Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

467

 

040 - MÜ'MİN (GÂFİR) SÛRESİ

 

CÜZ :

24

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

8

Âyetin tefsiri için bak:9

9

"Arş'ı yüklenen, bir de onun etrafında bulunan (melekler), Rablerini hamd ile tesbih ederler. Ona iman ederler. Mü'minlerin de, bağışlanmasını (şöylece) isterler: "Ey Rabbimiz, senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe edenleri, senin yoluna uyup gidenleri bağışla. Onları, cehennem azabından koru. Ey Rabbimiz, onları da, onların atalarından, zevcelerinden ve nesillerinden salih olanları da, -kendilerine vaadettiğin- Adn cennetlerine sok. Yegâne galip, hüküm ve hikmet sahibi olan, şüphesiz ki sensin sen.. Bir de onları, (bu dünyada) her türlü fenalıktan koru; sen o gün, kimi kötülüklerden korursan, muhakkak ki onu, (rahmetin)e mazhar kılmışsındır. Bu en büyük kurtuluş ve saadetin ta kendisidir"

Bil ki Allahü teâlâ, kâfirlerin, mü'minlere karşı olan düşmanlarını ortaya koymada aşın gittiklerini beyan buyurunca, yaratıklarının teşkil ettiği tabakaların en şereflisi olan Arş'ın taşıyıcısı ve onun etrafında dönüp dolaşan o meleklerin de, mü'minlere karşı sevgi, teyit ve muhabbetlerini izhârda ileri gittiklerini beyân buyurmuş, bu sebeple Cenâb-ı Hak adeta, "Eğer bu reziller, düşmanlıkta ileri gidiyorlarsa, onlara aldırma, yüzünü dönüp bakma ve onlara değer verme. Çünkü, Arş'ın taşıyıcısı olan melekler seninledir; Arş'ın etrafında dönüp dolaşan melekler, seninledir. Onlar, sana yardım ederler" demek istemiştir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hak şu iki grup melekten, onların böyle dediklerini nakletmiştir:

Arş'ı Taşıyan Melekler

Birinci Kısım: Arş'ın taşıyıcısı olan melekler... Cenâb-ı Hak, Kıyamette, Arş'ı taşıyanların sekiz melek olduğunu bildirmiştir. Binâenaleyh, "Şu anda Arş'ı taşıyan melekler, Kıyamet gününde onu taşıyacak olan meleklerdir" denilmesi mümkündür. Arş'ın taşıyanların meleklerin en kıymetlileri ve en büyüklerinden olduklarında ise şüphe yoktur. Keşşaf sahibi şunu rivayet etmiştir: "Arş'ı taşıyan o meleklerin ayakları, yedi kat yerin altında olup, başları da, Arş'ın üzerindedir. Bunlar, gözkapaklarını hiç kaldırmaksızın, huşu ve huzû içindedirler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de"Rabbinizin azameti hususunda, düşünmeyin! Fakat siz, Rabbinizin yarattığı melekler hakkında düşünün. Çünkü, meleklerden, kendisine İsrafil ismi verilen bir yaratık vardır ki, Arş'ın köşelerinden birisi onun omuzları üzerinde olup, onun iki ayağı yedi kat yerin altında, başı da yedi kat gökleri delip geçmiştir. Ama buna rağmen o, Allah'ın azameti karşısında, adetâ küçük bir kuş olacak denli küçülür... Müsned, 2/353. 363. camiüs-Sağir. 1/132. buyurduğu rivayet edilmiştir. (......) kelimesinin, küçük kuş anlamına geldiği söylenmiştir. Rivayet olunduğuna göre Allahü teâlâ, bütün meleklere, onların diğer meleklerden üstün olduğunu belirtmek için, Arş'ı taşıyan meleklere, sabah akşam bol bol selâm vermelerini emretmiştir. Yine, Allah'ın, Arş'ı, yeşil bir cevherden yarattığı; onun iki sütunu arasının, hızlı uçan kuşlara nisbetle seksen bin yıllık bir mesafe olduğu da söylenmiştir. Yine, Arş'ın etrafında, Cenâb-ı Hakk'a tehlil ve tekbirde bulunarak (Lâ İlahe illallah; Allahu Ekber diyerek) tavaf eden yetmişbin saf meleğin; bunların arkasında da, ayakta oldukları halde, ellerini öncekilerin omuzlarına koymuş olan tehlîl ve tekbir getirerek seslerini yükselten ve nihayet bunların arkasında da, sağ ellerini sol elleri üzerine koymuş, yüzbin saf meleğin bulunduğu; onlardan herbirinin de, diğerinin yaptığı tesbihten başka bir tesbihle tesbihatta bulunduğu ileri sürülmüştür. Bu haberleri Keşşaftan naklettim.

İkinci Kısım: Cenâb-ı Hakk'ın bu ayette zikrettiği meleklerin İkinci kısmı ise, Cenâb-ı Hakk'ın "bir de onun etrafında bulunanlar" ayetinin ifade ettiği husutur. Oldukça açık ve zahir olan şudur ki, bunlardan murad edilen, Cenâb-ı Hakk'ın, "Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile tesbih ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır" (Zümer, 75) ayetinde zikrettiğidir. Ben derim ki: Akıl, Arş'ı taşıyan melekler ile, Arş'ın etrafını kuşatmış olan meleklerin, meleklerin en üstünü olduklarına delâlet eder. Bu böyledir, çünkü, ruhların ruhlara nisbeti, bedenlerin bedenlere nisbeti gibidir. Arş, maddî-cismanî varlıkların en kıymetlisi ve üstünü olunca, Arş'ın tedbir ve idaresiyle ilgilenen ruhların da, bedenleri yöneten ruhlardan daha faziletli ve üstün olması gerekir. Yine burada, Arş'ın cismini taşıyan başka ruhlar da var gibidir. Sonra ise, Arş'ın cismini istilâ etmiş olan bu kahir ve ezici ruhlardan, aynı cinsten olmak üzere, başka ruhlar meydana gelir. Bunlar da, Arş'ın etraf ve kenarlarına tutunmuşlardır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Melekleri görürsün ki, ... Arş'ın etrafını kuşatmışlardır" (zümer, 75) hitabıyla da bunlara işaret edilmektedir. Kısaca, gerek yakînî delillerle, gerekse gerçek ve sadık mükaşefe yoluyla şu hakikat açık ve aşikâr olmuştur: Bedenler alemi, ruhlar alemine nisbet edilemez. Binâenaleyh, müşahede ettiğin herşey, bedenler aleminin, farklı farklı mertebelerinde olarak, şu maddî görme gözüyledir. O halde Senin bunu, ruhlar aleminin farklı farklı mertebelerinde olarak, basîret gözüyle müşahede etmen gerekir.

Allah'ın Arş'ta Oturmadığının Delilleri

Bu ayet-i kerime, Cenâb-ı Hakk'ın, Arş'da bulunmaktan münezzeh olduğuna delâlet etmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, bu ayette, "Arşı yüklenenler..." buyurmuş, bir başka ayette ise, "O gün Rabbinin Arş'ını, üstlerinde bulunan sekiz (melek) yüklenir.."(Hakka, 17) buyurmuştur. Arş'ı yüklenenin, Arş'da bulunan her şeyi de yüklenmiş olduğunda şüphe yoktur. Şayet âlemin ilâhı Allah Arş'da bulunmuş olsaydı, bu melekler, Âlemin İlahının da taşımış olurlardı.. O zaman da onlar, Âlemin llâhı'nın bekçi ve koruyucuları olmuş olurlar.. Muktedir koruyucu, ilâh olmaya; korunan ve taşınan ise, kullukta bulunmaya daha uygundur. O vakit de, İlâh, bir kul haline; kul da, bir İlâh haline dönüşmüş olur. Bu ise, fasit ve yanlıştır. Binâenaleyh bu durum, Arş'ın ve cisimlerinin ilâhının, hem Arş'dan hem de esimlerden münezzeh ve yüce olduğuna delâlet etmiş olur.

