Rauf (çok şefkatli) ve Rahîm (çok merhametli) isimleriyle isimlendirilmesi şunun içindir ki, Hak teâlâ hazretleri şu âyet-i kerime’de kendilerini bu isimlerle yad edip:
“Lekad câeküm resûlün min enfüsiküm azîzün aleyhi mâ anittüm harîsün aleyküm bil-mü’minine raufun rahîmun — Size kendi nefsinizden (içinizden ve sizin benzeriniz olan) bir resûl geldi. Sizin günah ve isyanınız ona ağır gelir. O sizin iyiliğinize haris (düşkün) dür, ancak sizin iyi olmanızı ister. O, mü’minlere karşı rauf ve rahîm (çok şefkatli ve çok merhametli) dir,” (Tevbe sûresi: 9/128) diye buyurmuştur.
Hakku’l-Mübîn (Hakkı açık seçik bildirici) denilmesi şunun içindir ki aşağıdaki âyet-i kerimede bu isimlerle zikredilmiş olup:
“Hattâ câehümü’l-hakku ve resûlün mübinun — Gerçek ve her şeyi açık seçik bildiren resûl onlara gelinceye kadar...” (Zuhruf sûresi: 43/29) diye buyurulmuştur.
El-Mü’min ismiyle anılması da âyet-i kerîmede Resûlüllah Efendimiz hazretleri hakkında:
“Yu’minu billâhi ve yu’minu lil-mü’minîne — O, Allah’a ve mü’minlere inanır,” (Tevbe sûresi: 9/61) buyrulduğu içindir.
Hadîs-i şerîfte de: “Enâ amentü li-ashâbî — Ben ashabıma inandım,” buyurulmuştur ki, bu da Mü’min (inanmış) demektir.
El-Müheymin (korkudan kurtarıcı, koruyucu, gözetici) isminin verilmesi şunun içindir ki, Hak teâlâ hazretleri Kur’ân-ı azîm’de:
“Ve enzelnâ ileyke’l-kitâbe bil-hakki musaddikan limâ beyne yedeyhi mine’lkitabi müheyminen aleyhi — Biz sana, kendinden evvel gelen kitapları tasdik eden ve onlar üzerine emin, muhafız ve gözcü bulunan kitabı hak olarak indirdik,”
(Mâide sûresi: 5/48) diye buyurmuştur ki, murad Resûlüllah Efendimiz hazretleridir.
Mücahid (radıyallahü anh) den böyle rivâyet olunmuştur. Bu kavle göre âyet-i kerimenin takdiri: “Ve cealnâke ya Muhammed müheyminen aleyhi — Ya Muhammed, biz seni onun üzerine gözcü ve koruyucu kıldık,” demektir. Bu takdir üzere âyet-i kerimenin mânası şöyle demek olur: “Ya Muhammed! Biz, sana, kendinden önce indirilen kitap cinsini tasdik edici olduğu halde Kur’ân-ı azîm’i indirdik ve seni o Kur’ân üzerine koruyucu, gözetici kıldık. Tâ ki, onu değiştirilme ve bozulmadan koruyasın.”
El-Azîz ismi Hak teâlâ hazretlerinin “Ve lillâhi’l-izzeti ve liresûlihi — İzzet Allah’a ve O’nun resûlüne mahsustur,” (Münâfikun sûresi: 63/8) diye buyurduğu şerefli sözden alınmıştır. İzzetin mânası kadri çok büyük olmaktır.
El-Habîr isminin mânası bir şeyin nihayeti hakkında bilgi sahibi ve hakikatini bilici demektir. Bazıları “Haber verici demektir” dediler. Her iki mâna da Resûlüllah Efendimiz hazretleri hakkında doğrudur.
El-Azîm (çok büyük) ismi, Hak teâlâ hazretlerinin “Ve inneke lealâ hulikin azîmin — Ve hiç şüphesiz ki, sen, çok büyük bir ahlâk üzeresin,” (Kalem sûresi: 68/4) diye buyurduğu şerefli sözden alınmıştır. Bir kimsenin ahlâkı azîm olunca kendinin de azîm olacağı şüphesizdir. Resûlüllah Efendimiz Tevrat’ta da bu isimle zikredilmiştir.
El-Veli, El-Mevlâ (Dost, Sahip) denilmesi Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri “Ena veliyyün külli mü’minün — Ben bütün mü’minlerin dostuyum,” buyurduğu içindir.
El-Emîn ismine gelince, nübüvvet gelmeden önce kavmi içinde bu isimle meşhur ve maruf idi. Nübüvvetten sonra da Hak teâlâ hazretlerinin vahyine ve dinine emin (güvenilir kimse) olmuştur. Bütün gök ve yer ehlinin en eminidir.
Mâzmâz ismi İbranicedir. İslâm’a gelen bazı Benî İsrail âlimlerinden nakledilmiştir ki, mânası tîb tîb (çok güzel kokulu nesne) demektir. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin tîb olduğu ve bütün tîblerin en yücesi olduğu şüphesizdir. Ve buna şu delil yeter ki, mübarek teri çok güzel kokulu idi. Tatyib (gönüllerini hoşnut etmek) için onu toplarlardı.
El-Afv, El-Safûh isimlerinin mânaları birdir; affedici demektir. Mübalâğa sigasıdır ki, çok affedici demek olur.
El-Atûf isminin mânası şefkati çok demektir.
Nur ismine gelince Kur’ân-ı azîm’de: “Kad câeküm minallahi nurun — Size Allah tarafından bir nur geldi,” (Mâide sûresi: 5/15) buyurulmuştur. Murad Resûlüllah Efendimiz hazretleridir. Bazılarının kavline göre murad Kur’ân’dır.
Es-Sirâc (kandil, mum, lâmba) ismiyle Hak teâlâ hazretleri isimlendirip: “Ve sirâcen müniren — Aydınlatıcı kandil,” (Ahzab sûresi: 33/46) diye buyurmuştur. Münîr (aydınlatıcı, nurlandırıcı) oluşu risaleti açık ve nübüvveti parlak olduğu içindir. Ve Hak teâlâ hazretlerinden getirdikleri ile mü’minlerin kalblerini aydınlattığı içindir. Resûlüllah Efendimiz hazretleri kendi zâtında Neyyir, yâni nurludur. Diğerlerine ise nur vericidir. Aydınlatıcı olmada kâmil sirâc (mükemmel bir lâmba) dır. Ancak Kur’ân-ı Kerim’de Vehhâc kelimesi ile tavsif edilmedi. Güneş bu sıfatla tavsif edilip “Sirâcen vehhâcen” (Nebe sûresi: 78/13) denildi. Zira Münîr diye nur veren fakat kendisi yakmayan şeye denir. Vehhâc ise nur verir fakat yakar, demişlerdir.
El-Hâdi ismi şunun için verilmiştir ki, halkı doğru yola hidayet edicidir. Nitekim Hak teâlâ hazretleri kadim kelâmında:
“Ve inneke letehdi ilâ sıratin müstakimin — Ve şüphesiz ki, sen, doğru yola götürücüsün,” (Şûrâ sûresi: 42/52) buyurmuştur.
El-Bürhân ismi Kur’ân-ı azîm’de şu âyet-i kerimede geçer:
“Ya eyyühe’n-nâsu kad câeküm bürhanün min rabbiküm — Ey insanlar! Size Rabbinizden bürhan geldi.” (Nisâ sûresi: 4/174)
Bürhan’dan murad Resûlüllah Efendimiz hazretleridir, derler. Bazılarının kavline göre murad mucizat-ı Muhammediyedir. Bazı kavilde de Kur’ân’dır, denilmiştir.
El-Nakîb isminin mânası Kavmin Reisi demektir. Rivâyet olunur ki, Medine halkından Benî Neccâr topluluğunun nakîbleri vefat etti. Ondan sonra nakîb tayin etmediler. Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
— Sizin nakîbiniz benim, diye buyurdu.
O topluluk bu şerefli söz ile iftihar ederlerdi.
El-Şâhid ve el-Şehîd isimleriyle Resûlüllah Efendimiz Kur’ân-ı azîm’de zikredilmiştir. Nitekim Hak teâlâ hazretleri, bir yerde:
“Innâ erselnâke şâhiden — Muhakkak biz seni şâhid olarak gönderdik,” (Fetih sûresi: 48/8) buyurmuştur.
Başka bir yerde de:
“Ve yekûne’r-resûlü aleyküm şehîden — Ve Resûl de sizin üzerinize şehîd (görücü, gözetici) olsun,” (Bakara sûresi: 2/143) buyurmuştur.
El-Nâşir ismiyle isimlendirilmesi şunun içindir ki, İslâm’ı neşretmiş, yâni yaymıştır.
El-Müzzemmil ve el-Müddessir isimleriyle Kur’ân-ı azîm’de zikrolunmuştur. Mânası daha önce beyan olunduğu üzere elbisesine bürünücü demektir. Vahyin başlangıcında kendisine korku gelip Hazret-i Hadîce’nin (radıyallahü anh) evine geldi ve ıstırabını savmak için yatmak istedi:
— Dessirûnî, dessirûnî! diye buyurdu. Mânası: “Beni esvapla bürüyün” demektir.
Bunun üzerine elbisesine bürünüp yatarken Cebrâil aleyhisselâm gelip:
— “Yâ eyyühe’l-müddessir! Ey elbisesine bürünmüş olan!” (Müddessir sûresi: 74/1) dedi.
Oradan ism-i şerifi Müddessir kaldı. Müzzemmil de esvabına büründüğü için denilmiştir. Yerinde tafsilâtı geçmiştir.
Tâhâ ve Yasin isimleriyle Kur’ân-ı azîm’de zikrolunmuştur. Daha önce zikri geçen hadîs-i şerifte: “Senin Kur’ân’da yedi ismin vardır,” diye buyurulmuştur. Bunlardan biri Tâhâ, biri de Yasin’dir. Bazıları Tâhâ, Allah’ın ismidir, demişlerdir. Bazıları da mânası “Yâ Recül!” demektir, dediler. Bundan başka rivâyetler de zikrolunmuştur. Yasin demek Taî lügatinde “İnsan” demektir, dediler. Bazıları da Habeş lügatinde insan demektir, dediler. Bazıları ise Süryanî dilinde öyle demektir, dediler. İbni Hanefiye kavlince mânası “Ya Muhammed!” demektir. Ebû’l-Aliye’nin kavlince “Ya Recül!” demektir. Ebû Bekir Verrâk: “Yâ Seyyidü’l-Beşer! demektir” diye buyurmuşlardır. Ama Ca’fer-i Sâdık: “Yâ Seyyîd! demektir,” diye buyurmuştur. Her biri bildirenin bilgisince bir mâna buyurmuşlardır. Allah hepsine rahmet eylesin.
El-Fecr ismi, Kur’ân-ı azîm’de “Ve’l-fecri ve leyâlin” (Fecr sûresi: 89/1-2) kavli şerifinden alınmıştır.
El-Kavi ismi, Kur’ân-ı azîm’de: “Zî kuvvetin inde zi’l-arşi mekînin — O (resûl) kuvvetlidir, Arş sahibinin indinde temkin ve iktidar sahibidir,” (Tekvîr sûresi: 81/20) âyet-i kerimesinden alınmıştır. Bir kavilde bu âyet-i kerimede kasdedilen Resûlüllah Efendimiz hazretleridir. Başka bir kavle göre Cebrâil aleyhisselâm’dır.
El-Necm (yıldız) ismiyle isimlendirilmesinin hakikati şudur ki, onunla hidayet bulunur. Nitekim karada ve denizde yola gidenler yıldızı gözetip hidayet bulurlar. Bunun gibi Hakk’a giden doğru yolu bulmak da Resûlüllah Efendimiz hazretlerini gözetip ona göre yolunu doğrultmakla mümkün olur.
El-Şems (güneş) ismiyle isimlendirilmesi, zuhurunun kemâlinden, menfaatlerinin çokluğundan, makaminin yüksekliğinden ve şanının üstünlüğünden ötürüdür.
El-Nebi, El-Resûl isimleri Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hususiyetlerindendir ki, Kur’ân-ı azîm’de kendilerine bu isimlerle hitap olunmuştur. Diğer nebilere böyle olmamıştır. Her birine adiyle hitap olunmuştur. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine nice yerde “Yâ eyyühe’n-nebiyyü! Yâ eyyühe’r-resûlü!” diye hitap buyurulmuştur. Şöyle malûm olsun ki, resûl, nebiden daha hususidir. Yâni her resûl nebidir, ama her nebi resûl değildir. Zira resûl diye yeni bir şeriat getirmiş olan ve halkı şeriatına dâvet eden peygambere derler. Ama nebi, yeni şeriat sahibi olmayıp Allahü teâlâ hazretlerinin emriyle bir resûlün şeriatine dâvet eden peygambere denir. Nitekim Benî İsrail nebileri halkı Mûsâ aleyhisselâm’ın şeriatına dâvet ederlerdi. Bu ümmetin âlimleri de Benî İsrâil peygamberleri gibidir . Nitekim Resûlüllah Efendimiz hazretleri: “Ulemâi ümmeti keenbiyâi Benî İsrâil — Benim ümmetimin âlimleri Benî İsrail’in peygamberleri gibidir,” diye buyurmuştur. Zira bunlar da halkı Muhammed’in şerefli şeriatına dâvet ederler.
El-Müzekkir (zikrettiren ve zikreden) ismi “Fe-zekkir innemâ ente müzekkirun — O halde sen hatırlat (zikrettir). Muhakkak ki, sen hatırlatan ve hatırlayan (zikrettiren ve zikreden) sin,” (Gâşiye sûresi: 88/21) âyet-i kerimesinden alınmıştır.
Beşîr ve Mübeşşir, Nezîr ve Münzir isimleri “İnnâ erselnâke şâhiden ve mübeşşiren ve nezîren — Muhakkak ki, biz seni gözetici, müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik,” (Fetih sûresi: 89/8) âyet-i kerimesinden alınmıştır. Beşîr ve Mübeşşir (Müjdeleyici) denilmesi tâat ehline sevapla müjde verildiği içindir. Nezîr ve Münzir (Korkutucu) denilmesi de mâsiyet ehlini azâbla korkuttuğu içindir.
El-Mübelliğ (tebliğ edici, bildirici) ismi, “Yâ eyyühe’r-resûlü belliğ... — Ey Resûl! Allah’ın sana indirdiğini tebliğ et!” (Mâide sûresi: 5/67) âyet-i kerimesinden alınmıştır.
El-Hanîf (doğru olana yönelmiş) ismi “Ve en akim vecheke li’ddîni hanîfen — Ve dosdoğru yönelmiş olarak yüzünü dine çevir,” (Yûnus sûresi: 10/105) âyet-i kerimesinden alınmıştır.
Nebiyyü’t-Tevbe denilmesi, âlemin halkı sapıklık vâdisine düşmüş iken onun hidayetiyle doğru yola dönmüş olmalarındandır.
Resulü’r-Rahmet, Nebiyyü’r-Rahmet, Nebiyyü’l-Merhamet isimleri, “Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil-âlemîne — Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik,” (Enbiya sûresi: 21/107) âyet-i kerimesinden alınmıştır.
Nebiyyül-Melhame, Nebiyyü’l-Melâhim (Savaş / Savaşlar Peygamberi) isminin verilmesinin aslı şudur: Melhame’nin mânası kıtâldir. Yâni gazâ ve cihad peygamberi demektir. Gerçi diğer peygamberlerden de cihad vâki olmuştur. Fakat Resûlüllah Efendimiz hazretlerine ve ümmetine verilen kılıç kimseye verilmemiştir. Nitekim bu husus açıklamaya muhtaç değildir.
Sâhibül-Kadîb denilmesi şunun içindir ki, Kadîb lügatte ağaç dalma derler. Ama burada Kadîb’den murad yine kılıçtır. Nitekim İncil’de öyle tefsir edilmiş olarak geçip: “Maahu kadîbun min hadîdün yükatilü bihi ve ümmetihi kezalik — Onun yanında demirden bir kadîb vardır ki, onunla savaşır. Ümmeti de böyledir,” diye buyrulmuştur.
Sâhibû’l-Hirâve: Hirâve diye lügatte asâya, sopaya derler. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin çok zaman elinde asâsı vardı. Asayı önünde tutarak götürürlerdi. Bir yerde namaz kılacak olsa önüne koyar, ona doğru namaz kılarlardı, demişlerdir.
Sâhibü’t-Tâc: Yâni imâme (sarık) sahibi demektir. O zamanda Arap tâifesinden başkasında sarık yoktu. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri de o tâifeden geldiği için kendilerine Sâhibü’t-Tâc denildi, demişlerdir.
Sâhibü’l-Miğfer: Miğfer diye başa giyilen tolgaya derler ki, zırh gibi örme olur. Resûlüllah Efendimiz hazretleri gazâlarda mübarek başına miğfer giyerdi.
Kademe Sıdkin (Doğruluk Derecesi): Katâde, Hasan-ı Basrî ve Zeyd bin Eslem’in kavlince (Allah onlara rahmet etsin), “Ve beşşirillezîne âmenû lehüm kademe sıdkin — Ve iman edenlere doğruluk derecesini müjdele,” (Yûnus sûresi: 10/2) âyet-i kerimesinde kadem-i sıdk’dan murad Resûlüllah Efendimiz hazretleridir.
Nimetullah (Allah’ın Nimeti): “Ya’rifûne ni’metallahi sümme yunkirunehâ
— Allah’ın nimetini tanırlar, sonra da inkâr ederler,” (Nahl sûresi: 16/83) âyet-i kerimesinden alınmıştır. Mânası: “Kâfirler Muhammed aleyhisselâm’ın nübüvvetini bilirler, ondan sonra Muhammed’i tekzib ederler,” demektir, dediler. Mücâhid’den ve Süddî’den böyle rivâyet edilmiştir. Züccâc dahi böyle demiştir.
Urvetü’l-Vüska (Çok Sağlam Kulp): “Fekadi’stemseke bil-urvetil-vüska — İşte o sağlam bir kulpa yapışmış olur,” (Bakara: 2/256) âyet-i kerimesinde murad Resûlüllah Efendimiz hazretleridir, diye Ebû Abdurrahman Sülemî rivâyet eylemiştir.
Rüknü’l-Mütevazıîn (Alçak gönüllülerin temeli, en büyüğü): Şunun için böyle isimlendirilmiştir ki, tevazu ehlinin başta geleni idi. Hatta tevazuu o derecede idi ki, mübarek gömleğini yamar, ayakkabısı yırtılsa diker ve ev süpürürdü.
Kasm ve Kassum isimlerinin mânası, Kâdî Iyâd’ın kavlince, bütün hayırları kendinde toplayıcı demektir.
El-Barkılit ve El-Garkılit isimlerinin mânası Hakk’ın ruhu demektir. İncil’de böyle zikrolunmuştur. Sa’leb’in kavlince hakla bâtılın arasını ayırıcı demektir.
Himyatâ isminin mânası, hürmetleri (haramlıkları) himaye edici demektir. Ibn-i Esir (Allah rahmet etsin) der ki: “Kâ’b (radıyallahü anh)m hadîsinde şöyle vâki olmuştur: ‘Eski kitaplarda Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli isimleri Muhammed, Ahmed ve Himyatâ’dır,’ demiştir. Ebû Ömer (Allah rahmet etsin) der ki: “İslâm’a gelen Yahudi âlimlerinin bazısından sordum. Dediler ki: Mânası, haramdan perhiz ettirir ve helâlin tasarrufuna izin verir, demektir.”
Uhiyd yahut Ahyed: Bu isim Şifa nüshalarının bazısında Uhiyd şeklinde bulunmuştur. Ama meşhur olanı Ahmed vezni üzre Ahyed şeklinde olmasıdır. Bazı nüshalarda da Ahiyd şeklinde görülmüştür. İmâm-ı Nevevî (Allah ona rahmet etsin) Tezhîbü’l'Esmâ adlı kitabında İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden Resûlüllah Efendimiz’in şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir-. “Benim adım Kur’ân’da Muhammed’dir. İncil’de Ahmed ve Tevrat’ta Ahyed’dir. Ben Ahyed ismiyle şunun için isimlendirildim ki, cehennem ateşini ümmetimden başka semte çeviririm.” Hâsılı Resûlüllah Efendimiz hazretleri dünyada hidayetiyle ve âhirette şefaatiyle ümmetini cehennem ateşinden korur.
El-Menhamnâ: Bu ismin Süryanî dilinde mânası Muhammed demektir.
El-Meşfah: Bu da Süryanîcedir. Mânası El-Hamd demektir.
Mukimu’s-Sünne: Şi/â’da zikredilmiştir ki, Hazret-i Dâvud aleyhisselâm dua edip: “Allahümme eb’aslenâ Muhammeden mukime’s-sünneti ba’de’l-fetreti — Allahım, o fetret zamanında sünneti ayakta tutucu olan Muhammed aleyhisselâm’ı bize gönder,” dedi. Böylece bu şerefli isim Hazret-i Dâvud’un lisanından alınmıştır.
El-Mekîn: Mânası, Allah katında kadri ve derecesi yüksek demektir.
El-Ummî: Mânası okuyup yazma bilmeyen demektir. Bazıları, Mekke’nin bir adı olan Ummü’l-Kurâ’ya (şehirlerin anasına) nisbet olunup Ümmî denilmiştir, dediler.
Mekkî denilmesi de Mekke şehrinde doğduğu içindir.
Medenî denilmesi ise hicret yeri Medine-i münevvere olduğu içindir.
Abdül-Kerîm: “Şevku’l-Arûs ve Enisun-Nüfûs” adlı kitabında Mevlâna Hüseyin bin Muhammedü’d-Damğânî (Allah ona rahmet etsin) nakletmiştir ki, Kâ’bu’l-Ahbâr (radıyallahü anh) şöyle dedi: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin cennet ehli katında şerefli ismi Abdü’l-Kerîm’dir. Cehennem ehli katında Abdü’l-Cebbâr’dır. Arş ehli katında Abdü’l-Hamîd’dir. Diğer melekler katında Abdü’l-Mecîd’dir. Nebiler katında Abdü’l-Vehhâb’dır. Şeytanlar katında Abdü’l-Kahhâr’dır. Cinler katında Abdü’r-Rahîm’dir. Dağlarda Abdü’l-Hâlik’dir, Karada ve yabanda Abdü’l-Kadir’dir. Denizlerde Abdü’l-Müheymin’dir. Balıklar katında Abdü’l-Kuddüs’dür. Hevamm, yâni zehirli canavarlar katında Abdü’l-Gıyâs’dır. Yabanî hayvanlar katında Abdü’r-Rezzâk’dır. Yırtıcı canavarlar katında Abdü’s-Selâm’dır. Behâim (dört ayaklı hayvanlar) katında Abdü’l-Mü’mindir. Kuşlar katında Abdü’l-Gaffâr’dır. Tevrat’ta Mazmaz’dır. İncil’de Tâbtâb’dır. Suhufda Âkib, Zebûr’da Fâruk’dur.”
Yâni o kitaplarda meşhur olan şerefli isimleri bunlardır demektir. Yoksa bundan başka isimleri onlarda yoktur demek değildir. Belki her birinde nice isimle zikredilmiştir. Kâ’bu’l-Ahbâr (radıyallahü anh) devamla diyor ki: “Hak teâlâ hazretleri katında Tâhâ ve Yasin’dir. Mü’minler katında Muhammed’dir. Ve künyesi Ebü’l-Kasım’dır. Zira cenneti cennet ehli arasında taksim eyler.” (Kasım: Taksim edici demektir. Ebü’l-Kasim: Taksim edicinin babası, yâni en büyük taksim edici, demektir.)
Abdullah ismi Kur’ân-ı azîm’den alınmıştır. Hak teâlâ hazretleri O’nu Abd (kul) kelimesiyle zikretmiştir. Nitekim: “Ve in küntüm fî reybiri mimmâ nezzelnâ alâ abdinâ fe’tû bisûretin min mislihi — Eğer kulumuza indirdiğimiz kitapta en küçük bir şüpheniz varsa, haydi onun bir sûresinin benzerini meydana getirin!” (Bakara sûresi: 2/23) buyurmuştur. Yine: “Sübhânellezi esrâ bi-abdihi leylen — O Sübhân’dır ki, geceleyin kulunu yürüttü,” (Isrâ sûresi: 17/1) buyurmuştur. Başka bir yerde: “Elhamdü lillâhi-llezi enzele alâ abdihi’l-kitâbe — Övgü o Allah’a mahsustur ki, kuluna kitabı indirdi.” (Kehf sûresi: 18/1) buyurmuştur. Yine başka bir yerde de: “Ve ennehu lemmâ karne abdullahi — Allah’ın kulu ibâdete kalktığı vakit,” (Cin sûresi: 72/19) buyurmuştur. Bir yerde de: “Fe-evhâ ilâ abdihi mâ evhâ
— O kuluna vahyettiği şeyi vahyetti,” (Necm sûresi: 53/10) buyurmuştur. Hepsinden murad Resûlüllah Efendimiz hazretleridir. Zikredilen yerlerin her birinde resûlünü büyütüp yücelterek kendi kerîm zâtına izafe buyurmuştur .
Rivâyet olunur ki, âlemlerin fazilet ve tevazu sahibi hocası Resûlüllah Efendimiz hazretleri, yemek yemeğe oturduğu zaman kullar (köleler) gibi otururdu. Diğer hallerinde de, gerek giyiminde, gerek meskeninde, gerekse başka işlerinde aslâ kibir ve böbürlenme eseri göstermezdi. Bütün davranışlarında kulluk sıfatını göstermekten uzak kalmazdı. Sahih hadîsde gelmiştir ki:
“Beni övmekte çok mübalâğa etmeyin. Hıristiyanların Hazret-i İsa’yı övmekte ettikleri gibi... (Zira onlar öyle bir dereceye götürmüşlerdir ki, Hazret-i İsâ’ya Allah’ın oğlu demişlerdir.) Sadece siz bana Allah’ın kulu ve resûlü deyin,” diye buyurmuşlardır.
Bundan anlaşılır ki, kendilerine Abdullah (Allah’ın Kulu) demek övmenin en üstün kısmındandır. Şehâdet ederiz ki, Efendimiz Muhammed Allah’ın kulu ve resûlüdür.