Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

61

 

003 - ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ

 

CÜZ :

4

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

92

"Siz, sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe, asla iyiliğe ulaşmış olamazsınız... Her ne infâk ederseniz de, Allah onu hakkıyla bilicidir" .

Bil ki Hak teâlâ, infâkın kesin olarak kâfire fayda vermeyeceğini beyan e-dince, mü'minlere, âhirette istifâde edecekleri infâkın nasıl olduğunu öğreterek, "Siz, sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe, iyiliğe ulaşmış olmazsınız" buyurmuştur. Allahü Teâlâ bu âyette, en sevdiği şeylerden infâk eden kimselerin, iyiler (ebrâr) cümlesinden olduğunu beyân etmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak başka âyetlerde, "Muhakkak ki iyiler, Naîm cennetindedirler" (infitar. 13); "Şüphe yok ki iyiler, kâfur katılmış dolu bir kadehten içerler" (insan, 5); "Şüphesiz ki o iyiler, nimet içindedirler. Tahtlar üzerinde temaşa ederler. Öyle ki sen o nimetin güzelliğini yüzlerinden anlarsın. Onlara, (kadehi) mühürlü, halis bir şarabtan içirilecek ki onun sonu bir misktir. O halde yarışmak İsteyenler bunda yarışsınlar" (Mutaffıfin. 22-26) ve "Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne döndürmeniz iyilik değildir" (Bakara. 177) buyurmuştur. Buna göre Cenâb-ı Hak, diğer âyetlerde iyilerin sevabının nasıl olacağını tafsilatlı olarak beyân ettiği için, bu âyette, sevdiği malı infâk eden kimsenin birr'e, iyiliğe nail olacağını zikretmekle iktifa etmiştir.

Burada başka bir incelik daha vardır. O da şudur: Allahü Teâlâ, "Yüzlerinizi doğu ye batı yönüne döndürmeniz, İyilik değildir. Fakat iyilik, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitab'a ve peygamberlere İmân eden, mala olan tutkusuna rağmen, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve, köle ve esirler(i kurtarma) uğruna veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, ahidleştikleri zaman sözlerini yerine getiren; sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızışhğı anlarda sabreden kimsenin (yaptığıdır). İşte bunlar, sadık olanların ve takvaya nail olanların tâ kendileridir" (Bakara. 177) buyurmuş ve bu âyette, hayır olan amellerin çoğunu sayıp, onları "birr" (iyilik) diye isimlendirmiştir. Bu âyette de, "Siz, sevdiğiniz şeylerden İnfâk etmedikçe, asla iyiliğe ulaşmış olmazsınız..." buyurmuştur. Bunun manası şudur: "Siz bu âyette zikredilmiş olan bu hayırların tamamını yapmış olsanız dahi, sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe, birr'in, iyiliğin faziletine nail olamazsınız." Bu, İnsan sevdiği şeyi infâk ettiği zaman, bunun onun tâatlarınm en faziletlisi olduğuna delâlet etmektedir. Burada bir konu bulunmaktadır ki o da şudur: Bir kimse şöyle diyebilir: (......) kelimesi "intihâ-i gaye" ifâde etmektedir. Buna göre ifâdesi, sevdiği şeyden infâk eden kimsenin, muhakkak olarak birr'e, iyiliğe nail olmasını gerektirir. Birr'e nail olan kimse ise, iyiler için büyük bir sevabın bulunduğuna delâlet eden âyetlerin kapsamına dahil olmuştur. Bu da, diğer tâatları yapmasa da, sevmiş olduğu şeyden infâk eden bir kimsenin büyük sevaba nail olmasını gerektirir. Bu ise, bâtıl ve yanlıştır.. Bu müşkile şöyle cevap verilir: İnsan sevdiği bir şeyi, ancak ondan daha değerli olan bir mahbuba vesile olması için harcar. Buna göre, bu İnsanın dünyayı dünyada infâk etmesi, ancak âhiret saadetine kesin bir şekilde inandığı zaman mümkündür. Onun âhiret saadetini kabul ve itiraf etmesi ise ancak, âlim ve kadir bir yaratıcının varlığına iman edip, teklifleri, emirleri ve nehiyleri hususunda O'na itaat ve inkiyâd etmenin kendisine vâcib olduğunu kabul etmesiyle mümkündür. Sen iyice düşündüğünde, insanın dünya malını dünyada infâk etmesinin ancak, o güzel nitelik ve hasletleri dünyada kendisinde topladığı zaman mümkün olabileceğini anlarsın... Şimdi, tekrar tefsire dönüyor ve diyoruz ki, âyette birkaç mesele vardır:

Setef-i Salihin Hoşlandıkları Mallarını İnfâk Ederlerdi

Selef bir şeyi sevdiklerinde, onu Allah için feda ederlerdi. Rivayet edildiğine göre bu âyet-i kerime nazil olduğu zaman, Ebu Talha "Ya Resûlallah, Medine'de benim duvarla çevrili (bir hurmalığım) var. Mallarım içinde en çok hoşuma giden odur. Onu Allah yolunda tasadduk edeyim mi?" deyince, Allah'ın Resulü, "Çok güzel, çok güzel! Bu, gelir getiren bir maldır; sen onu akraban arasında taksim edersen bence daha iyi olur" buyurdular. Bunun üzerine Ebu Talha "Ya Resûlallah böyle yapacağım" dedi ve onu akrabaları arasında taksim etti. Yine rivayet olunduğuna göre Ebû Talha bu bahçesini Hassan İbn Sabit ile Ubey İbn Ka'b arasında taksim etmiştir.

Yine rivayete göre Zeyd İbn Harise (radıyallahü anh), bu âyet inince, çok sevdiği bir atı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e getirmiş ve onu Allah yoluna vermiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu atın üzerine (onun oğlu) Usame (radıyallahü anh)'yi bindirdi. Zeyd İbn Harise, içinde birşeyler hissedip üzülünce, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Şüphesiz Allah onu kabul etti" buyurdu.

Yine İbn Ömer (radıyallahü anh) hoşuna giden bir câriye satın alıp azâd etmişti. Kendisine "Ona dokunmadan niçin onu azâd ettin?" denildiğinde O, "Siz, sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe, asla iyiliğe ulaşmış olmazsınız..." âyetini okumuştur.

Birr Tabiri Hakkında

Müfessirler âyette geçen "birr" kelimesinin ne mânaya geldiği hususunda şu iki açıklamayı yapmışlardir:

a) İnsanların, kendisi ile "ebrâr" (iyi kimseler) olacakları, böylece de Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphesiz ebrâr, naim cennetindedirler" (Mutaffifin, 22) âyetinin hükmüne dâhil olacakları şeydir. Buna göre "birr"den murad, insanların yaptığı makbul amellerdir.

b) Bu kelimeden maksad, mükafaat ve cennettir. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Siz bu makama, ancak böyle infâk ederek ulaşabilirsiniz" demek istemiştir.

Birinci görüşü benimseyenlerden bazıları "birr'in takva mânasına geldiğini söylemişlerdir. Bunun takva mânasına olduğunu söyleyenler, Hak teâlâ'nın, "Fakat birr, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitab'a ve peygambere İman eden; mala olan sevgisine rağmen malını akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmış kimselere, dilenenlere, köle ve esirleri kurtarmaya veren, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, âhidleştikleri zaman sözlerinde duran, sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabır ve metanet gösteren (kimselerin birr'idir.) İşte onlardır sadık olanlar ve işte onlardır müttakiler" (Bakara, 177) âyetini delil getirmişlerdir. Ebû Zerr (radıyallahü anh), birr kelimesinin "hayır" mânasında olduğunu söylemiştir ki, bu öncekine yakın bir mânadır.

"Birr"in cennet ve mükâfaat mânasına geldiğini söyleyenlerden bazıları, âyetteki, tabirinin, "Birre, yani birrin mükâfaatına nail olamazsınız" demek olduğunu; bazıları da bundan muradın, "Allah'ın dostlarına yaptığı iyilik, ikram ve ihsanı olduğunu söylemişlerdir. Ki bu (Arapların, "Falanca bana şu iyiliği yaptı" ve . "Falancanın bana olan iyiliği hiç kesilmez" şeklindeki sözlerinden alınmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak da: "Allah, sizinle din hususunda muharebe etmemiş ve sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara İyilik etmekten sizi men etmez.." (Mümtehine, 8) buyurmuştur.

Üçüncü Mesele

Müfessirler, âyetteki, "Sevdiğiniz şeylerden" tabiri hususunda ihtilâf etmişlerdir: Bazıları bunun, bizzat mal olduğunu söylemiş ve Cenâb-ı Hakk'ın, "Gerçekten o (insan), haym (malı) çok sever" (Âdiyât, 8) âyetini delil getirmişlerdir, Diğer bazıları bunun, "Hibe edilecek şeyin çok kıymetli olması" mânasına geldiğini söylemişler ve Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendinizin, ancak göz yumarak alabileceğiniz pek adî ve bayağı şeyleri infâk etmeye yeltenmeyiniz" (Bakara. 267) âyetini delil getirmişlerdir. Bazıları da bunun, kişinin kendisinin muhtaç olduğu şey mânasına geldiğini söylemişler ve buna Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendileri de sevdikleri (ve ona muhtaç oldukları) halde yemeğini yoksula, yetime ve esire yedirirler..." (insan, 8) âyetini delîl getirmişlerdir ki, bu âyette yer alan "sevdikleri" ifâdesinin tefsirlerinden birisi de, "Ona ihtiyaç hissettikleri halde..." şeklindeki tefsirdir. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Onlar, kendilerinde, fakirlik ve İhtiyaç olsa bile, (o muhacirleri) Öz canlarından daha üstün tutarlar" (Haşr, 9) buyurmuş ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle demiştir:

"Sadakaların en faziletlisi, sapasağlam, cimri, geçim derdine düşmüş ve fakirlikten korkar olduğun halde verdiğin sadakadır." Müslim Zekât, 93 (11/716). Bu hususta evlâ olan şöyle denilmesidir: Bütün bu ihtimaller, fazilet ve mükafaatın çok olması hususunda nazar-ı dikkate alınan şeylerdir.

Bu Âyetten Zekatın Murad Olduğu Görüşü

Müfessirler, âyette bahsedilen infâk'ın zekât mı, yoksa zekâtın dışında başka bir infâk mı olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bunlardan olarak İbn Abbas (radıyallahü anh), Cenâb-ı Hakk'ın bu kelime ile zekâtı kastettiğini, yani "Mallarınızın zekâtını vermedikçe, asla iyiliğe ulaşmış olamazsınız" demek istediğini; Hasan el-Basri de, müslümanın, Allah'ın rızasını kazanmak gayesiyle malından verdiği herşeyin, hatta bir tek hurmanın bile, "Siz, sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe, asla iyiliğe ulaşmış olmazsınız" âyeti ile kastedilen şeylere dâhil olduğunu söylemiştir. Kâdi birinci görüşü tercih etmiş ve bu hususta şöyle bir istidlalde bulunmuştur: Cenâb-ı Hak, mükellefin ebrardan olmasını ve cenneti kazanmasını bu infâka bağlamıştır. Bu yapılmadıkça, kul bu makamlara ulaşamaz. Bu ise ancak, farz olan infâk (zekat) için söylenebilir. Ben derim ki, âyeti zekatın dışındaki bir infâk mânasına tahsis edersek daha iyi olur; çünkü âyet en sevgili olan şeyin verilmesi hususuna tahsis edilmiştir. Halbuki, farz olan zekatta, en sevimli olan şeyi zekât olarak verme hükmü yoktur. Zira zekât veren kimseye malının en kıymetlisini ve en şereflisini vermek vâcib değildir. İşte bu sebeple doğru olan, bu âyetin, malı nafile olarak vermeye mahsus olmasıdır.

Beşinci Mesele

Vahidi, Mücahid ve Kelbî'den bu âyetin zekât âyetiyle mensûh olduğunu nakletmiştir ki bu, son derece uzak bir ihtimaldir. Çünkü zekâtı vâcib kılmak Allah rızası için sevimli olanı harcama hususundaki teşvike nasıl ters düşer?

Altıncı Mesele

Bazıları tabirindeki edatının, teb'iz (kısmîlik) mânasına geldiğini söylemişler ve "Abdullah İbn Mes'ud (radıyallahü anh) bu âyeti "Sevdiklerinizin bazısını infâk etmedikçe..." şeklinde okumuştur. Bunda, malın hepsini infâk etmenin caiz olmadığına bir işaret vardır. Hem sonra Cenâb-ı Allah, "Onlar, infâk ettikleri zaman ne israf eder, ne de sıkılık yaparlar, ikisi arası orta bir yol tutarlar" (Furkan, 67) buyurmuştur" demişlerdir. Diğer âlimler ise bu edatının beyâniyye olduğunu söylemişlerdir.

Hak teâlâ'nın, "Her ne infak ederseniz Allah onu hakkıyla bilicidir" ifâdesi ile ilgili şöyle bir soru vardır: Allahü teâlâ her zaman zaten bilici olduğu halde, niçin şart cümlesinin cevabı olarak, "Allah onu hakkıyla bilicidir" buyurulmuştur?

Buna şu iki şekilde cevap verilir:

1- Bu tabirde ceza (karşılık verme) mânası vardır. Buna göre âyetin takdiri, "Her ne infâk ederseniz -ister az olsun ister çok olsun- o infakınızdan dolay Allah size mükafaat verir. Çünkü Allah onu bilir ve o Allah'a gizli kalmaz. Böylece Cenâb-ı Allah'ın o infakı bilmesi, "ona sevab vermesi" mânasında bir kinaye kılınmıştır. Bu gibi yerlerde, ta'riz (üstü kapalı anlatmak), açıkça ifâde etmekten daha beliğdir,

2- "Allahü teâlâ, ne gaye ile infâk ettiğinizi bilir. Yine Allah, sizi infâka sevkeden şeyin ihlas mı yoksa riya mı olduğunu ve sizin malınızın en iyisi ile en güzelini mi, yoksa en adîsi ile en kötüsünü mü infâk ettiğinizi bilir."

Bil ki, "Siz ne hayır yaparsanız, Allah onu bilir" (Bakara, 197), ve "Allah, ne infâk ettiniz ise veya ne adadınız ise onu bilir" (Bakara, 270) âyetleri de bunun benzeridir. Keşşaf sahibi, âyetteki (......) tabirindeki (......) edatının, onların infâk ettiği şeyi beyân etmek için getirildiğini ve bunun mânasının "Allah, sevdiğiniz güzel şeylerden mi, yoksa hoşlanmadığınız kötü şeylerden mi infâk ettiğinizi bilir ve ona göre size karşılık verir" şeklinde olduğunu söylemiştir.

93

Âyetin tefsiri için bak:95

94

Âyetin tefsiri için bak:95

95

"Tevrat indirilmezden evvel, -İsrail'in kendisine haram kıldığı şeylerin dışında-, yiyeceğin her türlüsü İsrailoğulları için helâl idi. De ki: "Eğer sâdık kimseler iseniz, Tevrat'ı getirin ve onu okuyun." Artık kim bundan sonra Allah'a karşı yalan uydurursa, işte onlar zâlimlerin tâa kendileridir. De ki: "Allah doğru söylemiştir. Bundan dolayı hanîf olarak İbrahim'in dinine uyun. O, müşriklerden değildi" .

Bil ki, bu âyete kadar olan önceki âyetler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetine delâlet eden delillerin ortaya konulması ile, bu konuda ehl-i kitabın aleyhine olan susturucu burhanların getirilmesi ile ilgili idi. Fakat bu âyet, şüphelerine karşı onlara verilen cevaplan bildirmektedir. Çünkü âyetin zahiri Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, İsrailoğullarına her türlü yiyeceğin helâl olduğunu, daha sonra bazı yiyeceklerin haram kılındığını iddia ediyor; yahudiler ise, bu hususta Hazret-i Muhammed ile mücâdele ederek, şu anda haram olan şeylerin kendilerine baştan beri haram olduğunu iddia ediyorlardı.

