Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin çocuklarının üzerinde ittifak olan sayısı altı kişidir. İkisi erkek, dördü kızdır. Bunlarda kimsenin şüphesi yoktur. Erkeklerin birisi Kasım, öbürü İbrahim’dir. Kızların biri Zeyneb, biri Rukiyye, biri Ümmü Gülsüm, biri Fatıma’dır. Kızların hepsi İslâm’a yetişmişler ve Resûlüllah Efendimiz ile birlikte hicret etmişlerdir.
Zübeyr bin Bekkâr’ın kavline göre Resûlüllah Efendimiz’in Abdullah adlı bir oğlu daha vardı. Ona Tayyib ve Tâhir derlerdi. Küçük iken Mekke’de vefat etti, demişlerdir. Nesep ilmiyle uğraşanların çoğunluğu buna kail olmuşlardır.
Bazıları da, Tayyib ve Mutayyeb Abdullah’dan başkadır. İkisi ikizdir. Tâhir ve Mutahhar adlı iki oğlu daha vardır. Bunlar da ikizdir, dediler. Bazıları da, nübüvvet gelmeden önce Abdi Menaf adlı bir oğlu daha vardı. Bundan başkası hep nübüvvetten sonra dünyaya gelmişlerdir, dediler.
İbn-i İshak (Allah rahmet etsin): “İbrahim’den başka erkekler İslâm’dan önce daha memeden kesilmeden vefat ettiler,” demiştir. Ama daha önce zikri geçen Abdullah nübüvvetten sonra vücuda gelmiştir. Ancak İbn-i İshak'ın sözü üzerinde değişik görüşler vardır. En doğrusu şudur ki, üç oğlu ve dört kızı vardı. Erkeklerin biri de Abdullah idi. Bu takdirde mübarek çocuklarının sayısı yedi olur: Kasım, Abdullah, İbrahim, Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma aleyhimü’s-selâm.
Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin ilk dünyaya gelen çocuğu Kasım’dır. Nübüvvetten önce doğmuştur. Yürümeğe muktedir oluncaya kadar sağ kalmıştır. Bazıları, iki yaşma erdi, demişlerdir. Bazıları da ata binecek dereceye kadar vardı ve nübüvvetten önce vefat etti, demişlerdir. Bazıları ise İslâm’a yetişmiştir, dediler. Hâsılı ne kadar ömür sürdüğü ihtilâflıdır. Ama doğrusu şudur ki, on yedi aylık iken vefat etti, demişlerdir.
Kızlarının en büyüğü Zeyneb’dir. Vücuda geldiği zaman Resûlüllah Efendimiz hazretleri otuz yaşında idi ve Hicret’in sekizinci yılında vefat etmiştir.
Rukiyye vücuda geldiği zaman Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri otuz üç yaşında idi. Bedir gazâsında iken Rukiyye Medine’de vefat etmiştir. Ebû Leheb’in oğlu Utbe’ye nikâh olunmuştu. Ümmü Gülsüm de Ebû Leheb’in öbür oğlu Uteybe’ye nikâh olunmuştu. “Tebbet yedâ Ebi Lehebin — Ebû Leheb’in iki eli kurusun” sûresi nazil olduğu zaman Allah’ın lanetine uğrayan Ebû Leheb iki oğluna and verip:
— Muhammed’in kızlarından ayrılın! dedi.
İkisi de henüz onlarla bir araya gelmemişlerdi. Talâk verip birbirlerinden ayrıldılar. Sonradan Osman bin Affan (radıyallahü anh), Rukiyye’yi nikâh eyledi. Rukiyye, Hazret-i Osman ile beraber iki defa Habeşistan’a hicret eyledi. Ümmü Gülsüm, zikrolunduğu üzere Ebû Leheb’in oğlu Uteybe’ye verilmişti. Rivâyet olunur ki, Uteybe, Ümmü Gülsüm’ü boşadığı zaman Resûlüllah Efendimiz hazretlerine geldi ve:
— Senin dinini inkâr ettim ve kızını da boşadım. Sen beni sevmezsin, ben de seni sevmem! dedi ve üzerine hücum edip mübarek gömleğini yırttı.
Uteybe sonra Şam diyarına ticaret için gitmeğe kalktı. Resûlüllah Efendimiz hazretleri ona beddua edip:
— Allahümme sallate aleyhi kelben min kilâbike (Allahım, Uteybe’nin üzerine yırtıcı canavarlarından birini musallat eyle), dedi.
Bundan sonra Uteybe mel’unu Kureyş tüccarı ile çıkıp Şam’a giderken Zerka denilen yerde konakladıkları zaman gece bir arslan meydana çıkıp orada kendisini parça parça etti.
Rivâyet olunur ki, Rukiyye vefat ettiği zaman Hazret-i Osman (radıyallahü anh), Hazret-i Ömer bin Hattab (radıyallahü anh)m kızı Hafsa’yı almak istedi. Sonradan yine vazgeçti. Bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
—-Ya Ömer! Ben sana Osman’dan yeğrek bir kimseyi tavsiye edeyim, dedi.
Hazret-i Ömer:
— Buyur, ya Resûlâllah! dedi.
Bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:
— O halde sen kızını bana ver, ben de kızımı Osman’a vereyim, buyurdu.
Bundan sonra kendileri Hafsa’yı nikâh ettiler, Ümmü Gülsüm’ü de Osman’a verdiler. Rivâyet ederler ki, o zaman Resûlüllah Efendimiz hazretleri yemin ederek Osman’a şöyle dedi:
— Eğer yüz kızım olsa ve birbiri ardından vefat etseler yine sana birini daha verirdim. İşte Cebrâil aleyhisselâm bana haber verdi ki, Hak teâlâ hazretleri, Ümmü Gülsüm’ü sana vermemi emretmiştir.
Ümmü Gülsüm (radıyallahü anh) hicret tarihinin dokuzuncu yılında vefat etmiştir.
Fâtımatü’z-Zehrâ El-Betûl (radıyallahü anh), Resûlüllah Efendimiz hazretleri kırk yaşma erdiğinde dünyaya gelmiştir. Ebû Amr böyle rivâyet eylemiştir. Ama İbn-i Ishak'ın kavline göre Resûlüllah Efendimiz’in İbrahim’den başka çocukları nübüvvetten önce doğmuşlardır. “Fatm” demek, Arap dilinde kat’ (kesmek) demektir. O’na “Fatıma” diye isim verilmesi kıyâmet gününde Hak teâlâ hazretleri kendini ve zürriyetini cehennem ateşinden keseceği içindir. Onlar cehennem ateşini asla görmeyeceklerdir. Onun için Fâtıma denilmiştir. Zehrâ diye ak ve nuranî şekli olana derler. Şunun için de Betûl denilmiştir ki, kendi zamanının kadınlarından fazilet, din ve haseb cihetlerinden ayrılıp hepsinden üstün ve seçkin olmuştu. Yâni misli yoktu. Bazılarının kavline göre dünyadan kesilip Hak teâlâ hazretlerine sıdk ile yöneldiği için kendisine Betûl denildi.
Hazret-i Fâtıma, hicret tarihinin ikinci senesinde, bazı kavilde Uhud gazâsından sonra Hazret-i Ali bin Ebi Tâlib (radıyallahü anh) e verilmiştir.
Ebû Amr (Allah ona rahmet etsin): “Fâtıma ve Ümmü Gülsüm,' Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin kızlarının en üstünü idi. Ama Peygamberimiz, Fâtıma’yı hepsinden çok severdi. Mübarek ağzını öperdi. Sefere gidecek olsa hepsinden sonra onunla vedalaşırdı, seferden gelse herkesten evvel onunla görüşürdü,” demiştir.
İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde Hazret-i Fâtıma hakkında: “Seyyidetü nisâü’lmü’minîn — Mü’min kadınların efendisi” diye buyurulmuştur. İmâm-ı Ahmed’in rivâyetinde: “Efdalu nisâun ehli’l-cenneti Cennet ehli kadınların en üstünü” buyurulmuştur. Vefat ettiği zaman on dokuz yaşında idi. Resûlüllah Efendimiz Hazretlerinden altı ay sonra vefat etmiştir. Allah ondan ve evlâdından razı olsun.
Abdullah, küçük iken Mekke’de vefat etmiştir. Rivâyet olunur ki, Abdullah vefat ettiği zaman kâfirlerden As(î) bin Vâil:
— Muhammed’in soyu kesildi, ebter oldu, dedi.
Hak teâlâ hazretleri, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine hitap edip:
“inne şânieke hüve’l-ebter — Asıl sana dil uzatan kimsenin soyu ve hasenatı kesiktir,” (Kevser sûresi: 108/3) diye buyurdu. İbrahim, hicret tarihinin sekizinci yılında dünyaya gelmiştir. Mariyye-i Kıbtiyye’den olmuştur. Aliyye dedikleri yerde doğdu. Ebû Râfi’ (radıyallahü anh), Resûlüllah Efendimiz hazretlerine müjde getirdiği zaman Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, Ebû Râfi’ hazretlerine bir köle bağışlamıştır. Yedinci gün başını tıraş edip saçının ağırlığınca gümüş sadaka eylemiştir. Böyle etmek sünnettir. Ve iki koç boğazlayıp ziyafet vermiştir.
Sahîh-i Buhârî’de Enes bin Mâlik (radıyallahü anh)den rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
“Bu gece bir oğlum doğdu. Ona babam İbrahim’in ismini koydum,” diye buyurmuştur.
Ondan sonra İbrahim’i Medine’de Ümmü Seyf adlı bir hatuna verdiler. Sütannesi o oldu. Vefat edinceye kadar onun yanında kaldı, demişlerdir. Bazılarının rivayetinde sütannesi Ummü Berde idi, denilmiştir.
Ebû Hâtem’in naklinde Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Ben çoluk çocuğa karşı Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden daha merhametli hiç kimse görmedim. İbrahim’i Medine’den dışarıda Avâli dedikleri köylerde emzirirlerdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri çıkar, giderdi. Biz de onun yanında beraber giderdik. Varır, alıp öper, sonra döner gelirdi.”
Câbir (radıyallahü anh)in rivâyetinde gelmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Abdurrahman bin Avf’ın eline yapışmış ve ona dayanarak geldi. Meğer İbrahim o zaman vefat etmek üzere idi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, İbrahim’i kucağına alıp gözlerinden yaş akarak buyurdu ki:
“Ya İbrahim! Muhakkak ki, biz senin için mahzunuz. Gözümüz ağlar ve gönlümüz mahzun olur. Ancak Hak teâlâ’nın rızasına aykırı bir söz söylemeyiz.”
Ebû Amr bin Simâk böyle nakletmiştir. Ama Sahîh-i Buhârî’de Enes bin Mâlik (radıyallahü anh)den şöyle rivâyet olunmuştur ki: “Hazret-i İbrahim ruhunu teslim etmek üzere iken Resûlüllah Efendimiz hazretleri üstüne vardı. Mübarek gözlerinden yaş akmağa başladı. Abdurrahman dedi ki:
— Ya Resûlâllah! Sen de mi ağlıyorsun?
Yâni evlât için Resûlüllah Efendimiz’in ağlamasına şaştı. Resûlüllah Efendimiz dedi ki:
— “Ya İbni Avf! İnnehâ rahmetün — Ey Avf’ın oğlu! Hiç şüphesiz bu, acımadır.”
Yâni: “Böyle etmem merhamet ve şefkatimin gereğidir. Bu üzülme derecesi elde olan bir şey değildir,” demek olur. Abdurrahman bin Avf tekrar söyleyince Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:
“Muhakkak ki, gözümüz ağlar ve kalbimiz mahzun olur. Halbuki Rabbimizin razı olduğu sözden başka bir şey söylemeyiz,” diye buyurdu.
Velhasıl bir kişinin evlâdı, adamları, sevgili dostlan için ağlamasında bir şey yoktur. Fakat sözünde şerefli şeriata aykırı bir şey olmaması gerektir. Ağlamak şefkattendir, şefkatse imandandır.
İbrahim’in kaç yaşında vefat ettiği ihtilaflıdır. Bazıları bir yaş, on aylık idi, dediler. Bazıları bir yaş dört aylık ve sekiz günlük idi, dediler. Bazıları yetmiş günlük idi dediler. Hakikatini Allah bilir.
Namazını Resûlüllah Efendimiz hazretleri kılıp Medine-i münevvere’nin kabirliği olan Baki’e defnettiler. Ve şerefli kabri üstüne su saçtılar. Hazret-i Zübeyr’den rivayet edilmiştir ki: “ilk su saçılan kabir onun şerefli kabri idi.”
Rivâyet olunur ki, İbrahim’in vefat ettiği gün güneş tutuldu. Halk:
— Güneş İbrahim’in ölümü için tutuldu, dedi.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri buyurdu ki:
“Hiç şüphesiz ki, güneş ve ay Allah’ın âyetlerinden iki âyettir. Onlar kimsenin ölümü için tutulmazlar.”
Hadîs İmâmlarından bazısı Abdullah bin Ebi Evfâ’dan rivâyet etmişlerdir ki:
— Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden sonra nebi gelmesi caiz olsaydı oğlu vefat etmezdi, diye buyurmuştur. En iyisini Allah bilir. .