Bilesin Ki Allahü teâlâ, Arş'ı taşıyan melekler ise Arş'ı kuşatmış olan meleklerden şu üç şeyi nakletmiştir:

Birinci nev: Cenâb-ı Hakk'ın "Rabbini hamd ile tesbih ederler" ayetinin ifade ettiği husus... Bunun bir benzeri de, O'nun, meleklerden naklen buyurduğu, "Biz seni hamdinle tesbih ... edip dururken" (Bakara, 30) ayeti ile, O'nun, "Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile tesbih ederek Arş'ın etrafım kuşatmışlardır" (zümer, 75) ayetidir. O halde tesbih, Allahü teâlâ'yı, O'na uygun olmayan şeylerden tenzih etmek; tahmîd ise, O'nun, mutlak mun'im, nimetler ihsan eden olduğunu kabul etmektir. O halde tesbih, celâl sıfatına; tahmid ise, ikram vasfına işaret eder. O'nun, "Rabbini hamd ile tesbih ederler" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Azamet, saltanat ve ikram sahibi Rabbinin ismi ne yücedir" (Rahman. 78) ayetinin manasına yakındır.

İmanın ihtiva Ettiği Nükte

(......) ikinci nev: "O'na iman ederler" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu na göre eğer, "O'na İman ederler" ifadesinde ne fayda vardır ki?! Çünkü, tesbih ve tahmîdle meşgul olmak ancak, daha önce Allah'a iman etmekle mümkündür" denilirse, biz deriz ki: Bundaki fayda, Keşşaf sahibinin zikredip ve cidden güzel ifade ettiği şu husustur: "Bundan maksat, şayet Allahü teâlâ Arş'da bulunsaydı, Arş'ı taşıyan melekler ile, Arş'ın etrafını kuşatmış olan meleklerin O'nu müşahede edip göreceklerine; o meleklerin Allah'ın varlığına iman etmelerinin ise, medh ve övgüyü gerektirdiğine; çünkü, karşımızda bulunan ve müşahede olunan bir şeyin varlığını kabul etmenin övülme ve medholunmayı gerektirmediğine..." dikkat çekmek içindir. Baksana, güneşin varlığı ile, onun aydınlatıcı olduğunu kabul ve ikrar etmek, medholunma ve övülmeyi gerektirmez. İşte, Allahü teâlâ, sena ve övgü üslubuyla onların Allah'a iman etmiş olduklarını zikredince, onların Allah'a, O'nu orada hazır ve oturur bir vaziyette görmeksizin iman etmiş oldukları anlaşılmış olur." Allah Keşşaf sahibine rahmet etsin; onun kitabında şayet sadece bir nükte bulunmuş olsaydı bile, şeref ve iftihar vesilesi olarak ona yeterdi.

Hakkı Tazim Halka Şefkat

Üçüncü Nev: Cenâb-ı Hakk'ın, "Mü'minlerin de bağışlanmasını isterler" ayetinin ifade ettiği husus... Şunu bil ki, saadetin kemâle ermesi, şu iki şeye bağlıdır: Allah'ın emrine saygı, mahlûklarına da şefkat.. O halde, Allah'ın emrine saygı göstermesi, O'nun mahtûkatına şefkatten önce gelmesi gerekir. Buna göre, "Rabbini hamd ile tesbih ederler. O'na iman ederler" ayetleri, Allah'ın emrine saygı göstermeyi ihsas ederlerken, "Mü'minlerin de, bağışlanmasını isterler" ayeti de, Allah'ın mahlûkatına şefkat gösterme manasını ihsas ve iş'âr eder. Sonra, ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Melek - Beşer Üstünlüğü

Pekçok alim bu ayetle, meleğin beşerden üstün olduğuna istidlalde bulunmuş ve şöyle demişlerdir: Çünkü bu ayet, melekler, Allah'ı medh ve takdis ile zikretmeyi bitirdiğinde, onların başkaları, -yani mü'minler- için mağfiret ve bağ talebinde bulunmakla meşgul olduklarına delâlet eder. Bu da onların, kendileri için mağfiret talebinde bulunmaktan müstağni olduğunu gösterir. Çünkü, şayet onlar kendileri için mağfiret talebinde bulunmaya muhtaç olsa idiler, başkaları için mağfiret talebinden önce, kendileri için mağfiret talebinde bulunurlardı. Bunun delili, "İşe, önce kendinden başla..." şeklindeki hadisidir. Yine Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Allah'dan başka hiçbir tanrı yoktur" hakikatini bil, hem kendinin, hem erkek mü'minlerle kadın mü'minlerin günahının bağışlanmasını iste.. (Muhammed, 19) buyurmuş, böylece, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, ilk önce kendisi için mağfiret talebinde bulunmasını, daha sonra da başkaları için mağfiret talebinde bulunmasını istemiştir.

Yine Cenab-ı Hak, Nûh (aleyhisselâm)'ın "Ya Rabbi, beni, anamı, babamı, iman etmiş olarak evime giren kimseleri, erkek mü'minleri ve kadın mü'minleri sen bağışla.." (Nûh. 28) dediğini nakletmiştir ki, bu da, mağfiret talebinde bulunmaya ihtiyaç duyan herkesin, kendisi için af talebinde bulunmayı, başkaları için mağfiret talebinde bulunmadan önce getireceğine delâlet eder. Dolayısıyla melekler şayet af dilemeye muhtaç olsalardı, onların, kendileri için mağfiret talebinde bulunmakla meşgul olmaları, başkaları için af dilemeyle meşgul olmalarından önce gelirdi. Cenâb-ı Hak, meleklerin kendileri için mağfiret talebinde bulunduklarından bahsetmeyince, biz bunun ancak, o meleklerin af dilemeye ihtiyaçları bulunmadığı için olduğunu anlamış oluruz. Peygamberler (aleyhisselâm)'e gelince, onlar, mağfiret talep etmeye muhtaçtırlar. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Hem kendin hem de mü'minler için af dile" (Muhammed. 19) buyurmuş olmasıdır. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, meleğin, beşerden daha üstün olduğu ortaya çıkmış olur. Allah en iyisini bilendir.

Şefaat Hakkında

Ka'bî, şefaatin tesirinin, günahkâr kimsenin günahını düşürme hususunda değil de, mü'minlerin mükâfaatının artması hususunda olacağına dair bu ayetle istidlal ederek, şöyle der: "Çünkü melekler, "O halde tevbe edenleri, senin yoluna uyup gidenleri bağışla.." demişlerdir. Halbuki bundan maksad, "Onlar, fıskta ister ısrar etsinler isterse ısrar etmesinler, küfürden tevbe edenleri bağışla.." manası değildir. Çünkü, durumu böyle olan kimse, "Rabbinin yoluna uymuş olan.." diye nitelenemez.. Bu hususta da, böyle bir ifade kullanılmaz. Bir de, melekler, "Ey Rabbimiz, onları ... kendilerine vaadettiğin Adn cennetlerine sok.." demişlerdir ki, bu, fısk içinde bulunan kimseler hakkında söylenmez. Çünkü, muarızlarımız (ehl-i sünnet), Allahü teâlâ'nın, fasık kimselere de cenneti vaadettiği hususunda kesin konuşmamış, bunun olabileceğini belirtmişlerdir. Böylece, meleklerin şefaatinin, ancak taat edenleri içine aldığı sabit olmuş olur.. Böylece de, bu ikisi arasında bir farkın bulunduğunu söyleyenlerin olmaması zaruretinden dolayı, peygamberlerin şefaatinin de böyle olması gerekir."

Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Bu ayet, meleklerin, günahkâr kimselere şefaat edebileceklerine delâlet etmektedir. Böylece biz, önce bu hususu açıklayacağız, sonra da, Ka'bî'nin ileri sürdüğü şeyi cevaplayacağız.

Bu ayetin, bizim söylediğimiz manaya delâlet ettiğinin izahı, şu bakımlardan yapılabilir:

a) Ayetteki, "Mü'minlerin de, bağışlanmasını isterler" cümlesi, istiğfar, af dilemek, talep etmek demektir. Af ise, ancak cezanın düşürülmesi hakkında söz konusu olur. Ama, ilâve bir menfaatin talep edilmesine ise, istiğfar ismi verilmez.

b) Cenâb-ı Hakk'ın, yine bu ifadesidir. Zira bu âyet, o meleklerin, iman etmiş herkes için mağfiret talebinde bulunduklarını gösterir. Binâenaleyh biz, büyük günah sahibinin mü'min olduğunu delillerle isbat ettiğimize göre, bu kimsenin, şefaatin kapsamına girmesi gerekir...

c) Ayetteki, "O halde tevbe edenleri, ... bağışla" cümlesidir. Bu ifade, tevbe edenler için, mağfiret talebinde bulunmayı anlatan bir sözdür. Binâenaleyh, bu ifade ile, tevbe ettikten sonra, büyük günah sahibinin cezasının düşürülmesinin kastedilmiş olması caiz değildir. Çünkü bu, hasmımıza (Mu'tezile'ye) göre, Allah'a zaten vaciptir. Yapılması vacip olan şeyin ise, dua ile talep edilmesi kabîh olur.

Yine bu ifade ile, küçük günahların cezasının düşürülmesinin kastedilmiş olması da caiz değildir. Çünkü bu da, (Mu'tezile'ye göre), Allah'a vaciptir. Binâenaleyh, bunun da duâ ile istenmesi makul ve yerinde olmaz. Bununla, hak edilen mükâfaatm üzerine ilâve bir mükâfaatm verilmesini istemenin kasdedilmesi de caiz değildir. Çünkü buna, "mağfiret" ismi verilmez.. Böylece, "O halde tevbe edenler!... bağışla" ifadesinin ancak, kişinin tevbe etmeden önce, büyük günahının cezasının düşürülmesi manasına hamledilebileceği sabit olmuş olur. Arada bir farkın bulunmadığı hususunda bir icmâ bulunduğu için, bu, melekler hakkında söz konusu olunca, peygamberler hakkında da söz konusu olur...

Ka'bî'nin bu konudaki istidlaline, yani o meleklerin tevbe edenler için mağfiret talebinde bulunduklarını söylemesine gelince biz diyoruz ki: Bununla, küfürden tevbe edenlerin ve böylece de iman yoluna tâbi olanların kastedilmiş olması gerekir. Ka'bî'nin, "Fıskta ısrarlı olan ve küfürden dönen kimseler, "Tevbe edici ve Allah yoluna uymuş olan diye nitelendirilmez" şeklindeki sözüne gelince, biz diyoruz ki, biz senin bu sözünü kabul edemeyiz, tam aksine, "O, küfürden tevbe etti, din ve şeriat hususunda Allah'ın yoluna tâbi oldu" denilir.. Onun, küfürden tevbe ettiği, "tâib olduğu" sabit olduğuna göre, (mutlak surette), tâib olduğu sabit olur. Baksana, bir kimsenin, "döven" veya "gülen" diye vasfedilebilmesinde, o kimseden tek bir defa, dövmenin ya da gülmenin sudur etmesi yeterlidir. Ve bu iş, o kimseden, bütün dövmek veya gülmek çeşitlerinin sâdır olmasını gerektirmez. İşte burada da böyledir.

Meleklerin İnsanlardan Özür Dilemesi

Ehl-i tahkîk şöyle der: İnsanlar için meleklerden sâdır olan bu şefaat, o meleklerden daha önce sâdır olmuş olan o zelleden bir af dilemenin yerine geçer. Bu böyledir, çünkü onlar, insanın yaratılmak istediği o ilk anda, "... orada bozgunculuk edecek, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?" (Bakara. 30) demişlerdi. Binâenaleyh, işte onlardan, başlangıçta böyle bir söz sudur edince, bu sözlerini, neticede, "o halde tevbe edenleri, senin yoluna uyup gidenleri bağışla.." diyerek telafi etmişlerdir. Ki bu adeta, kazara, bir başkasına eziyyette bulunan bir kimseye yakışanın, verdiği bu sıkıntıyı, ona herhangi bir hususta iyilik yapmak suretiyle onarıp sarması ve telafi etmesi olduğuna, adeta dikkat çeker gibidir.

Rahmet Ve İlmin İhatası

Bil ki Cenâb-ı Hak o meleklerin tevbe edenlere mağfiret talebinde bulunduklarını nakledince, bu af dilemenin keyfiyetini de beyan ederek, o meleklerin, "Ey Rabbimiz, senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır" dediklerini nakletmiştir ki bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Rab İsmi ile Dua

Genelde duâ, Rabbena lafzıyla yapılmaktadır. Bunun delili şudur: Bu ayetin de gösterdiği gibi, melekler duâ ederken, Rabbena demişlerdir. Adem (aleyhisselâm), "Ey Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik., "(A'raf, 23); Nûh (aleyhisselâm), "Ya Rabbî, ben bilgimin olmadığı şeyi senden istemekten sana sığınırım.."(Hûd,47); "Ya Rabbî, ben kavmimi gece gündüz, hakka davet ettim" (Nûh, 5) ve "Ya Rabbî, beni, anamı babamı... bağışla"(nûh, 28); İbrahim (aleyhisselâm), "Ey Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster.." (Bakara, 260); "Ya Rabbî, hesabın görüleceği gün beni, ana ve babamı ve bütün iman edenleri bağışla.." (İbrahim, 41) ve "Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslimiyette sabit kıl.. "(Bakara, 128); Yusuf (aleyhisselâm), "Ya Rab, sen bana mülk verdin.." (Yusuf, 101); Musa (aleyhisselâm), "Rabbim, bana göster, (ne olur) seni göreyim.."(Araf, 143) ve "tokatlama hadisesi"yle ilgili olarak, "Rabbim, ben cidden kendime yazık ettim. Artık beni bağışla." Bunun üzerine, (Allah) onu bağışladı. Çünkü O, çok affedici, çok merhametli olanın ta kendisidir. Rabbim, bana in'âm ettiğin şeyler hakkı için, artık suçlulara asla arka olmayacağım"(Kasas, 16-17) demişlerdir.

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm)'un, "Rabbine istiğfar edip, rukûya kapandığım" (Sa'd, 24); Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın, "Ya Rabbî bana mülk ver" (Sad, 35) dediğini; Hazret-i Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'nın, "Rabbisine gizlice tazarrûda bulunduğunu" (Meryem, 3); Hazret-i Isâ (aleyhisselâm)'nın "Ey Rabbimiz, üzerimize gökten bir sofra indir" (Maide, 114) diye duâ ettiğini; Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de "Rabbim, şeytanların dürtüştürmelerinden sana sığınırım" (Mü'minun, 97) demekle emrolunduğunu ve mü'minlerin, "Ey Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın..." (Âl-i İmran, 191-194) diyerek, beş kere "Ey Rabbimiz" dediklerini, yine mü'minlerin, "Ey Rabbimiz, gufranını (dileriz). Dönüşümüz sanadır" (Bakara. 283) deyip, peşisıra gelen ayette de, "Ya Rabbi" nidasını tekrar ettiklerini nakletmiştir. Böylece, anlattıklarımızla, duaların en hoş olanının, kulun Rabbisine, "Ya Rabbi diye nida etmesi olduğu anlaşılır.

