Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

428

 

034 - SEBE' SÛRESİ

 

CÜZ :

22

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

8

Bir yalanı Allah’a iftira etmekte mi? Yoksa kendisinde bir cinnet mi var? Hayır doğrusu o Âhırete inanmıyanlar uzak bir dalâletle azâb içindeler

(.......) hayır, doğrusu Âhırete inanmıyanlar uzak dalâl ile azâb içindedirler. - Onun için öyle hezeyan ediyorlar. Âhırete îmanı olmıyanların Âhırette görecekleri azâbdan başka Dünyada da vicdanları azâb içindedir. Zira Dünyanın fanîliği meşhud olduğu cihetle Âhıret akıdesi olmıyanların bedbiyn (pesimist) olmaları tabiîdir. Akıbeti hakkında bedbiyn olan vicdanların ise azâb içinde bulunduğunda şübhe yoktur. Meğer ki, ölümü kendisi için halâs addettirecek bir azâb içinde bulunsun. Peygambere karşı o heyezadan bulunan kâfirler de böyle telâş ve şaşkınlık içinde idiler. Bu suretle bu ıdrab Allahü teâlâ tarafından o kâfirlerin hallerini beyan ile sözlerini ibtaldir.

9

Ya Gökten ve Yerden önlerindekine ve arkalarındakine bir bakmazlar mı? Dilersek kendilerini Yere geçiriveririz, yâhud Gökten üzerlerine parçalar düşürüveririz hakıkaten onda inâbe edecek (hakka gönül verecek) bir kul için şübhesiz bir âyet vardır

(.......) Ya körler mi o Semâ ve Arzdan önlerindekine ve arkalarındakine bakmazlar mı? Nasıl bir vaz'ıyyette bulunuyorlar? (.......) Dilersek biz onları yere geçiriveririz. - Bir zelzele ile Yerin yarılıvermesi bir anlık bir iş (.......) yâhud üstlerine Semadan parçalar düşürüveririz - bunun için de bir haceri semavî parçaları veya bir yıldızın Arza çarpıvermesi kâfi. Bu tehdid cümlesi, arada bir cümle-i mu'tarıza gibidir. (.......) şübhesiz ki, onda o

Göğe ve Yere bakıp da önünü ardını düşünmekte(.......) mutlak bir âyet bulunur. Bir delil, bir açık alâmet bulunur ki, Allah’ın kudretini ve Peygamberin dediğini ve hakıkaten didik didik dağıldıktan sonra da bir halkı cedîd muhakkak olduğunu ve bu hılkatin bâtıl bir oyuncaktan ıbaret olmayıp bu Dünyanın bir Âhıreti bulunduğunu anlatır. Fakat herkesin değil (.......) her abdi mübîn için - inabe eden, ya'ni teassubdan geçip hakka dönen her kul için.

Buna tarihten güzel bir misal vermek üzere buyuruluyor ki,

10

Şanım hakkı için Davuda bizden bir fadıl verdik: ey dağlar çınlayın onunla beraber ve ey kuşlar! dedik ve ona demiri yumuşattık

(.......) Hakıkaten şanım için Davuda - en güzel inâbe etmiş olan Davud aleyhisselâma - verdik (.......) bizden, bizim tarafımızdan - ya'ni alel'âde değil, azameti ilâhiyyeyi ayrıca bir hususiyyetle ifâde eden mahzâ ilâhî bir atıyye, fevkal'âde bir mu'cize olarak (.......) bir fadıl -

o vakte kadar diğer Enbiyaya verilenlerden fazla bir âyet, bir ni'met verdik. Şöyle ki, (.......) ey dağlar, dedik: onunla beraber te'vib, ya'ni terci' yapın: ötün çınlayın (.......) siz de ey kuşlar - Sûre-i «Enbiya» da geçen (.......) Sûre-i (.......) da gelecek olan(.......) bunun tefsiri demektir.