Bu Âyetin Meshe ve Nübüvvete Delâleti

Bu hususu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Âyet, şu mânalara da gelebilir:

1- Yahudiler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatını kabul etmeme hususunda, neshi inkâr etme esâsına dayanıyorlardı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, onların bu iddialarını, "İsrail'in kendisine haram kıldığı şeylerin dışında, yiyeceğin her türlüsü İsrailoğulları için helâl idi" buyurarak çürütmüştür. İsrail (Yâkub (aleyhisselâm)'in, kendisine haram kıldığı o şeyler, önceden helâl idi. Sonra onlar hem kendisine, hem de soyuna haram kılınmıştır. Böylece bir "nesh" hadisesi meydana gelmiştir. Binâenaleyh "nesh" caiz değildir" şeklindeki sözünüz asılsız olmuş olur. Sonra yahudiler, bu soru kendilerine yöneltilince, İsrail (Yakub)'in kendisine haram kılmış olması sebebiyle Cenâb-ı Hakk'ın haram kılmış olduğu o yiyeceğin haram olduğunu inkâr etmişler, aksine bunun tâ Hazret-i Adem'den bu zamana kadar haram olduğunu iddia etmişlerdir. İşte tam bu sırada Hazret-i Peygamber onlardan Tevrat'ı getirmelerini istemiş, çünkü Tevrat'ın bazı yiyeceklerin İsraîl (Yakub)'in, kendisine haram kılmış olması sebebiyle haram olduğunu göstereceğini söylemiştir. Böylece onlar rezif ve kepaze olmaktan korkmuş ve Tevrat'ı getirmekten kaçınmışlardır.

Bu durumda, Hazret-i Peygamber'in nübüvvetinin delillerini güçlendirecek pekçok şey ortaya çıkmıştır.

a) Bu soru, onlara neshi inkâr etmeleri hususunda yöneltilmiştir ki, böyle bir soru gerekli ve kaçınılmazdır;

b) Onların yalan söylediği, Tevrat'ta olmayan şeyleri bazan Tevrat'a nisbet ettikleri, bazan da Tevrat'ta olan şeyleri ikrar etmekten kaçındıkları herkese malûm olmuş, ortaya çıkmıştır.

c) Hazret-i Peygamber okuma yazma bilmeyen ümmî bir zât idi. Binâenaleyh O'nun, semadan inen bir haber olmaksızın, Tevrat'ın ilimlerinden olup kapalı bulunan bu meseleyi bilmesi imkânsızdır. İşte bu, âyetin tefsiri ve nazmın açıklanması hususunda ilmî ve güzel bir izahtır.

2- Yahudiler Hazret-i Muhammed'e "Sen, Hazret-i İbrahim'in dininde olduğunu iddia ediyorsun. Eğer durum böyle olsaydı, bu husus Hazret-i İbrahim'in dininde haram olduğu halde, sen devenin etini ve sütünü nasıl yiyebilirsin?" demişler ve bu cümleyi, O'nun peygamberlik iddiasının doğruluğuna zarar veren bir şüphe addetmişlerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, onların bu şüphelerine, bunun Hazret-i İbrahim, İsmail, İshak ve Yakub (aleyhisselâm)'a helâl olduğunu, ancak ne var ki Yakub'un herhangi bir sebepten dolayı onu kendisine haram kıldığını ve bu haramın Yakub'un soyu için de devam ettiğini söyleyerek cevap vermiş, yahudiler bunu kabul etmeyince de onlara Tevrat'ı getirmelerini emretmiş ve onlardan, devenin etinin ve sütünün Hazret-i İbrahim'e haram kılınmış olduğuna delâlet eden bir âyeti Tevrat'tan bulup çıkarmalarını istemişti; onlar da bundan âciz kalarak rezil ve kepaze olmuşlardır. İşte bu durumda, onların bu tür şeylerin Hazret-i İbrahim'e haram oduğunu iddia etmeleri hususunda yalan söyledikleri ortaya çıkmış oldu.

3- Allahü Teâlâ, "Biz yahudilere bütün tırnaklıları haram ettik. Sığır ve koyunun iç yağlarım da üzerlerine haram kıldık. Bunların sırtlarına ve bağırsaklarına yapışan, yahud kemiğe kansan (yağlan) müstesna., . Bunu onlara, zulümlerinden dolayı ceza olarak yaptık. Biz muhakkak ki doğru söyleyenleriz" (Enam, 146) âyetini indirip, "Yahudilerden sadır olan bir zulüm sebebiyie, kendilerine helâl kılınmış olan temiz ve güzel şeyleri onlara haram ettik..." (Nisa, 160)buyurunca, bu âyet Allahü Teâlâ'nın, yahudilere bu şeyleri, onların zulümlerine, haddi aşmalarına ve kötü fiillerine karşı verilmiş bir ceza olduğuna ve İsrail'in kendisine haram kıldığı tek bir yiyeceğin dışında hiçbir yiyeceğin haram olmadığına delâlet etmiştir.

Böylece bu durum, şu iki bakımdan yahudilere zor gelmiştir:

a) Bu, o şeylerin, mubah iken haram kılınmış olduklarını gösterir ki bu, neshin bulunmasını gerektirir. Halbuki yahudiler "nesh"i kabul etmemektedirler.

b) Bu, onların kötü fiillerle vasfedilmiş olduklarına delâlet eder. Binâenaleyh bu, işte şu iki bakımdan onların aleyhine tahakkuk edince onlar, bu şeylerin yeni haram kılınmış olduğunu kabul etmeyip, aslında bu şeylerin eskiden beri haram kılınmış olduğunu iddia etmişlerdir. İşte bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onlardan, Tevrat'tan sözlerinin doğruluğuna delâlet eden bir âyet getirmelerini istemiş, onlar ise böyle bir âyet getiremiyerek böylece rezil-ü rüsvay olmuşlardır. İşte bu âyetin tefsiri hususunda söylenebilecek en güzet söz budur. Bütün bunlar güzel ve doğrudur. Biz tekrar lafızların tefsirine dönelim...

Cenâb-ı Hakk'ın, "Yiyeceğin her türlüsü İsrailoğulları için helâl idi" buyruğuna gelince, bu hususta birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Keşşaf sahibi, sözünür yen ilecek her şey veya yiyeceklerin her çeşidi" mânasına almıştır.

Ben de derim ki: Âlimler, başında elif- lam bulunan müfred lafızların umûm ifâde edip etmeyecekleri hususunda ihtilâf etmişlerdir.

Bir kısım fakîh ve edebiyatçı, başında elif-lam bulunan müfred lafzın umûm ifâde edeceği görüşünde olup, bu görüşlerine delil olarak da şunları zikretmişlerdir:

a) Allahü Teâlâ bu âyetteki lafzının başına lafzını getirmiştir.

Eğer lafzı (yiyecek şeyler) lafzının yerine geçmeseydi, bu caiz olmazdı.

b) Allahü Teâlâ bu ifâdeden, İsrail'in kendisine haram kıldığı şeyi istisna etmiştir. İstisna ise, istisna edilmemesi halinde sözün muhtevasına girecek şeyleri sözün hükmünün dışında bırakmak için yapılır. Eğer bütün yiyecekler, "ta'am" lafzına dahil olmasaydı, bu istisna doğru olmazdı. Onlar bu görüşlerini, "Andolsun asra ki muhakkak insan kati bir ziyandadır. Ancak iman edenler... müstesna" (Asr, 1-3) âyetiyle de te'kid etmişlerdir.

Allahü Teâlâ müfred lafzı, cemi lafızları vasıfladığı şeylerle vasfetmiş ve 'Ve tomurcukları birbiri üstüne binmiş uzun boylu hurma ağaçları (yetiştirdik), kullara bir rızık olmak üzere" (Kaf, 10.11) buyurmuştur. İşte bundan dolayı bu görüşte olanlar, Keşşaf sahibi'nin yapmış olduğu takdiri yapmaya gerek duymazlar, ihtiyaç hissetmezler. Ama, başında elif-lam bulunan müfred isim umûm ifâde etmez diyenler, Keşşaf sahibi'nin yapmış olduğu takdiri yapmaya mecbur kalırlar ki biz bu meseleyi usûl-ü fıkıhta incelemiştik.

"Taam" Kelimesinin Manası

Ta'am kelimesi, yenilen içilen her şeye verilen bir isimdir. Ebû Hanife (r.h)'nin görüşünde olan bazı kimseler bu lafzın, sadece buğdaya isim olarak verildiğini iddia etmişlerdir ki, tefsirini yaptığımız âyet bu görüşün zayıf olduğunu göstermektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, burada geçen "ta'am" lafzından, İsrail'in kendisine haram kıldığı şeyi istisna etmiştir. Müfessirler de, İsrail'in kendisine haram kıldığı o şeyin buğdaydan ve ondan elde edilen şeylerden başka birşey olduğu hususunda müttefiktirler. Bu hususu, Cenâb-ı Hakk'ın su hakkında buyurmuş olduğu, "Onu her kim tatmazsa, o bendendir" (Bakara, 249) âyeti de te'kîd etmektedir. Yine Cenâb-ı Hak, "Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği sizin için helâl olduğu gibi sizin yiyeceğiniz de onlar için helâldir" (Maide, 5) buyurmuş, buradaki "sözüyle, onların kestiği şeyleri kastetmiştir. Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha) de, hurma ile suyu kastederek, "Bizim için şu iki "esvedân" (iki siyah veya koyu yeşil)dan başka bir taam yoktur" demiştir.

Bunu iyice kavradığına göre biz deriz ki, âyetin zahiri, bütün yiyeceklerin İsrailoğullarına helâl olduğunu göstermektedir. Sonra Kaffâl şöyle demiştir: "Meyte (lâşe) bir yiyecek olduğu halde, bize meytenin onlara helâl olduğu şeklinde bir haber ulaşmamıştır. Domuz hakkındaki hüküm de böyledir." Kaffâl sözünü şöyle sürdürmüştür: "Bunun, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zamanında yahudilerin, Hazret-i İbrahim'e vaktiyle haram olduğunu iddia ettikleri yiyeceklere hamledilmesi de muhtemeldir." Bu izaha göre "ta'am" lafzındaki elif-lam istiğrak için değil, daha önce geçmiş ve bilinen birşey, yani ahd için olur. Bu durumda da böyle bir müşkil ortadan kalkmış olur. Hak teâlâ'nın, "De ki: "Bana vahyolunanlar arasında yiyen bir kimsenin yiyeceği içinde, haram edilmiş şey olarak, sadece ölü, dökülen kan, domuz eti mi bulmaktayım..." (En'am, 145) âyeti de böyledir. Çünkü Cenâb-ı Hak bu âyeti, yahudilerin sordukları birtakım şeyler üzerine indirmiş, böylece, de yahudiler kendilerine haram kılınanların, başka şeyler değil, şunlar şunlar olduğunu anlamışlardır. İşte bu âyette de durum böyledir.

Üçüncü Mesele

Âyette geçen "hill" kelimesi masdardır. Nitekim 'Birşey helâl oldu..." denilmektedir. Bu senin, "Hayvan boyun eğdi, itaat etti" ve "Adam çok aziz ve kıymetli oldu" demen gibidir. Bu sebepten dolayı, masdar ile vasıflanmada müzekker, müennes, müfred, cemi eşittir... Nitekim Cenâb-ı Hak, "O kadınlar da onlara helâl değildir" (Mümtahine, 10) buyurmuştur. Bir şeyi masdar ile tavsif etmek, mübalağa ifâde eder. İşte burada da, ve aynı mânadadır (Yani helâl mânasındadır). İbn Abbas da, zemzem hakkında, "O, hill ve mubahtır" demiştir. Bunu Süfyan İbn Uyeyne rivayet etmiştir. Süfyan ona "Hill nedir?" diye sorduğunda O, "helâl kılınan şey demektir" demiştir.

Hak teâlâ'nın, "İsrail'in kendisine haram kıldığı şeylerin dışında..." istisnası hakkında birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âlimler İsrail (Yakub)'in kendisine neyi haram kılmış olduğu hususunda ihtilâf etmiş ve şunları söylemişlerdir

a) İbn Abbas (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Yakub (aleyhisselâm) çok şiddetli bir hastalığa tutuldu. Bundan dolayı da Allah'ın kendisine afiyet vermesi halinde, en sevdiği yiyecek ve içecekleri haram kılmaya nezretti. En sevdiği yiyecek deve etir en sevdiği içecek de deve sütü idi." Ahmed İbn Hanbel, I/273, 276. Bu, Ebu'l-Âliye, Atâ ve Mukâtil'in görüşüdür.

b) Hazret-i Yakub (aleyhisselâm)'da siyatik vardı. Bundan dolayı o, Allah'ın kendisine şifâ vermesi halinde, etin damarlarını yememeye nezretti.

c) Bazı rivayetlerde, Yakub (aleyhisselâm)'un kendisine haram kıldığı şeyin, hayvanın sırtındaki yağlar hariç, iç yağı ve böbrek yağt olduğu belirtilmiştir. Kaffâl (radıyallahü anh) Tevrat'ın tercümesinden şunu nakletmiştir: Yakub (aleyhisselâm) Harran'dan çıkıp Kenan beldesine gelince, Şâir beldesinde bulunan kardeşi îsû'ya bir haberci gönderdi. Haberci geri döndü ve şöyle dedi: "îsü, dörtyüz kişiyle seni karşılayacak." Bunun üzerine Yakub (aleyhisselâm) korktu ve çok üzüldü; namaz kılıp duâ etti ve kardeşine hediyeler takdim etti.. Hâdiseyi, meleğin kendisini bir adam suretinde karşılamasına kadar olan kısmını anlattı... Bunun üzerine adam suretindeki o melek Yakub'a yaklaştı ve parmağını siyatik olan yere koydu. Böylece de o hastalık iyileşti, sinir de kurudu. İşte bu sebeple İsrailoğulları, etin damarlarını yememektedirler.

Hazret-i Allah'dan Başkasının Haram Kılma Yetkisi Olur mu?

Âyetin zahiri, İsrail'in bunu kendisine haram kıldığına delâlet eder. Burada hatıra şöyle bir soru gelmektedir: Helâl-haram kılma, ancak Allah'ın emriyle sabit olur. Binâenaleyh, daha nasıl Hazret-i Yakub'un haram kılması, böyle bir haramlığın meydana gelmesine sebep olabilir? Müfessirler buna şu şekilde cevap vermişlerdir:

1- İnsanın bir şeyi kendisine haram kılmasından dolayı, Allah'ın da o şeyi o kimseye haram kılmış olması uzak bir ihtimal değildir. Bakmaz mısın; insan hanımını talâk vermek suretiyle; cariyesini de, azâd etmek suretiyle kendisine haram kılıyor. Tıpkı bunun gibi Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen bir şeyi kendine haram kılarsan, ben de onu sana haram kılarım!" demiş olması caizdir.

2- Yakub (aleyhisselâm)'un, içtihâdda bulunup, içtihadının onu o şeyin haram olduğu neticesine götürmüş olması, böylece de o şeyin haram olduğuna hükmetmiş olması caizdir. Biz, şu sebeplerden dolayı peygamberlerin içtihad etmelerinin caiz olacağını söylüyoruz:

Peygamberler de İçtihad Ederler

a) Hak teâlâ'nın, "Ey akıl sahipleri, siz ibret alın" (Haşr, 2) âyetidir. Peygamberlerin, "akıl sahipleri'nin en başında bulundukları hususunda herhangi bir şüphe yoktur.

b) Cenâb-ı Hak, 'Hüküm çıkaranlar bunu bilirdi" (Nisa, 83) buyurmuş, böylece de hüküm istinbât edenleri methetmîştir. Peygamberler bu medhe ve övgüye daha layıktırlar..

c) Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed'e "Allah seni bağışlasın, niçin onlara İzin verdin?..." (Tevbe. 43) demiştir. Eğer peygamberin bu izni bir nassa, âyete dayanmış olsaydı, Cenâb-ı Hak, "Niçin onlara izin verdin?" demezdi. Böylece bu durum, bu şeyin içtihadla meydana gelmiş olduğuna delâlet etmiş olur.

d) Taat olan şeylerdeki en büyük pay ve hisse, peygamberlere aittir. Allahü Teâlâ'nın hükümlerini içtihad yoluyla istinbât edip ortaya koymak, hiç şüphe yok son derece büyük ve meşakkatli olan bir tâattir. Binâenaleyh, içtihad hususunda peygamberlerin bir payının bulunması gerekir. Özellikle onların bilgileri daha fazla, akılları daha aydınlık, zihinleri daha berrak ve keskin, Allah'ın onlara tevfik ve inayeti daha çoktur.. Sonra onlar içtihadlarına dayanarak bir hüküm verdiklerinde, bu hüküm hususunda ümmetlerinin onlara muhalefet etmesi haram olur. Nitekim icmâ, içtihada dayandığında ona muhalefet etmek de haramdır.

En açık ve belli olan husus şudur ki, İsrail (aleyhisselâm), bu şeyi kendisine, içtihadıyla haram kılmıştır. Çünkü, eğer bu haramlık nass ile olmuş olsaydı, o zaman, "Allah'ın İsrail'e haram kıldığı şeylerin dışında..." demesi gerekirdi... Cenâb-ı Hak bu haram kılmayı, İsrail'in bizzat kendisine nisbet edince bu, mezkur haramlığın onun içtihadıyla meydana gelmiş olduğuna delâlet eder. Bu durum tıpkı "İçtihadı onu, bu neticeye götürdü" mânasında olmak üzere, "Şafiî at etini helâl addediyor; Ebu Hanife ise onu, haram addediyor" denilmesi gibidir. İşte burada da böyledir.

3- Hazret-i Yakub'un şeriatına göre haram kılmanın, bizim şeriatımızdaki nezr, adakta bulunmak gibi olması da muhtemeldir. Nezri yerine getirmemiz vâcib olduğu gibi, Yakub (aleyhisselâm)'un şeriatında da fahrîmi (yani kendi kendisine haram kılmayı) yerine getirmek vâcib olmuştur. Bil ki, eğer bu olmuşsa, bu sadece onun şeriatına tahsis edilmiştir. Ama bizim şeriatımızda böyle bir şey sabit değildir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ey peygamber, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin haram kılıyorsun..." (Tahrim. 1) buyurmuştur.

4- Esamm şöyle demiştir: "Belki de Yakûb (aleyhisselâm)'un nefsi, o tür şeyleri yemeye meyyal İdi. İşte bunun üzerine pekçok zahidin yaptığı gibi, nefsini ezmek ve Allah rızasını elde etmek amacıyla bu şeyleri yemekten imtina etmiştir. Böylece bu imtina hali, "tahrim" (haram kılma) ifadesiyle belirtilmiştir.

5- Kelamcılardan bir grup, Allah'ın, kuluna "Hükmet, çünkü sen ancak doğru hüküm verirsin" demiş olabileceği kanâatindedir. Belki de bu hadise, böyle bir şeydir. Kelamcılar bu meselede çok münakaşa etmişlerdir. Biz, bu münâkaşaları Usûl-ü Fıkıh kitabımızda zikrettik.

Üçüncü Mesele

Bu âyetin zahiri, Yakub (aleyhisselâm)'un kendisine haram kıldığı şeyi, Allah'ın İsrailoğullarına da haram kıldığını göstermektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Yiyeceğin her türlüsü İsrailoğulları için helâl idi" buyurmuş ve her türlü yiyeceğin İsrailoğullarına helâl olduğuna hükmetmiş, sonra da bu hükümden Yakub (aleyhisselâm)'un kendisine haram kıldığı şeyi istisna etmiştir. Binâenaleyh istisnanın ifâde ettiği hüküm sebebiyle bu şeyin İsrailoğullarına da haram kılınmış olması gerekir. En iyisini Allah bilir.

Hak teâlâ'nın, "Tevrat indirilmeden evvel..." ifâdesinin mânası, "Tevrat'ın nazil olmasından önce, İsrail'in (Yakub (aleyhisselâm)'un) kendisine haram kılmış olduğu şeyin dışındaki bütün yiyecek çeşitleri İsrailoğullarına helâl idi. Tevrat'tan sonra ise böyle bir durum kalmamıştır. Bilâkis Hak teâlâ onlara, birçok yiyeceği haram kılmıştır" şeklindedir. Rivayete göre İsrailoğulları büyük bir günah işlediklerinde, Allahü teâlâ onlara ya bir çeşit yiyeceği haram kılıyordu veyahut da onları helak etmek ve onlara zarar vermek için bir şeyi musallat ediyordu. Bunun delili, Hak teâlâ'nın, "Yahudilerden (sâdır olan) bir zulüm sebebiyle biz, (evvelce) kendileri için helâl kılınan temiz ve güzel şeyleri onlara haram kıldık" (Nisa, 160) âyetidir.

Allahü Teâlâ sonra, "De ki: "Eğer samimî kimseler iseniz, Tevrat'ı getirin ve onu okuyun" buyurmuştur. Bu, yahudilerin Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile münazaa ettiklerine delâlet etmektedir. Bu ya onların bu tür şeylerin Hazret-i Âdem'den Hazret-i Peygamberin zamanına kadar haram kılınmış olduğunu iddia etmeleri, bu sebeple de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onları yalanlaması sebebiyledir, veyahut da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu yiyeceklerin eskiden beri mubah ve helâl olduğunu, bunun, İsrail'in kendi nefsine haram kılmış olması sebebiyle haram kılınmış olduğunu iddia etmesi, bunun üzerine de onların, bu hususta Hazret-i Peygamberle mücâdele ve münakaşalarını sürdürmeleri; müteakiben de Hazret-i Peygamber'in ehl-i kitap'tan müslüman olanları, resulün sözüne uygun olan bir âyeti Tevrat'tan bulup çıkarmaları için Tevrat'ı getirmelerini talep etmiş olması sebebiyledir. Bu iki izaha göre de, âyet-i kerimenin tefsiri açıktır. Kıyası kabul etmeyenler bu âyete tutunmuştur. Bu böyledir, çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yahudilerden iddiâ ettikleri hususta Allah'ın kitabı olan (Tevrat'ı) getirmelerini istemiştir. Eğer kıyas bir delil olsaydı, Hazret-i Peygamber'in onlara, "Bu hükmün Tevrat'ta bulunmamasından, o hükmün hiç olmaması gerekmez. Çünkü biz onu kıyas ile de isbât ederiz" demiş olurdu. Bunların bu hüccetlerine şu şekilde cevap vermek mümkündür: Münakaşa ancak, bu hükmün Hazret-i İbrahim ve diğer peygamberler zamanında olup olmadığı hususunda vuku bulmuştur. Bu gibi meseleler de ancak nass ile ortaya konulabilir. İşte bu sebepten dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlardan Tevrat'ın bu konudaki nassını istemiştir.

Sonra Hak teâlâ, "Kim bundan sonra Allah'a karşı yalan uydurursa" buyurmuştur. "İftira, " yalan uydurmaktır. Bu kelimenin kökü olan yalan söylemek ve iftira etmek demektir. Bu kelimenin aslı, Arapların ifâdesine dayanır ki, bu da deriyi kesip parçalamak demektir. Binâenaleyh yalan için "iftira" kelimesi de kullanılmıştır. Çünkü yalan söyleyen kimse de, yalanıyla bir şeyin doğru olup olmadığını araştırmaksızın, o şey hakkında konuşarak kat'î ve kesin bir hüküm verir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Bu haram kılmanın Hazret-i Yakub tarafından olduğuna ve ondan önce haram kılınmış olmadığına dair bir hüccet ortaya çıktıktan sonra kim Allah hakkında iftira atarsa, işte onlar Allah'ın azabına müstehak olmuş kimselerdir. Çünkü onların küfrü, hem kendileri, hem de dînden saptırdıkları kimseler için bir zulümdür" demektir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "De ki: 'Allah doğru söylemiştir" buyurmuştur. Bu ifâde şu mânalara muhtemeldir:

a) "De ki habibim, Allah, bu çeşit taamın, daha önce kendilerine helâl iken daha sonra İsrail'e ve onun soyuna haram kılındığı hususunda doğru söyler." Böylece de, neshin mevcudiyeti hakkında hüküm doğru, yahudilerin şüpheleri de bâtıl olmuş olur.

b) "De ki Allah, devenin eti ve sütünün Hazret-i İbrahim'e helâl olduğu; Yakub onu kendine haram kıldığı için İsrailoğullarına da haram olduğu hususunda doğruyu söylemektedir." Böylece Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), devenin eti ve sütünün helâl olduğu hususunda fetva verince, O'nun böylece Hazret-i İbrahim'in dinine göre fetva vermiş olduğu sabit olur.

c) De ki: "Allah, diğer yiyeceklerin İsrailoğullarına helâl olduğu, bunların ise, onların kötü fiillerine bir ceza olmak üzere, yahudilere haram olduğu hususunda doğru söylemektedir.9

Cenâb-ı Hak sonra, "Bundan dolayı Hanif olarak İbrahim'in dinine uyun" buyurmuştur. Bu, "Hazret-i Muhammed'in sizi uymaya çağırdığı İbrahim'in dinine tabî olunuz" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, demesi farketmez. Çünkü hal ile sıfat aynı manaya gelir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O, müşriklerden değildi" buyurmuştur. Yani, "İbrahim onların bazısının güneşe ve aya, Arapların putlara tapmaları; yahudilerin Üzeyr (aleyhisselâm)'in Allah'ın oğlu olduğunu iddia etmeleri ve hristiyanların, Hazret-i İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu iddia etmeleri gibi, Allah'a şirk koşmamış ve O'ndan başkasına ibâdet etmemiştir" demektir. Bundan maksad ise, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in inanç ve ahkam bakımından Hazret-i İbrahim'in dini üzere olduğunu beyân etmektir. Ahkam bakımından onun dini üzere oluşu şöyledir: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), o bahsedilen şeyin helâl olduğu hükmünü bildirince, Hazret-i İbrahim de onun helâl olduğuna hükmetmiş olur. Usûl (inanç) bakımından onun dini üzere olmasına gelince, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) sadece tevhide ve Allah'tan başka hertürlü ma'buddan uzak kalmaya davet eder. Hazret-i İbrahim de işte bu inanç üzere olmuştur.

Yeryüzünde Bina Edilen İlk Mabed Mekke'dedir

96

Âyetin tefsiri için bak:97

97

"Şüphesiz insanlar için konulan ve âlemler için mübarek ve hidâyet olan ilk ev, elbette Mekke'de olandır. Orada apaçık ayetler, (ve) İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya girerse emin olur" .

Bu âyetle, önceki âyetler arasındaki alâka hususunda şu izahlar yapılmıştır:

a) Bundan murad, yahudilerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini inkârları hususundaki diğer bir şüpheye cevap vermektir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kıblesini Ka'be'ye çevirince, yahudiler onun nübüvveti hususunda ileri geri konuşmuş ve şöyle demişlerdir: "Beyt-i Makdis Ka'be'den daha faziletli ve kıble yapılmaya daha layıktır. Çünkü orası, Ka'be'den önce yapılmıştır, Mahşerin olacağı yerdir ve bütün peygamberlerin de kıblesidir. Durum böyle olunca, kıblenin Beyt-i Makdis'den Ka'be'ye çevrilmesi bâtıldır." İşte Cenâb-ı Hak, yahudilerin bu iddiasına, "Şüphesiz insanlar için konulan... ilk ev, elbette Mekke'de olandır" diye cevap vermiş ve Ka'be'nin, Beyt-i Makdis'den daha faziletli ve şerefli olduğunu beyân etmiştir. Binâenaleyh Ka'be'yi kıble edinmek daha evlâdır.

b) Bir önceki âyetin gayesi, neshin caiz olup olmadığını açıklamaktır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), neshin caiz olduğuna, bütün yiyeceklerin İsrailoğullarına mubah iken, daha sonra Allah'ın onlardan bazısını haram kıldığını söyleyerek delil getirmiştir. Yahudiler ise, bu hususta Hazret-i Peygamber ile münâkaşa etmişlerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, neshedildiğini ortaya koyduğu hükümlerin en önemlisi kıble meselesidir. İşte bu sebepten ötürü Hak teâlâ, bu âyette niçin kıble olarak Ka'be'ye dönüldüğünü açıklamıştır. Bu sebep de, Ka'be'nin, kendisinin dışındaki her yerden daha faziletli olmasıdır.

c) Allahü teâlâ, bir önceki âyette, "Bundan dolayı Hanif olarak İbrahim'in dinine uyun. O, müşriklerden değildi" buyurduğu ve Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in dininin en büyük şiarı hacc ibâdeti olduğu için, bu âyette haccın vâcib oluşunu kendisine dayandırmak için, Beytullah'ın faziletini beyân etmiştir.

d) Yahudi ve hristiyanlardan her biri, kendilerinin İbrahim (aleyhisselâm)'in dini üzere olduklarını iddia etmişlerdir. Bu hususun İzahı, daha önceki âyetlerde yapılmıştır. İşte bu sebepten ötürü, Allahü teâlâ Kâ'be'ye haccın Hazret-i İbrahim'in dininden olduğunu söylemek suretiyle onların yalancı olduklarını beyân etmiştir. Çünkü yahudi ve hristiyanlar haccetmemekte idiler. İşte bu, onların iddialarında yalancı olduklarına delâlet eder. Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır.

Evvel (İlk) Tabirinden Maksat

Muhakkik âlimler, âyetteki "evvel (ilk)" kelimesinin, "sebkat eden, önce olan fert, yani ilk" mânasında olduğunu söylemişlerdir. Buna göre birisi, "Aldığım ilk köle hürdür" der ve ilk olarak 'ki köleyi birden satın almış olur ise, İkisi de âzâd edilmiş olmaz. Çünkü ilk olan şey, tek bir şey olmalıdır. Sonra bu adam, ikinci defada tek bir köle satın almış olsa, bu sözle o da âzâd edilmiş olmaz. Çünkü "ilk" olma şartı, O'nun önceden olmuş olmasıdır. Böylece "evvel"in, ilk olan tek şey olduğu sabit olmuş olur.

Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Hak teâlâ'nın, "Şüphesiz insanlar için konulan... İlk ev, elbette Mekke'de olandır" buyruğu Ka'be'nin Allah'ın yarattığı ilk ev veya yeryüzünde ortaya çıkan ilk ev olduğuna delâlet etmez. Aksine âyetin zahiri, Ka'be'nin "insanlar için yapılan" ilk ev olduğuna delâlet eder. O evin "insanlar için yapılmış" olması, bütün insanlar arasında ortak olmasını gerektirir. Diğer evlere gelince, onlardan her biri bir insana aittir. Dolayısı ile, evlerden hiçbiri bütün insanlar için konulmuş olmaz. Beytullah'ın, bütün insanlar arasında müşterek olması, ancak taat ve ibâdetler için yapılmış olması ve insanların kıblesi olması bakımından olabilir. Böylece, "Şüphesiz insanlar için konulan... ilk ev, elbette Mekke'de olandır" âyeti, bu evi Allahü teâlâ'nın tâat, hayır ve ibâdetler için koyduğuna delâlet eder. Binâenaleyh bu hükme, Ka'be'nin, namazların kıblesi, hacc yeri ve ibâdetlerin sevaplarının arttığı bir mahal olması hükmü de girer.

Eğer, "Bu sıfatta Kâ'be'nin ilk oluşu, bir ikincisinin olmasını ifâde eder. Bu da, Beyt-i Makdis'in orayı ziyaretin vâcib olması gibi- bazı sıfatlar hususunda Beytuflah gibi olmasını gerektirir. Halbuki durumun böyle olmadığı bilinmektedir?" denilirse, buna şu iki şekilde cevap verilir:

1- Arapça'da "evvel" (ilk) lafzı, ilk meydana gelen şeyi ifâde eden bir isimdir. O'nun peşinden, onun gibi bir başka şeyin meydana gelip gelmemesi farketmez. Nitekim "Bu, benim Mekke'ye ilk gelişimdir" ve "Bu, benim ilk kazancımdır" denilir. Yine birisi "sahip olduğum ilk köle hürdür" dese ve daha sonra bir köleye sahip olsa, bundan sonra başka köleye sahip olmasa bile, o ilk kölesi âzâd edilmiş sayılır. İşte burada da böyledir.

2- Âyetteki, "İlk ev "den murad, insanların ibâdet ve tâatları için yapılmış İlk evdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in,

"Ancak şu üç mescide gitmek için yük bağlanır (yolculuğa çıkılır): Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve benim şu mescidim" Buhari, Savm. 67. hadis-i şerifinin de delâlet ettiği gibi, ibadet ve taat için yapılmış olma hususunda Beytu'l-Makdis de Kâ'be ile müşterektir. İşte Kâ'be'nin insanlar için konulan ilk beyt (ev) olduğunun doğruluğuna, bu kadar şey yeter. Fakat Beyt-i Makdis'in, her bakımdan -hatta orayı ziyaret etmenin farz olması bakımından- mutlaka Kâ'be gibi olması gerekmez. Allah en iyisini bilendir.

Kâ'be'nin İlk Bina Edilişi

Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz insanlar için konulan ve âlemler için mübarek ve hidâyet olan İlk ev, elbette Mekke'de olandır" buyruğundan murad, Beytuliah'ın inşâ edilme bakımından ilk oluşu olabileceği gibi, mübarek ve hidâyet vesilesi olması bakımından ilk oluşu da olabilir. Binâenaleyh müfessirler bu âyetin tefsiri hususunda şu iki görüşü ileri sürmüşlerdir:

1- "Kâ'be, yapılış ve inşâ ediliş bakımından ilktir." Bu görüşte olanların delilleri şunlardır:

a) Vahidî (radıyallahü anh) "el-Basît" adlı eserinde, Mücâhid'den senedli olarak şunu rivayet etmiştir: "Allahü teâlâ bu evi yeryüzünde herşeyden önce yaratmıştır." Bir başka rivayette de "Allahü teâlâ, yeryüzünü yaratmadan ikibin yıl önce bu beytin (Kâ'be'nin) yerini yaratmıştır ki onun temeli en altta bulunan yerin yedinci tabakasına kadar uzanır" denilmiştir. Yine Muhammed İbn Ali İbn Hüseyin İbn Ali İbn Ebî Tâlib'in, babasından, onun dedesinden, onun da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Allahü teâlâ meleklerini gönderip, onlara "Yeryüzünde benim içinr Beyt-i Ma'mur gibi bir ev yapın" dedi, Allahü teâlâ, gökteki (meleklerin) Beyt-i Ma 'mûr'u tavaf etmeleri gibi, yeryüzündeki herkesin de o evi (Kâ 'be'yi) tavaf etmelerini emretti. Bu iş, Hazret-i Âdem'in yaratılmasından önce idi."

Yine diğer tefsir kitaplarında Abdullah İbn Ömer (radıyallahü anh), Mücâhid ve Süddî'den şu rivayet edilmiştir: "Beytullah, yer ve gök yaratılırken su üzerinde yaratılan ilk evdir. Allahü teâlâ onu, yeryüzünü yaratmazdan ikibin yıl önce yaratmıştır. Beytullah, suyun yüzünde bembeyaz bir köpük idi. Sonra yeryüzü o köpüğün altından yayılıp meydana geldi." Kaffâl, Tefsir'inde şöyle demektedir: "Hubeyb İbn Sabit, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Makam-ı İbrahim'de ve Makam-ı İbrahim'in altında bulunan bir kitabede şöyle yazılı olduğu görülmüştür: "Ben, Mekke'nin sahibi olan Allah'ım. Mekke'yi, güneşi ve ayı yarattığım gün yarattım ve şu iki taşı koyduğum gün onu da harem bölge kıldım. Onu, yedi melâike ile çevreledim."

b) Hazret-i Âdem (aleyhisselâm), yeryüzüne indirilince yalnızlıktan şikâyet etti. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona, Kâ'be'yi yapıp, onu tavaf etmesini emretti. Hazret-i Âdem'in yapmış olduğu bu yapı, Hazret-i Nuh (aleyhisselâm) zamanına kadar ayakta kaldı. Cenâb-ı Hak, Tufân'ı gönderince, Beytullah aynı yerinin hizasında olmak üzere, yedinci semâya kaldırıldı ve melekler, onun yanında ibâdet etmeye -ve hergün bir giren bir daha girmemek üzere-, ona yetmişbin melek girmeye başladı. Nûh tufanından sonra Kâ'be'nin yeri belirsiz oldu. Bu durum, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Cebrail'i Hazret-i İbrahim'e gönderip, onun yerini ona gösterip, ona o Beytullah'ı yeniden yapmasını emredinceye kadar devam etti. Binâenaleyh onun mühendisi Cebrail (aleyhisselâm), ustası İbrahim (aleyhisselâm), çırağı da Hazret-i İsmail (aleyhisselâm) olmuştur.

Bil ki her iki görüş de, Kâ'be'nin Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) zamanında mevcud olduğunu ifâde etmektedir. Bu, en doğru görüştür. Bunun, en doğru görüş olduğuna şu hususlar delâlet etmektedir:

1- Hak teâlâ'nın, "İşte bunlar, Allah'ın kendilerine nimet verdikleri peygamberlerden, Âdem'in zürriyetinden, Nûh ile beraber (gemide) taşıdıklarımızdan, İbrahim ile İsmail'in neslinden hidâyete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir. Onlara Rahman olan Allah'ın âyetleri okunduğu zaman, ağlayarak secdeye kapanırlardı" (Meryem, 59) âyetinin delaletiyle, bütün peygamberlerin dininde namaz farz idi. Binâenaleyh bu âyet, bütün peygamberlerin secde ettiklerine delâlet etmektedir. Secde yapmak içinse, bir kıblenin bulunması gerekir. Eğer Şit, İdris ve Nûh (aleyhisselâm)'un kıblesi, Kâ'be'den başka bir şey olmuş olsaydı, bu durumda Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz insanlar için konulan... İlk ev, elbette Mekke'de olandır" sözü yanlış olurdu. Öyleyse, önceki peygamberlerin kıblesinin de Kâ'be olduğunu söylemek icab eder. Bu da, bu cihetin ebedî olarak şerefli ve mükerrem olduğunu gösterir.

2- Allahü Teâlâ Mekke'yi "Ümmü'l-Kurâ" (beldelerin anası, ana kent) diye isimlendirmiştir. Bu ifâdenin zahiri, Mekke'nin, var olduğu andan itibaren fazilet ve şeref bakımından diğer yerlerden önde gelmesini gerektirir.

3- Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber Mekke'nin fethi günü îrad ettiği hutbede şunu söylemiştir: "İyi bilin ki, Allah Mekke'yi, gökleri ve yeri, güneşi ve ayı yarattığı gün harem kılmıştır..." Mekke'nin harem bir belde kılınması ise, ancak Mekke var olduktan sonra mümkün olabilir.

4- Sahabe ve Tâbiûndan nakletmiş olduğumuz haberler, Mekke'nin, Hazret-i İbrahim zamanından önce mevcut olduğuna delâlet etmektedir.

Kâ'be'nin İlk Bina Edilişini Kabul Etmeyenler

Şunu bil ki, bunu inkâr eden kimseler, şunlarla istidlal etmişlerdir:

a) Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle demiştir:

"Allahım, nasıl İbrahim Mekke'yi haram bir belde kılmışsa, ben de Medine'yi haram bir belde kılıyorum." Bu ifâdenin zahiri, Mekke'yi Hazret-i İbrahim'in inşâ etmiş olmasını gerektirir. Bir kimse şöyle diyebilir: "Kâ'be'nin Hazret-i İbrahim'den önce mevcut olduğunu, ama haram bir belde olmayıp, Hazret-i İbrahim tarafından haram bir belde kılındığını söylemek de uzak bir ihtimal değildir."

b) Bu görüşte olanlar Cenâb-ı Hakk'ın, "Hani İbrahim, o beytin temellerini İsmail ile birlikte yükseltiyorlardı" (Bakara, 127) âyetine tutunmuşlardır. Bir kimse, "Belki de Beytullah bundan önce mevcut idi; ama sonra yıkıldı. Sonra Allahü Teâlâ Hazret-i İbrahim'e, beytin temellerini yükseltmesini emretti" diyebilir. Nitekim bu durum, birçok haberde bildirilmiştir.

c) Kâdî şöyle demiştir: "Kâ'be, tufan zamanında semâya yükseltilmişti" şeklinde söylenilen söz uzak bir ihtimaldir. Çünkü şerefti olan, bu belli cihettir. Cihetin ise, semâya kaldırılması mümkün değildir. Baksana, Kâ'be -Allah korusun- yıkılmış, taşları, kerestesi ve toprağı başka bir yere taşınmış olsaydı, bu şeylerin kesinlikle bir şerefi olmaz; o cihetin şerefi, Kâ'be yıkıldıktan sonra da devam ederdi. Her müslümanın da, yine bu cihete doğru teveccüh ederek namaz kılması gerekirdi. Durum böyle olunca, bu duvarların semâya yükseltilmesinde bir fayda söz konusu değildir."Bir kimse şöyle diyebilir:"Bu cisimler, Allahü Teâlâ'nın onların semâya nakledilmesini emredecek kadar bir izzet ve şerefe ulaşınca, ve de, bu cisimlerdeki bu şeref de, onların bu cihette bulunmaları sebebiyle olunca, onların semâya nakledilmeleri, bu cihetin son derece tazim ve teşrif edildiğine dair delillerin en büyüklerinden olur. İşte bu görüş hakkında söylenecek şeylerin hepsi budur.

2- Bu öncelikten murad bu beytin Kâ'be'nin mübarek olup insanlar için bir hidayet vesilesi, rehber olması bakımından ilk beyt oluşudur. Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber'e, insanlar için kurulmuş ilk mescid sorulduğu zaman O, "Mescid-i Haram, sonra da Beytu'l-Makdis" demiştir. Aralarında kaç senelik bir zaman bulunduğu sorulunca da, "Kırk sene" demiştir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre, bir adam ona, "Kâ'be, ilk ev midir? diye sorunca o, "Hayır; şüphesiz ondan önce başka evler var idi... Fakat Kâ'be, insanlar için konulmuş, mübarek olan, kendisinde hidâyet, rahmet ve bereket bulunan ilk evdir. O'nu ilk inşâ eden İbrahim'dir. Daha sonra onu, Cürhüm kabilesinden bir grup Arap yeniden inşa etmiştir. Sonra o yıkılmış, bunun üzerine onu, İmlîk İbn Sâm İbn Nûh'un soyundan gelme krallar olan Amalika taifesi inşa etmişlerdir. Sonra Kâ'be yine yıkılmış, bu sefer de onu Kureyşliler inşa etmişlerdir" demiştir.

Bil ki âyetin, Kâ'be'nin fazilet ve şeref bakımından ilk oluşuna delâlet etmesi, şüphe edilmeyecek bir husustur. Çünkü, bu öncelikten bahsetmenin asıl maksadı, onun faziletini beyân etmektir. Zira bunun gayesi, onun Beytü'l-Makdis'ten üstün olduğunu göstermektir. Bu ise, ancak fazilet ve şeref bakımından önce olmakla tamamlanır. Yapılış bakımından önceliğin, bu gayenin tahakkukunda bir tesiri yoktur. Fakat, fazilet bakımından önceliğin sabit olması, yapılış bakımından önceliğin sübûtuna ters değildir. Biz bu hususun da sabit olduğu hususunda da deliller zikretmiştik.

Kâ'benin Efdal Olmasının Sebepleri

Bu öncelikten muradın fazilet ve şeref bakımından üstünlük olduğu kesinleşince, biz burada Beytullah'ın faziletli oluşunun çeşitli sebeplerini zikredeceğiz:

Birinci fazilet: Ümmetler, bu beytin ilk banisinin Halilullâh Hazret-i İbrahim; Beytu'l-Makdis'in banisinin ise, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) olduğunda ittifak etmişlerdir. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in Hazret-i Süleyman'dan derece bakımından daha büyük, fazilet bakımından daha üstün olduğunda şüphe yoktur. Bu bakımdan Kâ'be'nin Beytu'l-Makdis'ten daha şerefli olması gerekir. Bil ki, Allahü Teâlâ Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e Beyti tamir etmesini emretti ve, "Hatırla o zamanı ki biz Beyt'in yerini İbrahim'e:' Bana hiçbir şeyi ortak koşma, beytimi tavaf edenler, kıyam edenler, rükû ve secde edenler için iyice temizle" diye merci yapmıştık" (Hacc, 26) buyurdu. Bu teklifi tebliğ eden, Cibril (aleyhisselâm)'dir. İşte bu sebepten dolayı, "Âlemde Kâ'be'den daha şerefli bir bina yoktur. Çünkü onun yapılmasını emreden Cenâb-ı Hak; plânını çizen Cibril; mimarı Halilullâh, onun çırağı da İsmail (aleyhisselâm)'dir" denilmiştir.

İkinci fazilet: Makam-ı İbrahim'dir ki burası, Hazret-i İbrahim'in, ayağını üzerine bastığı ve böylece de Allahü Teâlâ'nın, diğer kısımları değil de, Hazret-i

İbrahim'in ayağını bastığı kısmı bir çamur gibi yaptığı, böylece de İbrahim (aleyhisselâm)'in ayağının içine gömüldüğü taştır. Bu ise, Allah'tan başka hiç kimsenin yapamıyacağı ve sadece peygamberleri için izhâr edeceği şeyler, mu'cizeler cümlesindendir. Sonra Hazret-i İbrahim ayağını kaldırınca, Cenâb-ı Hak taşta, tekrar katılaşma ve taş olma özelliğini yaratmıştır. Allahü Teâlâ bu taşı, daima muhafaza etmiştir ki, bu da akıllara hayranlık veren ve Allahü Teâlâ'nın o taşta izhâr etmiş olduğu apaçık mucizelerdendir.

Üçüncü fazilet: Şeytanın taşlanmış olduğu yerde birikmiş olan taşların daima az olmasıdır. Çünkü binlerce seneden beri, her sene taş atanların sayısı yaklaşık olarak altıyüzbine ulaşmasına ve her bir kişi de yetmiş taş atmasına rağmen, oraya atılmış olan taşlar bir araya getirilmiş olsa, bir sene zarfında atılmış olan taşlar kadar bile olmaz!.. Halbuki şeytanın taşlanmış olduğu bölge ne bir sel yatağı, ne de şiddetli rüzgârların estiği bir yerdir.. Haberde de, "Haccı makbul olan kimselerin attığı taşlar semâya yükseltilir" şeklinde varid olmuştur.

Dördüncü fazilet: Kuşların, havada uçarlarken Kâ'be'nin üzerinden geçmeyip, bilâkis Kâ'be'nin üzerine yaklaştıklarında oradan sapmalarıdır.

Beşinci fazilet: Kâ'be'nin civarında, köpek ve ceylân gibi yabani bazı hayvanların, birbirine eziyet etmeksizin ve de birbirlerini aramaksızın bir arada bulunmalarıdır. Bu, son derece şaşırtıcı bir durumdur. Yine Mekke'de ikamet eden herkesin yağma ve baskından emin olmalarıdır ki, bu da Hazret-i İbrahim'in duasının bereketi sebebiyledir Çünkü Hazret-i İbrahim, "Ya Rabbi, burasını emîn bir belde yap!" (Bakara, 126) şeklinde duâ etmişti. Cenâb-ı Hak da Mekke'yi emniyetle tavsif ederken, "Onlar, çevrelerinde insanlar zorla kapılıp götürülürken, orayı emin bir yer yaptığımızı görmediler mi?" (Ankebût, 67) ve, "Onlar, kendilerini açlıktan koruyup doyuran, korkudan emin kılan şu Beytin Rabb'ine ibâdet etsinler" (Kureyş, 3-4) buyurmuştur. Bir zâlimin Kâ'be'yi tamamen yerle bir edip, Mekke'yi de harap ettiği kesinlikle nakledilmemiştir. Beytu'l-Makdis'e gelince orayı Buhtunnasr temelinden yıkmıştır.

Altıncı fazilet: Fillerden ordu kurmuş olan Ebrehe el-Eşrem, Kâ'be'yi tahrib etmek için ordularını ve fillerini Mekke'ye yöneltip, Kureyş de bu orduya karşı koymaktan âciz olup, Mekke'den ayrılarak onu Kâ'be ile başbaşa bırakınca, Allahü Teâlâ Ebrehe ve ordusunun üzerine bölük bölük kuşlar salıverdi. "Ebabil", kuşlar topluluğu demektir. Bunlar, taş taşıyıp, bu taşları Ebrehe ve ordusu üzerine atan küçük küçük kuşlar idi. Böylece gerek Ebrehe, gerekse askeri, o kadar küçük olmasına rağmen o taşlarla helak olmuşlardı. Böylece bu, Kâ'be'nin şerefine delâlet eden bir mu'cize, Hazret-i Muhammed'in nübüvvetine bir irhas (müjdeci) olmuştur.

İmdi eğer bir kimse, "Bütün bunların, oraya yerleştirilmiş olan ve hiç kimsenin bilemediği bir büyü sebebiyle meydana geldiğinin söylenmesi niçin caiz olmasın? Çünkü, büyünün nasıl yapıldığı hususu malûm ve meşhurdur" derse, biz deriz ki:

Eğer bu, büyü kabilinden bir şey olmuş olsaydı, hiç şüphesiz bu diğer büyülerden farklı bir büyü olmuş olurdu. Çünkü bu kadar uzun bir müddet içinde, Kâ'be'nin dışındaki hiçbir şey için, bu kadar uzun bir süre beka (devam etme) mümkün olmamıştır. Binâenaleyh bu gibi şeyler bir mû'cizedir, peygamberlerden başka hiç kimse de bunu başaramaz.

Kâ'be'nin Tarıma Müsait Olmayan Yerde Kurulmasının Hikmeti

Yedinci fazilet: Muhakkak ki Allahü Teâlâ Kâ'be'yi, ziraata elverişli olmayan bir vadiye yerleştirmişti. Bunun sebep ve hikmetleriyse şunlardır:

a) Allahü Teâlâ böylece Harem'inde ikamet edip Beyt'ine hizmet edenlerin, sadece kendisine tevekkül etsinler diye, kendisinin dışındaki şeylere karşı besledikleri ümidi kesmiştir.

b) Orada hiç zâlim ve zorba ikamet etmemiştir. Çünkü onlar, sadece dünyanın güzelliklerini ve nimetlerini arzularlar. Onlar, dünya nimetlerini orada bulamadıkları için de, orasını terkederler. Bundan maksat ise, o bölgeyi, dünyaya düşkün olanların pisliğinden temiz tutmaktır.

c) Allah, hiç kimse oraya ticâret amacıyla yönelmesin, bilâkis bu yöneliş sadece ibâdet ve ziyaret amacıyla olsun diye, bu bölgeyi böyle yapmıştır.

d) Allahü Teâlâ, böylece "fakr"ın, fakirliğin şerefini izhar etmiştir. Çünkü, evlerin en şereflisini, dünyadan çok az nasibi olan bir bölgeye yerleştirmiş ve sanki şöyle demek istemiştir. "Ben, fakirleri, dünyada emin belde'nin sakin ve mukimleri kıldım... İşte bunun gibi, onları, ahirette de emin makamların ehli yapacağım. Dünyada, onlar için emniyetli bir beyt, âhirerte de emniyetli bir yurt vardır."

e) Sanki, Cenâb-ı Hak şöyle demiştir: "Kâ'be'yi, bütün dünya nimetlerinden uzak olan bir bölgeye yerleştirince, aynen bunun gibi marifetullah Kâ'be'sini de dünya muhabbetinden hâlî bir kalbde yaratırım." İşte Kâ'be'nin fazileti hakkında söylenebilecek olan hususlar bunlardır. Böylece de bu beytin, çeşitli fazilet ve menkıbeler hususunda insanlar için kurulmuş ilk beyt (ev) olduğu ortaya çıkar. Bunun böyle olduğu zahir olunca da, yahudilerin, "Beytu'l-Makdis, Kabe'den daha kıymetli ve şereflidir" şeklindeki sözleri geçersiz olur. Allah en iyi bilendir.

'Bekke" Kelimesinin Mânası

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Elbette Mekke'de olandır" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âyette bulunan lafzından murad, şüphe yok ki, Mekke'dir. Daha sonra âlimler bu hususta ihtilâf etmiş, bazıları şöyle demiştir: "Bekke" ve "Mekke" lafızları, aynı şeyin iki ismidirler. Çünkü bâ harfiyle mîm harfi, mahreç bakımından birbirine yakın olan iki harftirler. Bu sebeple bu harflerden herbiri, diğerinin yerine kullanılmıştır. Meselâ, "Bu, yapılması gereken bir vuruştur" denildiği gibi; "Bu, devamlıdır, daimdir" denildiği gibi, 4Bu devamlıdır" denildiği gibi, "Başını dikti, yükseltti" denildiği gibi, da denilmektedir.

(......) kelimesinin hangi kelimeden iştikak ettiği hususunda iki izah bulunmaktadır:

a) Bu kelime, birbirini savuşturmak, defetmek anlamına gelen (......) kelimesinden türemiştir. Nitekim bir kimse bir başkasını sıkıştırıp uzaklaştırdığında, oy insanlar birbirine girip sıkışıklık olduğu zaman denilir. İşte bu sebepten ötürü Saîd İbn Cübeyr, insanlar tavafta birbirini sıkıştırarak izdihama sebebiyet verdikleri için, "Mekke'ye, Bekke denilmiştir" demiştir. Bu aynı zamanda, Muhammed İbn Ali el- Bakır, Mücâhid, ve Katâde'nin de görüşüdür. Bu zâtlardan birisi şöyle demiştir: "Muhammed İbn Ali el- Bakır'ı namaz kılarken gördüm. Derken, önünden bir kadın geçiverdi. Kendisini engellemeye çalıştığında, Muhammed İbn Ali el-Bakır: "Onu bırak; çünkü Mekke'nin, Bekke diye adlandırılmasının sebebi, orada insanların birbirlerini sıkıştırmalarıdır. Orada erkek namaz kılarken, kadın onun önünden; kadın namaz kılarken ise erkek onun önünden geçebilir.. Burada, bunun bir mahzuru yoktur!" dedi."

Mekke'ye Bekke denilmiştir. Çünkü Mekke, bütün zalimlerin boynunu kırar. Herhangi bir zalim orada bir kötülük düşünürse, onun boynu unufak olur. Kutrub şöyle demiştir: "Bir kimse bir kimseyi kınayıp onun gururunu kırdığı zaman, Araplar, derler."

Mekke Kelimesinin Mânası

"Mekke" kelimesinin iştikakı hususunda da şu açıklamalar yapılmıştır:

a) Bu şehre, günahları mekk ettiği, yani tamamını giderdiği için Mekke ismi verilmiştir.

Bu senin, memede olan sütü iyice emip bitiren süt çocuğu hakkında söylemiş oluğun "Süt yavrusu, anasının memesini iyice emdi" ifâdesinden alınmadır.

b) Orası, dünyanın dört bir tarafından insan cezbettiği ipin bu ismi almıştır. Nitekim, memedeki sütü iyice, sonuna kadar emdiğinde, denilir. Yine, kemikte olan İlikleri iyice emip yediğinde, denilmektedir.

c) Mekke, suyu az olduğu için, böyle isimlendirilmiştir. Çünkü orasının suyu adetâ çekilmiş gibidir.

Mekke, yeryüzünün göbeğinde yer alır. Kaynaklar ve gözeler Mekke'nin altından kaynar. Binâenaleyh yeryüzünün tamamı, Mekke'nin altındaki kaynaktan suyunu çeker.

Bazı âlimler "Mekke" ile "Bekke" kelimelerinin arasında fark olduğunu ileri sürerek bir kısmı şöyle demişlerdir: "Bekke, sadece Mescid-i Haram; Mekke ise bütün Harem bölgesine verilen addır. Bunun delili şudur: Bekke, kalabalık ve itişme manasından türetilmiştir. Bu ise, başka yerlerde değil ancak tavaf esnasında Mescid-i Haram'da olur." Bunların ekserisi ise, "Mekke'nin, hem Kâ'be'nin hem de tavaf edilebilen yerlerin ismi olduğunu; "Bekke"ninise bu bölgenin ismi olduğunu söylemiş ve şunu delil getirmişlerdir: Hak teâlâ'nın, "Bekke'de olan (ev)" ifâdesi, o Beyt'in Bekke'nin içinde bulunduğuna delâlet eder. Eğer "Bekke", Kâ'be manasında olsaydı, Kâ'be'nin Bekke'nin içinde olması imkansız olurdu. Fakat Bekke'yi bu beldenin ismi olarak alırsak, bu söz doğru olmuş olur.

Mekke'nin Diğer İsimleri

Mekke'nin birçok ismi vardır. Kaffal (r.h), Tefsir'inde şu isimlerini saymıştır: Mekke, Bekke, Ümmü Rahm, Küveysâ, Beşâşe, Hatime (kendisini hafife alanları kırıp döken), Ümmü'l-Kurâ. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ümmü'l-Kura'yı ve onun etrafindakileri inzâr edesin..." (şurâ, 7) buyurmuştur. Mekke, bütün beldelerin kökü olduğu ve yeryüzü onun altından yayıldığı için Ümmü'l-Kurâ (Beldelerin anası) diye adlandırılmıştır. İşte bundan dolayı orası, yeryüzünün dörtbir köşesinden gelenler tarafından ziyaret edilir.

Kâ'be'nin Diğer İsimleri

Kâ'be'nin de birçok isimleri vardır:

1- Kâ'be: Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah Kabe'yi o Beyt-i Haram'ı, insanlar için (ibâdetlerini) yerine getirme (mahalli) kıldı" (Maide, 97) buyurmuştur.

Kâ'be'nin bu ismi alışının sebebi, bu ismin yükseklik ve şerefe delâlet etmesidir.

Topuğa, ayak bileği üzerinde bir çıkıntı gibi olup, yükseldiği için "kâb" denilmiştir. Memeleri yeni tomurcuklanan kadına da, memeleri yükseldiği için "Kâ'ib" denilmiştir. Beytullah da, yeryüzünün en şerefli, en eski ve en faziletli yeri olduğu için bu ismi almıştır.

2- Beyt-i Atîk (Eski ev). Cenâb-ı Hak, "Sonra o (kurbanların) varacakları son yer Beyt-i Atîk'dir" (Hacc, 3) ve "O, Beyt-i Atîk'i tavaf etsinler" (Hacc, 29) buyurmuştur. Beytullah'a bu ismin veriliş sebebi hususunda şu izahlar yapılmıştır:

a) Atîk, eski demektir. Biz, Beytullah'ın yeryüzünün evlerinin en eskisi olduğunu, hatta bazılarına göre Allah'ın onu, gökleri ve yeri yaratmazdan önce var ettiğini açıklamıştık.

b) Allahü teâlâ, Nuh Tufanı esnasında onu semâya kaldırarak, sular altında kalmaktan i'tâk (âzâd edip kurtarmıştır).

c) Bu kelime, yuvasında güçlenip kuvvetlendiği zaman kuş için söylenen (......) ifâdesinden alınmıştır. Kâ'be de orayı tahrib etmeye niyetlenen herkesi Allah'ın helak edeceği bir güce ulaştığı için, "Atîk" diye isimlendirilmiştir.

d) Allahü Teâlâ onu, beyti herhangi bir kimsenin mülkü olmaktan âzâd etmiştir.

e) Allah, kendisini ziyaret eden herkesi ateşten âzâd eder, mânasında o, Atîk'dir.

3- el-Mescidu'l-Haram... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya kadar götüren Allah'ın şanı çok yücedir" (isrâ, 1) buyurmuştur. O'nun "Haram" olmasından ne kastedildiğinin tefsiri, İnşa-Allah o âyetin (İsra, 1) tefsirinde gelecektir.

Buna eğer bir kimse, "Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz insanlar için konulan İlk ev, elbette Mekke'de olandır" buyruğu ile, "Beytimi tavaf edenler için iyice temizle" (Hacc, 26) buyruğu nasıl birleştirilebilir? Çünkü Cenâb-ı Hak Kâ'be'yi, bir keresinde kendisine, başka bir kere de insanlara nisbet etmiştir" derse, buna şöyle cevap verilir: Sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Ev benimdir; ancak onu, kendi menfaatim için kurmadım! Çünkü"benim hiçbir şeye ihtiyacım yoktur. Ama ben onu, senin duan için bir kıble olsun diye vaz ettim." Allah en iyisini bilendir.

Mübarek Kelimesinin Delâleti

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Âlemler için mübarek olup hidayet vesilesi rehber olmak üzere..." buyurmuştur. Şunu bil ki, Cenâb-ı Hak bu beyti muhtelif faziletlerle vasfetmiştir:

Birincisi: Burası, insanlar için (ibâdet amacıyla) kurulmuş ilk evdir. Bunun, fazilet bakımından ilk olmak manasına geldiğini daha önce söylemiştik. Biz buna, şu izahları da ilâve edebiliriz:

a) Ali (radıyallahü anh) "O, "bereket" sıfatı kendisine tahsis edilmiş ve kendisine giren herkesin emin kılınmış olduğu ilk evdir" demiştir.

b) Hasan el-Basrî, "O, yeryüzünün, içinde Allah'a ibâdet edilen ilk mescididir" demiştir.

c) Kutrûb ise, "O, kıble kılınan ilk evdir" demiştir.

İkincisi: Allahü teâlâ Kâ'be'yi "Mübarek" olmakla vasıflandırmıştır. Bu hususta iki mesele vardır:

Birinci Mesele

"Mübarek" kelimesi, hal olduğu için mansub gelmiştir. Buna göre ifâdenin takdiri, "O, mübarek olduğu halde Mekke'de yerleşmiş olan evdir" şeklindedir.

İkinci Mesele

"Bereket"in iki manası vardır:

a) Artmak ve çoğalmak;

b) Devamlı olmak... Allahü teâlâ devamlı, ezelî ve ebedî olduğu için "Tebârekellah" denilir. Bereket, içinde su bulunan havuza benzer. Deve, göğsünü yere koyup çöktüğünde (......) denilir.

Eğer biz "bereket"i, artma ve çoğalma manasına alır isek, Beytullah şu bakımlardan mübarek olmuş olur:

1- Taatlar orada yapıldığında, sevapları daha fazla olur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Mescid-i Haramın, mescidime üstünlüğü, mescidimin diğer mescidlere üstünlüğü gibidir" buyurmuştur. Daha sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Şu mescidimde kılınan tek namaz, başkalarında kılınan bin namazdan daha faziletlidir" Benzeri bir hadis için bkz. Keşfü'l-Hafâ, 2/27. buyurmuştur. Bu, namaz hakkında böyledir. Hacca gelince, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Kim çirkin söz söylemeden ve günah işlemeden haccını tamamlarsa, anasının onu doğurduğu gün gibi, günahlarından sıyrılmış olur" Benzeri, Buhâri, Muhtasar, 9-10; Nesai, Hacc, 4 (5/114). buyurmuştur. Diğer bir hadiste ise "Kabul edilmiş haccın mükafaatı ancak cennettir" Nesai, Hacc, 3(5/112). buyurmuştur. Mağfiret ve rahmeti elde etmekten daha bereketli bir şeyin olmayacağı malumdur.

2- Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "Bu bereketin, "Herşeyin mahsulleri orada toplanır..." (Kasas. 57) âyetinde zikredilen hususun olması da caizdir. Böylece bu, "Etrafına bereket verdiğimiz Mescid-i Aksa'ya..." (isrâ, 1) âyetinde ifâde edilen husus gibi olur."

3- Akıllı olanın, zihninde Kâ'be'nin bir nokta gibi, namazlarda ona yönelen insanların saflarının da merkezi kuşatan dâireler gibi olduğunu düşünmesi ve namaz kılarken bu noktayı kuşatan safların ne kadar çok olduğunu tasavvur etmesi gerekir. Böylece hiç şüphesiz, o namaz kılanlar içinde, yüce ruhlu, kutsî kalbli, nurânî sırlara sahip ve gönülleri rabbani şahıslar bulunur. Sonra o saf ruhlar, marifetullah Kâ'be'sine yönelip, bedenleri de şu maddî Kâ'be'ye yöneldiği zaman, o esnada Mescid-i Haram'da bulunan kimseler ruhunun nuru ile, Kâ'be'ye böylece yönelmiş olan kimselerin ruhlarının nurlarıyla birleşirler de o ilâhî nurlar, o kimsenin kalbinde artar ve o ruhanî ışıkların parıltıları, onun gönlünde büyür. İşte bu çok büyük bir derya ve şerefli bir makam olup senin dikkatini, Kâ'be'nin mübarek olduğu hususuna çeker.

Fakat biz bu bereketi, "devamlı olma" manasında tefsir edersek, durum yine aynıdır. Çünkü Kâ'be'de, tavaf edenler, ziyaretçiler ve namaz kılanlar eksik olmaz. Yeryüzü küre şeklindedir. Yeryüzü böyle olunca, her saatin, bir kavim için sabah vakti; diğer bir kavim için öğle; üçüncü bir kavim için ikindi; dördüncü bir kavim için akşam; beşinci bir kavim için de yatsı vakti olduğunu düşünmek mümkündür. Durum böyle olunca, Kâ'be, farz namazlarını edâ etmek için, dünyanın her tarafından kimselerin bulunmasından asla ayrı kalmaz. İşte bu bakımdan, bir devamlılık söz konusudur. Yine Kâ'be binlerce yıldır aynı hal üzere devam etmiştir. Binâenaleyh Kâ'be'nin bu iki bakımdan da "mübarek" olduğu sabit olmaktadır.

Üçüncüsü: Beytutlah'ın üçüncü vasfı, "Alemler için hidayet rehberi" olmasıdır. Bununla ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bunun şu manalarda olduğu söylenmiştir:

a) "O, bütün âlemlerin namazlarında kendisine yöneldikleri kıblesidir "

b) "Kâ'be, kendisinde bulunan zikrettiğimiz deliller ve anlattığımız harikulade halleri sebebi ile, irâde sahibi bir yaratıcının varlığına ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin doğruluğuna bir delildir. Çünkü Hazret-i Peygamber'in nübüvvetine delâlet eden herşey, aynı zamanda bir yaratıcının varlığına, ilmine, hikmetine, kudretine, herşeyden müstağni oluşuna ve bütün sıfatlarına delâlet eder."

c) Kâ'be, bütün âlemi cennete hidayet edip götürür. Çünkü farz namazlarını edâ eden herkes cennete girmeye hak kazanır.

İkinci Mesele

Zeccâc, bunun "Alemler için hidayet sahibi (vesilesi)" manasına geldiğini söylemiştir. Yine o, bu ifâdenin "O, Alemler için bir hidayettir" mânasında, mahallen merfu olabileceğini de söylemiştir.

Kabe'de Bulunan Aşikâr Deliller

Cenâb-ı Allah'ın, "Orada apaçık alametler vardır" beyânı ile ilgili şu iki görüş vardır:

a) Bundan murad, bizim onda bulunduğunu söylediğimiz âyetlerdir. Onlar da, korkan kimsenin kendisini orda emniyette hissetmesi, o kadar taş atılmasına rağmen, taşların yok olup gitmesi, kuşların onun üzerinden uçmaması, hastanın orada şifâ bulmast, ona saygısızlık edenin peşinen cezalandırılması ve orayı harab etmeye niyet eden fil ordusunun helak edilmesi gibi hususlardır. İşte buradaki "alametler" (âyetler), bu manadadır. Âyette, "âyât" (alametler) kelimesinin beyânı yer almamıştır.

"Âyetteki, "İbrahim'in makamı (vardır) tabirinin, "apaçık alâmetler" tabiriyle bir ilgisi yoktur. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak şöyle demiştir: "Orada apaçık âyetler vardır. Bununla beraber orası, Hazret-i İbrahim'in makamı, mekânı, seçtiği yer ve Allah'a ibâdet ettiği mahallidir. Çünkü bütün bunlar, kendisi ile şeref ve saygı kazanılan özelliklerdendir.

Buradaki ikinci bir görüşe göre âyette geçen "âyât (alametler)" lafzının beyânı yer almıştır ve bu da "Makam-ı İbrahim" tabiridir. Yani, "O âyetler, makam-ı İbrahim'dir" demektir.

İmdi şayet "Buradaki "âyât" lafzı cemîdir, onun tek bir şeyle tefsir edilmesi doğru olmaz" denilir ise, buna âlimler şu şekilde cevap verirler:

a) Makam-ı İbrahim, birçok âyet yerini tutar. Çünkü Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) için mu'cize olan herşey, yaratıcının varlığına, ilmine, kudretine, irâdesine, hayat sahibi oluşuna ve sonradan olan varlıklara benzemekten münezzeh, mukaddes ve müstağni olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, "Makam-ı İbrahim", hernekadar tek bir şeyse de, onda saydığımız bunca deliller mecvut olduğu için, birçok deliller mesabesinde kabul edilmiştir. Bu, tıpkı, "Hakikaten İbrahim (başlı başına) bir ümmet İdi Allah'a İtaatkârdı" (Nahl, 120) âyeti gibidir.

b) Makam-ı İbrahim, birçok âyetleri ihtiva eder. Çünkü sert bir kayada ayağının iz bırakması bir âyet, ayağının ona topuğuna kadar gömülmesi bir başka âyet, o kayanın bir kısmı yumuşarken diğer kısımlarının sertliğini muhafaza etmesi bir diğer âyettir. Çünkü o taşın, sadece Hazret-i İbrahim'in ayaklarını koyduğu yeri yumuşamıştır. Diğer peygamberlerin mû'cizeterinin değil de, yahudi, hristiyan, müşrik ve mülhidlerden binlerce yıl bu kadar düşmanlık görmesine rağmen, Makam-ı İbrahim'in Hazret-i İbrahim'e has bir yer olarak muhafaza edilmiş olması diğer bir âyettir. Böylece Makam-ı İbrahim'in pek çok âyeti ihtiva ettiği sabit olmuştur.

c) Zeccâc şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim oraya girerse emin olur" buyruğu, alametler (âyetler)in tefsirinin bir parçasıdır. Buna göre sanki orada, apaçık âyetler (alametler) olarak, Makam-ı İbrahim ile oraya girenlerin emin olmaları özelliği mevcuttur. Cemî sigası bazan iki şey için kullanılabilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer her ikiniz de Allah'a tevbe ederseniz (ne âlâ. Fakat) sizin kalpleriniz kaymıştır" (Tahrim. 4) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "İki ve daha yukarısı cemâattir (cemi sayılır)" Buhari, ezan. 35; İbn Mâce, ikame, 44 (1/312). buyurmuştur. Bazı âlimler, bu alametleri şöyle deyip üçe tamamlamışlardır: "Bunlar, İbrahim'in makamı, oraya girenlerin emin oluşu ve insanların Allah rızası için oraya hacc yapmalarıdır. Bu âyetin devamındaki buyruğunun başında, (o ifâdenin buraya atfını gerektiren) (......) lafzı kısalık olsun diye hazfedilmistir. Nitekim, "De ki: Rabb'im adaleti emretti" (A'raf, 29) âyetinde de böyledir. Bu, "Rabb'im, adaletli olmanızı emretti" mânasındadır.

d) Bu iki âyetin zikredilip, âyetlerin daha çok olduğuna delâlet etmesi için, diğer âyetlerin zikredilmemiş olması da caizdir. Sanki şöyle denilmiştir: "Onda apaçık birçok âyet vardır: Makam-ı İbrahim, ona girenin emin oluşu ve bunların dışında daha birçok âyet."

e) İbn Abbas, Mücahid ve Ebû Cafer el-Medenî Kuteybe'nin rivayetine göre, bu kelimeyi müfred olarak (bir âyet) şeklinde okumuşlardır.

f) Müberred, "Makam" kelimesi masdar olduğu için, "ve kulakları üzerine..." (Bakara. 7) âyetinde de olduğu gibi, cemî olarak getirilmemiştir. Bundan murad, Makamiât-ı İbrahim (İbrahim'in makamlarındır. Bunlar ise, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in yapmış olduğu hacc menâsiki ve kurban ile ilgili işlerdir. Şüphe yok ki bunların sayısı çoktur" demiştir. Buna göre, âyetler (alametler)den murad, "Kim Allah'ın şeâlrini büyük tanırsa..." (Hacc, 32) âyetinde de buyurulduğu gibi, haccın menâsikidir.

Makam-ı İbrahim Hakkında

Cenâb-ı Hak daha sonra "İbrahim'in makamı..." buyurmuştur. Bunun hakkında birkaç görüş bulunmaktadır:

a) Kâ'be'nin inşası yükselip, İbrahim (aleyhisselâm) de yukarıya kadar taş kaldırmaktan âciz kalınca, üzerine basıp çıktığı ve ayaklarının içine gömüldüğü taştır.

b) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) ziyaret için Şam'dan Mekke'ye gelmişti. O, (Şam'daki) hanımına dönünceye kadar, Mekke'de hayvanından inmemeye yemin etmişti. Mekke'ye vardığında O'na, Hazret-i İsmail (aleyhisselâm)'in annesi olan hanımı, "Hayvanından in de başını yıkayalım" dedi. Bunun üzerine İsmail (aleyhisselâm)'in annesi o taşı getirdi ve onun sağ tarafına koydu. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), hanımı başının sağ tarafını yıkasın diye ayağını taşa bastı. Sonra hanımı bu taşı, onun başının diğer tarafını yıkamak için sol tarafına koydu. İşte böylece taşın üzerinde iki ayağının da izi kaldı.

c) Bu, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in insanları hacca çağırırken üzerine çıktığı taştır. Kaffal (r.h) şöyle demiştir: "İbrahim (aleyhisselâm)'in, bütün bu yerlerde aynı taşa basmış olması caizdir."

Haremde İnsanların, Bilhassa Suçluların Emînliğınin Mânası

Hak teâlâ sonra, "Kim oraya girerse emîn olar" buyurmuştur. Bu âyetin birçok benzeri vardır: Meselâ, Cenâb-ı Hak, "Hani biz Beyti insanlar için bir toplantı yeri yapmışbk" (Bakara, 125) ve "Onu emîn bir yer yaptığımızı onlar görmediler mi?" (Ankebut, 67) buyurmuştur. Hazret-i İbrahim de, "Hani İbrahim, "Yâ Rabbi, burasını emîn bir belde yap" demişti" (Bakara, 126) demiştir. Yine Cenâb-ı Hak, "Ki O, onları açlıktan kurtarıp doyurdu ve kendilerini korkudan emîn kıldı" (Kureyş. 4) buyurmuştur. Ebû Bekr er-Razi şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz insanlar için vaz' olunan ilk ev..." âyetinin peşi sıra zikredilen şu âyetler de bütün Harem hakkında söz konusu olup, sonra da Cenâb-ı Hak, "Kim oraya girerse emîn olur" buyurunca, Cenâb-ı Hakk'ın bu tabirden muradının bütün Harem bölgesi olması vâcib olur. Âlimler, Harem-i Şerifte adam öldüren kimsenin, yine Harem'de kısas edilebileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Yine âlimler, Harem-i Şerifin ancak nefse sataşma gibi hususlarda emân ifâde ettiği hususunda ittifak etmişlerdir.

Âlimler arasındaki ihtilâf, Harem-i Şerifin dışında kendisine kısas vâcib olan birisinin Harem'e sığınıp iltica etmesi durumunda, Harem'de kendisine kısas uygulanıp uygulanmıyacağı hakkındadır. Şafiî kısas yapılacağını söylerken, Ebû Hanife kısas yapılamayacağını; aksine oradan çıkıncaya kadar onun yeme, içme, alışveriş ve konuşmadan men edileceğini; Harem'den çıkınca da kendisine kısas uygulanacağı içtihadındadır. Bu mesele hakkındaki sözümüz, Hak teâlâ'nın, (Bakara, 125) âyetinin tefsirinde geçmişti. Ebû Hanife (radıyallahü anh), bu âyetle istidlal ederek şöyle demiştir: "Âyetin zahiri Harem'e giren kimsenin emîn olacağını haber vermektedir. Ancak âyeti zahirine hamletmek mümkün değildir. Çünkü bazan insan orada emîn olamaz. Bu durumda da âyetin ifâde ettiği mânada bir mantıksızlık oluyor. Binâenaleyh bir haber cümlesi olan bu âyeti, emir manasında almak gerekir. Bu âyetle, adam öldürmenin dışındaki suçlar hakkında amel edilmemiştir. Çünkü suçlardaki zarar, adam öldürmedeki ve Harem-i Şerifte işlediği cinayetten ötürü hakedilen zarardan daha hafiftir. Çünkü o kimse, Harem-i Şerifin hürmetine saygısızlık etmiştir. Dolayısıyla bu, âyetin zahirine göre ortaya çıkan ihtilafa dahil olmuş olur."

Cevap: Cenâb-ı Hakk'ın "Emin olur" ifâdesi, oraya bu vasfı vermek içindir. Binâenaleyh bu âyetle amel etme hususunda, emniyetin sadece bazı bakımlardan bulunması kifayet eder. Biz âyetin, bu mânaya geldiğine karar verdik. Bunu şu şekillerde izah ederiz:

Allah'a yaklaşmak için, ibâdet etmek maksadıyla Harem-i Şerife giren herkes, Kıyamet günü cehennemden emîn olmuş olur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "İki Marem'den (Harem-i Şerif ile Mescid-i Nebî'nin hareminden) birinde ölen kimse, kıyamet günü emin olarak diriltirilir."

"Gündüz bir saat Mekke'nin sıcağına sabreden kimseden, cehennem ikiyüz yıllık mesafe uzak olur." "Kim, çirkin söz söylemeden ve günah işlemeden haccıni tamamlarsa, anasının onu doğurduğu gün gibi günahlardan sıyrılmış olur" Benzeri bir hadis için bkz.: Buhari, Muhtasar, 9-10; Nesai, Hacc, 4(5/114) buyurmuştur.

b) Bundan muradın, Allahü teâlâ'nın insanların kalbine, Mescid-i Haram'a iltica eden herkese karşı bir şefkat ve onlardan kötülükleri uzaklaştırma duygusu vermesi de olabilir.

Durum, genel olarak bu şekilde tahakkuk ettiği için, Cenâb-ı Hak mutlak olarak bunun böyle olacağını haber vermiştir. Yaptığımız bu izah, Hanefîlerinkinden şu iki bakımdan daha evlâdır:

1- Biz bu izaha göre, haber cümlesini emir mânasında kılmamış olduk. Onlar ise, haber cümlesini emir manasında almışlardır.

2- Allahü teâlâ orasının emîn oluşunu, Beytullah'ın faziletini beyân etmek için zikretmiştir. Bunun, Beytullah'ın faziletine bir hüccet olabilmesi için, yahudilerce bilinen birşey olması gerekir. Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatında bildirdiği o hüküm, Kâ'be'nin faziletini isbat hususunda yahudi ve hristiyanlar için bir hüccet olmaz.

c) Âyetin mânası, "Kaza umresi yılında kim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Mekke'ye girerse emîn olur" şeklinde olabilir. Çünkü Hak teâlâ, "İnşaallah (hepiniz), emniyet içinde mutlaka Mescid-i Haram'a gireceksiniz" (Fetih, 27) buyurmuştur.

d) Dahhâk şöyle demiştir: "Kim bir hacc yaparsa, daha önce kazandığı günahlardan emîn olur."

Bil ki bütün bu cevaplarda sözlerin yolu birdir. Oda, âyetteki "emîn olur" ifâdesinin, bir emniyetin bulunduğu hususunda bir hüküm bildirmesidir. Bu âyetle amel etme hususunda emniyetin sadece bir cihetten bulunmuş olması kâfidir. Biz bu ifâdeyi, bu cihetlerden bir kısmına hamlettiğimizde, âyetin gereğine göre amel etmiş oluruz. Binâenaleyh geriye, Hanefilerin söylediği mânaya âyetin delâleti kalmaz. Bu görüşü kuvvetlendiren hususlardan biri de şudur: Âyeti bu cihete hamletmek, kısasın vücubuna delâlet eden nassları tahsis etmeye yol açmaz. Bu ifâdeyi Hanefilerin verdiği mânaya hamletmek ise, kısas âyetlerini tahsis etme neticesine götürür. Binâenaleyh bizim görüşümüz daha evlâdır. Allah en iyisini bilir.

Haccetmenin Farz Olması

"Gitme imkânı bulanların, Beytullah'ı haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim küfrederse şüphesiz ki Allah âlemlerden ganîdir" .

Bil ki Cenâb-ı Hak Beytullah'ın faziletlerini ve makamını zikredince, bunun peşinden haccın farz olduğunu belirtmiştir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hamza, Kisâî ve Âsim 'dan rivayetle Hafs, hâ harft nin kesresi ile ; diğer kıraat imamları ise hâinin fethasıyla, (......) şeklinde okumuşlardır. "Hâ'nın fethasıyla okunuş Hicaz, kesresi ile okunuşu ise Necid lehçesine göredir ve her ikisi de aynı manayadır" denilmiştir. Bu iki okunuşun Arapça'da mutlak olarak caiz olduğu da söylenmiştir. Meselâ, ve kelimelerinde olduğu gibi. Hâ harfinin kesresi ile olanın, yapılan işin ismi (yani hacc) mânasına; fetha ile olanın ise masdar (yani haccetmek) mânasına geldiği de söylenmiştir. Sibeveyh, kesre ile olanın da "zikr" ve "ilim" kelimeleri gibi masdar olabileceğini söylemiştir.

İkinci Mesele

Âyetteki, "Ona yol bulabilenlerin..." tabiri hakkında şu izahlar yapılmıştır:

a) Zeccâc, bu tabirin başındaki (......) kelimesinin mahallinin, yine bu âyetteki (......) kelimesinden bedel olarak, mecrur olduğunu, mânasının ise, "Ona bir yol bulabilen insanlara..." şeklinde olduğunu söylemiştir.

b) Ferrâ ise, "Eğer, (......) kelimesini ve sonrasını müste'nef (yeni) bir cümle kabul edersen, bu cümle şart cümlesi olur ve cevabı, önceki kısım kendisine delâlet ettiği için hazfedilmiş olur. Bunun takdiri, "Onu haccetmeye bir yol bulursa, o kimseye Allah için Beytullah'ı haccetmesi gerekir" şeklindedir" demiştir.

c) İbnu'l-Enbârî: "Buradaki (......) kelimesinin, (......) kelimesinin bir izahı olarak ref mahallinde olması da caizdir. Buna göre sanki "Kendilerine Beytullah'ı Allah için haccvacib olan insanlar kimlerdir?" denilmiş ve "Onlar, ona bir yol bulabilenlerdir" diye cevap verilmiştir.

Haccın Farziyyeti İçin Binit ve Azık Bulunması Kâfi midir?

Ekseri âlimler, "istitâ'a" (güç yetirme)nin mevcut olması için, o insanın yiyecek ve bineceğinin bulunmasının şart olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.

Sahabe'den bir kısım zevat, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Ona (yani hacca) yol bulabilme" tabirini, "azık ve binit" diye tefsir ettiğini rivayet etmişlerdir. Kaffâl, Cüveybir yoluyla, Dahhak'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Bir insan genç ve sıhhatli olur, fakat haccedecek kadar parası bulunmaz ise, o kimsenin haccını yapacak para elde edinceye kadar amelelik yapması gerekir." Bunun üzerine birisi Dahhâka. "Allah, insanlara Beytullah'a yaya yürüyüp ziyaret etmelerini emreder mi?" deyince o, "Bir insanın Mekke'de alacağı bir miras olsa, onu orada bırakır mı?" dedi. Adam, "Hayır, diz üstü bile olsa oraya gider" dedi. Bunun üzerine Dahhâk, "İşte bunun gibi ona, Beytullah'ı haccetmesi farz olur" dedi.

İkrime'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İstitâ'e" (haccedebilmek) beden sağlığı ile, binecek bir şey bulamadığı zaman, yürüyerek gidebilmektir." Bil ki, bedeni sıhhatli olan ve yürümeye gücü bulunan herkes hakkında, binecek birşey bulamadığı zaman, "O bu işi yapabilir" denilmesi uygundur. Binâenaleyh bu istitâ'a'yı azık ve binit bulabilmek mânasına almak, lafzın zahirini terketmektir. Binâenaleyh, böyle bir tahsis için ayrı bir delile ihtiyaç vardır. Bu konuda rivayet edilmekte olan haberlere dayanmak mümkün değildir. Çünkü ahâd hadislerden dolayı, Kitâb'ın, âyetin zahiri terkedilemez, Hele Muhammed İbn Cerir et-Taberî, bu haberlerin ravilerini ta'n etmişken!... Bu haberler bir başka yönden daha ta'n edilmiştir, o da şudur: Azık ve binitin bulunmuş olması, hacca istitâa (güç) olması için yeterli değildir. Çünkü istita'a'nın bulunabilmesi için, beden sıhhatine ve yolun emniyetli oluşuna da bakılmıştır. Bu husustaki hadislerin zahiri ise, bunlardan herhangi birinin nazar-ı dikkate alınmadığını gösterir. Binâenaleyh bu haberler, işte bu bakımdan da ta'n edilmişlerdir. Bu hususta Cenâb-ı Hakk'ın, "(Allah), dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedt" (Hacc, 78) ve "Allah size kolaylık diler, size güçlük murad etmez" (Bakara. 165) âyetlerinin zahirî mânalarına dayanmak gerekir.

Kâfirlerin Fer'î Ahkamla Mükellef Olup Olmadıkları

Bazı âlimler bu âyeti, kâfirlerin İslam şeriatının ahkamına muhatab olduklarına delil getirmişler ve şöyle demişlerdir: "Çünkü "Beytullah'ı haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır..." âyetinin zahiri, mü'minleri de kâfirleri de içine alır. İmânın olmaması, bu umûmî mânaya ters düşmez ve onu tahsis etmez (Yani mü'minlere has kılmaz). Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e imânın sıhhatinin şartı olan Allah'a iman kendisinde bulunmadığı halde, bir dehrî de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmekle mükelleftir. Yine namazın sıhhatinin şartı olan abdest kendisinde bulunmadığı halde, abdestsiz kimse de namaz kılmakla mükelleftir. Binâenaleyh şartın olmaması, o kimsenin şarta bağlı olan şeyle mükellef olmasına manî değildir. İşte burada da böyledir." Allah en iyisini bilir.

İstita'a Kable'i-Fiil İddiası

Mu'tezile'nin ekserisi, bu âyeti, istitâ'anın (gücün), fiilden önce mevcut olduğuna delil getirmiş ve şöyle demişlerdir: "Eğer istita'a fiil ile birlikte (fiilin yapılış esnasında) olsaydı, haccetmeyen kimsenin de hacca istita'ası (gücü) olmuş olurdu. Hacca güç yetiremeyen kimseyi ise, bu âyette bahsedilen mükellefiyet içine almazdı. Böylece de haccetmeyen herkesin, bu âyet sebebiyle hacc yapma ile emredilmiş olmamaları gerekirdi ki bu ittifakla bâtıldır.

Âlimlerimiz Mu'tezile'nin bu görüşüne şöyle cevap vermiştir: "Bu sizin için de söz konusudur. Çünkü birşeye kadir olan ya o fiili yapmaya sebep olan şeyler bulunmadan o fiili yapmakla emredilmiş olur, veyahut da o sebepler bulunduktan sonra o fiil ile emredilmiş olur. Sebepler yok iken o fiil ile emredilmiş olmak imkansızdır. Çünkü sebepler bulunmazdan önce fiilin bulunması imkansızdır. Binâenaleyh böyle bir şeyi teklif etmek, "teklîf-i mâla yutak" olur. Fakat o fiilin sebepleri bulunduktan sonra fiil ister istemez meydana gelir. Bu durumda da onu emretmenin bir mânası olmaz. Her iki durumda da istita'a söz konusu olmayınca, bu âyetteki teklifin hiç kimseye yönelik olmaması gerekir.

Dini Emirleri Sual İle Kurcalamamak

Rivayet edildiğine göre, bu âyet nazil olunca, "Ya Resûlallah, hacc bize her sene mi farzdır?" diye soruldü ve bu soru üç defa tekrar edildi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) her üçünde de sükût etti ve dördüncüsünde:

"Eğer "evet" deseydim, (hacc size her sene) vacib olurdu. Eğer böyle vacib olsaydı, yerine getiremezdiniz. Yerine getirmeyince de kâfir olurdunuz. Dikkat edin, ben sizi bıraktığım sürece, siz de beni bırakın (Bana birşey sormayın). Size birşey emrettiğimde ise, onu elinizden geldiği kadar yapın. Size birşeyi nehyettiğimde de ondan vazgeçin. Çünkü sizden önceki ümmetler, peygamberlerine çok karşı geldikleri ve ona muhalefet ettikleri için helak olmuşlardır" İbn Mâce, Menâsik, 2 (II/963). diye cevap vermiştir.

Sonra âlimler bu hadisle istidlal ederek, emirlerin şu iki sebepten ötürü tekrar (yani o emri tekrar tekrar yerine getirmeyi) ifâde etmeyeceğini söylemişlerdir:

a) Bu emir hacc hakkında gelmiştir ama tekrarı ifâde etmemiştir.

b) Sahabe bu emrin tekrarı ifâde edip etmediğini sormuşlardır. Eğer emir sigası tekrarı ifâde etmiş olsaydı Arapça'yı bilen bu sahabelerin soru sormaması gerekirdi.

Yedinci Mesele

Bir şeye yol bulabilmek, o şeye ulaşmaya imkân bulma mânâsındadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Fakat bir çıkış yolu var mı?" (Mû'minun, 11) "Geri dönmeye bir yol var mı?" (Şura, 44) ve"iyilik edenlere karşı bir yol yoktur" (Tevbe, 91) buyurmuştur. Binâenaleyh bu imkanın bulunmasında, beden sağlığı, yırtıcı hayvanlardan, düşmanlardan ve yiyecek içecek bulamamaktan ötürü telef olma korkusunun bulunmamasına, azık ve biniti karşılayabilecek, bütün borçları ödeyip, bütün emânetleri geri vermeye yetecek bir paraya sahip olmaya itibar edilir. Eğer o insanın bakmakla yükümlü olduğu birisi varsa, o, haccederken onlara yetecek kadar şey bırakamadığı müddetçe ona hacc farz olmaz. Bu meselenin teferruatı fıkıh kitaplarında anlatılmıştır. Allah en iyisini bilir.

Hacc Farz Olup da Haccetmeyenin Hükmü

Sonra Cenâb-ı Allah, "Kim inkâr ederse, şüphesiz ki Allah âlemlerden ganîdir" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili bazı meseleler vardır:

Birinci Mesele

Bu âyet hakkında iki görüş vardır:

1- Bu, tek başına müstakil bir cümledir ve Allah'ı inkâr eden bütün kâfirler hakkında umûmî bir va'îddir. Bu cümlenin, öncesiyle ilgisi yoktur.

2- "Bu cümle, öncesi ile ilgilidir." Bu görüşte olanlardan bazıları bunun haccı terkeden (yerine getirmeyen) kimselerle ilgili olduğunu, bazıları da haccın farz olduğuna inanmayan kimselerle ilgili olduğunu söylemişlerdir. Bunun haccı yerine getirmeyen kimselerle ilgili olduğunu söyleyenler, bu görüşlerinde âyetin zahirine dayanmışlardır. Çünkü bundan önce hacc emri geçmiş ve onun peşisıra "Kim inkâr ederse-." tabiri getirilmiştir. Bundan bu küfrün ancak, daha önce emredilmiş olan şeyi terketmek olduğu anlaşılır. Sonra, bu görüşte olanlar bu görüşlerini bazı haberlerle te'kid etmişlerdir. Hazret-i Peygamber'den rivayet edildiğine göre O, şöyle buyurmuştur: "Kim haccetmeden ölürse, o kimse isterse yahudi olarak ölsün, isterse hristiyan!., . (İslamla alakası yoktur.)"

Ebû Ümame'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber şöyle buyurdular:

"Kim kendisini açık bir ihtiyaç veya alıkoyan bir hastalık yahut da zâlim bir hükümdar men etmeksizin, İslam'ın emrettiği haccı ifâ etmeden ölürse, o kimse dilediği bir hal üzere, ister yahudi isterse hristiyan olarak ölsün!" Darimî, Menâsik, 2 (II/29). Said İbn Cübeyr'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "İmkânı olduğu halde haccetmemiş olan bir komşum ölse, ben onun namazını kılmam!"

Eğer, "Haccı terketmesi sebebiyle o kişi hakkında küfre hükmetmek nasıl caiz olabilir?" denilirse, Kaffâl (r.h) bu soruya şöyle cevap vermiştir:

"Bundan murad, meselenin önemine dikkat çekmektir. Yani, "küfre girmesi ve haccı inkâr eden kimsenin yaptığı şeyi yapması yakındır!" demektir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın dayanmıştı" (Ahzab, 10) âyetidir. Yani, "Nerdeyse... dayanmıştı, dayanmak üzereydi" demektir. Bunun bir başka benzeri ise, Hazret-i Peygamberin, "Kim, kasıtlı olarak bir namazı terkederse, (neredeyse) küfre girmiştir" Müsned, VI / 421 ("Allah'ın ve Resulünün emânı ondan uzaklaşmıştır" şeklinde...). ve; "Kim hayiz halinde veya "dübüründen kadını(na) yaklaşırsa, cima ederse, (nerdeyse) küfre girmiştir" Tirmizî, Taharet, 102 (I / 243). hadisleridir. Çoğunluğa gelince buntar, bu tehdidi, haccın farziyetine inanmayan kimselere hamledenlerdir. Dahhâk şöyle demiştir: "Hacc âyeti nazil olduğu zaman, Hazret-i Peygamber altı dinin müntesibini; müslümanları, hristiyanları, yahudileri, sâbiîleri, mecusîleri ve müşrikleri topladı ve onlara bir nutuk irad ederek şöyle dedi: "Muhakka ki Allah, haca size farz kılmıştır; binâenaleyh, haccediniz..." Bunun üzerine, müslümanlar buna iman etti; diğer beş inanç mensupları ise, bunu İnkâr ederek: "Biz ona inanmıyoruz.. (Kâ'be'ye) doğru yönelerek namaz kılmayız; onu hacc da etmeyiz..." dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Kim küfrederse, şüphesiz ki Allah, âlemlerden müstağnidir" âyetini inzal etti.

İkinci Mesele

Bil ki, ibâdetler konusunda şeriatın teklifleri iki kısımdır: Bir kısmı mâkul olduğu halde bunların tafsilâtları anlaşılamaz. Meselâ namaz.. Çünkü namazın aslı mâkuldür, anlaşılmaktadır; yani o, Allah'ı ta'zim etmek ve ululamaktır. Ama namazın nasıllığına gelince, bu anlaşılamamaktadır. Zekât da bunun gibidir; onun esâsı, fakirin ihtiyacını karşılamaktır, ama nasıllığına gelince, bu da anlaşılamamaktadır. Orucun aslı da anlaşılmakta, kavranılmaktadır ki bu da, nefsi terbiye etmektir. Ama nasıllığı ise anlaşılamamaktadır. Aynı şekilde hacc da, bilinen keyfiyetlerde muayyen bir yere yapılan seferdir. Bu ibâdetlerin keyfiyyetlerinin hikmeti bilinememekte, asılları anlaşılamamaktadır.

Sen bunu iyice anlayınca deriz ki: Muhakkik âlimler şöyle demişlerdir: "Muhakkak ki bu tür ibâdetleri yapmak, kulluğun, boyun eğmenin ve inkiyâdın kemâline birinci nev' ibâdetlerden daha fazla delâlet etmektedirler. Bu böyledir, çünkü birinci nev' ibâdeti yapmış olan kişinin bu ibâdeti, aklıyla ondaki faydalanma şekillerini bildiği için yapmış olması muhtemeldir. Ama ikinci nev' ibâdeti yapan kimse ise bu ibâdeti ancak, sırf inkıyâd, itaat ve kulluk gayesiyle yapmıştır. İşte bu anlamdan dolayı, bu âyetteki hacc emri çok çeşitli te'kîd şekillerini ihtiva etmiştir.

a) Cenâb-ı Hakk'ın, tabiri. Bunun mânası şudur: Hak subhanehu İlâh, Rabb olduğu için kullarına bu tâati yapmayı vacib kılmıştır. Bundan dolayı kulların, -ondaki hikmeti bilsinler veya bilmesinler- bu emre boyun eğmeleri vâcibtir.

b) Cenab-ı Hak önce, "insanlar" kelimesini zikretmiş, daha sonra da, "Ona bir yol bulabilen" ifâdesini ondan bedel yapmıştır. Bunda iki çeşit te'kîd bulunmaktadır:

1- Bir şeyden bedel getirmek, muradı ikilemek ve tekrarlamaktır. Bu ise, o şeye gösterilen ilginin fazlalığına delâlet etmektedir.

2- İfâde önce mücmel (genel hatlarıyla) getirilmiş, sonra da açıklanmıştır (tafsîl). Bu ise, meseleye gösterilen ihtimamın fazlalığını ortaya koymaktadır.

3- Cenâb-ı Hak bu vücûbiyyeti iki ibare ile ifâde buyurmuştur. Birincisi ifâdesindeki mülkiyyet lamıdır. İkincisi ise, harf-i cerridir ki, bu harf tabirinde vücûbiyyet ifâde etmektedir.

4- Lafzın zahiri, Cenâb-ı Hakk'ın hacc ibadetini, ona gücü yeten herkese vacib kılmış olmasını iktizâ eder. Binâenaleyh, tekfîfin teşmil ve tamîm edilmesi, o şeye ne kadar çok ihtimam gösterildiğine delâlet eder.

5- Cenâb-ı Hak, "Kim haccetmezse..." yerine, "Kim inkâr ederse..." buyurmuştur. Bu da, haccı terkeden kimse hakkında şiddetli bir sakındırma ifâde etmektedir.

6- Cenâb-ı Hak, kendisinin bütün âlemlerden müstağni olduğunu zikretmiştir ki bu da, ilahî gazaba, kızgınlığa ve kulu yardımsız bırakmaya delâlet eden hususlardandır.

7- Cenâb-ı Hak, "âlemlerden..."buyurmuş, "o kâfirden" buyurmamıştır. Çünkü bütün âlemlerden müstağni olanın, bu tek insandan ve onun tâatından müstağni olması daha evlâdır. Binâenaleyh bu, Allah'ın gazabına daha çok delâlet etmektedir.

8- Allahü Teâlâ âyetin başında "Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkı vardır" buyurmuş; böylece bu vâcib kılmanın, sırf ulûhiyyetin izzeti ve rubûbiyyetin kibriyasından dolayı olduğunu, herhangi bir fayda temini veya bir zararı def etmek için olmadığını beyân etmiştir. Sonra da bunu, âyetin sonunda, "Muhakkak ki Allah, âlemlerden müstağnidir" ifadesiyle te'kîd etmiştir. Haccın emredildiğinin te'kîd edildiğine delâlet eden haberlerden bazıları şunlardır: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Haccedemezden önce haccediniz; çünkü Beyt iki kere yıkılmıştır; üçüncüde işe (göğe) kaldırılacaktır" Keşfu'l-Hafa. 1/350. buyurmuştur. Yine Hazret-i Peygamber'in, "Haccedemezden önce haccediniz; yeryüzü onun tarafına gitmenizi (haccetmenizi) engellemeden önce haccediniz" "Mesafeler kat edip gelen..." Keşfu'l-Hafa, 1/350. buyurduğu rivayet edilmiştir. Bunun mânası şudur: "Emniyet bulunmadığı için veya başka bir sebeple, Mekke toprağında sefer etmeniz size imkânsızlaşmadan önce haccediniz..." İbn Mesûd'dan da şu rivayet edilmiştir:

"Çölde, yiyen her hayvanın mutlaka helak olacağı bir bitki bitmeden önce, bu Beyti haccediniz." Keşfu'l-Hafa, I / 350.

98

Âyetin tefsiri için bak:99

99

"De ki: "Ey Ehl-i Kitap, Allah yaptığınız her şeye şahid olduğu halde, Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz? "De ki: "Ey Ehl-i Kitap, kendiniz de şahid olduğunuz halde, niçin İman edenleri Allah'ın yolundan, onda bir eğrilik aramaya yeltenerek, döndürmeye çalışıyorsunuz? Allah, yaptığınız hiçbir şeyden gafil değildir"

Bil ki âyetin, öncesiyle irtibatı hakkında iki izah bulunmaktadır:

1- En uygun izaha göre Allahü Teâlâ, Hazret-i Muhammed'in nübüvvetine, Tevrat ve İncil'de O'nun geleceğini müjdeleyen âyetlerden deliller getirince, bunun peşinden ehl-i kitab'ın şüphelerini zikretmiştir. Birinci şüphe, neshi inkâr etmekle ilgili olan şüphedir. Allahü teâlâ buna, "Yakub'un kendisine haram kıldığı şeylerden başka, yiyeceğin her türlüsü İsrâiloğuîlan için haram idi" (Âl-i imran, 93) âyetiyle cevap vermiştir. İkinci şüphe, Kâ'be, namazda Kâ'be'ye yönelmenin gerekliliği ve onu haccetmenin farziyyetiyle ilgili olan şüphelerdir. Allahü teâlâ buna da, "Muhakkak ki insanlar için kurulmuş ilk ev.." (âl-i imran, 96) âyetiyle cevap vermiştir. Böylece, delil getirme işi tamamlanmış, dalâlet sahiplerinin şüphelerine cevap verme işi tam ve mükemmel olmuştur. İşte Cenâb-ı Hak bunun peşisıra onlara yumuşak bir sözle hitab ederek, Bu apaçık deliller ortaya çıkıp, şüpheleriniz de yok olduktan sonra, niçin hâlâ Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?" demiştir. İşte bu, sözün tertibi ve nazmının güzelliği bakımından son derece mükemmeldir.

2- Allahü Teâlâ, Kâ'be'nin faziletlerini ve onu haccetmenin vâcib olduğunu beyân edince ve ehl-i kitap da, bunun gerçek din ve sahih inanç olduğunu biliyorlarken onlara, "Bunun hak ve gerçek olduğunu bildikten sonra, "Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?" demiştir. Bil ki, bâtıldan yana olan kimse, ya sadece kendisi sapıktır, veyahut da sapık olmasının yanısıra başkalarını da saptırıcıdır. Yahudiler ise, her iki sıfatla da mevsûf idiler. Bundan dolayı Allahü Teâlâ önce yumuşaklık ve rıfk yoluyla onların birinci sıfatını reddetmiştir. Bu âyetle ilgili bazı meseleler vardır:

Birinci Mesele

"Ey Kitap ehil Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?" ifâdesindeki "ehl-i kitap"tan kimin kastedildiği hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Hasan el-Basrî, "Onlar, ehl-i kitabın, Hazret-i Peygamberin nübüvvetinin sıhhat ve doğruluğunu bilen âlimleridir" demiş, buna da âyetteki, "Kendiniz de şahid olduğunuz halde" sözünü delil getirmiştir. Sazı âlimler de şöyle demiştir: "Bilâkis bundan murad, ehl-i kitabın tamamıdır. Çünkü onlar, bunu bilmiyor idiyseler de, hüccet onların aleyhlerinedir. Buna göre sanki onlar, istidlali terkedip taklide yöneldikleri için, bilip de sonra inkâr eden kimse gibi kabul edilmişlerdir."

Eğer, "Niçin diğer kâfirler değil de özellikle ehl-i kitap zikredilmiştir?" denilirse, deriz ki: Bu, iki sebepten dolayıdır:

1- Biz, Allahü teâlâ'nın, ehl-i kitaba karşı, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin doğruluğu hususunda Tevrat ve İncil'den deliller getirdiğini sonra da onların bu konudaki şüphelerine cevap verdiğini açıklamıştık. Bu iş tamamlanınca Hak teâlâ onlara, "Ey Ehl-i Kitap.., " diye hitab etmiştir. İşte doğru tertip de budur.

2- Onların, Allah'ın âyetlerini bilmeleri, tevhidi ve nübüvvetin aslını itiraf ettikleri ve kitaplarında Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğunun şâhidler ile onun nübüvvetini müjdeleyen delilleri bildikleri için daha kuvvetlidir.

İkinci Mesele

Mu'tezile, Allahü teâlâ'nın "Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?" sözünde, küfrün onlar tarafından meydana getirildiğine bir delâlet bulunduğunu, bu azarlamanın yerinde olması için böyle olması gerektiğini söylemişlerdir. Nitekim insanların boylarının uzunluğu veya kısalığından, sağlıklı ve hasta oluşlarından dolayı kınanmaları da doğru değildir. Mu'tezile'nin bu görüşüne, ilim ve sebep meseleleriyle cevap verilir.

Üçüncü Mesele

Buradaki "Allah'ın âyetlerinden murad, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliği hususunda göstermiş olduğu âyetlerdir. Ehl-i kitabın bunları inkârlarından murad ise, bu âyetlerin Hazret-i Peygamberin nübüvvetine delâletini inkâr etmeleridir.

Cenâb-ı Hak sonra "Allah yaptığınız her şeye şâhid olduğu halde" buyurmuştur. Bunun başındaki vâv, vâv-ı hâliyyedir ve bunun mânası şu şekildedir: "Allahü teâlâ sizin yaptıklarınıza şâhid olduğu halde ve bundan dolayı sizleri cezalandıracağı halde, sizler niçin, Hazret-i Muhammed'in doğruluğunu gösteren Allah âyetlerini inkâr ediyorsunuz. Bu durum, Allah'ın âyetlerini inkâra cür'et göstermemenizi gerektirir."

Sonra Cenâb-ı Hak, onların bu sapıklıklarını yadırgayınca, bunun peşinden zayıf müslümanları saptırma gayretlerini yadırgadığını göstererek, "De ki: "Ey Ehl-i Kitâb, niçin imân edenleri Allah'ın yolundan döndürmeye çalışıyorsunuz?" buyurmuştur. Ferra şöyle demiştir'Arapçada (aynı manada olarak), (Onu menettim) fiilleri kullanılır." Hasan el- Basrî de, buradaki fiili, babından olmak üzere te harfinin zammesiyle (......) şeklinde okumuştur. Müfessirler şöyle demişlerdir: "Ehl-i Kitap'ın, inananları Allah yolundan saptırmak istemeleri, zayıf müslümanların kalplerine şek ve şüphe sokmak suretiyle oluyordu ve onlar Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sıfatlarının kendi kitaplarında anlatıldığını da inkâr ediyorlardı."

Cenâb-ı Hak, daha sonra "Onda bir eğrilik aramaya yeltenerek" buyurmuştur. Aynı harfin kesresiyle, (......) kelimesi, din, söz ve benzeri şeyler gibi gözle görülmeyen herşey hakkında doğrudan sapma manasında kullanılır. Görülen varlıklardaki eğrilikler için, ayn harfinin fethası ile (......) kelimesi kullanılır. Meselâ duvar, kanal ve tahta vb. şeylerin eğrilikleri için... İbnû'l-Enbârî, fiili lam harf-i cerri ile kullanılmadığı zaman tek mef'ul alır. Meselâ "Mal, ücret ve sevap istedim" denilir.

Âyette ise, "O yol için bir eğrilik arayarak..." denilmek istenmiştir. Sonra, Al-i harf-i cerri düşmüştür. Nitekim Araplar, "Sana bir dirhem bağışladım" derler. Bu, "Senin için bir dirhem bağışladım" demektir. Bunun bir benzeri de, "Senin için bir ceylan avladım" ifadesidir. Şâir de şöyle demiştir:

"Onların uşakları yönetip geldi ve şöyle bağırdı: Size bir erkek deve kuşu mu, yoksa bir eşek mi avlayayım" yani, "Sizin için... avlayayım" demek istemiştir. Âyetteki tabirindeki zamiri "yol" "sebil"kelimeşine aittir. Çünkü "sebil", kelimesi, hem müennes, hem müzekkerdir. (......) kelimesi ile, eğrilik ve tahrif mânası kastedilir. Buna göre bu ifâdenin mânası, "Nesh, Bedâ"ya delâlet eder" yahut "Tevrat'ta Musa'nın şeriatının kıyamete kadar bakî olduğu zikredilmiştir" şeklindeki sözlerinizle, zayıf müslümanlara karşı ileri sürdüğünüz şüpheler ile, Allah'ın yolunu eğriltmek ve tahrif etmek mi istiyorsunuz" şeklindedir. Âyetin bir başka izahı daha vardır: O da, (......) kelimesinin hâl sayılmasıdır. Buna göre mâna, "Sizler, sapık olarak bunu istiyorsunuz" şeklinde olur. Buna göre sanki onlar, kendilerinin Allah'ın dini ve yolu üzere olduklarını iddia ediyorlardı da Hak teâlâ onlara, "Muhakkak ki sizler, sapıtmış olduğunuz halde Allah'ın yolunda olma peşindesiniz" demiştir. Bu izaha göre tyfö tabirinde bir lam harf-i cerri takdir etmeye gerek kalmaz.

Ehl-i Kitabın Şâhid Olmasının Mânâsı

Cenâb-ı Hak sonra, "Kendiniz de şâhid olduğunuz halde.." buyurmuştur. Bu ifâdenin birkaç türlü izahı vardır:

a) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Yani, sizler Tevrat'ta, ondan başkasının kabul edilmeyeceği Allah dininin ancak İslam dini olduğuna şahid olduğunuz halde..." demektir."

b) "Sizler, Hazret-i Muhammed'in peygamberliğine delâlet eden mû'cizelerin zuhur ettiğine şâhid olduğunuz halde..."

c) "Sizler, Allah yolundan saptırmanın doğru olmadığını bildiğiniz halde..."

d) "Sizler, dininizde olanlarınız arasında sözüne güvenilir ve önemli meselelerde şâhidliklerine itimâd edilir, âdil ve şâhidler olduğunuz halde..." Bunlar da yahudilerin âlimleridir. Buna göre mana şöyle olur: "Böyle olan bir kimseye, bâtıl ve yalan; sapıklık ve saptırmada ısrar etme nasıl yakışır?"

Hak teâlâ daha sonra, "Allah, yaptığınız hiçbir şeyden gafil değildir" buyurmuştur. Bu ifâdeden murad, vâtddir. Bu, bir insanın, gidişatını beğenmediği kölesine, "Senin ne durumda olduğun bana gizli değil. Bilmediğimi zannetme!" demesi gibidir. Allahü teâlâ bir önceki âyeti, "Allah yaptığınız her şeye şâhiddir" tabiriyle; bu âyeti de, "Allah, yaptığınız hiçbir şeyden gafil değildir" tabiriyle bitirmiştir. Çünkü, onlar Hazret-i Peygamber'in nübüvvetini açıkça inkâr ediyorlar, ama müslümanların kalplerine şüphe atma işini açıkça yapmıyorlar, aksine bu hususta çok çeşitli hilelere başvuruyorlardı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, açıkça yaptıkları işler hususunda "Allah şâhiddir"; gizli yaptıkları şeyler hususunda ise, "Allah, yaptığınız hiçbir şeyden gafil değildir" buyurmuştur. Hak teâlâ, her iki âyette de, "De ki: Ey Ehl-i Kitap!.." hitabını tekrar etmiştir. Çünkü gaye, onları en güzel bir şekilde kınamaktır. Bundan dolayı, bu hoş hitabın tekrar etmesi, onları sapma va saptırma hususundaki yollarından çevirme konusunda yumuşak davranma gayesine daha uygundur ve din hususunda onlara nasihat edip sakındırmaya daha güzel delâlet etmektedir.

100

Âyetin tefsiri için bak:101

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1209  H : 606)

 

FAHREDDİN RÂZÎ TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

ŞÂFİÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç