8
Âyetin tefsiri için bak:9
9
"Arş'ı yüklenen, bir de onun
etrafında bulunan (melekler),
Rablerini hamd ile tesbih ederler. Ona iman ederler. Mü'minlerin de,
bağışlanmasını (şöylece)
isterler: "Ey Rabbimiz, senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde
tevbe edenleri, senin yoluna uyup gidenleri bağışla. Onları, cehennem azabından
koru. Ey Rabbimiz, onları da, onların atalarından, zevcelerinden ve
nesillerinden salih olanları da, -kendilerine vaadettiğin- Adn cennetlerine sok.
Yegâne galip, hüküm ve hikmet sahibi olan, şüphesiz ki sensin sen.. Bir de
onları, (bu dünyada)
her türlü fenalıktan koru; sen o gün, kimi kötülüklerden korursan, muhakkak ki
onu, (rahmetin)e
mazhar kılmışsındır. Bu en büyük kurtuluş ve saadetin ta kendisidir"
Bil
ki Allahü teâlâ, kâfirlerin, mü'minlere
karşı olan düşmanlarını ortaya koymada aşın gittiklerini beyan buyurunca,
yaratıklarının teşkil ettiği tabakaların en şereflisi olan Arş'ın taşıyıcısı ve
onun etrafında dönüp dolaşan o meleklerin de, mü'minlere karşı sevgi, teyit ve
muhabbetlerini izhârda ileri gittiklerini beyân buyurmuş, bu sebeple
Cenâb-ı Hak adeta, "Eğer bu reziller,
düşmanlıkta ileri gidiyorlarsa, onlara aldırma, yüzünü dönüp bakma ve onlara
değer verme. Çünkü, Arş'ın taşıyıcısı olan melekler seninledir; Arş'ın etrafında
dönüp dolaşan melekler, seninledir. Onlar, sana yardım ederler" demek
istemiştir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
Birinci Mesele
Cenâb-ı Hak
şu iki grup melekten, onların böyle dediklerini nakletmiştir:
Arş'ı Taşıyan Melekler
Birinci Kısım: Arş'ın taşıyıcısı olan melekler...
Cenâb-ı Hak, Kıyamette, Arş'ı taşıyanların sekiz melek olduğunu
bildirmiştir. Binâenaleyh, "Şu anda Arş'ı taşıyan melekler, Kıyamet gününde onu
taşıyacak olan meleklerdir" denilmesi mümkündür. Arş'ın taşıyanların meleklerin
en kıymetlileri ve en büyüklerinden olduklarında ise şüphe yoktur. Keşşaf sahibi
şunu rivayet etmiştir: "Arş'ı taşıyan o meleklerin ayakları, yedi kat yerin
altında olup, başları da, Arş'ın üzerindedir. Bunlar, gözkapaklarını hiç
kaldırmaksızın, huşu ve huzû içindedirler. Hazret-i
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in
de"Rabbinizin azameti hususunda, düşünmeyin! Fakat siz, Rabbinizin yarattığı
melekler hakkında düşünün. Çünkü, meleklerden, kendisine İsrafil ismi verilen
bir yaratık vardır ki, Arş'ın köşelerinden birisi onun omuzları üzerinde olup,
onun iki ayağı yedi kat yerin altında, başı da yedi kat gökleri delip geçmiştir.
Ama buna rağmen o, Allah'ın azameti karşısında, adetâ küçük bir kuş olacak denli
küçülür... Müsned, 2/353. 363.
camiüs-Sağir. 1/132. buyurduğu rivayet edilmiştir.
(......) kelimesinin, küçük kuş anlamına
geldiği söylenmiştir. Rivayet olunduğuna göre Allahü
teâlâ, bütün meleklere, onların diğer meleklerden üstün olduğunu
belirtmek için, Arş'ı taşıyan meleklere, sabah akşam bol bol selâm vermelerini
emretmiştir. Yine, Allah'ın, Arş'ı, yeşil bir cevherden yarattığı; onun iki
sütunu arasının, hızlı uçan kuşlara nisbetle seksen bin yıllık bir mesafe olduğu
da söylenmiştir. Yine, Arş'ın etrafında, Cenâb-ı Hakk'a
tehlil ve tekbirde bulunarak (Lâ İlahe illallah;
Allahu Ekber diyerek) tavaf eden yetmişbin saf meleğin; bunların
arkasında da, ayakta oldukları halde, ellerini öncekilerin omuzlarına koymuş
olan tehlîl ve tekbir getirerek seslerini yükselten ve nihayet bunların
arkasında da, sağ ellerini sol elleri üzerine koymuş, yüzbin saf meleğin
bulunduğu; onlardan herbirinin de, diğerinin yaptığı tesbihten başka bir
tesbihle tesbihatta bulunduğu ileri sürülmüştür. Bu haberleri Keşşaftan
naklettim.
İkinci Kısım: Cenâb-ı Hakk'ın bu ayette
zikrettiği meleklerin İkinci kısmı ise, Cenâb-ı Hakk'ın
"bir de onun etrafında bulunanlar" ayetinin ifade ettiği husutur. Oldukça açık
ve zahir olan şudur ki, bunlardan murad edilen,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile tesbih
ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır" (Zümer, 75)
ayetinde zikrettiğidir. Ben derim ki: Akıl, Arş'ı taşıyan melekler ile, Arş'ın
etrafını kuşatmış olan meleklerin, meleklerin en üstünü olduklarına delâlet
eder. Bu böyledir, çünkü, ruhların ruhlara nisbeti, bedenlerin bedenlere nisbeti
gibidir. Arş, maddî-cismanî varlıkların en kıymetlisi ve üstünü olunca, Arş'ın
tedbir ve idaresiyle ilgilenen ruhların da, bedenleri yöneten ruhlardan daha
faziletli ve üstün olması gerekir. Yine burada, Arş'ın cismini taşıyan başka
ruhlar da var gibidir. Sonra ise, Arş'ın cismini istilâ etmiş olan bu kahir ve
ezici ruhlardan, aynı cinsten olmak üzere, başka ruhlar meydana gelir. Bunlar
da, Arş'ın etraf ve kenarlarına tutunmuşlardır.
Cenâb-ı Hakk'ın, "Melekleri görürsün ki, ... Arş'ın etrafını
kuşatmışlardır" (zümer, 75) hitabıyla da
bunlara işaret edilmektedir. Kısaca, gerek yakînî delillerle, gerekse gerçek ve
sadık mükaşefe yoluyla şu hakikat açık ve aşikâr olmuştur: Bedenler alemi,
ruhlar alemine nisbet edilemez. Binâenaleyh, müşahede ettiğin herşey, bedenler
aleminin, farklı farklı mertebelerinde olarak, şu maddî görme gözüyledir. O
halde Senin bunu, ruhlar aleminin farklı farklı mertebelerinde olarak, basîret
gözüyle müşahede etmen gerekir.
Allah'ın Arş'ta Oturmadığının Delilleri
Bu
ayet-i kerime, Cenâb-ı Hakk'ın, Arş'da
bulunmaktan münezzeh olduğuna delâlet etmiştir. Çünkü
Allahü teâlâ, bu ayette, "Arşı
yüklenenler..." buyurmuş, bir başka ayette ise, "O gün Rabbinin Arş'ını,
üstlerinde bulunan sekiz (melek) yüklenir.."(Hakka,
17) buyurmuştur. Arş'ı yüklenenin, Arş'da bulunan her şeyi de yüklenmiş
olduğunda şüphe yoktur. Şayet âlemin ilâhı Allah Arş'da bulunmuş olsaydı, bu
melekler, Âlemin İlahının da taşımış olurlardı.. O zaman da onlar, Âlemin
llâhı'nın bekçi ve koruyucuları olmuş olurlar.. Muktedir koruyucu, ilâh olmaya;
korunan ve taşınan ise, kullukta bulunmaya daha uygundur. O vakit de, İlâh, bir
kul haline; kul da, bir İlâh haline dönüşmüş olur. Bu ise, fasit ve yanlıştır.
Binâenaleyh bu durum, Arş'ın ve cisimlerinin ilâhının, hem Arş'dan hem de
esimlerden münezzeh ve yüce olduğuna delâlet etmiş olur.
Bilesin Ki Allahü teâlâ, Arş'ı taşıyan
melekler ise Arş'ı kuşatmış olan meleklerden şu üç şeyi nakletmiştir:
Birinci nev: Cenâb-ı Hakk'ın "Rabbini
hamd ile tesbih ederler" ayetinin ifade ettiği husus... Bunun bir benzeri de,
O'nun, meleklerden naklen buyurduğu, "Biz seni hamdinle tesbih ... edip
dururken" (Bakara, 30) ayeti ile, O'nun,
"Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile tesbih ederek Arş'ın etrafım
kuşatmışlardır" (zümer, 75) ayetidir. O halde
tesbih, Allahü teâlâ'yı, O'na uygun
olmayan şeylerden tenzih etmek; tahmîd ise, O'nun, mutlak mun'im, nimetler ihsan
eden olduğunu kabul etmektir. O halde tesbih, celâl sıfatına; tahmid ise, ikram
vasfına işaret eder. O'nun, "Rabbini hamd ile tesbih ederler" ifadesi,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Azamet, saltanat ve ikram
sahibi Rabbinin ismi ne yücedir" (Rahman. 78)
ayetinin manasına yakındır.
İmanın ihtiva Ettiği Nükte
(......)
ikinci nev: "O'na iman ederler" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu na göre eğer,
"O'na İman ederler" ifadesinde ne fayda vardır ki?! Çünkü, tesbih ve tahmîdle
meşgul olmak ancak, daha önce Allah'a iman etmekle mümkündür" denilirse, biz
deriz ki: Bundaki fayda, Keşşaf sahibinin zikredip ve cidden güzel ifade ettiği
şu husustur: "Bundan maksat, şayet Allahü teâlâ
Arş'da bulunsaydı, Arş'ı taşıyan melekler ile, Arş'ın etrafını kuşatmış olan
meleklerin O'nu müşahede edip göreceklerine; o meleklerin Allah'ın varlığına
iman etmelerinin ise, medh ve övgüyü gerektirdiğine; çünkü, karşımızda bulunan
ve müşahede olunan bir şeyin varlığını kabul etmenin övülme ve medholunmayı
gerektirmediğine..." dikkat çekmek içindir. Baksana, güneşin varlığı ile, onun
aydınlatıcı olduğunu kabul ve ikrar etmek, medholunma ve övülmeyi gerektirmez.
İşte, Allahü teâlâ, sena ve övgü
üslubuyla onların Allah'a iman etmiş olduklarını zikredince, onların Allah'a,
O'nu orada hazır ve oturur bir vaziyette görmeksizin iman etmiş oldukları
anlaşılmış olur." Allah Keşşaf sahibine rahmet etsin; onun kitabında şayet
sadece bir nükte bulunmuş olsaydı bile, şeref ve iftihar vesilesi olarak ona
yeterdi.
Hakkı Tazim Halka Şefkat
Üçüncü Nev: Cenâb-ı Hakk'ın, "Mü'minlerin
de bağışlanmasını isterler" ayetinin ifade ettiği husus... Şunu bil ki, saadetin
kemâle ermesi, şu iki şeye bağlıdır: Allah'ın emrine saygı, mahlûklarına da
şefkat.. O halde, Allah'ın emrine saygı göstermesi, O'nun mahtûkatına şefkatten
önce gelmesi gerekir. Buna göre, "Rabbini hamd ile tesbih ederler. O'na iman
ederler" ayetleri, Allah'ın emrine saygı göstermeyi ihsas ederlerken,
"Mü'minlerin de, bağışlanmasını isterler" ayeti de, Allah'ın mahlûkatına şefkat
gösterme manasını ihsas ve iş'âr eder. Sonra, ayetle ilgili birkaç mesele
vardır:
Melek - Beşer Üstünlüğü
Pekçok alim bu ayetle, meleğin beşerden üstün olduğuna istidlalde bulunmuş ve
şöyle demişlerdir: Çünkü bu ayet, melekler, Allah'ı medh ve takdis ile
zikretmeyi bitirdiğinde, onların başkaları, -yani mü'minler- için mağfiret ve
bağ talebinde bulunmakla meşgul olduklarına delâlet eder. Bu da onların,
kendileri için mağfiret talebinde bulunmaktan müstağni olduğunu gösterir. Çünkü,
şayet onlar kendileri için mağfiret talebinde bulunmaya muhtaç olsa idiler,
başkaları için mağfiret talebinden önce, kendileri için mağfiret talebinde
bulunurlardı. Bunun delili, "İşe, önce kendinden başla..." şeklindeki hadisidir.
Yine Cenâb-ı Hak,
Hazret-i Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Allah'dan başka hiçbir tanrı yoktur"
hakikatini bil, hem kendinin, hem erkek mü'minlerle kadın mü'minlerin günahının
bağışlanmasını iste.. (Muhammed, 19) buyurmuş,
böylece, Hazret-i Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'e, ilk önce
kendisi için mağfiret talebinde bulunmasını, daha sonra da başkaları için
mağfiret talebinde bulunmasını istemiştir.
Yine Cenab-ı Hak, Nûh
(aleyhisselâm)'ın "Ya Rabbi, beni, anamı,
babamı, iman etmiş olarak evime giren kimseleri, erkek mü'minleri ve kadın
mü'minleri sen bağışla.." (Nûh. 28) dediğini
nakletmiştir ki, bu da, mağfiret talebinde bulunmaya ihtiyaç duyan herkesin,
kendisi için af talebinde bulunmayı, başkaları için mağfiret talebinde
bulunmadan önce getireceğine delâlet eder. Dolayısıyla melekler şayet af
dilemeye muhtaç olsalardı, onların, kendileri için mağfiret talebinde bulunmakla
meşgul olmaları, başkaları için af dilemeyle meşgul olmalarından önce gelirdi.
Cenâb-ı Hak, meleklerin kendileri için
mağfiret talebinde bulunduklarından bahsetmeyince, biz bunun ancak, o meleklerin
af dilemeye ihtiyaçları bulunmadığı için olduğunu anlamış oluruz. Peygamberler
(aleyhisselâm)'e gelince, onlar, mağfiret talep
etmeye muhtaçtırlar. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın
Hazret-i Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Hem kendin hem
de mü'minler için af dile" (Muhammed. 19)
buyurmuş olmasıdır. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, meleğin, beşerden
daha üstün olduğu ortaya çıkmış olur. Allah en iyisini bilendir.
Şefaat Hakkında
Ka'bî, şefaatin tesirinin, günahkâr kimsenin günahını düşürme hususunda değil
de, mü'minlerin mükâfaatının artması hususunda olacağına dair bu ayetle istidlal
ederek, şöyle der: "Çünkü melekler, "O halde tevbe edenleri, senin yoluna uyup
gidenleri bağışla.." demişlerdir. Halbuki bundan maksad, "Onlar, fıskta ister
ısrar etsinler isterse ısrar etmesinler, küfürden tevbe edenleri bağışla.."
manası değildir. Çünkü, durumu böyle olan kimse, "Rabbinin yoluna uymuş olan.."
diye nitelenemez.. Bu hususta da, böyle bir ifade kullanılmaz. Bir de, melekler,
"Ey Rabbimiz, onları ... kendilerine vaadettiğin Adn cennetlerine sok.."
demişlerdir ki, bu, fısk içinde bulunan kimseler hakkında söylenmez. Çünkü,
muarızlarımız (ehl-i sünnet),
Allahü teâlâ'nın, fasık kimselere de cenneti
vaadettiği hususunda kesin konuşmamış, bunun olabileceğini belirtmişlerdir.
Böylece, meleklerin şefaatinin, ancak taat edenleri içine aldığı sabit olmuş
olur.. Böylece de, bu ikisi arasında bir farkın bulunduğunu söyleyenlerin
olmaması zaruretinden dolayı, peygamberlerin şefaatinin de böyle olması
gerekir."
Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Bu ayet, meleklerin, günahkâr kimselere
şefaat edebileceklerine delâlet etmektedir. Böylece biz, önce bu hususu
açıklayacağız, sonra da, Ka'bî'nin ileri sürdüğü şeyi cevaplayacağız.
Bu
ayetin, bizim söylediğimiz manaya delâlet ettiğinin izahı, şu bakımlardan
yapılabilir:
a)
Ayetteki, "Mü'minlerin de, bağışlanmasını isterler" cümlesi, istiğfar, af
dilemek, talep etmek demektir. Af ise, ancak cezanın düşürülmesi hakkında söz
konusu olur. Ama, ilâve bir menfaatin talep edilmesine ise, istiğfar ismi
verilmez.
b)
Cenâb-ı Hakk'ın, yine bu ifadesidir. Zira
bu âyet, o meleklerin, iman etmiş herkes için mağfiret talebinde bulunduklarını
gösterir. Binâenaleyh biz, büyük günah sahibinin mü'min olduğunu delillerle
isbat ettiğimize göre, bu kimsenin, şefaatin kapsamına girmesi gerekir...
c)
Ayetteki, "O halde tevbe edenleri, ... bağışla" cümlesidir. Bu ifade, tevbe
edenler için, mağfiret talebinde bulunmayı anlatan bir sözdür. Binâenaleyh, bu
ifade ile, tevbe ettikten sonra, büyük günah sahibinin cezasının düşürülmesinin
kastedilmiş olması caiz değildir. Çünkü bu, hasmımıza
(Mu'tezile'ye) göre, Allah'a zaten vaciptir. Yapılması vacip olan şeyin
ise, dua ile talep edilmesi kabîh olur.
Yine bu ifade ile, küçük günahların cezasının düşürülmesinin kastedilmiş olması
da caiz değildir. Çünkü bu da, (Mu'tezile'ye göre),
Allah'a vaciptir. Binâenaleyh, bunun da duâ ile istenmesi makul ve yerinde
olmaz. Bununla, hak edilen mükâfaatm üzerine ilâve bir mükâfaatm verilmesini
istemenin kasdedilmesi de caiz değildir. Çünkü buna, "mağfiret" ismi verilmez..
Böylece, "O halde tevbe edenler!... bağışla" ifadesinin ancak, kişinin tevbe
etmeden önce, büyük günahının cezasının düşürülmesi manasına hamledilebileceği
sabit olmuş olur. Arada bir farkın bulunmadığı hususunda bir icmâ bulunduğu
için, bu, melekler hakkında söz konusu olunca, peygamberler hakkında da söz
konusu olur...
Ka'bî'nin bu konudaki istidlaline, yani o meleklerin tevbe edenler için mağfiret
talebinde bulunduklarını söylemesine gelince biz diyoruz ki: Bununla, küfürden
tevbe edenlerin ve böylece de iman yoluna tâbi olanların kastedilmiş olması
gerekir. Ka'bî'nin, "Fıskta ısrarlı olan ve küfürden dönen kimseler, "Tevbe
edici ve Allah yoluna uymuş olan diye nitelendirilmez" şeklindeki sözüne
gelince, biz diyoruz ki, biz senin bu sözünü kabul edemeyiz, tam aksine, "O,
küfürden tevbe etti, din ve şeriat hususunda Allah'ın yoluna tâbi oldu"
denilir.. Onun, küfürden tevbe ettiği, "tâib olduğu" sabit olduğuna göre,
(mutlak surette), tâib olduğu sabit olur.
Baksana, bir kimsenin, "döven" veya "gülen" diye vasfedilebilmesinde, o kimseden
tek bir defa, dövmenin ya da gülmenin sudur etmesi yeterlidir. Ve bu iş, o
kimseden, bütün dövmek veya gülmek çeşitlerinin sâdır olmasını gerektirmez. İşte
burada da böyledir.
Meleklerin İnsanlardan Özür Dilemesi
Ehl-i tahkîk şöyle der: İnsanlar için meleklerden sâdır olan bu şefaat, o
meleklerden daha önce sâdır olmuş olan o zelleden bir af dilemenin yerine geçer.
Bu böyledir, çünkü onlar, insanın yaratılmak istediği o ilk anda, "... orada
bozgunculuk edecek, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?"
(Bakara. 30) demişlerdi. Binâenaleyh, işte
onlardan, başlangıçta böyle bir söz sudur edince, bu sözlerini, neticede, "o
halde tevbe edenleri, senin yoluna uyup gidenleri bağışla.." diyerek telafi
etmişlerdir. Ki bu adeta, kazara, bir başkasına eziyyette bulunan bir kimseye
yakışanın, verdiği bu sıkıntıyı, ona herhangi bir hususta iyilik yapmak
suretiyle onarıp sarması ve telafi etmesi olduğuna, adeta dikkat çeker gibidir.
Rahmet Ve İlmin İhatası
Bil
ki Cenâb-ı Hak o meleklerin tevbe
edenlere mağfiret talebinde bulunduklarını nakledince, bu af dilemenin
keyfiyetini de beyan ederek, o meleklerin, "Ey Rabbimiz, senin rahmetin ve ilmin
her şeyi kuşatmıştır" dediklerini nakletmiştir ki bununla ilgili birkaç mesele
vardır:
Rab İsmi ile Dua
Genelde duâ, Rabbena lafzıyla yapılmaktadır. Bunun delili şudur: Bu ayetin de
gösterdiği gibi, melekler duâ ederken, Rabbena demişlerdir. Adem
(aleyhisselâm), "Ey Rabbimiz, biz nefsimize
zulmettik., "(A'raf, 23); Nûh
(aleyhisselâm), "Ya Rabbî, ben bilgimin
olmadığı şeyi senden istemekten sana sığınırım.."(Hûd,47);
"Ya Rabbî, ben kavmimi gece gündüz, hakka davet ettim"
(Nûh, 5) ve "Ya Rabbî, beni, anamı babamı... bağışla"(nûh,
28); İbrahim (aleyhisselâm), "Ey Rabbim,
bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster.." (Bakara,
260); "Ya Rabbî, hesabın görüleceği gün beni, ana ve babamı ve bütün iman
edenleri bağışla.." (İbrahim, 41) ve "Ey
Rabbimiz, ikimizi de sana teslimiyette sabit kıl.. "(Bakara,
128); Yusuf (aleyhisselâm), "Ya Rab, sen
bana mülk verdin.." (Yusuf, 101); Musa
(aleyhisselâm), "Rabbim, bana göster,
(ne olur) seni göreyim.."(Araf,
143) ve "tokatlama hadisesi"yle ilgili olarak, "Rabbim, ben cidden
kendime yazık ettim. Artık beni bağışla." Bunun üzerine,
(Allah) onu bağışladı. Çünkü O, çok affedici,
çok merhametli olanın ta kendisidir. Rabbim, bana in'âm ettiğin şeyler hakkı
için, artık suçlulara asla arka olmayacağım"(Kasas,
16-17) demişlerdir.
Cenâb-ı Hak,
Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm)'un, "Rabbine
istiğfar edip, rukûya kapandığım" (Sa'd, 24);
Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın, "Ya Rabbî
bana mülk ver" (Sad, 35) dediğini; Hazret-i
Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'nın, "Rabbisine
gizlice tazarrûda bulunduğunu" (Meryem, 3);
Hazret-i Isâ (aleyhisselâm)'nın "Ey Rabbimiz,
üzerimize gökten bir sofra indir" (Maide, 114)
diye duâ ettiğini; Hazret-i Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'in de "Rabbim,
şeytanların dürtüştürmelerinden sana sığınırım"
(Mü'minun, 97) demekle emrolunduğunu ve mü'minlerin, "Ey Rabbimiz, sen
bunları boşuna yaratmadın..." (Âl-i İmran, 191-194)
diyerek, beş kere "Ey Rabbimiz" dediklerini, yine mü'minlerin, "Ey Rabbimiz,
gufranını (dileriz). Dönüşümüz sanadır"
(Bakara. 283) deyip, peşisıra gelen ayette de,
"Ya Rabbi" nidasını tekrar ettiklerini nakletmiştir. Böylece, anlattıklarımızla,
duaların en hoş olanının, kulun Rabbisine, "Ya Rabbi diye nida etmesi olduğu
anlaşılır.
Duada Neden Rab İsmi Zikredilir?
Bu
hususta şöyle bir problem var: "Allah" ismi, Rab isminden daha önemli ve
manalıdır. Öyle ise niçin, duâ ederken özellikle "Rab" ismi kutlanılmıştır?
Cevap:
Kul, sanki bu isimle dua ederek, şöyle demek istemiştir: "Ben, sırf bir yokluk
ve hiçlik içinde idim. Sen beni varlık âlemine çıkarıp, terbiye ettin, büyüttün.
Binâenaleyh beni, bir göz açıp kapama süresi kadar
(bir an) bile, ihsan, lütuf ve terbiyenden boş bırakmaman için, beni
terbiye edişini (Rabbim olup, beni yokluktan varlığa
çıkarışını) sana şefaatci-aracı kılıyorum."
Dua Âdabı
Duada sünnet olan, kişinin duaya önce Allah'ı överek başlamaktır. Bunun peşisıra
da dua etmektir (yani isteği bildirmektir).
Bunun böyle olmasının delili bu ayettir. Çünkü melekler, duaya ve mü'minler için
mağfiret talebinde bulunmaya yönelince, işe Allah'ı övmekle başlamışlar ve "Ey
Rabbimiz senin rahmetin ve ilmin herşeyi kuşatmıştır" demişlerdir. Hazret-i
İbrahim (aleyhisselâm) de dua etmek istediğinde
işe önce, Allah'a medh-u sena ile başlayıp, "Beni yaratıp, bana hidayet eden,
beni yedirip içiren; hastalandığımda bana şifa veren, beni öldürüp dirilten, din
gününde hatalarımı bağışlamasını umduğum (zat O'dur)
"(Şuara, 78-82) demiştir. Bütün bunlar, Allah'a
birer övgüdür. Bunun peşisıra duasında bulunarak, "Ya Rabbı, bana bir hüküm
(ve hikmet) bağışla, beni sâlih kullarına kat"
(Şuara, 83) demiştir. Bil ki akıl da bu sıranın
gözetilmesi gerektiğine delalet eder. Çünkü Allah'ı övüp, O'na saygı göstermek
ruh cevheri için, tıpkı bakır için en tesirli olan Iksir-i azam gibidir. Bir
damla iksir bakır âlemine düştüğünde, hepsinin altına dönüşmesi gibi, Allah'ın
celâlinin bilgisi iksirinden bir damla (bir zerre),
insanın ruhuna düştüğünde, o bakırın kızıllığında, kutsiyyetin saflığına,
temizlik âleminin bekasına geçmiş olur. Böylece insanın ruh cevherinde,
marifetullah nurunun ışıldamasıyla bu ruh, daha seçkin hale gelip, daha aydın
olur. Ruh ne zaman böyle olsa, kuvveti ilerler, tesiri artar. Böylece de dua ile
istenen şeyin meydana gelişi, o nisbette kuvvet kazanır ve mükemmel olarak
meydana gelir. Cenâb-ı Hakk'ı, duanın
başlangıcında medh-ü sena etmenin sebebi işte budur.
Bu Duada Allah'ın Vasıflan
Bil
ki melekler, Allahü teâlâ'yı burada şu üç
sıfatla nitele- mislerdir:
1)
Rubûbiyyet,
2)
Rahmet,
3)
İlim... Rubûbiyyet, O'nun yoktan varetmesine ve
yaratmasına bir işarettir. Burada şöyle bir başka incelik var: Meleklerin, "Ey
Rabbimiz (Rabbena)" demeleri, O'nun terbiye
edişine bir işarettir. Terbiye ise, birşeyi en mükemmel hal ve en güzel bir
sıfat üzere getirip bırakmak demektir. Bu da mümkinât
(varlıklar) âleminin, yoktan varedilirken,
Hak teâlâ'nın varetmesine ve yaratmasına muhtaç olduğu gibi, bu
mümkinat âleminin, devam etmesi için de, yine Allah'ın onu devam ettirmesine
muhtaç olduğuna delâlet eder. Rahmet sıfatı da, Allah'ın rahmet ve İhsanı ve
hayır tarafının, zarar (gazab) tarafına baskın
çıktığına ve Allah'ın mahlûkatı, zarar vermek ve onların kötü olmaları için
değil, onlara merhamet etmek ve hayırlı olmaları için yarattığına bir işarettir.
Rahmete Mazhar Olmayanlar Yok mu?
Eğer, "Ayetteki, "Ey Rabbimiz, senin rahmetin ve ilmin herşeyi kuşatmıştır"
ifadesi ile ilgili şöyle bir soru sorulabilir: Allah'ın ilmi herşeyi
kuşatmıştır. Rahmet-i ilâhiyye ise, herşeye ulaşmamıştır. Çünkü zarara uğramış
kimseler ve şeyler, zarara düştüklerinde bu zarar onlar için bir rahmet olmaz.
Bu soru "Rahmetim herşeyi kuşatmıştır" (Araf, 156)
ayeti için de geçerlidir?.." denilirse, biz deriz ki: Her varlık, Allah'ın
rahmetinden hissesini almış, ona nail olmuştur. Çünkü varlık, ya
vâcibü'l-vücûddur (zorunlu varlık), ya
mümkinü'l-vücûd (varlığı zorunlu olmayan)dır.
Vâcibü'l-vücûd olan, sadece Allahü teâlâ'dır.
Mümkinu'l-vücûd varlıkların varlığı ise, Allahü
teâlâ'dandır ve Allah'ın var etmesiyledir ki işte bu varetme bir
rahmettir. Böylece Allah'ın dışındaki her varlığın, Allah'ın rahmetinden bir
hisse ve nasip aldığı sabit olur. Bundan dolayı melekler, böyle duâ etmişlerdir.
Ayette şöyle bir incelik daha vardır: Melekler rahmet sıfatını, ilim sıfatından
önce getirerek, böyle demişlerdir. Çünkü onların maksatları ilâhî rahmetin
herkese gitmesini istemek ve insanların günahlarını silmesini Allah'tan
dilemektir. O halde zatı gereği matlub olan rahmettir, ikinci derecede matlub
olan da, Cenâb-ı Hakk'ın insanlarla
ilgili olarak bildiklerini bağışlamasıdır. Esas matlub olan, ikinci derecede
matlub olandan önce gelir. Baksana, sıhhatin devamını sağlamak, esas olarak
matlub olup hastalığı gidermek ikinci dereceyi işgal ettiği için, ilim adamları
"tıb"bı tarif ederken, "sıhhatin korunmasının, hastalıkların tedavisinden önce
geldiğini ifade ederek, "Tıbb, mevcut sıhhati korumak ve kaybolan sıhhati tekrar
sağlamak için, insan bedeninin hallerine hangi şeylerin uygun, hangi şeylerin
sıhhata zararlı olduğu, kendisi sayesinde bilinen bir ilimdir" demişlerdir. İşte
meleklerin bu duasında da öncelikle matlub olan rahmettir.
Allahü teâlâ'nın, işledikleri çeşitli
günahlardan bildiklerini affetmesi ise, mükemmel manada rahmetin tahakkuku,
ancak Allah'ın günahları bağışlam asıyla olacağı için, ikinci derecede
matlubtur. İşte bu sebepten ötürü, rahmet-i ilâhiyyeye, ilminden önce yer
verilmiştir.
Hayır ve Şerrin Mahiyeti
Bu
ayet, yaratma ve varetme ile ilgili birinci kıssadan maksadın, ancak merhamet,
lütuf, kerem ve cûd olduğuna delâlet etmektedir. Yakînî deliller de, hayır ve
şer saadet ve şakavet gibi, varlık âlemine giren herşeyin Allah'ın takdiri ve
kazası ile olduğuna delâlet etmektedir. Bu iki temel unsurun arasını
birleştirmek, son derece güçtür. İşte bu noktada ehl-i hikmet şöyle demişlerdir:
Hayır, Allah'ın rızası olarak irade ettiği şey, şer ise, razı olmayarak irade
ettiği şeydir. Hayır, zatı gereği (hayır olduğu için)
yaratılmıştır. Şer ise, arızî sebeplerden ötürü yaratılmıştır" demişlerdir.
Burada büyük derinlik vardır.
Allah Bütün Malumatı Bilir
Ayetteki, "Rahmetin ve ilmin herşeyi kuşatmıştır" ifadesi,
Hak teâlâ'nın
sınırsız külliyât ve cüziyyata dair, her türlü malumatı bildiğine delâlet eder.
Hem eğer O böyle olmasaydı, O'na yalvarıp yakarmanın faydası olmazdı.
Çünkü bazı şeylerin O'nun ilmi dışında kaldığını farzedersek, o zaman, dua eden
kimse, Allahü teâlâ'nın, kendisine
duasından haberdar olduğunu bilemez. Bu durumda da yaptığı duanın bir manası
kalmaz.
Bil
ki Allahü teâlâ, meleklerin Allah'a nasıl
medh-ü senada bulunduklarını nakledince, bunun peşisıra nasıl duâ ettiklerini de
nakletmiş ve şöyle dediklerini nakletmiştir. "O halde tevbe edenleri, senin
yoluna uyup gidenleri bağışla. Onları cehennem azabından koru". Bil ki melekler
bu duaları ile, Allah'dan, mü'minler için çok şey istemiş olmaktadırlar. Birinci
istekleri, ilahî mağfiret olup, bunun izahı, ayetin tefsirinde yukanda geçti.
Eğer, "Gufran (af), azabı düşürmek
(silmek)tir. Buna göre, meleklerin "Onlan
bağışla" demeleri ile, "Onları cehennem azabından koru" demeleri arasında bir
mana farkı yoktur?" denilirse, biz deriz ki: Mağfiret kelimesinin, Cehennem
azabının affedilmesi manasına delâleti, rumuz ve işaret yoluyla
(dolaylı olarak) anlaşılan bir şeydir.
Binâenaleyh melekler mağfiret duasını böyle dolaylı olarak yapınca, bunu iyice
te'kid etmek için, peşisıra, bu isteklerini açıkça da belirtmişlerdir.
Affın Ardından İhsan
Bil
ki melekler, Allah'dan, mü'minlerin azabını affetmesini talebedince, bunun
peşinden, onlara mükâfaat vermesini de niyaz etmek üzere "Ey Rabbimiz, onları,
kendilerine va'dettiğin Adn cennetlerine sok" demişlerdir. Eğer, "Siz
(ehl-i sünnet), şefaatin günahkârlar için
olacağını iddia ediyorsunuz. Bu ayet ise, görüşünüzün yanlışlığını ortaya
koymaktadır. Çünkü Allahü teâlâ
günahkârları Adn cennetlerine sokacağı vaadinde bulunmamıştır?" denilirse, biz
deriz ki: Biz, Cenâb-ı Hakk'ın
günahkârlara bu vaad de bulunmadığı görüşünü kabul etmiyoruz. Çünkü Kur'ân'daki
pek çok delilin, Allahü teâlâ'nın, "Lâ
illâhe İllallah Muhammedü'r-Rasûlüllah" diyen herkesi, cehennemde ebedî
bırakmayacağına delâlet ettiğini anlatmıştık. Öyle ise
Cenâb-ı Hak, bunları cehennemden çıkarınca,
cennetine sokar. İşte bundan dolayı bu, ya cehenneme hiç sokmadan, yahut da
oradan çıkardıktan sonra Allah'ın, günahkârları Adn cennetlerine sokacağı
hususunda bir vaadi olmuş olur.
Melekler "Onların atalarından, zevcelerinden, nesillerinden sâlih olanları
da..." yani, "Onlarla birlikte cennete bu üç grubu da; atalarından, eşlerinden
ve çocuklarından sâlih olanları da sok" demişlerdir. Bu böyledir, çünkü insanın
yaşadığı ve sevinç duyduğu yerde, çoluk-çocuğu ve hısım-akrabası da bulunursa,
sevinci, daha ileri ve çok olur. Ferrâ ve Zeccac,
(......) ifadesindeki men edatının, İki yerden ötürü mahallen mansub
olabileceğini, istersen bunu, (......)'daki
zamire, istersen, (......)'deki zamire
atfedebileceğim söylemişlerdir. "Salih olanlar" ifadesi ile, "mü'min olanlar"
manası kastedilmiştir.
İzzet ve Hikmet Dengesi
Daha sonra melekler, "Azîz ve gâlib olan şüphesiz ki sensin sen.." demişlerdir.
Melekler, dualarında, özellikle bu iki vasf-ı ilâhiye yer vermişlerdir. Çünkü
Allah, azîz değil de, mağlub ve güçsüz olsaydı, O'ndan talep edilen şey, meydana
gelmezdi. Eğer hakîm olmasaydı, istenilen şey, hikmet ve maslahata uygun olarak
meydana gelmezdi.
Melekler sonra, "Bir de onları her türlü fenalıklardan koru... demişlerdir.
Bazıları bunun manasının, "Onları, o fena
(amellerinin) azabından koru" şeklinde olduğunu söylemişlerdir.
İmdi, eğer, "Mananın böyle olması halinde bu ifade ile, biraz önce geçen, "Onlan
cehennem azabından koru" ifadesi arasında manaca bir fark yoktur. Bu durumda da
faydasız bir tekrar olmuş olur ki bu doğru değildir?" denilirse, biz deriz ki:
Aksine bu iki cümle arasında, şu iki bakımdan fark bulunmaktadır:
a)
Meleklerin, "Onları cehennem azabından koru" şeklindeki sözlerinin, mü'minlerin
asılları (ana-babaları) için; "Onlan her türlü
fenalıklardan koru" şeklindeki sözlerinin de, furûları
(çoluk-çocukları) için yapılmış bir duası olması..
b)
"Onlan cehennem azabından koru" cümlesinin, cehennemin izâlesine
(uzaklaştırılması) ile ilgili; "Onları her
türlü fenalıklardan koru" cümlesinin de: cehennemin, kıyamet durağının, hesabın
ve sualin bütün azab ve işkencelerini içine alan bir ifade olması...
Bu
ifâdeyle ilgili bir diğer tefsir de şöyledir: Melekler, "Onlan cehennem
azabından koru" diyerek, onlardan cehennem azabının giderilmesini; "Onlan
kendilerine vaadettiğin Adn cennetlerine sok" diyerek de, onlara cennet
mükâfaatlarının ulaştırılmasını istemişler, bundan sonra da
Hak teâlâ'nın onları dünyada bozuk inanç ve
fena amellerden korumasını isemişlerdir. İşte, "Onları her türlü fenalıktan
koru" ifadesiyle kastedilen budur. Daha sonra onlar yani, "Kimi, dünyada,
kötülüklerden ve fenalıklardan koruduysan, hiç şüphe yok ki Kıyamet günü ona
rahmet etmiş oldun" demişlerdir. Daha sonra da, "Bu en büyük kurtuluş ve
saadetin tâ kendisidir". Çünkü onlar, birtakım sonlu amellerle, sonsuz
nimetleri; önemsiz bir takım işler sayesinde, yüceliğinin künhünü akılların
ulaşamadığı bir mülkü elde etmişlerdi.." demişlerdir.
Allah'ın Şirke Buğzu
10
Âyetin tefsiri için bak:12
11
Âyetin tefsiri için bak:12
12
"İnkâr edenlere
(melekler tarafından)
nida edilir: Allah'ın buğzu, sizin kendinize olan buğzunuzdan elbette daha
büyüktür. Çünkü siz, dünyada imana davet olunuyordunuz ama küfürde ısrar
ediyordunuz. Onlar dediler ki: "Ey Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün, iki defa da
dirilttin. İşte günahlarımızı bilip itiraf ettik. Buradan çıkmaya bir yol var
mı?" Bunun sebebi şudur: Allah'a tek olarak dua edildiği zaman siz inkâr
ettiniz. Ona şirk koşulduğunda ise bunu kabul ediyordunuz. Artık hüküm yüce ve
büyük olan Allah'ındır"
Bil
ki Allahü teâlâ, ayetlerine karşı
mücadele eden kâfirlerin, yani "Allah'ın ayetleri hakkında inkâr edenlerden
başkası mücâdele etmez" (Mü'min, 4) ayetinde
bahsettiği kimselerin hallerini anlatmaya yeniden başlayınca, bunların, Kıyamet
günü günahlarını ve başlarına gelen o azabı hakettiklerini itiraf ettiklerini,
yapamadıkları şeyleri telafi etmek için yeniden dünyaya dönmeyi talep
ettiklerini beyân ederek, "inkâr edenlere (melekler
tarafından) nida edilir.." buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele
vardır:
Birinci Mesele
Ayette hem bir hazif, hem de bir takdim-tehir söz konusudur. Ayetteki hazfe
gelince, aslında kelâmın takdiri,
"Allah'ın size olan buğzu..." şeklindedir. Takdim ve tehir de, "Allah'ın, imana
çağırılıp inkâr ettiğiniz zaman, size olan buğzu, sizin kendinize
(biribirinize) olan buğzunuzdan elbette daha
büyüktür" şeklindedir. Kâfirlerin, kendilerine buğzetmelerinin ne demek olduğu
hususunda da şu izahlar yapılmıştır:
a)
Onlar, Kıyameti, cenneti ve cehennemi bizzat gördüklerinde, dünyada iken böyle
şeyleri ısrarla yalanlamış oldukları için kendi kendilerine buğzettiler,
kızdılar.
b)
"Tâbi olan insanlar, kendilerini dünyada iken inkâra çağıran ve sevkeden
başkanlarına, reislerine alabildiğine kızdılar, onlar da tâbîlerine alabildiğine
kızdılar" demek olup, Cenâb-ı Hak,
bunların biribirlerine olan buğz ve öfkelerini, "kendilerine olan buğzu" diye
ifade etmiştir. Bu tıpkı, "Kendinizi öldürünüz"(Bakara.
54) ayetinde olduğu gibidir. Bu ayette de, "Biribirinizi öldürünüz"
manası kastedilmiştir.
c)
Muhammed b. Ka'b el-Kurazî şöyle demiştir: "İblis cehennemliklere, cehennemde
iken, "Benim sizin üzerinizde hiçbir hükmüm ve nüfuzum yoktu. Ben sadece sizi
çağırdım, siz de bana İcabet ettiniz. O halde suçu bana yüklemeyin. Kendinizi
kınayın" (ibrahim, 22) diye seslendiğinde, işte
bu esnada onlar kendi kendilerine kızmışlardır.
Bil
ki onların kendi kendilerine buğzlarının Kıyamet günü olacağında münakaşa
yoktur. Ama Allah'ın onlara buğzu ile ilgili olarak şu iki izah yapılır:
1)
Bu da âhirette olacaktır. Buna göre mana, "Allah'ın âhirette size olan buğzu,
sizin yine âhirette kendinize olan buğzunuzdan daha şiddetlidir" şeklindedir.
2)
Ekseri âlimlerin görüşüne göre ifadenin manası, "İmana çağrıldığınız halde inkâr
ettiğinizde, dünyada Allah'ın size olan gazabı, sizin şu anda
(ahirette) kendinize olan buğzunuzdan daha
büyüktür" şeklindedir.
Nida, Makt Lafızları
Ayette geçen lafızların tefsiri hususunda şu izahlar yapılır.
1)
Onlara nida edip bu sözü söyleyen, cehennemin bekçisi olan meleklerdir.
2)
"Makt" buğzun en şiddetlisidir. Aslında bu Allah hakkında düşünülemez.
Binâenaleyh bunun manası Cenâb-ı Hakk'ın
bu işten hiç hoşlanmaması ve bunu yasaklamasıdır.
3)
Ferrâ, ifadesi, "Onlara, "Allah'ın buğzu en büyüktür" diye nida olundu"
manasınadır. Arapça'da,"Zeyd ayakta diye nida ettim" denilir" demiştir.
4)
ifadesinde bir hazif olup, takdiri, "Allah'ın, imana çağrılıp inkâr ettiğinizde
size olan buğzu, sizin şu anda kendinize olan buğzunuzdan daha büyüktür"
şeklindedir.
Cehennemden Dünyaya Dönme İstekleri
Daha sonra Hak teâlâ, o kâfirlere böyle
hitap olunduğunda onların, "Ey Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün, iki defa da
dirilttin" dediklerini haber vermiştir. Bu, "Onlar dünyada iken yaptıkları o
şeylerin yanlış olduğunu anlayınca, dünyaya döndürülüp sâlih ameller yapmaları
için, yeniden dünyaya gönderilmelerini isterler" demektir. Bu ifadeyle İlgili
birkaç mesele vardır:
Kabir
Azabı
Alimlerin çoğu, kabir azabının varlığı hususunda bu ayeti delil getirmiştir.
Bunun izahı şöyledir: O kâfirler, "Ey Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün.."
diyerek, İki defa öldürüldüklerini kabul etmişlerdir. Binâenaleyh bu İki ölümden
birisi, dünyada görülen ölümdür. Bu sebeple, dünya ölümünün peşinden otacak
ölümün ikincisi olabilmesi için, mutlaka kabirde yeni bir hayatın olduğunu kabul
etmek gerekir. İşte bu, kabirde bir hayatın bulunduğuna delâlet eder.
Dört Soru
Birinci Soru: Birçok müfessir eğer "Birinci ölüm, insanın nutfe
(meni) ve alaka
(rahimde tutunmuş bir parça) olması haline; ikinci ölüm de dünyadaki
haline işarettir. Binâenaleyh durumun böyle olması niçin düşünülmesin? Durumun,
bahsettiğimiz gibi olduğunun delili, "Siz ölüler iken sizi diriltip, sonra sizi
öldürdüğü halde, Allah'ı nasıl inkâr ediyorsun uz?"
(Bakara, 28) ayetidir. Buradaki, "Siz ölüler iken" ifadesiyle, insanın
bir nutfe ve alaka olmaları durumu kastedilmiştir. Velhasıl öldürme iki manaya
kullanılır:
a)
Bir şeyi ölü olarak varetmek.
b)
Birşeyi canlı iken, ölü hale getirmek... Bu tıpkı, 'Terzi elbisemi geniş tuttu"
demen gibidir. Bu söz hem terzinin o elbiseyi geniş diktiği manasına, hem de dar
iken genişletmesi manasına gelir. Binâenaleyh bu ayetteki öldürme ile, Allah'ın
insanı ölü olarak yaratması niçin kastedilmiş olmasın? Bu durumda da bununla, "O
diri iken onu öldürdü" manası kastedilmemiş olur."
İkinci Soru: Bu, kâfirlerin söylediği bir sözdür. Dolayısıyla bir hüccet olmaz.
Üçüncü Soru: Ayet, kabirde bir hayatın bulunamayacağını gösterir. Bunu şöyle
İzah ederiz: Eğer kabirde bir hayat bulunsaydı, o zaman, birincisi dünyada,
ikincisi kabirde, üçüncüsü de Kıyamette olmak üzere üç hayat olurdu. Halbuki bu
ayette iki hayattan bahsedilmektedir. Dolayısıyla bunlardan birisi dünyadaki
hayattır, ikincisi de Kıyametteki hayattır. Bu ikisi arasındaki ölüm de,
dünyadaki ölümdür.
Dördüncü Soru: Bu ayet eğer kabirde bir hayatın olduğuna delâlet edecek olsa
bile, ortada kabirde hayatın olmadığına delâlet eden deliller de vardır. Bunlar
naklî ve aklî delillerdir. Naklî deliller şunlardır:
a)
Cenâb-ı Hak, "Ahiret azabından korkarak
Rabbinin rahmetini umarak gecenin saatlerinde secdeye kapanır, kıyamda durur bir
halde tâat ve ibadet eden kimse (hiç böyle olmayan
gibi olur mu?)" (zümer, 9) ayetinde
sadece âhiretten sakınmadan bahsetmiştir. Eğer kabirde de bir hayat olsaydı, o
zaman ondan da sakındırma söz konusu olurdu. Durum böyle olsaydı, o zaman
Cenâb-ı Hak bundan da bahsederdi. Bundan söz
etmediğine göre, bunun mevcut olmadığını anlarız.
b)
Allahü teâlâ, Sâffât Sûresi'nde, hakka
ermiş mü'minlerin cennete girdikten sonra, "Biz ilk ölümümüzden başka bir daha
ölmeyecek değil miymişiz?" (Sâffat, 57-58)
dediklerini nakletmiştir. Cennetliklerin sözlerinin doğru olacağında şüphe
yoktur. Binâenaleyh eğer onlar için kabirde bir hayat söz konusu olsaydı, iki
kez ölmüş olurlardı. Bu durum ise, cennetliklerin söylediklerine ters düşerdi."
Bu soruları soran kimseler, bu ayetle yapılan istidlalin, muhaliflerin delil
getirdiği ayetlerle yapılan istidlalden daha kuvvetli olduğunu söyleyerek "Çünkü
bizim delil getirdiğimiz bu ayet, cennete girmiş mü'minlerin sözünü
nakletmektedir. Sizin delil getirdiğiniz ayet ise, cehenneme girmiş kâfirlerin
sözünün nakledildiği bir ayettir" demişlerdir.
Bu
husustaki aklî deliller de şunlardır:
1)
Yırtıcı hayvanlarca parçalanıp yenen bir insan, (bu
ölümünden sonra kabir dirilişiyle diriltilse),'ya o hayvanların midesinde
bütün cüzleriyle diriltilecekler, yahut da orada bulunan parçalarıyla
diriltilecekler. Birinci ihtimal olamaz. Çünkü duyularımız ve müşahedelerimiz,
bu kimsenin bütünü ile orada olmadığını bilmektedir. İkinci ihtimal de olamaz.
Çünkü yırtıcı hayvanlar onu yediğinde, parçaları eğer diriltilecek olsa, o zaman
bu canlılık, ya o hayvanın midesinde, yahut bağırsaklarında olacaktır. Bu da son
derece uzak bir ihtimaldir.
2)
Biz, ölen kimseyi eğer herkesin görebileceği şekilde meydanda bıraksak, herkes
onun ölü olarak kalmaya devam ettiğini görecektir. Bu haline rağmen, diriltilmiş
olduğunu söyleyecek olsak, bu, duyu organlarımız hakkında bir şüpheye düşürme ve
safsataya düşme olurdu.
Birinci Soruya Cevap
Bunlara şöyle cevap verilir: Onların "İlk ölümle, insanın nutfe ve alaka iken
bulunduğu cansız durumun kastedilmiş olması niçin düşünülmesin?" şeklindeki
görüşlerine karşı diyoruz ki: Bu caiz değildir. Çünkü ayette bahsedilen,
Allah'ın onları öldürmesidir. Öldürmenin olabilmesi için, bundan önce bir
hayatın olması şarttır. Eğer ölüm bundan önce bulunacak olsaydı, o zaman buna
bir öldürme denmesi imkânsız olurdu. Aksi halde zaten olanı yeniden oldurmak
gerekirdi. Bu imkânsızdır. Cenab-ı Hakk'ın
ayetteki bu ifadesi, "Siz ölüler iken sizi dirilttiği halde ... Allah'ı nasıl
inkâr ediyorsunuz?" (Bakara, 28) ayetinden
farklıdır. Çünkü bu ayette, onların ölüler olduğundan bahsedilmiştir. Burada,
Allah'ın onları öldürdüğü ifadesi yoktur. Ama tefsir ettiğimiz ayet böyle
değildir. Çünkü bu ayet, Allahü teâlâ'nın
onları iki kez öldürdüğüne delâlet etmektedir. Biz biraz önce, "öldürme" işinin
olabilmesi için, bundan önce bir hayatın bulunmasının şart olduğunu söylemiştik.
Böylece bu iki durum arasındaki fark ortaya çıkar.
İkinci Soruya Cevap
Karşı tarafın, "Ayette nakledilen bu söz, kâfirlere aittir. Dolayısıyla delil
olmaz" şeklindeki görüşlerine karşı deriz ki: Onlar böyle deyince,
Cenâb-ı Hak onları yalanlamamıştır. Çünkü
onlar, eğer yalan söylemiş olsalardı, Allah, onların yalan söylediklerini
belirtirdi. Nitekim onlar, "Ey Rabbimiz, biz (dünyada
iken) müşrik değildik"(En'am, 23)
dediklerinde, Cenâb-ı Hak yalan
söylediklerini belirterek, "Bak, nasıl da yalan söylüyorlar!"
(En'am, 24) buyurmuştur.
Üçüncü Soruya Cevap
Karşı tarafın, "Ayetin zahiri, kabirde bir hayatın bulunmadığını gösterir. Çünkü
eğer kabirde de bir hayat olsaydı, hayatların sayısı iki değil üç olurdu"
şeklindeki sözlerine karşı da şu birkaç açıdan cevap veririz:
1)
Onların maksadları, belâ ve sıkıntı vakitlerini denkleştirmedir. Belâ ve sıkıntı
vakitleri dörttür: İlk ölüm, kabir hayatı, ikinci ölüm ve Kıyamet hayatt... İşte
bu dört şey, belâ ve sıkıntı vaktidir. Dünya hayatı, belâ ve sıkıntı
vakitlerinden değildir. İşte bundan ötürü, kâfirler buna yer vermemişlerdir.
2)
Belki de onlar, sadece iki hayattan, yani dünya hayatı ile Kıyamet hayatından
bahsetmişlerdir. Kabir hayatını ise, varlığının ve müddetinin kısalığından ötürü
söz Konusu etmemişlerdir.
3)
Belki de onlar kabirlerde diriltildiklerinde, artık ölmeyip, diri olarak
kalacaklar. Bu diri olarak kalma işi, ya bir saadet içinde, yahut da şekavet
(azap) içinde sürüp gidecek ve peşisıra Kıyamet
hayatı gelecek ve bunlar, "Allah'ın diledikleri müstesna, sûr'a üflendiğinde,
gökdekiler ve yerdekiler düşüp ölecek" (Zümer, 68)
ayetinde istisnâ edilenlerden olacaklar.
4)
Eğer kabirde bir dirilme (ve hesap) olmasaydı,
ölüm, bir defa olmuş olurdu. Böylece de, ölümün iki defa olduğunu söylemek yalan
olurdu. Bu ise Kur'ân'ın haber verdiği şeyin zıddına bir durum olurdu. Ama
kabirde bir hayatın olduğunu kabul ettiğimizde, üç hayatın bulunduğunu kabul
etmemiz gerekir. Bu ayette ise, hayatın iki defa oluşu belirtilmiştir. Üçüncü
hayatın varlığına veya yokluğuna delâlet eden birşey
(Kur'ân'da) yoktur. Böylece kabir hayatının olmadığını söylemenin, ayetin
lafzının delâlet ettiği mananın terkedilmesi demek olduğu sabit olur. Ama kabir
hayatının olduğunu kabul etmek de ayetin lafzında ne varlığı ne de yokluğu
konusunda, hiçbir ipucu olmadığı halde, ayetin lafzının delâlet ettiği şeye
ilaveten bir şeyin kabulünü gerektirir. Binâenaleyh bu daha uygundur.
Dördüncü Soruya Cevap
a)
Ama karşı tarafın, naklî delillere dair ileri
sürdükleri birinci maddelerine gelince, biz diyoruz ki:
Cenâb-ı Hakk'ın, "ahiret
(azabın)dan korkar..."
(Zümer, 9) ifadesi, "İster kabirde isterse
Kıyamette olsun, diğer bir hayattan sakınır, korkar..." manasındadır.
b)
İkinci maddelerine mukabil vereceğimiz cevap da,
"Biz, görüşümüzü, kabir azabı hakkında varid olan sahih hadislerle isbat ediyor
ve bunu tercih ediyoruz.." şeklinde olur.
c ve
d) Karşı tarafın, aklen yapmış olduğu o
iki izah da kabul edilemez. Çünkü, biz diyoruz ki insan, bu görünen heykelden
ibaret olmayıp, tam aksine, bu bedene nüfuz etmiş olan nuranî bir cisimdir.
Binâenaleyh, sizin ileri sürdüğünüz bu probleminiz, bu konuda geçerli değildir.
Allah, en İyisini bilendir.
Hayat ve Ölüm Nevileri
Bil
ki, biz, kabirde bir hayatın olduğunu isbat ettiğimizde, bazıları hakkında dört
çeşit, bazıları hakkında da üç çeşit bir hayat tahakkuk etmiş olur. Bunun
delili, Cenâb-ı
Hakk'ın, Bakara Sûresi'ndeki,
"Binlerce olduğu halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah
onlara, "ölün!" dedi, sonunda kendilerini diriltti"
(Bakara, 243) ifadesidir. Binâenaleyh, bütün bunlar, hayat hakkında dört
derecedir. İkisi dünyada, biri kabirde, dördüncüsü de Kıyametteki hayattır.
Üçüncü Mesele
Ayetteki kelimeleri, mahzûf olan mefûl-i mutlakın sıfatı olup, kelamın takdiri,
"Bizi iki kez öldürmekle öldürdün..." şeklindedir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu kimselerin,
"işte günahlarımızı bilip itiraf ettik.." dediklerini nakletmiştir. Buna göre
şayet, ifadesindeki fâ, bu iki kez öldürmenin ve diriltmenin, bu itirafın sebebi
olduğunu, dolayısıyla da onların, işte bu sebebi beyan etmiş olmalarını iktizâ
eder" denilirse biz deriz ki, o kâfirler, Öldükten sonra dirilmeyi kabul
etmiyorlardı. Binâenaleyh onlar, öldürüldükten sonra dirilmenin de iki kez
olduğunu görüp müşahede edince, artık onlar için, öldükten sonra dirilmeyi ikrar
etme hususunda herhangi bir özürleri (bahaneleri)
kalmamıştır. İşte bu sebeple de hiç şüphesiz, bu kabul ediş, o diriltme ve o
öldürmenin neticesi gibi kabul edilmiştir.
Çıkma Ümitlerinin Kalmaması
Daha sonra onlar, "Buradan çıkmaya bir yol var mı?" demişlerdir ki bu, "Hızlı ya
da yavaş olsun, herhangi bir çıkma türüne bir yol ve imkân var mıdır, yoksa,
ümitsizlik mi vardır? Dolayısıyla da, herhangi bir çıkış ve ona götüren herhangi
bir yol söz konusu değil midir?" demek olup, bu, ümitsizliğe düşmüş ve ümidini
kesmiş olan kimseler tarafından söylenecek olan bir sözdür.
Bil
ki, bunun açık cevabı, "hayır" veya "evet" denilmesiydi. Ancak ne var ki,
Cenâb-ı Hak bunu yapmadı da, tam aksine,
onların çıkmalarının imkânsız olduğuna delâlet eden bir söz getirerek, "Bunun
sebebi şudur: Allah'a tek olarak dua edildiği zaman siz inkâr ettiniz. Ona
şirkkoşulduğunda ise kabul ediyordunuz.." buyurmuştur ki bu, "Size diyorum;
içine düştüğünüz bu şey, yani, asla bir çıkış yolu bulamamanız, ancak, Allah'ın
birliğini kabul etmeyip, O'na koşulan ortakları tasdik etmeniz sebebiyledir.
Binâenaleyh, "Artık hüküm ... Allah'ındır." Çünkü O, size, ebedî olan o azapla
hükmetmiştir" demektir.
Ayetteki "yüce ve büyük.." ifadesi, Allah'ın kibriya ve azameti ile, ikâbının,
ancak bu şekilde olduğuna; delâlet eder. Müsebbibe, ayetteki ism-i şerifi ile,
Allah'ın cihet itibariyle en yüksekte olduğuna; ism-i şerifi ile de, zatının ve
cüssesinin büyük olduğuna istidlal etmiştir ki, bütün bunlar, batıldır. Çünkü
biz, cisim oluş ve mekânda olmanın, Allah hakkında düşünülmesinin imkânsız
olduğunu delillendirmiştik. Binâenaleyh, vasıfları sebebiyle
Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve ulûhiyyeti
açısından yüceliği ve büyüklüğünün kastedilmiş olması gerekir.
Allah'a Yönelen Muhlisler
13
Âyetin tefsiri için bak:14
14
"O, ayetlerini size göstermekte,
sizin için gökten rızık İndirmekte olandır.
(Şirkten tevbe ile imana)
dönecek olan kimseden başkası, ibret alamaz. Haydi,
(ey mü'minler)
kâfirlerin hoşuna gitmese de, Allah'a, O'nun dininde ihlâs erbabı olarak ibâdet
edin.."
Bil
ki Allahü teâlâ, müşrikler hakkında,
böylesi ağır bir tehdidi gerektiren şeylerden bahsedince, bu yontulmuş taşların
ve şekil verilmiş kütüklerin, mabûd olma konusunda da, Allah'ın şerikleri kabul
edilmelerinin caiz olmayacağına bir delil olsun diye, bunun peşinden kudret ve
hikmetin mükemmelliğine delâlet eden şeyi de getirerek "O, ayetlerini size
göstermekte.." buyurmuştur. Bil ki,,en mühim olan şey, dinlerin ve bedenlerin
faydasına olan şeyi görüp gözetmektir. Binâenaleyh,
Cenab-ı Hak, kulların dinlerinin faydasına olan şeyi, beyyinelerini
ve ayetlerini açıklamak suretiyle; bedenlerinin faydasına olan şeyi de,
rızıklarını gökten indirmek suretiyle görüp gözetmiştir. Dinlere göre, ayet ve
delillerin konumu; bedenlere göre rızıkların konumu gibidir. O halde ayetler
dinlerin hayatiyyeti; rızıklar da, bedenlerin hayatiyyeti için vazgeçilmezdir.
Bu iki şey tahakkuk ettiği an, nimet verme işi, en mükemmel ve tam bir biçimde
tahakkuk etmiş olur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Şirkten
tevbe ile imana) dönecek olan kimseden başkası, ibret alamaz.."
buyurmuştur. Bu, "Allah'ın birliğinin delillerine vakıf olmak, adeta, akılda
kesinleşmiş ve yerleşmiş bir hakikattir. Ama ne var ki, şirki benimsemek ve
Allah'tan başkasına ibâdet etmekle meşgul olmak da, o nurların tecellî etmesine
bir engel gibidirler. Kul, bunlardan yüz çevirip, kendini tamamiyle Allah'a
verdiğinde, perdeler ve örtüler kalkar, böylece de, tam bir kurtuluş elde
edilmiş olur" manasındadır.
Cenâb-ı Hak
işte bu hususu anlatınca, esas olant, yani Allah'dan başkasından yüz çevirip
büsbütün Allah'a yönelmeyi beyan buyurmak üzere "Kâfirlerin hoşuna gitmese de,
Allah'a, şirkten ve O'ndan başkasına iltifat etmekten arınmış, O'nun dininde
ihlâs erbabı olarak ibadet edin.." buyurmuştur. İbn Kesir, ayetteki
(......) kelimesini şeddesiz olarak yunzilu
okurken, diğer kıraat imamları şeddeli olarak yunezzilu şeklinde okumuşlardır.
Haksızlık Olmayan Gün
15
Âyetin tefsiri için bak:17
16
Âyetin tefsiri için bak:17
|