Ya'ni Davuda öyle güzel bir ses, öyle şanlı bir eda verilmişti ki, akşam sabah tesbih ettikçe onun sesine bütün dağlar ve kuşlar iştirâk eder, çınlar öterlerdi. Demek ki, güzel sesle husni elhan Davudun bir fazıleti mahsusası, kuşları dahi başına toplıyan bir mu'cizesi olmuştu. Bu ma'nâ iledir ki, savti Davudî meşhur olduğu gibi mezamîri Davud da meşhurdur. Bu güzel san'ati islâmda sureti mutlakada mezmum zannedenler olmuştur. Fakat bilmek lâzım gelir ki, mezmum olan lühunı fısıktır. Yoksa Kur’ân okurken tertil ve tahsini savt, me'murun bihtir. Bu babda kütübi sıhahta hayli hadîsler vardır. Bir çokları ğınanın, ya'ni Musikînin tesirini ruhanî zannederler. Böyle bir zan, ruhu heva zannetmektir. Ses bir heva ihtizazı olduğu için Musikînin doğrudan doğru verdiği tesir ve heyecan, bir buse zevkı gibi cismanî ve asabî bir tesirdir. Teganni ancak bir kelimenin, bir kelâmın ma'nâsını ruha duyurmağa hizmet etmesi ı'tibariyledir ki, ruhanî bir kıymet alabilir. Ehli fısk, hep şehevanî mevzularla cismanî heyecan aradığı için ma'nâyı öldürerek sâde a'saba basan kuru nağmelerle cismanî tesir arar. Bu ise ruhanî şuuru terbiye değil, ifnâ eder. Belki fasık için bütün şuurundan geçip mesti lâya'kıl olmak bir zevktir. Fakat dinin, şer'ın vermek istediği zevk bu değil, güzel ma'nâlı, mukaddes şuurlu bir hayat yaşatmaktır. Şerı istiyor ki, Kur’ân okunurken ses güzelleştirilsin, teganni edilsin, ancak nazmı bozarak ma'nâyı unutturarak kuru ses ta'kıb eden ehli fısk elhan ve nagamatiyle değil,

elfazın tecvidini fesahatini bozmıyarak, ma'nâsını belâğatinin incelikleriyle duyurarak şuurlu bir hayat yaşatacak olan bir lâhnile okunsun ki, buna hadîsi nebevîde lühuni Arab ta'bir buyurulmuş ve Ilmi edada tecvid ile ta'rif olunmuştur. Bu suretle biz Kur’ân okunurken Hazret-i Davudun mu'cizesini yaşamış oluruz. Netekim Kur’ân’ı güzel okuyan hakkında «Âli Davudun mezamîrinden bir mizmar verilmiştir» diye sitayiş buyurulmuştur. Hazret-i Davudun dağları teshir eden, uçan kuşları durduran mu'cizesi de kuru bir ses oyunundan ıbaret terennümati mücerrede değil, ruhtan kopup Hudaya arz olunan takdisat ve tesbihat idi. Netekim bu ma'nâyı belâğatle ifade için onun maıyyetinde dağlar zevil'ukul gibi gösterilerek (.......) diye nidâ (.......) onun mahalline atf edilmiştir. Dağlar, kuşlar böyle müsahhar olduğu gibi(.......) ve ona demiri de yumuşattık - müfessirîn bunu şöyle tefsir ediyorlar: kızdırmağa, döğmeğe muhtac olmaksızın elinde bal mumu gibi dilediği surete koyuverdi. Fahruddini Razî der ki, Allah’ın kudretinden bunu istib'ad etmemelidir. Çünkü görülüyor, ateşte öyle yumuşuyor ve öyle münhall oluyor ki, yazı yazılan mürekkeb haline geliyor. O halde her hangi âkıl onu kudreti ilâhiyyeden istib'ad eder? Maamafih ba'zı nâs bundan murad ateş ile ve alât isti'maliyle demir eritmeyi keşf ve istihrac etti demek olduğuna kail olmuştur, Lâkin bu doğru değildir. I'tikadının za'fı ve Allah’ın kudretine ademi ı'timadi onu bu fikre sevketmiştir. (.......) Böyle olmakla beraber âyetin bu ma'nâya da ihtimali yok değildir. Demirin keşfi ve izabesi daha eski olsa gerektir. Fakat onu mum gibi dilediği şekle koyarak elbise dokuyacak derecede ince sanayia tatbik etmek Davudaleyhisselâma nasîb olmuş bir san'attir. Netekim Sûre-i «Enbiya» da (.......) buyurulmuştu ki, bundan bu san'atin ahlâfa da yadigâr kaldığı anlaşılıyor. Zira(.......) hıtabı ümmeti

Muhammededir. Burada ise bu hikmet şöyle ifâde olunuyor:

11

Bol bol zırhlar yap ve iyi biçime yatır diye. Siz de salâh ile çalışın, daha iyi işler yapın, çünkü ben her yapacağınızı gözetiyorum

(.......) yap diye(.......) bol bol, geniş geniş zırhlı elbiseler(.......) ve serdinde takdir sahibi ol - dokunuşunu ve biçimini iyi ölç: biçiminde maharetli ol, iyi biçime yatır. Deniliyor ki, Allahü teâlânın bu san'ati senâ buyurmasının hikmeti şudur: bu san'atte (.......) buyurulduğu üzere ındallah mükerrem olan âdemiyyeti katilden muhafaza ile ruhu vikaye vardır. Onun için bunu yapan, kılıç ve saire gibi taarruz silâhı yapanlardan daha hayırlıdır. Âlemde fazla bir silâh keşfeden ve onu kullanmasını bilenler beşeriyyete bir haysiyyetle müfid iseler, ondan vikaye vasıtasını keşfedenler, sulh-u salâha hizmet ettikleri için daha ziyade faidelidirler. Bu hikmetle buyuruluyor ki, (.......) hem salâh ile çalışın iyi bir iş yapın - burada (.......) denilmeyip de (.......) denilmesi şayanı dikkattir. Bu cümle zamirinin Davud ile beraber maıyetindeki ehline raci' olduğunu söylemişler ise de biz bunun (.......) gibi kıssânın bir ıbreti olmak üzere ümmeti Muhammede hıtab ile bir tezyil olduğu kanaatindeyiz ki, şöyle demek olur: sizde ey ümmeti Muhammed! Salâh ile çalışın, daha güzel işler yapın (.......) çünkü ben ne yapacağınızı gözetiyorum, her ne yaparsanız görürüm -ya'ni ona göre mükafatını veririm

12

Süleymana da rüzgâr: sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay, erimiş bakır menbaını da ona seyl gibi akıttık, hem rabbının iznile elinin altında Cinnîlerden de çalışan vardı, onlardan da her kim emrimizden inhiraf ederse ona Saîr azâbını tattırırız

(.......) Süleymana da rüzgârı - râm ettik, müsahhar kıldık. Deniliyor ki, Süleymanaleyhisselâma müsahhar kılınan bir riyhi mahsus idi, bütün şu rüzgârlar değil idi, çünkü onlar hacet vakıtlarında umumun menafiı içindir. Onun için bütün kıraetlerde bu (.......) müfred okunmuş, hiç birinde (.......) okunmamıştır.

Ya'ni Süleymanaleyhisselâm isterse âlemin rüzgârını tutabilirdi demek değil, heva da bir cereyanına tasarruf edebilir ve onunla dilediği yere gidebilirdi. O bir rüzgâr idi ki, (.......) sabah gidişi bir ay (.......) akşam dönüşü de bir ay - şer'an bir günlük yol altı saat olduğuna göre otuz kilometre ı'tibar edilirse gidişi dokuz yüz kilometre, gelişi de dokuz yüz kilometre olarak bin sekiz yüz kilometre kat'eder. Burada(.......) nın zamiri riyha gönderilmiş(.......) diye Süleymana irca' edilmemiş olduğuna göre yalnız rüzgârın sür'ati gösterilmiş demek olur. Süleymanaleyhisselâm bununla balon gibi mi yoksa tayyare gibi mi giderdi orasını Allah bilir.

Seyretti heva üzre denir tahtı Süleyman

Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde

(.......) hem ona -ya'ni Süleymana - kıtrya'ni erimiş bakır pınarını seyl gibi akıttık -ya'ni ma'denden su akar gibi akıttık.Kâdî Beyzavî bunun Yemende olduğunu kaydetmiştir. Âlûsî de şu rivayetleri kaydediyor: İbn-i Münzir, Ikrımeden şöyle tahric etmiştir: Allahü teâlâ bakırı üç gün su gibi akıttı dedi, nereye denildi, bilmem dedi. İbn-i Ebihâtim de Süddîden şöyle tahric etmiştir: ona üç gün bir bakır ma'deni akıtıldı. Bahirde deİbn-i Abbas, Süddî veMücahidden şöyle nakledilmiştir: demişler ki, üç gün üç gece akıtıldı ve Yemende idi. Mücahidden bir rivayette de bakır San'adan aktı, ayda üç gün aktığı da söylenmiştir. Biz bunun bir atıyyei ilâhiyye olan bir ılm-ü san'atle akıtılmış olmasını daha ehemmiyyetli görüyoruz.

(.......) Cinden de - müfredi cinni olan Cin, bizim izah edemiyeceğimiz gizli mahluklar(Sûre-i En'amda (.......) âyetine bak). Cinden denilmekle anlaşılıyor ki, hepsi değil ba'zı Cin (.......) rabbının izniyle - yoksa Cin inse çalışmaz(.......) Bu cümle Cinlerin dahi mükellef olduğuna tenbihtir. Bununla beraber Hazret-i Süleymana çalışan Cinlerin cüz'î bir inhiraf ile yanacak vaz'iyyette ateş kenarında şiddetli bir tazyık içinde çalıştıklarına da işarettir. Burada Cinlerin esrarı san'ati hâiz san'atkârlar olduğu da şundan anlaşılıyor

13

Onlar ona, mihrablar, timsaller ve havuzlar gibi çanaklar ve sâbit kazanlardan her ne isterse yaparlardı

(.......) onlar ona ne isterse yaparlardı = mihrablar ve timsaller -

MİHRAB, mif'al ismi âlet vezni olduğu gibi bir de midrar gibi mubalega sigası olur ki, mihrabın esasen bu ma'nâdan me'huz olduğu söyleniyor. Keşşafta der ki, meharîb, ibtizalden masun olan şerefli mesakin ve mehafil demektir. Bunlar hamiyyet ile muhafaza ve müdafea olunduklarından dolayı meharîb tesmiye edilmiştir. Maamafih burada mesacid diye de tefsir olunmuştur. Temasîl, timsalin cem'idir. Timsal canlı veya cansız bir şey'in suretine mumasil tasvir olunan her hangi bir surettir. Burada temasîl, Melâike ve Enbiya ve salihîn suretleri denilmiştir. Halk görsün de onlar gibi ıbadet etsinler diye mescidlerde bakırdan, pirinçten, sırçadan mermerden bunların suretleri yapılırmış. Böyle tasvirler yapılmasına Süyelman aleyhisselâm nasıl cevaz verdi? diye sorabilirsin, cevaben derim ki, tasvir, yalan ve zulüm gibi aklın takbih ettiği şeylerden değildir. Böyle olanlarda şeriatlerin ihtilâfı câizdir. Ebül'âliyeden merviy olduğu üzere o zaman ittihazı suver haram kılınmamıştı. Bununla beraber temasîlin hayvan sureti olması lâzım değildir. Ağaç gibi cansız resimleri olması da câizdir (.......) Onun için Razi yalnız nukuş demekle iktifa etmiştir. (.......)

CİFÂN, çanak ma'nâsına cefnenin cem'i.

CEVAB da büyük havuz ma'nâsına câbiyenin cem'idir.(.......)

KUDUR, kıdrin cem'i, kıdr, gerek topraktan ve gerek sair ma'denden çömlek, tencere ve kazgan gibi yemek pişen kablar,

RÂSİYAT, yerinden kalkmaz ağır ve sâbit ma'nâsına rasiy veya râsiyenin cem'idir. Demek ki, çok yemekler pişiriliyor, pek büyük sofralar kuruluyormuş (.......) çalışın ey Davud hanedanı, o büyük şükr için çalışın.

Ya'ni o büyük ni'met ve refah içinde atalet ve sefahete dalmayın, çalışın, hem çalışmanız bu ni'metlerin şükrünü eda etmek, her birini yerinde sarf ederek Allahü teâlâya daha güzel amellerle kulluk eylemek için olsun ki,(.......) Maamafih kullarım içinde şekûr olan azdır. -

ŞEKÛR, çok şükr eden, bütün vus'unü şükre sarf eden kalbi, dili ve sair a'zası hem i'tikad, hem i'tiraf, hem çalışmakla ve ekser evkatta şükr ile meşgul olandır. İbn-i Abbastan bir rivayette: bütün ahvalinde şükredendir. Sûre-i Nemilde geçtiği üzere(.......) duâsını vird edinmiş olan Süleymanaleyhisselâm o, az olan şekûr kullardandır. Rivayet olunur ki, Hazret-i Ömer bir adamın (.......) Allah’ım, beni o azdan kıl» diye duâ ettiğini duymuş, bu nasıl duâ diye sormuş. O zat: «işidiyorum ki,,» demiş Allahü teâlâ(.......) buyuruyor, ben de beni o azlardan kılmasını istiyorum» bunun üzerine Hazret-i Ömer herkes Ömerden a'lem» demiş.

14

Çalışın ey Davud hanedanı şükr için çalışın, maamafih kullarım içinde şekûr olan azdır

(.......) Burada Arz, Yerin ismi değil (.......) fiılinden ekl vezninde masdardır. Erda namındaki böceğin fi'li, ya'ni ağaç kurdu denilen bir nevi' güvenin yemesi, kırkması ma'nâsınadır deniliyor, bir güve böceği demek olur. Süleyman aleyhisselâmın sureti vefatı hakkında türlü rivayetler varsa da biz onlardan sarfı nazar ediyoruz.

Allahü teâlâya inâbesi güzel, ni'metlerine şükrile bahtiyar olan Davud ve Süleyman aleyhimesselâmın hallerini beyandan sonra küfranda bulunanlara misal olmak üzere Sebe' kavminin hali hikâye olunarak buyuruluyor ki,

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(Ö :  M :1942  H :1361)

 

ELMALILI - ORİJİNAL - (TÜRKÇE)

 

HANEFî

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç