâ'yı gözümün önüne getirdi. Pencerelerini görüp
sayıyor ve sorularına, hemen cevap veriyordum." Resûlullah efendimiz, yolda develi yolcular
gördüğünü söyledi. “İnşâallah Çarşamba günü gelirler" buyurdu.
Çarşamba günü güneş batarken, kervan Mekke'ye ulaştı. Kervandakilere
sorduklarında fırtına eser gibi olduğunu ve bir devenin yıkıldığı söylediler.
Bu hâl mü’minlerin îmânını kuvvetlendirdi. Kâfirlerin düşmanlığı da gittikçe
arttı.
Hicretten
bir yıl önce, Receb ayının 27'sinde Cumâ gecesi vukû bulan bu mûcizeye mîrâc
denir. Resûlullah, mîrâca, rûh ve
bedeni ile uyanık bir hâlde çıktı. Mîrâc gecesinde O'na nice ilâhî hakîkatler
gösterildi ve beş vakit namaz bu gecede farz kılındı. Ayrıca Bakara sûresinin
son iki âyet-i kerîmesi ihsân edildi. Mîrâc; Kur'ân-ı
kerîmde, İsrâ ve Necm sûresi ile bâzı hadîs-i
şerîflerde bildirilmektedir.
Sevgili Peygamberimiz
mîrâcdan sonra Eshâbına Cennet’i anlatırken buyurdular ki: “Yâ Ebâ Bekr! Senin köşkünü gördüm. Kızıl
altından idi. Senin için hazırlanan nîmetleri müşâhede ettim." Ebû
Bekr de (radıyallahü anh); "O köşk ve
köşkün sâhibi sana fedâ olsun yâ Resûlallah" dedi. Efendimiz, hazret-i
Ömer'e dönerek; “Yâ
Ömer! Senin köşkünü gördüm. Yâkuttan idi. O köşkte çok hûriler var idi. Fakat
içeri girmedim. Senin gayretini düşündüm" buyurdular. Hazret-i
Ömer, çok ağladı. Göz yaşları arasında; "Anam-babam, canım sana fedâ olsun
yâ Resûlallah! Senden de gayret, kıskanmak olur mu?" dedi. Daha sonra,
hazret-i Osman'a buyurdular ki: “Yâ Osman! Seni her gökte gördüm. Cennet’te köşkünü görüp
seni düşündüm." Hazret-i Ali’ye buyurdular ki: “Yâ Ali! Senin
sûretini dördüncü semâda gördüm. Cebrâil'e suâl ettim. Dedi ki: “Yâ
Resûlallah! Melekler hazret-i Ali'yi görmeğe âşık oldular. Hak teâlâ, onun sûretinde bir melek yarattı. Dördüncü gökte durur,
melekler onu ziyâret eder, bereketlenirler." Sonra senin köşküne girdim.
Bir ağaçtan bir yemiş kokladım; Ondan bir hûri çıktı, yüzüne perde çekti. “Sen
kimsin ve kiminsin?" dedim. “Amcanoğlu Ali için yaratıldım yâ
Resûlallah!" dedi."
Mîrâc
gecesinin sabahında Cebrâil aleyhisselâm gelerek Resûlullah
efendimize beş vakit namazı, vakitlerinde imâm olarak kıldırdı. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Cebrâil (aleyhisselâm) Kâbe kapısı yanında iki gün bana imâm oldu. İkimiz, fecr
doğarken sabah namazını, güneş tepeden ayrılırken öğleyi, her şeyin gölgesi
kendi boyu olunca ikindiyi, güneş batarken (üst kenarı kaybolunca) akşamı ve şafak
kararınca yatsıyı kıldık. İkinci günü de, sabah namazını hava aydınlannca,
öğleyi her şeyin gölgesi kendi boyunun iki katı olunca, ikindiyi bundan hemen
sonra, akşamı oruç bozulduğu zaman, yatsıyı gecenin üçte biri olunca kıldık.
Sonra; “Yâ Muhammed, senin ve geçmiş peygamberlerin namaz vakitleri budur.
Ümmetin, beş vakit namazın her birini, bu kıldığımız iki vaktin arasında
kılsınlar" dedi."
Namaz
vakitleri böylece bildirildikten sonra, Habeşistan'a da haber gönderilerek beş
vakit namazı kılmaları ve farz olduğundan îtibâren kılmaya başladıkları vakte
kadar olan namazları kazâ etmeleri bildirildi.
Sevgili Peygamberimiz her sene, Kâbe'yi ziyârete gelen kabîleleri dîne dâvet ediyor, onların Cehennem ateşinden kurtulup ebedî saâdete kavuşmaları için çalışıyor ve her türlü hakârete aldırmadan, peygamberlik vazifesini yerine getirmeye devam ediyordu. Kabîlelerin konak yerlerinde duruyor, gelenlere; “Allahü teâlânın, peygamberlik vazifesini yerine getirinceye kadar beni barındıracak ve bana yardım edecek kim var? (Böylece) kendisine Cennet verilsin" buyuruyor, fakat ne barındıracak ve ne de yardım edecek bir kimse bulunmuyordu.