Duada Neden Rab İsmi Zikredilir?

Bu hususta şöyle bir problem var: "Allah" ismi, Rab isminden daha önemli ve manalıdır. Öyle ise niçin, duâ ederken özellikle "Rab" ismi kutlanılmıştır?

Cevap: Kul, sanki bu isimle dua ederek, şöyle demek istemiştir: "Ben, sırf bir yokluk ve hiçlik içinde idim. Sen beni varlık âlemine çıkarıp, terbiye ettin, büyüttün. Binâenaleyh beni, bir göz açıp kapama süresi kadar (bir an) bile, ihsan, lütuf ve terbiyenden boş bırakmaman için, beni terbiye edişini (Rabbim olup, beni yokluktan varlığa çıkarışını) sana şefaatci-aracı kılıyorum."

Dua Âdabı

Duada sünnet olan, kişinin duaya önce Allah'ı överek başlamaktır. Bunun peşisıra da dua etmektir (yani isteği bildirmektir). Bunun böyle olmasının delili bu ayettir. Çünkü melekler, duaya ve mü'minler için mağfiret talebinde bulunmaya yönelince, işe Allah'ı övmekle başlamışlar ve "Ey Rabbimiz senin rahmetin ve ilmin herşeyi kuşatmıştır" demişlerdir. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) de dua etmek istediğinde işe önce, Allah'a medh-u sena ile başlayıp, "Beni yaratıp, bana hidayet eden, beni yedirip içiren; hastalandığımda bana şifa veren, beni öldürüp dirilten, din gününde hatalarımı bağışlamasını umduğum (zat O'dur) "(Şuara, 78-82) demiştir. Bütün bunlar, Allah'a birer övgüdür. Bunun peşisıra duasında bulunarak, "Ya Rabbı, bana bir hüküm (ve hikmet) bağışla, beni sâlih kullarına kat" (Şuara, 83) demiştir. Bil ki akıl da bu sıranın gözetilmesi gerektiğine delalet eder. Çünkü Allah'ı övüp, O'na saygı göstermek ruh cevheri için, tıpkı bakır için en tesirli olan Iksir-i azam gibidir. Bir damla iksir bakır âlemine düştüğünde, hepsinin altına dönüşmesi gibi, Allah'ın celâlinin bilgisi iksirinden bir damla (bir zerre), insanın ruhuna düştüğünde, o bakırın kızıllığında, kutsiyyetin saflığına, temizlik âleminin bekasına geçmiş olur. Böylece insanın ruh cevherinde, marifetullah nurunun ışıldamasıyla bu ruh, daha seçkin hale gelip, daha aydın olur. Ruh ne zaman böyle olsa, kuvveti ilerler, tesiri artar. Böylece de dua ile istenen şeyin meydana gelişi, o nisbette kuvvet kazanır ve mükemmel olarak meydana gelir. Cenâb-ı Hakk'ı, duanın başlangıcında medh-ü sena etmenin sebebi işte budur.

Bu Duada Allah'ın Vasıflan

Bil ki melekler, Allahü teâlâ'yı burada şu üç sıfatla nitele- mislerdir:

1) Rubûbiyyet,

2) Rahmet,

3) İlim... Rubûbiyyet, O'nun yoktan varetmesine ve yaratmasına bir işarettir. Burada şöyle bir başka incelik var: Meleklerin, "Ey Rabbimiz (Rabbena)" demeleri, O'nun terbiye edişine bir işarettir. Terbiye ise, birşeyi en mükemmel hal ve en güzel bir sıfat üzere getirip bırakmak demektir. Bu da mümkinât (varlıklar) âleminin, yoktan varedilirken, Hak teâlâ'nın varetmesine ve yaratmasına muhtaç olduğu gibi, bu mümkinat âleminin, devam etmesi için de, yine Allah'ın onu devam ettirmesine muhtaç olduğuna delâlet eder. Rahmet sıfatı da, Allah'ın rahmet ve İhsanı ve hayır tarafının, zarar (gazab) tarafına baskın çıktığına ve Allah'ın mahlûkatı, zarar vermek ve onların kötü olmaları için değil, onlara merhamet etmek ve hayırlı olmaları için yarattığına bir işarettir.

Rahmete Mazhar Olmayanlar Yok mu?

Eğer, "Ayetteki, "Ey Rabbimiz, senin rahmetin ve ilmin herşeyi kuşatmıştır" ifadesi ile ilgili şöyle bir soru sorulabilir: Allah'ın ilmi herşeyi kuşatmıştır. Rahmet-i ilâhiyye ise, herşeye ulaşmamıştır. Çünkü zarara uğramış kimseler ve şeyler, zarara düştüklerinde bu zarar onlar için bir rahmet olmaz. Bu soru "Rahmetim herşeyi kuşatmıştır" (Araf, 156) ayeti için de geçerlidir?.." denilirse, biz deriz ki: Her varlık, Allah'ın rahmetinden hissesini almış, ona nail olmuştur. Çünkü varlık, ya vâcibü'l-vücûddur (zorunlu varlık), ya mümkinü'l-vücûd (varlığı zorunlu olmayan)dır. Vâcibü'l-vücûd olan, sadece Allahü teâlâ'dır. Mümkinu'l-vücûd varlıkların varlığı ise, Allahü teâlâ'dandır ve Allah'ın var etmesiyledir ki işte bu varetme bir rahmettir. Böylece Allah'ın dışındaki her varlığın, Allah'ın rahmetinden bir hisse ve nasip aldığı sabit olur. Bundan dolayı melekler, böyle duâ etmişlerdir.

Ayette şöyle bir incelik daha vardır: Melekler rahmet sıfatını, ilim sıfatından önce getirerek, böyle demişlerdir. Çünkü onların maksatları ilâhî rahmetin herkese gitmesini istemek ve insanların günahlarını silmesini Allah'tan dilemektir. O halde zatı gereği matlub olan rahmettir, ikinci derecede matlub olan da, Cenâb-ı Hakk'ın insanlarla ilgili olarak bildiklerini bağışlamasıdır. Esas matlub olan, ikinci derecede matlub olandan önce gelir. Baksana, sıhhatin devamını sağlamak, esas olarak matlub olup hastalığı gidermek ikinci dereceyi işgal ettiği için, ilim adamları "tıb"bı tarif ederken, "sıhhatin korunmasının, hastalıkların tedavisinden önce geldiğini ifade ederek, "Tıbb, mevcut sıhhati korumak ve kaybolan sıhhati tekrar sağlamak için, insan bedeninin hallerine hangi şeylerin uygun, hangi şeylerin sıhhata zararlı olduğu, kendisi sayesinde bilinen bir ilimdir" demişlerdir. İşte meleklerin bu duasında da öncelikle matlub olan rahmettir. Allahü teâlâ'nın, işledikleri çeşitli günahlardan bildiklerini affetmesi ise, mükemmel manada rahmetin tahakkuku, ancak Allah'ın günahları bağışlam asıyla olacağı için, ikinci derecede matlubtur. İşte bu sebepten ötürü, rahmet-i ilâhiyyeye, ilminden önce yer verilmiştir.

Hayır ve Şerrin Mahiyeti

Bu ayet, yaratma ve varetme ile ilgili birinci kıssadan maksadın, ancak merhamet, lütuf, kerem ve cûd olduğuna delâlet etmektedir. Yakînî deliller de, hayır ve şer saadet ve şakavet gibi, varlık âlemine giren herşeyin Allah'ın takdiri ve kazası ile olduğuna delâlet etmektedir. Bu iki temel unsurun arasını birleştirmek, son derece güçtür. İşte bu noktada ehl-i hikmet şöyle demişlerdir: Hayır, Allah'ın rızası olarak irade ettiği şey, şer ise, razı olmayarak irade ettiği şeydir. Hayır, zatı gereği (hayır olduğu için) yaratılmıştır. Şer ise, arızî sebeplerden ötürü yaratılmıştır" demişlerdir. Burada büyük derinlik vardır.

Allah Bütün Malumatı Bilir

Ayetteki, "Rahmetin ve ilmin herşeyi kuşatmıştır" ifadesi, Hak teâlâ'nın sınırsız külliyât ve cüziyyata dair, her türlü malumatı bildiğine delâlet eder. Hem eğer O böyle olmasaydı, O'na yalvarıp yakarmanın faydası olmazdı.

Çünkü bazı şeylerin O'nun ilmi dışında kaldığını farzedersek, o zaman, dua eden kimse, Allahü teâlâ'nın, kendisine duasından haberdar olduğunu bilemez. Bu durumda da yaptığı duanın bir manası kalmaz.

Bil ki Allahü teâlâ, meleklerin Allah'a nasıl medh-ü senada bulunduklarını nakledince, bunun peşisıra nasıl duâ ettiklerini de nakletmiş ve şöyle dediklerini nakletmiştir. "O halde tevbe edenleri, senin yoluna uyup gidenleri bağışla. Onları cehennem azabından koru". Bil ki melekler bu duaları ile, Allah'dan, mü'minler için çok şey istemiş olmaktadırlar. Birinci istekleri, ilahî mağfiret olup, bunun izahı, ayetin tefsirinde yukanda geçti. Eğer, "Gufran (af), azabı düşürmek (silmek)tir. Buna göre, meleklerin "Onlan bağışla" demeleri ile, "Onları cehennem azabından koru" demeleri arasında bir mana farkı yoktur?" denilirse, biz deriz ki: Mağfiret kelimesinin, Cehennem azabının affedilmesi manasına delâleti, rumuz ve işaret yoluyla (dolaylı olarak) anlaşılan bir şeydir. Binâenaleyh melekler mağfiret duasını böyle dolaylı olarak yapınca, bunu iyice te'kid etmek için, peşisıra, bu isteklerini açıkça da belirtmişlerdir.

Affın Ardından İhsan

Bil ki melekler, Allah'dan, mü'minlerin azabını affetmesini talebedince, bunun peşinden, onlara mükâfaat vermesini de niyaz etmek üzere "Ey Rabbimiz, onları, kendilerine va'dettiğin Adn cennetlerine sok" demişlerdir. Eğer, "Siz (ehl-i sünnet), şefaatin günahkârlar için olacağını iddia ediyorsunuz. Bu ayet ise, görüşünüzün yanlışlığını ortaya koymaktadır. Çünkü Allahü teâlâ günahkârları Adn cennetlerine sokacağı vaadinde bulunmamıştır?" denilirse, biz deriz ki: Biz, Cenâb-ı Hakk'ın günahkârlara bu vaad de bulunmadığı görüşünü kabul etmiyoruz. Çünkü Kur'ân'daki pek çok delilin, Allahü teâlâ'nın, "Lâ illâhe İllallah Muhammedü'r-Rasûlüllah" diyen herkesi, cehennemde ebedî bırakmayacağına delâlet ettiğini anlatmıştık. Öyle ise Cenâb-ı Hak, bunları cehennemden çıkarınca, cennetine sokar. İşte bundan dolayı bu, ya cehenneme hiç sokmadan, yahut da oradan çıkardıktan sonra Allah'ın, günahkârları Adn cennetlerine sokacağı hususunda bir vaadi olmuş olur.

Melekler "Onların atalarından, zevcelerinden, nesillerinden sâlih olanları da..." yani, "Onlarla birlikte cennete bu üç grubu da; atalarından, eşlerinden ve çocuklarından sâlih olanları da sok" demişlerdir. Bu böyledir, çünkü insanın yaşadığı ve sevinç duyduğu yerde, çoluk-çocuğu ve hısım-akrabası da bulunursa, sevinci, daha ileri ve çok olur. Ferrâ ve Zeccac, (......) ifadesindeki men edatının, İki yerden ötürü mahallen mansub olabileceğini, istersen bunu, (......)'daki zamire, istersen, (......)'deki zamire atfedebileceğim söylemişlerdir. "Salih olanlar" ifadesi ile, "mü'min olanlar" manası kastedilmiştir.

İzzet ve Hikmet Dengesi

Daha sonra melekler, "Azîz ve gâlib olan şüphesiz ki sensin sen.." demişlerdir. Melekler, dualarında, özellikle bu iki vasf-ı ilâhiye yer vermişlerdir. Çünkü Allah, azîz değil de, mağlub ve güçsüz olsaydı, O'ndan talep edilen şey, meydana gelmezdi. Eğer hakîm olmasaydı, istenilen şey, hikmet ve maslahata uygun olarak meydana gelmezdi.

Melekler sonra, "Bir de onları her türlü fenalıklardan koru... demişlerdir. Bazıları bunun manasının, "Onları, o fena (amellerinin) azabından koru" şeklinde olduğunu söylemişlerdir.

İmdi, eğer, "Mananın böyle olması halinde bu ifade ile, biraz önce geçen, "Onlan cehennem azabından koru" ifadesi arasında manaca bir fark yoktur. Bu durumda da faydasız bir tekrar olmuş olur ki bu doğru değildir?" denilirse, biz deriz ki: Aksine bu iki cümle arasında, şu iki bakımdan fark bulunmaktadır:

a) Meleklerin, "Onları cehennem azabından koru" şeklindeki sözlerinin, mü'minlerin asılları (ana-babaları) için; "Onlan her türlü fenalıklardan koru" şeklindeki sözlerinin de, furûları (çoluk-çocukları) için yapılmış bir duası olması..

b) "Onlan cehennem azabından koru" cümlesinin, cehennemin izâlesine (uzaklaştırılması) ile ilgili; "Onları her türlü fenalıklardan koru" cümlesinin de: cehennemin, kıyamet durağının, hesabın ve sualin bütün azab ve işkencelerini içine alan bir ifade olması...

Bu ifâdeyle ilgili bir diğer tefsir de şöyledir: Melekler, "Onlan cehennem azabından koru" diyerek, onlardan cehennem azabının giderilmesini; "Onlan kendilerine vaadettiğin Adn cennetlerine sok" diyerek de, onlara cennet mükâfaatlarının ulaştırılmasını istemişler, bundan sonra da Hak teâlâ'nın onları dünyada bozuk inanç ve fena amellerden korumasını isemişlerdir. İşte, "Onları her türlü fenalıktan koru" ifadesiyle kastedilen budur. Daha sonra onlar yani, "Kimi, dünyada, kötülüklerden ve fenalıklardan koruduysan, hiç şüphe yok ki Kıyamet günü ona rahmet etmiş oldun" demişlerdir. Daha sonra da, "Bu en büyük kurtuluş ve saadetin tâ kendisidir". Çünkü onlar, birtakım sonlu amellerle, sonsuz nimetleri; önemsiz bir takım işler sayesinde, yüceliğinin künhünü akılların ulaşamadığı bir mülkü elde etmişlerdi.." demişlerdir.

Allah'ın Şirke Buğzu

10

Âyetin tefsiri için bak:12

11

Âyetin tefsiri için bak:12

12

"İnkâr edenlere (melekler tarafından) nida edilir: Allah'ın buğzu, sizin kendinize olan buğzunuzdan elbette daha büyüktür. Çünkü siz, dünyada imana davet olunuyordunuz ama küfürde ısrar ediyordunuz. Onlar dediler ki: "Ey Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin. İşte günahlarımızı bilip itiraf ettik. Buradan çıkmaya bir yol var mı?" Bunun sebebi şudur: Allah'a tek olarak dua edildiği zaman siz inkâr ettiniz. Ona şirk koşulduğunda ise bunu kabul ediyordunuz. Artık hüküm yüce ve büyük olan Allah'ındır"

Bil ki Allahü teâlâ, ayetlerine karşı mücadele eden kâfirlerin, yani "Allah'ın ayetleri hakkında inkâr edenlerden başkası mücâdele etmez" (Mü'min, 4) ayetinde bahsettiği kimselerin hallerini anlatmaya yeniden başlayınca, bunların, Kıyamet günü günahlarını ve başlarına gelen o azabı hakettiklerini itiraf ettiklerini, yapamadıkları şeyleri telafi etmek için yeniden dünyaya dönmeyi talep ettiklerini beyân ederek, "inkâr edenlere (melekler tarafından) nida edilir.." buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayette hem bir hazif, hem de bir takdim-tehir söz konusudur. Ayetteki hazfe gelince, aslında kelâmın takdiri,

"Allah'ın size olan buğzu..." şeklindedir. Takdim ve tehir de, "Allah'ın, imana çağırılıp inkâr ettiğiniz zaman, size olan buğzu, sizin kendinize (biribirinize) olan buğzunuzdan elbette daha büyüktür" şeklindedir. Kâfirlerin, kendilerine buğzetmelerinin ne demek olduğu hususunda da şu izahlar yapılmıştır:

a) Onlar, Kıyameti, cenneti ve cehennemi bizzat gördüklerinde, dünyada iken böyle şeyleri ısrarla yalanlamış oldukları için kendi kendilerine buğzettiler, kızdılar.

b) "Tâbi olan insanlar, kendilerini dünyada iken inkâra çağıran ve sevkeden başkanlarına, reislerine alabildiğine kızdılar, onlar da tâbîlerine alabildiğine kızdılar" demek olup, Cenâb-ı Hak, bunların biribirlerine olan buğz ve öfkelerini, "kendilerine olan buğzu" diye ifade etmiştir. Bu tıpkı, "Kendinizi öldürünüz"(Bakara. 54) ayetinde olduğu gibidir. Bu ayette de, "Biribirinizi öldürünüz" manası kastedilmiştir.

c) Muhammed b. Ka'b el-Kurazî şöyle demiştir: "İblis cehennemliklere, cehennemde iken, "Benim sizin üzerinizde hiçbir hükmüm ve nüfuzum yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de bana İcabet ettiniz. O halde suçu bana yüklemeyin. Kendinizi kınayın" (ibrahim, 22) diye seslendiğinde, işte bu esnada onlar kendi kendilerine kızmışlardır.

Bil ki onların kendi kendilerine buğzlarının Kıyamet günü olacağında münakaşa yoktur. Ama Allah'ın onlara buğzu ile ilgili olarak şu iki izah yapılır:

1) Bu da âhirette olacaktır. Buna göre mana, "Allah'ın âhirette size olan buğzu, sizin yine âhirette kendinize olan buğzunuzdan daha şiddetlidir" şeklindedir.

2) Ekseri âlimlerin görüşüne göre ifadenin manası, "İmana çağrıldığınız halde inkâr ettiğinizde, dünyada Allah'ın size olan gazabı, sizin şu anda (ahirette) kendinize olan buğzunuzdan daha büyüktür" şeklindedir.

Nida, Makt Lafızları

Ayette geçen lafızların tefsiri hususunda şu izahlar yapılır.

1) Onlara nida edip bu sözü söyleyen, cehennemin bekçisi olan meleklerdir.

2) "Makt" buğzun en şiddetlisidir. Aslında bu Allah hakkında düşünülemez. Binâenaleyh bunun manası Cenâb-ı Hakk'ın bu işten hiç hoşlanmaması ve bunu yasaklamasıdır.

3) Ferrâ, ifadesi, "Onlara, "Allah'ın buğzu en büyüktür" diye nida olundu" manasınadır. Arapça'da,"Zeyd ayakta diye nida ettim" denilir" demiştir.

4) ifadesinde bir hazif olup, takdiri, "Allah'ın, imana çağrılıp inkâr ettiğinizde size olan buğzu, sizin şu anda kendinize olan buğzunuzdan daha büyüktür" şeklindedir.

Cehennemden Dünyaya Dönme İstekleri

Daha sonra Hak teâlâ, o kâfirlere böyle hitap olunduğunda onların, "Ey Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin" dediklerini haber vermiştir. Bu, "Onlar dünyada iken yaptıkları o şeylerin yanlış olduğunu anlayınca, dünyaya döndürülüp sâlih ameller yapmaları için, yeniden dünyaya gönderilmelerini isterler" demektir. Bu ifadeyle İlgili birkaç mesele vardır:

Kabir Azabı

Alimlerin çoğu, kabir azabının varlığı hususunda bu ayeti delil getirmiştir. Bunun izahı şöyledir: O kâfirler, "Ey Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün.." diyerek, İki defa öldürüldüklerini kabul etmişlerdir. Binâenaleyh bu İki ölümden birisi, dünyada görülen ölümdür. Bu sebeple, dünya ölümünün peşinden otacak ölümün ikincisi olabilmesi için, mutlaka kabirde yeni bir hayatın olduğunu kabul etmek gerekir. İşte bu, kabirde bir hayatın bulunduğuna delâlet eder.

Dört Soru

Birinci Soru: Birçok müfessir eğer "Birinci ölüm, insanın nutfe (meni) ve alaka (rahimde tutunmuş bir parça) olması haline; ikinci ölüm de dünyadaki haline işarettir. Binâenaleyh durumun böyle olması niçin düşünülmesin? Durumun, bahsettiğimiz gibi olduğunun delili, "Siz ölüler iken sizi diriltip, sonra sizi öldürdüğü halde, Allah'ı nasıl inkâr ediyorsun uz?" (Bakara, 28) ayetidir. Buradaki, "Siz ölüler iken" ifadesiyle, insanın bir nutfe ve alaka olmaları durumu kastedilmiştir. Velhasıl öldürme iki manaya kullanılır:

a) Bir şeyi ölü olarak varetmek.

b) Birşeyi canlı iken, ölü hale getirmek... Bu tıpkı, 'Terzi elbisemi geniş tuttu" demen gibidir. Bu söz hem terzinin o elbiseyi geniş diktiği manasına, hem de dar iken genişletmesi manasına gelir. Binâenaleyh bu ayetteki öldürme ile, Allah'ın insanı ölü olarak yaratması niçin kastedilmiş olmasın? Bu durumda da bununla, "O diri iken onu öldürdü" manası kastedilmemiş olur."

İkinci Soru: Bu, kâfirlerin söylediği bir sözdür. Dolayısıyla bir hüccet olmaz.

Üçüncü Soru: Ayet, kabirde bir hayatın bulunamayacağını gösterir. Bunu şöyle İzah ederiz: Eğer kabirde bir hayat bulunsaydı, o zaman, birincisi dünyada, ikincisi kabirde, üçüncüsü de Kıyamette olmak üzere üç hayat olurdu. Halbuki bu ayette iki hayattan bahsedilmektedir. Dolayısıyla bunlardan birisi dünyadaki hayattır, ikincisi de Kıyametteki hayattır. Bu ikisi arasındaki ölüm de, dünyadaki ölümdür.

Dördüncü Soru: Bu ayet eğer kabirde bir hayatın olduğuna delâlet edecek olsa bile, ortada kabirde hayatın olmadığına delâlet eden deliller de vardır. Bunlar naklî ve aklî delillerdir. Naklî deliller şunlardır:

a) Cenâb-ı Hak, "Ahiret azabından korkarak Rabbinin rahmetini umarak gecenin saatlerinde secdeye kapanır, kıyamda durur bir halde tâat ve ibadet eden kimse (hiç böyle olmayan gibi olur mu?)" (zümer, 9) ayetinde sadece âhiretten sakınmadan bahsetmiştir. Eğer kabirde de bir hayat olsaydı, o zaman ondan da sakındırma söz konusu olurdu. Durum böyle olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak bundan da bahsederdi. Bundan söz etmediğine göre, bunun mevcut olmadığını anlarız.

b) Allahü teâlâ, Sâffât Sûresi'nde, hakka ermiş mü'minlerin cennete girdikten sonra, "Biz ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyecek değil miymişiz?" (Sâffat, 57-58) dediklerini nakletmiştir. Cennetliklerin sözlerinin doğru olacağında şüphe yoktur. Binâenaleyh eğer onlar için kabirde bir hayat söz konusu olsaydı, iki kez ölmüş olurlardı. Bu durum ise, cennetliklerin söylediklerine ters düşerdi." Bu soruları soran kimseler, bu ayetle yapılan istidlalin, muhaliflerin delil getirdiği ayetlerle yapılan istidlalden daha kuvvetli olduğunu söyleyerek "Çünkü bizim delil getirdiğimiz bu ayet, cennete girmiş mü'minlerin sözünü nakletmektedir. Sizin delil getirdiğiniz ayet ise, cehenneme girmiş kâfirlerin sözünün nakledildiği bir ayettir" demişlerdir.

Bu husustaki aklî deliller de şunlardır:

1) Yırtıcı hayvanlarca parçalanıp yenen bir insan, (bu ölümünden sonra kabir dirilişiyle diriltilse),'ya o hayvanların midesinde bütün cüzleriyle diriltilecekler, yahut da orada bulunan parçalarıyla diriltilecekler. Birinci ihtimal olamaz. Çünkü duyularımız ve müşahedelerimiz, bu kimsenin bütünü ile orada olmadığını bilmektedir. İkinci ihtimal de olamaz. Çünkü yırtıcı hayvanlar onu yediğinde, parçaları eğer diriltilecek olsa, o zaman bu canlılık, ya o hayvanın midesinde, yahut bağırsaklarında olacaktır. Bu da son derece uzak bir ihtimaldir.

2) Biz, ölen kimseyi eğer herkesin görebileceği şekilde meydanda bıraksak, herkes onun ölü olarak kalmaya devam ettiğini görecektir. Bu haline rağmen, diriltilmiş olduğunu söyleyecek olsak, bu, duyu organlarımız hakkında bir şüpheye düşürme ve safsataya düşme olurdu.

Birinci Soruya Cevap

Bunlara şöyle cevap verilir: Onların "İlk ölümle, insanın nutfe ve alaka iken bulunduğu cansız durumun kastedilmiş olması niçin düşünülmesin?" şeklindeki görüşlerine karşı diyoruz ki: Bu caiz değildir. Çünkü ayette bahsedilen, Allah'ın onları öldürmesidir. Öldürmenin olabilmesi için, bundan önce bir hayatın olması şarttır. Eğer ölüm bundan önce bulunacak olsaydı, o zaman buna bir öldürme denmesi imkânsız olurdu. Aksi halde zaten olanı yeniden oldurmak gerekirdi. Bu imkânsızdır. Cenab-ı Hakk'ın ayetteki bu ifadesi, "Siz ölüler iken sizi dirilttiği halde ... Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz?" (Bakara, 28) ayetinden farklıdır. Çünkü bu ayette, onların ölüler olduğundan bahsedilmiştir. Burada, Allah'ın onları öldürdüğü ifadesi yoktur. Ama tefsir ettiğimiz ayet böyle değildir. Çünkü bu ayet, Allahü teâlâ'nın onları iki kez öldürdüğüne delâlet etmektedir. Biz biraz önce, "öldürme" işinin olabilmesi için, bundan önce bir hayatın bulunmasının şart olduğunu söylemiştik. Böylece bu iki durum arasındaki fark ortaya çıkar.

İkinci Soruya Cevap

Karşı tarafın, "Ayette nakledilen bu söz, kâfirlere aittir. Dolayısıyla delil olmaz" şeklindeki görüşlerine karşı deriz ki: Onlar böyle deyince, Cenâb-ı Hak onları yalanlamamıştır. Çünkü onlar, eğer yalan söylemiş olsalardı, Allah, onların yalan söylediklerini belirtirdi. Nitekim onlar, "Ey Rabbimiz, biz (dünyada iken) müşrik değildik"(En'am, 23) dediklerinde, Cenâb-ı Hak yalan söylediklerini belirterek, "Bak, nasıl da yalan söylüyorlar!" (En'am, 24) buyurmuştur.

Üçüncü Soruya Cevap

Karşı tarafın, "Ayetin zahiri, kabirde bir hayatın bulunmadığını gösterir. Çünkü eğer kabirde de bir hayat olsaydı, hayatların sayısı iki değil üç olurdu" şeklindeki sözlerine karşı da şu birkaç açıdan cevap veririz:

1) Onların maksadları, belâ ve sıkıntı vakitlerini denkleştirmedir. Belâ ve sıkıntı vakitleri dörttür: İlk ölüm, kabir hayatı, ikinci ölüm ve Kıyamet hayatt... İşte bu dört şey, belâ ve sıkıntı vaktidir. Dünya hayatı, belâ ve sıkıntı vakitlerinden değildir. İşte bundan ötürü, kâfirler buna yer vermemişlerdir.

2) Belki de onlar, sadece iki hayattan, yani dünya hayatı ile Kıyamet hayatından bahsetmişlerdir. Kabir hayatını ise, varlığının ve müddetinin kısalığından ötürü söz Konusu etmemişlerdir.

3) Belki de onlar kabirlerde diriltildiklerinde, artık ölmeyip, diri olarak kalacaklar. Bu diri olarak kalma işi, ya bir saadet içinde, yahut da şekavet (azap) içinde sürüp gidecek ve peşisıra Kıyamet hayatı gelecek ve bunlar, "Allah'ın diledikleri müstesna, sûr'a üflendiğinde, gökdekiler ve yerdekiler düşüp ölecek" (Zümer, 68) ayetinde istisnâ edilenlerden olacaklar.

4) Eğer kabirde bir dirilme (ve hesap) olmasaydı, ölüm, bir defa olmuş olurdu. Böylece de, ölümün iki defa olduğunu söylemek yalan olurdu. Bu ise Kur'ân'ın haber verdiği şeyin zıddına bir durum olurdu. Ama kabirde bir hayatın olduğunu kabul ettiğimizde, üç hayatın bulunduğunu kabul etmemiz gerekir. Bu ayette ise, hayatın iki defa oluşu belirtilmiştir. Üçüncü hayatın varlığına veya yokluğuna delâlet eden birşey (Kur'ân'da) yoktur. Böylece kabir hayatının olmadığını söylemenin, ayetin lafzının delâlet ettiği mananın terkedilmesi demek olduğu sabit olur. Ama kabir hayatının olduğunu kabul etmek de ayetin lafzında ne varlığı ne de yokluğu konusunda, hiçbir ipucu olmadığı halde, ayetin lafzının delâlet ettiği şeye ilaveten bir şeyin kabulünü gerektirir. Binâenaleyh bu daha uygundur.

