Çünkü bir kavini, kendi davranışlarını
değiştirmedikçe, Allah, onlara verdiği nimeti değiştirmez. Şüphesiz ki Allah,
her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.
Biz Kureyş müşriklerini cezalandırdık. Çünkü onlar bizim kendilerine vermiş
olduğumuz nimetleri değiştirdiler. Gönderdiğimiz peygamberi yurdundan
çıkardılar. Bir topluluk kendi ahlak ve davranışlarım değiştirmedikçe Biz,
onlara vermiş olduğumuz nimetleri değiştirmeyiz. Zira biz, hiç kimseye sebepsiz
yere ceza vermeyiz.
Onların tutumu, Firavun ailesi ve ondan önce
geçmişlerin tutumu gibidir. Onlar, rablerinin âyetlerini yalanlamışlardı. Biz de
işledikleri günahları yüzünden kendilerini helak etmiş ve Firavun ailesini suda
boğmuştuk. Hepsi de zalimdiler.
Bu müşfiklerin âdet ve davranışları, Firavun ailesi ve onlardan önceki kâfir
toplulukların davranış ve âdetleri gibidir. Onlar, rableri olan Allah'ın
âyetlerini, Peygamberlerini ve delillerini yalanlamışlardı. Biz de günahları
yüzünden onların bazılarını şiddetli bir çığlıkla, bazılarını yere geçirerek,
bazılarını da şiddetli bir kasırga ile helak ettik. Firavun ailesini de denizde
boğduk. Bizim helak ettiğimiz bu ümmetlerin hepsi de, Allah'ın Peygamberlerini
yalanlayıp, âyetlerini inkâr ederek kendilerine zulmeden kimselerdi.
Allah nezdinde canlıların en kötüsü, inkâr edenlerdir.
Onlar iman etmezler.
Allah katında, yeryüzünde hareket eden canlıların en şereflisi, Allah'ın
birliğini inkâr edip, ondan başkasına tapan kâfirlerdir. Onlar, Allah'ın
indirdiği vahye iman etmezler.
Bu âyet-i kerime, Beni Kureyza Yahudileri
hakkında nazil olmuştur. Bu kabilenin ileri gelenlerinden Kâb'b b. el-Eşref ve
taraftarları, Resûlüllah'a karşı
savaşmayacaklarına dair bir antlaşma yapmışlar fakat Hendek savaşında bu
antlaşmayı bozarak Resûlüllah'ın
düşmanlarına arka çıkmışlardır.
Bundan sonra gelen âyet-i kerime de bu
hususu açıklığa kavuşturmaktadır.
Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra da her
defasında antlaşmalarım bozan kimselerdir. Onlar, Allah'tan korkmazlar.
Medinede bulunan Yahudiler sadece Hendek savaşında değil daha bir çok yerde
antlaşmalarına riâyet etmediler. Mekke müşriklerine silah yardımı yaptılar. Daha
sonra yine antlaşmalar yaptılan fakat yine antlaşmalarına uymadılar. Bunların ne
barizlerinden birisi de Hendek muharebesiydi. Onlar, bu yaptıklarının cezasını
da gördüler.
Eğer savaşta onları yakalarsan, arkalarındakinî
dağıtacak bir şekilde cezalandır. Belki ibret alırlar.
Eğer o ahitlerini bozanlardan birini savaşta yakalayıp esir alacak olursan,
arkalarında bulunan diğer ahitlilere de ibret olsun ve dağılıp gitsinler diye
onları ağır bir şekilde cezalandır ki bir daha böyle bir şey yapmaya cesaret
edemesinler, ibret alsınlar da verdikleri sözü bir daha bozmasınlar.
Eğer bir kavmin ihanetinden korkarsan, sen de aynı
şekilde sözleşmelerini bozarak üzerlerine at. Şüphesiz ki Allah, ihanet edenleri
sevmez.
Ey Rasûlüm, Eğer aranızda düşmanlık bulunan bir kavmin, sana ihanet edeceğinden
ve antlaşmayı bozmasından korkacak olursan, sen de onlara, antlaşmayı bozduğunu
bildir. Böylece antlaşmanın bozulduğundan heriki taraf açıkça ve eşit şekilde
haberdar olsun. Ve sen, ihanet etmiş olmayasm. Zira Allah, hainleri sevmez.
Taberi diyor ki: "Eğer denecek olursa ki:
"Sırf düşmanın ihanetinden korkularak ahit nasıl bozulabilir? Çünkü bu bir
zan'dır. Zan ise kesinlik ifade etmez." Cevaben denilir ki: "Mesele senin
anladığın gibi değil. Buradaki cümlenin manası şudur "Düşmanın ihanet edeceği
belirtisi sana belli olur ve onların sana saldıracaklarından korkacak olursan
işte o zaman onların anlatlaşmalarını üzerlerine at ve onlara karşı savaş ilan
et." Nitekim Resûlüllah Kureyza
oğullarının, Ebû Süfyan ve müşriklerle, kendisine karşı yardımlaşmayı kabul
etmelerinden ve kendisine karşı savaşacaklarını bildirmelerinden sonra, onlarla
olan antlaşmasını bozduğunu bildirmiştir. Mü’minlerle savaşı kesme atlaşması
yapan bütün kavimler bu hükme tabidirler. Müslümanların halifesi, Kureyza
oğullarının, Resûlüllah'a ve
sahabilere yaptıkları ihanet gibi
herhangi bir ihanet görecek olursa onlarla yaptığı antlaşmayı üzerlerine atıp
bozabilir ve onlara karşı savaş ilan edebilir.
Kâfirler, yakalarını kurtarıp kaçacaklarını
sanmasınlar. Onlar, Allah’ı âciz bırakamazlar.
Kâfirlerin, yakalarını Allah'tan kurtarmaları mümkün değildir. Allah onları
mutlaka cezalandırır. Nitekim diğer bir âyet-i kerime'de
şöyle buyuruluyor: "Yoksa kötülüklerde bulunanlar, bizden kaçıp kurtulacaklarım
mı sanıyorlar? Ne de kötü hüküm veriyorlar! Kasas
sûresi âyet; 28/4
Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve savaş
atları hazırlayın ki bununla, Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınız ve daha
bundan başka, sizin bilmediğiniz fakat Allah'ın bildiği diğer düşmanları
korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız, karşılığı size eksiksiz ödenir ve
siz, asla haksızlığa uğratılmazsınız.
Ey, Allah’a ve peygamberine iman edenler, kendileriyle muahede yaptığınız ve
muhadeyi bozup size ihanet edeceklerinden korluğunuz kafirler ve diğer bütün
İnkârcılar için gücünüzün yeniği kadar savaş araçları hazırlayın. Besili at-lpr
yetiştirin ki bu araçlarla sizin de Allah'ın da düşmanı olan kâfirleri korku
tasınız. Böylece size karşı savaşma cesaretini bulamasınlar. yine bu savaş
araçla sizin bilmediğiniz ve Allah'ın bildiği münafıklar ve cinler gibi
düşmanlarınızı da korkmasınız. Allah yolunda savaşmak'için mallarınızı
harcayarak silah almanız halinde bu harcamalarınız boşa gitmeyecek, Allah,
bunların karşılığını dünyada verecek, sevaplarını da âhirete saklayacak ve size
hiçbir haksizlik yapılmayacaktır.
Âyet-i kerime'de, müslümanların, kâfirlere
karşı güçlerinin yettiği kadar kuvvet hazırlamaları emredilmiştir.
Peygamber efendimiz bu kuvvet hakkında
şöyle buyurmuştur: Ukbe b. Âmir diyorki:
"Ben Resûlüllah'ın, minberin üzerinde:
"Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın." âyetini okuduktan
sonra şöyle buyurduğunu işittim. "Dikkat edin, şüphesiz ki kuvvet, atmak'tır.
Dikkat edin şüphesiz ki kuvvet atmaktır. Dikkat edin şüphesiz ki kuvvet
atmaktır. Müslim, K. el-İmara, bab: 167, HN: 1917 /Ebû
Davud K. el-Cihad bab: 23, HN: 2514
Taberi diyor ki: "
Resûlüllah'tan rivâyet edilen bu
hadis-i şerifte,
âyet-i kerime’de zikredilen kuvvet,
"Atmak" olarakizah edilmiş ise de bu izahtan, kuvvetin sadece "Atmak"tan ibaret
olduğu anlaşılmamalıdır. Çünkü Resûlüllah:
"Kuvvet, sadece atmaktır, başka bir şey değildir." buyurmamaştır. Bu sebeple,
kılıç, ok, mızrak ve düşmana karşı savaşmakta kullanılan her türlü silah âyettte
geçen "Kuvvet" kavramı içine girmektedir. Kaldı ki
Resûlüllah'tan zikredilen bu haberin
senedi gevşektir."
Âyet-i kerime’de
"Bundan başka, sizin bilmediğiniz fakat Allah'ın bildiği diğer düşmanları
korkutasınız" buyurulmaktadır.
Müfessirler, Allah'ın bildiği,
mü’minlerin ise bilmediği bu düşmanlardan kimlerin kastedildiği hususunda dört
görüş zikretmişlerdir.
a- Mücahide göre bunlardan maksat,
Yahudi Kureyza oğullarıdır. Bedir savaşı yapıldığında onların düşmanlığı henüz
ortaya çıkmamıştı.
b- Suddiye göre bu düşmanlardan maksat, Farslar'dır. Müslümanlar,
Parslarla savaşacaklarını o sırada tahmin etmiyorlardı.
c- Ibn-i Zeyde göre ise, mü’minlerin bilmediği bu düşmanlardan maksat,
münafıklardır. Çünkü onlar, kelime-i şehadet getiriyorlar, hatta mü’minlerle
birlikte savaşlara katılıyorlardı. Bu sebeple düşmanlıkları bilinmiyordu,
d- Diğer bir kısım âlimlere göre
ise burada zikredilen düşmanlardan maksat, cinlerdir.
Taberi bu son gomşüa tercihe düğünü
söylemidir. Çünkü Mü’minler, Kureyza oğlu Yahudilerin ve Farslarm müşrik
olmaları hasebiyle kendilerine düşman olduklarını ve onlara karşı
savaşabileceklerini biliyorlardı. Bu itibarla, âyette zikredilen bilinmeyen
düşmanlar değillerdi.
Münafıklara gelince, her ne kadar bunlar düşmanlıkları bilinmeyen kimseler
idiyseler de mü’minlerin güçlerinin artması yüzünden korkacak kimseler de
değillerdi. Münafıklar, mü’minlerin, kendilerinin iç yüzlerim bilmelerinden
korkuyorlardı. Bu sebeple âyette zikredilen güç hazırlamadan dolayı korkmaları
düşünülemezdi. O halde, âyette, mü’minlerin bilmedikleri zikredilen düşmanlar,
insanların dışındaki düşmanlardır ki onlar da cinlerden olan düşmanlardır.
Nitekim, atlarının kişnemelerinin cinleri korkuttuğu ve atın bulunduğu yere
cinlerin yakşalamadığı Rivâyet edilmiştir. Buradan
anlaşılıyor ki, Müslümanlar her halükârda savaşa hazırlıklı olacaklardır. Fiilen
savaş hayatının yaşanması şart değildir. Daima savaşa hazırlıklı olmak gerekir.
* Hiçbir hazırlığa girişmediği halde "Ben, cihad ederim" iddiası boş bir
iddiadır. Zira gerçeklen savaşmak niyetinde olanlar, her an savaş hazırlığı
içinde olurlar. Nitekim diğer bir âyet-i
kerime'de şöyle buyuruluyor: "Eğer bunlar
cihada çıkmak isteselerdi, onun için hazırlık yaparlardi."(9/146)
Eğer onlar, barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve
Allah’a güven. Şüphesiz o, her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.
Ey Rasûlüm, eğer bir kavmin ihanetinden korkarsan sen de aynı şekilde
sözleşmelerini bozarak üzerlerine at. Ve onlara karşı savaş ilan et. Şâyet,
İslam'a girerek veya boyun eğip cizye vermeyi kabul ederek yahut savaşmayı
bırakarak seninle barışmaya eğilim gösterirlerse sen de ona eğilim göster. İşini
Allah'a bırak ona tevekkül et, o sana yeter, zira o, senin de kendileriyle
barışmak istediğin kimselerin de ne söylediğinizi ve ne gibi şartlar koştuğunuzu
işiten ve her iki tarafın diğeri hakkında sadakat mı yoksa ihanet mi düşündüğünü
çok iyi bilendir.
Katade, İkrime,
Hasan-i Basri ve İbn-i Zeyd'e göre bu
âyet-i kerime tevbe suresinde, müşriklere
karşı savaşmayı emreden çeşitli âyetlerle neshedilmiştir. Bu hususta
Katade diyor ki: "Eğer onlar barışa
yanaşırlarsa sen de yanaş." hükmü, Berae sûresi inmeden önce nazil olmuştur. Bu
dönemde Resûlüllah, müşriklerle belli
büreler için ateşkes antlaşması yapıyor, sürenin sonunda müşrikler ya müslüman
oluyor veya savaş yapılıyordu. Daha sonra, Berae (tevbe) sûresi nazil olunca bu
hükmü kaldırdı ve Allahü teâlâ buyurduki:
"Müşrikleri nerede bulursanız öldürün Tevbe sûresi,
9/5
“Ey mü’minler, müşrikler sizinle nasıl topluca savaşıyorlarsa siz de onlarla
topluca savaşın. Tevbe sûresi, 9/36
Böylece Allahü teâlâ,
Resûlüllah ile muahede yapmış olan her
antlaşmalmın antlaşmasını üzerlerine attırdı ve
Resûlüllah’a "Müşrikler Lailahe illallah deyip müslüman olmadıkça
onlara karşı savaşmasını, iman dışında onlardan herhangi bir şey kabul
etmemesini emretti. Bu surede ve bunun dışındaki surelerde zikredilen
mü’minlerin, müşriklerle yap- , tıklan muahede ve sulh antlaşmaları, tevbe
süresiyle neshedilmiş oldu.
İkrime ve Hasan-ı
Basri de demişlerdir ki: "Tevbe suresinin: "Kitap ehlinden, Allah’a ve
âhiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve peygamberinin haram kıldığını haram
saymayan ve hak din olan islamı din edinmeyenlerle, boyuneğip kendi elleriyle
cizye verinceye kadar savaşın. Tevbe sûresi, 9/29
âyet-i kerimesiyle bu âyetin hükmü
neshed il mistir.
Taberi diyor ki: "Bu âyetin
neshedildiğirü söyleyen görüş, kitap sünnet ve akl-ı selimden herhangi bir
delili olmayan görüştür. Çünkü "Müşrikleri nerede bulursanız öldürün."
âyet-i kerimesi, "Eğer onlar banşa
yanaşırlarsa sen de yanaş" âyet-i kerimesinin
hükmünü ortadan kaldıracak bir durumda değildir. Zira, barış yapılabileceğini
beyan eden bu son âyet, Kureyza Yahudileri hakkında nazil olmuştur. Onlar ise
ehl-i kitaptır. Tevbe suresinin yinni dokuzuncu
âyetinde belirtildiği gibi, cizye verip boyun eğdikleri takdirde onlarla banş
yapılmasına izin verilmiştir. Tevbe suresinin, "Müşrikleri nerede bulursanız
öldürün." âyeti ise, putlara tapan Arap müşriklerini kastetmektedir. Bunların,
cizye vererek mallarını, canlanın teminat altına aldırmalan mümkün değildir.
Onların müslüman olmaktan başka kurtuluş yolları yoktur.
Görüldüğü gibi, sulh yapılmasını emreden âyetle, müşriklerin öldürülmesini
emreden âyetlerin hükümleri farklıdır. Onlardan biri, diğerinin hükmünü tamamen
ortadan kaldırmadığı için birinin diğerini neshettiğini söylemek doğru değildir.
Âyetlerin her ikisi de muhkemdir Bu izahlardan da
anlaşıldığı gibi
Eğer karşı taraf sulh isterse sulh antlaşması yapmak
icabeder. Bu açık sulh teklifine rağmen savaşa devam edilmez.
Bu hususta
Peygamber efendimiz bir örnek vermiş,
Hudeybiye musalahasında, dokuz yıl savaşmayacaklarını hükme bağlayan barış
antlaşmasını kabul etmiştir. Çünkü karşı taraf sulh istemiş, savaşmak niyetinde
olmadığını beyan etmiştir.
Ancak, Müslümanların, düşmanla sulh anılaşması
yapmaları için, güçlü durumda olmaları ve yapılacak barışın kendileri için
açıkça menfaat getirmmesi şarttır. Aksi takdirde, düşmana boyun eğerek barış
antlaşması yapmak caiz değildir. Bu konuda bir
âyet-i kerime’de
şöyle buyurulmaktadır. "Ey iman edenler, üstün olduğunuz halde, düşmanlarınız
karşısında gevşek davranıp da barış istemek zoruda kalmayın..."(47/35)
|