Dördüncü Soruya Cevap

a) Ama karşı tarafın, naklî delillere dair ileri sürdükleri birinci maddelerine gelince, biz diyoruz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, "ahiret (azabın)dan korkar..." (Zümer, 9) ifadesi, "İster kabirde isterse Kıyamette olsun, diğer bir hayattan sakınır, korkar..." manasındadır.

b) İkinci maddelerine mukabil vereceğimiz cevap da, "Biz, görüşümüzü, kabir azabı hakkında varid olan sahih hadislerle isbat ediyor ve bunu tercih ediyoruz.." şeklinde olur.

c ve d) Karşı tarafın, aklen yapmış olduğu o iki izah da kabul edilemez. Çünkü, biz diyoruz ki insan, bu görünen heykelden ibaret olmayıp, tam aksine, bu bedene nüfuz etmiş olan nuranî bir cisimdir. Binâenaleyh, sizin ileri sürdüğünüz bu probleminiz, bu konuda geçerli değildir. Allah, en İyisini bilendir.

Hayat ve Ölüm Nevileri

Bil ki, biz, kabirde bir hayatın olduğunu isbat ettiğimizde, bazıları hakkında dört çeşit, bazıları hakkında da üç çeşit bir hayat tahakkuk etmiş olur. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, Bakara Sûresi'ndeki, "Binlerce olduğu halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara, "ölün!" dedi, sonunda kendilerini diriltti" (Bakara, 243) ifadesidir. Binâenaleyh, bütün bunlar, hayat hakkında dört derecedir. İkisi dünyada, biri kabirde, dördüncüsü de Kıyametteki hayattır.

Üçüncü Mesele

Ayetteki kelimeleri, mahzûf olan mefûl-i mutlakın sıfatı olup, kelamın takdiri, "Bizi iki kez öldürmekle öldürdün..." şeklindedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu kimselerin, "işte günahlarımızı bilip itiraf ettik.." dediklerini nakletmiştir. Buna göre şayet, ifadesindeki fâ, bu iki kez öldürmenin ve diriltmenin, bu itirafın sebebi olduğunu, dolayısıyla da onların, işte bu sebebi beyan etmiş olmalarını iktizâ eder" denilirse biz deriz ki, o kâfirler, Öldükten sonra dirilmeyi kabul etmiyorlardı. Binâenaleyh onlar, öldürüldükten sonra dirilmenin de iki kez olduğunu görüp müşahede edince, artık onlar için, öldükten sonra dirilmeyi ikrar etme hususunda herhangi bir özürleri (bahaneleri) kalmamıştır. İşte bu sebeple de hiç şüphesiz, bu kabul ediş, o diriltme ve o öldürmenin neticesi gibi kabul edilmiştir.

Çıkma Ümitlerinin Kalmaması

Daha sonra onlar, "Buradan çıkmaya bir yol var mı?" demişlerdir ki bu, "Hızlı ya da yavaş olsun, herhangi bir çıkma türüne bir yol ve imkân var mıdır, yoksa, ümitsizlik mi vardır? Dolayısıyla da, herhangi bir çıkış ve ona götüren herhangi bir yol söz konusu değil midir?" demek olup, bu, ümitsizliğe düşmüş ve ümidini kesmiş olan kimseler tarafından söylenecek olan bir sözdür.

Bil ki, bunun açık cevabı, "hayır" veya "evet" denilmesiydi. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hak bunu yapmadı da, tam aksine, onların çıkmalarının imkânsız olduğuna delâlet eden bir söz getirerek, "Bunun sebebi şudur: Allah'a tek olarak dua edildiği zaman siz inkâr ettiniz. Ona şirkkoşulduğunda ise kabul ediyordunuz.." buyurmuştur ki bu, "Size diyorum; içine düştüğünüz bu şey, yani, asla bir çıkış yolu bulamamanız, ancak, Allah'ın birliğini kabul etmeyip, O'na koşulan ortakları tasdik etmeniz sebebiyledir. Binâenaleyh, "Artık hüküm ... Allah'ındır." Çünkü O, size, ebedî olan o azapla hükmetmiştir" demektir.

Ayetteki "yüce ve büyük.." ifadesi, Allah'ın kibriya ve azameti ile, ikâbının, ancak bu şekilde olduğuna; delâlet eder. Müsebbibe, ayetteki ism-i şerifi ile, Allah'ın cihet itibariyle en yüksekte olduğuna; ism-i şerifi ile de, zatının ve cüssesinin büyük olduğuna istidlal etmiştir ki, bütün bunlar, batıldır. Çünkü biz, cisim oluş ve mekânda olmanın, Allah hakkında düşünülmesinin imkânsız olduğunu delillendirmiştik. Binâenaleyh, vasıfları sebebiyle Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve ulûhiyyeti açısından yüceliği ve büyüklüğünün kastedilmiş olması gerekir.

Allah'a Yönelen Muhlisler

13

Âyetin tefsiri için bak:14

14

"O, ayetlerini size göstermekte, sizin için gökten rızık İndirmekte olandır. (Şirkten tevbe ile imana) dönecek olan kimseden başkası, ibret alamaz. Haydi, (ey mü'minler) kâfirlerin hoşuna gitmese de, Allah'a, O'nun dininde ihlâs erbabı olarak ibâdet edin.."

Bil ki Allahü teâlâ, müşrikler hakkında, böylesi ağır bir tehdidi gerektiren şeylerden bahsedince, bu yontulmuş taşların ve şekil verilmiş kütüklerin, mabûd olma konusunda da, Allah'ın şerikleri kabul edilmelerinin caiz olmayacağına bir delil olsun diye, bunun peşinden kudret ve hikmetin mükemmelliğine delâlet eden şeyi de getirerek "O, ayetlerini size göstermekte.." buyurmuştur. Bil ki,,en mühim olan şey, dinlerin ve bedenlerin faydasına olan şeyi görüp gözetmektir. Binâenaleyh, Cenab-ı Hak, kulların dinlerinin faydasına olan şeyi, beyyinelerini ve ayetlerini açıklamak suretiyle; bedenlerinin faydasına olan şeyi de, rızıklarını gökten indirmek suretiyle görüp gözetmiştir. Dinlere göre, ayet ve delillerin konumu; bedenlere göre rızıkların konumu gibidir. O halde ayetler dinlerin hayatiyyeti; rızıklar da, bedenlerin hayatiyyeti için vazgeçilmezdir. Bu iki şey tahakkuk ettiği an, nimet verme işi, en mükemmel ve tam bir biçimde tahakkuk etmiş olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Şirkten tevbe ile imana) dönecek olan kimseden başkası, ibret alamaz.." buyurmuştur. Bu, "Allah'ın birliğinin delillerine vakıf olmak, adeta, akılda kesinleşmiş ve yerleşmiş bir hakikattir. Ama ne var ki, şirki benimsemek ve Allah'tan başkasına ibâdet etmekle meşgul olmak da, o nurların tecellî etmesine bir engel gibidirler. Kul, bunlardan yüz çevirip, kendini tamamiyle Allah'a verdiğinde, perdeler ve örtüler kalkar, böylece de, tam bir kurtuluş elde edilmiş olur" manasındadır.

Cenâb-ı Hak işte bu hususu anlatınca, esas olant, yani Allah'dan başkasından yüz çevirip büsbütün Allah'a yönelmeyi beyan buyurmak üzere "Kâfirlerin hoşuna gitmese de, Allah'a, şirkten ve O'ndan başkasına iltifat etmekten arınmış, O'nun dininde ihlâs erbabı olarak ibadet edin.." buyurmuştur. İbn Kesir, ayetteki (......) kelimesini şeddesiz olarak yunzilu okurken, diğer kıraat imamları şeddeli olarak yunezzilu şeklinde okumuşlardır.

Haksızlık Olmayan Gün

15

Âyetin tefsiri için bak:17

16

Âyetin tefsiri için bak:17

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1209  H : 606)

 

FAHREDDİN RÂZÎ TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

ŞÂFİÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç