Resûlullah efendimizin
peygamberliğinin beşinci yılında, müşriklerin işkencelerine rağmen,
müslümanların sayısı artmaya devam ediyordu. Fakat müşrikler de işkencelerini
arttırıyor, ellerinden geleni yapıyorlardı. Peygamber
efendimiz, Eshâbının dayanılmaz işkencelere uğramasına, ayaklarından
iplerle develere bağlanıp, aksi istikametlere doğru çekilerek parçalatılmasına
çok üzülüyordu. Bu işkenceler, her geçen gün daha da şiddetleniyor, merhamet
dolu kalbi, bunlara tahammül edemiyordu. Bir gün Eshâbını (radıyallahü anhüm) topladı ve; “Ey Eshâbım! Şimdi yeryüzüne dağılınız. Allahü teâlâ, yakında sizi yine bir araya toplar"
buyurdu. Onlar da; "Yâ Resûlallah! Nereye gidelim?" diye suâl
ettiler. Peygamberimiz, mübârek
eliyle işâret ederek, Habeş ülkesini gösterdiler ve; “İşte oraya! Habeş toprağına gidiniz! Çünkü
orada, yanındakilerin hiçbirine zulmedilmeyen bir hükümdâr vardır. Hem orası
bir doğruluk ülkesidir. Allahü teâlâ, içinde bulunduğunuz
sıkıntılardan bir çıkış ve kurtuluş yolu açıncaya kadar, siz, orada
bulununuz" buyurdu. Server-i âlem Muhammed
Mustafa sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz,
böylece Eshâbının işkencelerden kurtulmasına ve Mekkeli müşriklere karşı
mücâdelesini tek başına sürdürmeye karar vermişti. Doğduğu vakit; “Ümmetim!
Ümmetim!" diyen sevgili
Peygamberimiz, şimdi de, Eshâbının kurtuluşu için, kendisini fedâ
ediyordu. O'nun bu müsâdesi üzerine, Eshâb-ı kirâmdan bir kısmı, vatanlarından
ayrılarak hicret ediyorlardı!.. Fakat sevgili
peygamberimizden ayrıldıkları için, üzüntüleri de pek fazla idi.
Bu ilk
hicrete; hazret-i Osman ve hanımı hazret-i Rukayye binti Resûlullah, Ebû Huzeyfe ile hanımı Sehle binti
Süheyl, Zübeyr bin Avvâm, Mus’ab bin Umeyr, Abdurrahmân bin Avf, Ebû Seleme bin
Abdülesed ile hanımı, Ümmü Seleme, Hâtib bin Amr, Âmir bir Rebîa ve hanımı
Leylâ binti Ebî Hasme, Osman bin Maz'ûn, Ebû Sebre bin Ebî Rühm ile hanımı Ümmü
Gülsüm binti Süheyl, Süheyl bin Beydâ, Abdullah bin Mes’ûd "radıyallahü anhüm" katıldılar.
Peygamber efendimiz,
hazret-i Osman için; “Şüphesiz ki, Osman, Lût peygamberden sonra zevcesiyle
birlikte hicret eden ilk kimsedir" buyurdu. Eshâb-ı kirâmın bir
kısmı binekli, bir kısmı yaya olarak, gizlice Mekke'den ayrıldılar. Tüccarlara
ücretini vererek, gemilerle Kızıldeniz'den Habeşistan sahiline ulaştılar.
Müşrikler bunu haber alıp, peşlerine düştüler, gayretleri boşa gitti ve me’yûs
bir şekilde geri döndüler.
Habeş
hükümdârı Necâşî, müslümanlara iyi davrandı. Ülkesine yerleştirdi. Eshâb-ı
kirâm, Habeşistan için; "Biz burada iyi bir komşuluk ve himâye gördük.
Dinimize dokunulmadı, incitilmedik. Hoşlanmadığımız bir söz de duymadık. Huzûr
içinde, Allahü teâlâya ibâdet ettik"
dediler. Müşrikler, hicret eden Eshâb-ı kirâmın, Habeşistan'a sığınmalarından
endişelenip, telâşa kapıldılar.
Habeşistan'daki
müslümanlar; "Mekke'de, müşriklerle müslümanlar anlaşma yapmışlar!"
diye yanlış bir haber aldılar. Bunun üzerine "Bizim hicretimiz, yerimizi
ve yurdumuzu terketmemiz, müşriklerin düşmanlığı yüzündendir. Artık onların
düşmanlığı dostluğa çevrilmiştir. Öyle ise gidip, Resûl-i
ekrem sallallahü aleyhi ve sellem
efendimizin hizmetiyle şereflenelim" diye düşündüler. Bu sebeple Habeş
hükümdârından izin alarak Mekke'ye geldiler. Fakat aldıkları haberin yanlış
olduğunu öğrendiler. Sonra, Peygamber efendimizin
huzûruna gelip; Habeşistan'ın suyunun, havasının ve meyvelerinin kuvvet
verdiğini; dört tane ibâdethane bulunduğunu, her gün bu yerlerde kurban
kesildiğini, fakirlerin ve gariblerin dâvet edilip hoş tutulduğunu,
hükümdârlarının kendilerini ziyâret edip emân verdiğini ve sıkıntılarının
giderildiğini uzun uzun anlatıp, memnuniyetlerini bildirdiler.
Eshâb-ı
kirâm aleyhimürrıdvân Mekke'ye gelince, müşrikler yine ezâ ve cefâya
başladılar. Zulümleri gittikçe arttı. Her türlü işkenceyi hiç çekinmeden yapıyorlardı.
Bir gün hazret-i Osman; "Yâ Resûlallah! Habeşistan'ı iyi bir ticâret yeri
olarak gördüm. Bir aylık ticâret çok kazanç hâsıl eder. Allahü teâlâ hicret yeri tâyin edinceye kadar,
müslümanlar için bundan daha iyi bir yer olmaz. Hiç olmazsa mü’minler,
Kureyş'in cefâsından kurtulur. Necâşî'nin bize çok lütûfları ve hayli
iyilikleri vardır" dedi. Bunun üzerine Peygamber
efendimiz; “Tekrar Habeşistan'a dönün ki, Allahü teâlânın ismiyle mahfûz olasınız" buyurdu.
Hazret-i Osman; "Yâ Resûlallah! Eğer siz, orayı teşrîf etseniz, onlar
belki müslüman olurlar. Ehl-i kitap olduklarından, çabuk İslâm'a gelirler ve
yardımlarını esirgemezler" deyince, sevgili
Peygamberimiz; “Ben, huzûr ve rahata me’mûr olmadım. Hicret husûsunda Allahü teâlânın emr-i şerîfini bekliyorum. Nasıl emrolunur ise öyle amel
ederim" buyurdu.
Bir
rivâyete göre yüzbir kişilik bir kâfile ikinci defâ Habeşistan'a doğru yola
çıktı. Bu kâfilenin başına, Ca'fer bin Ebî Tâlib hazretleri tâyin edilmişti.
Sağ-salim Necâşî'nin ülkesine vardılar. Habeşistan'da karşılaştıkları
hâdiseleri, sevgili Peygamberimizin
muhterem zevcesi Ümmü Seleme (radıyallahü anhâ)
şöyle anlattı: "Habeşistan'a vardığımız zaman, orada çok iyi bir komşuya
tesâdüf ettik. Bu komşu, Melik Necâşî idi. Kendisi her arzumuzu yerine getirdi.
Dînimizin emirlerini istediğimiz gibi yapabiliyorduk. Allahü teâlâya serbestçe ibâdet edebiliyor, hiç
eziyete uğramıyorduk. Hiç bir kötü söz duymuyorduk."
Mekkeli
müşrikler bu durumdan haberdâr olunca, Habeşistan melikine iki elçi göndermeye
karar verdiler. Necâşî’ye son derece kıymetli hediyeler hazırladılar.
Necâşî'nin çok sevdiği Mekke'nin meşîn derisinden bolca hazırlandı. Necâşî'nin
din adamlarına, devlet erkânına hediyeler ayrıldı. Bu işe, Abdullah bin Ebî
Rebîa ile Amr bin Âs vazifelendirildi. Bu iki elçiye, Necâşî'nin huzûrunda
neler söyleyecekleri öğretildi. Onlara; "Hükümdâr ile konuşmadan evvel,
onun patriklerine ve kumandanlarının her birine hediyelerini veriniz. Sonra
Necâşî'ninkini takdim ediniz. Bu işi yaptıktan sonra, oradaki müslümanların
size teslimini isteyiniz. Necâşî'nin, müslümanlar ile görüşüp konuşmasına
meydan vermeyiniz" denildi. Elçiler, Habeşistan'a geldiler. Devlet
erkânını görüp hediyelerini verdikten sonra, her birine; "Bizim içimizde
bir takım insanlar türedi. Bunlar, bizim ve sizin bilmediğimiz yeni bir din
uydurdular. Bu gelenleri, kendi yurtlarına götürmek istiyoruz. Hükümdârınızla,
onlar hakkında görüştüğünüz zaman, gelenlerle görüşülmeden bize teslim
edilmelerini te'min için çalışınız. Bu kimselerle en çok meşgûl olabilecek
olanlar, onların, öz ana-babaları ve komşularıdır. Onlar, bunları gâyet iyi
bilirler" dediler. Patrikler, bu teklifi kabûl ettiler. Sonra, Mekkeli
elçiler, Necâşî'nin hediyelerini takdim ettiler. Melik Necâşî hediyeleri kabûl
edip, onları dâvet ederek bir müddet görüştü. Elçiler, Necâşî'ye şöyle
söylediler: "Ey Melik! İçimizden bir takım kimseler sizin memleketinize
ilticâ etmişlerdir. Bu gelenler, kendi milletlerinin dînini terkettikleri gibi,
sizin dîninize de girmemişlerdir. Kendi kafalarına uygun, uydurma bir dinleri
vardır. Ne biz, ne de siz, bu dîni bilmiyoruz. Bizi, bunların mensup oldukları
milletin eşrâfı size gönderdi. Bu eşrâf, sizin memleketinize ilticâ eden
adamların babaları ve kendi öz akrabâlarıdır. İstekleri, gelenlerin iâde
edilmesidir. Çünkü onlar, bunların hâllerini daha yakından tanır. Onların kendi
öz dinlerinde hoş görmediklerini daha iyi bilirler." Gerek Amr bin Âs,
gerekse Abdullah bin Ebî Rebîa'nın en çok arzu ettikleri şey; Necâşî'nin bu
sözleri dinliyerek, arzularına uygun hareket etmesiydi. Elçiler, bu sözleri
söyledikten sonra, Necâşî'nin patrikleri söz alıp, şöyle demişlerdi:
"Bunlar çok doğru söylediler. Bunların milletleri, onlarla daha iyi meşgûl
olabilir, onların neyi beğenip beğenmediklerini daha iyi takdir ederler. Onun
için siz bu adamları teslim ediniz de, bunlar onları memleketlerine ve
milletlerine götürsünler."
Melik
Necâşî bu sözlere çok kızdı; "Vallahi hayır! Ben bu adamları teslim etmem.
Bana ilticâ eden, memleketime gelen adamlara hıyânet edemem. Bunlar, beni başkasına
tercih etmiş ve benim ülkeme gelmişlerdir. Onun için, gelen muhâcirleri
sarayıma dâvet eder, onlara bu adamların söyledikleri sözlere karşı ne
diyeceklerini sorar, cevaplarını dinlerim. Eğer muhâcirler, bunların dedikleri
gibi iseler, onları gelenlere verip, kendi milletlerine iâde ederim. Öyle
değilse onları korur, ülkemde kaldıkça iyilik ederim" dedi. Daha önceleri
Necâşî, semâvî kitapları incelemişti. Muhammed
aleyhisselâmın gelme zamanının yakın olduğunu,
kavminin O'na yalancı deyip inanmayacaklarını ve Mekke'den çıkaracaklarını
biliyordu.
Necâşî,
Mekkeli elçilere; "İnandıkları kimdir?" diye sordu. Onlar da; "Muhammed'dir" dediler. Necâşî, bu ismi
işitince, O'nun peygamber olduğunu anladı ve belli etmedi. Gelenlere tekrar
sordu: "O'nun dîni ve mezhebi nedir ve neye dâvet eder?" Amr;
"O'nun "mezhebi yoktur" dedi. Necâşî; "Mezhebini ve dînini
bilmediğim, bana sığınan bir topluluğu nasıl teslim ederim? Meclis kuralım.
Onları da getirelim. Sizlerle yüzleştirelim. Hepinizin durumu belli olsun.
Onların da dînini bileyim" dedi. Müslümanları saraya dâvet ettiler.
Müslümanlar önce kendi aralarında istişâre ettiler (görüştüler) ve; "Habeş
hükümdârının hoşuna gidecek ve mîzaclarına uygun olacak şekilde neler
söyleyelim" diye konuştular. Hazret-i Ca'fer; "Vallahi bizim bu
husûstaki bildiklerimiz, Peygamberimizin
bize buyurduğundan ibârettir. Netîce neye varırsa râzıyız" buyurdu. Hepsi
kabûl ettiler ve sâdece hazret-i Ca'fer'in konuşması için ittifâk edip,
Necâşî'nin huzûruna geldiler. Melik Necâşî de âlimlerini topladı. Büyük bir
dîvan kuruldu. Sonra muhâcirleri getirdiler. Müslümanlar, geldiklerinde selâm
verdiler ve secde etmediler. Necâşî onlara; "Neden secde etmediniz"
diye sorunca; "Biz,Allahü teâlâdan
başkasına secde etmeyiz. Peygamber efendimiz,
bizi, Allahü teâlâdan başkasına secde
etmekten men edip; “Secde, yalnız Allahü teâlâya mahsûstur"
buyurdu" dediler.
Necâşî,
muhâcirlere; "Ey huzûruma getirilmiş olan topluluk! Bana söyleyiniz.
Ülkeme ne için geldiniz? Hâliniz nedir? Tüccar değilsiniz, bir isteğiniz de
yok. Sizin şu ortaya çıkmış olan Peygamberinizin hâli nedir? Neden memleketiniz
halkından buraya gelenlerin selâm verdiği gibi selâm vermiyorsunuz?" dedi.
Ca'fer (radıyallahü anh); "Ey Hükümdâr!
Ben önce, üç söz söyliyeceğim. Eğer doğru söyler isem, beni tasdik edin, yalan
söylersem yalanlayın. Her şeyden önce emret ki, şu adamlardan yalnız biri
konuşsun, diğerleri sussun!" dedi. Amr bin Âs; "Ben konuşayım"
dedi. Necâşî; "Ey Ca'fer, önce sen konuş" dedi. Hazret-i Ca'fer;
"Benim, üç sözüm var. Şu adama sorunuz. Biz, yakalanıp efendilerimize iâde
edilecek köleler miyiz?" dedi. Necâşî; "Ey Amr! Onlar köle
midirler?" diye sordu. Amr; "Hayır! Onlar köle değil,
hürdürler!" dedi. Hazret-i Ca'fer; "Acabâ biz haksız yere bir
kimsenin kanını mı döktük de, kanı dökülenlere iâde edileceğiz" dedi.
Necâşî, Amr'a; "Bunlar, haksız yere birini mi öldürdüler!" diye
sorunca, Amr; "Hayır, bir damla bile kan dökmediler" dedi. Hazret-i
Ca’fer, Necâşî'ye; "Başkasının mallarından haksız yere aldığımız,
üzerimizde ödemekle mükellef olduğumuz mallar mı vardı?" dedi. Necâşî;
"Ey Amr! Eğer, şuncağızların ödeyecekleri pek çok altın bile olsa,
borçları varsa, onu ben ödeyeceğim, söyleyin" dedi. Amr; "Hayır, bir
kırat (bir para birimi) bile yok!" dedi. Necâşî; "O hâlde siz bunlardan
ne istiyorsunuz?" diye sorunca, Amr; "Onlar ile biz, bir dinde ve bir
yolda idik. Onlar, bunları bıraktılar. Muhammed'e
ve dînine uydular" dedi. Necâşî, Ca'fer'e; "Siz, bulunduğunuz dîni
bırakıp ne diye başkasına uydunuz? Kavminizin dîninden ayrıldığınıza, benim
dînimde de olmadığınıza göre, sizin inandığınız bu din nasıldır? Hakkında bilgi
veriniz!" diye sordu.
Hazret-i
Ca'fer; "Ey Hükümdâr! Biz câhil bir millet idik. Putlara tapardık. Ölmüş
hayvan leşi yer, her türlü kötülüğü işlerdik. Akrabâlarımızla münâsebetlerimizi
keser, komşularımıza iyi davranmazdık. Kuvvetlilerimiz, zayıflara zulmeder ve
merhamet nedir bilmezlerdi. Allahü teâlâ
bize, kendimizden; doğruluğunu, emînliğini, iffet ve temizliğini, soyunun
düzgünlüğünü bildiğimiz bir peygamber gönderinceye kadar, bu vaziyette kaldık.
O peygamber bizi; Allahü teâlânın
varlığına ve birliğine inanmaya, O'na ibâdete, bizim ve atalarımızın
tapınageldiği taşları ve putları bırakmaya dâvet etti. Doğru sözlü olmayı,
emânette hıyânet etmemeyi, akrabâlık haklarını gözetmeyi, komşularla güzel
geçinmeyi, günâhlardan ve kan dökmekten sakınmayı emretti. Her türlü
ahlâksızlıklardan, yalan söylemekten, yetimlerin malına el uzatmaktan, nâmuslu
kadınlara iftirâ etmekten bizi sakındırdı. Bize, Allahü
teâlâya eş, ortak koşmaksızın ibâdet etmeyi emretti. Biz de kabûl
ettik ve Allahü teâlâdan ne getirmişse
hepsine inandık ve söylediklerini yerine getirdik. Allahü
teâlâya ibâdet ettik. O'nun bize haram kıldığını haram, helâl
kıldığını helâl bildik ve öyle amel ettik. Bu yüzden kavmimiz, bize düşman
olup, zulmetti. Bizi, dînimizden döndürüp, Allahü
teâlâya ibâdetten vazgeçirip, tekrar putlara tapmak için türlü
işkencelere ve mihnetlere uğrattılar. Bize zulmettiler. Bizi sıkıştırdıkça
sıkıştırdılar. Bizimle dînimizin arasına girdiler ve bizi dînimizden ayırmak
istediler. Biz de yurdumuzu, yuvamızı bırakarak senin ülkene sığındık. Seni,
başkalarına tercih ettik. Senin himâyene, komşuluğuna can attık. Senin yanında
zulme, haksızlığa uğramayacağımızı ummaktayız" dedi. Hazret-i Ca'fer
konuşmasına şöyle devam etti:
"Selâm
verme işine gelince, biz seni Resûlullah'ın
selâmı ile selâmladık. Birbirimize de öyle selâm veririz. Cennet’tekilerin
selâmlarının da bu şekilde olduğunu Peygamber
efendimiz haber verdi. Bunun için yüce zâtınızı öyle selâmladık. Peygamber efendimiz insanlara secde
edilmeyeceğini buyurduğu için, Allahü teâlâdan
başkasına secde etmekten Allahü teâlâya
sığınırız." Necâşî; "Sen, Allah'ın bildirdiklerinden biraz biliyor
musun?" diye sordu. Ca'fer (radıyallahü anh);
"Evet" deyince, Necâşî; "Onu bana oku" dedi. Hazret-i
Ca'fer de Meryem sûresinin ilk âyetlerini
okumaya başladı. (Ankebût ve Rum sûrelerinden okuduğu da bildirilmiştir.)
Necâşî ağlıyordu. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Râhipler de ağladı.
Necâşî ve râhipler; "Ey Ca'fer! Bu tatlı ve güzel kelâmdan biraz daha
oku" dediler. Hazret-i Ca’fer, Kehf sûresinin başından îtibâren okudu ki,
meâlen; “Kâfirleri
(yüce) katından
sâdır olan en çetin bir azâb (Cehennem) ile korkutmak, sâlih amel işleyen mü’minleri
de, içinde ebedî olarak kalacakları güzel bir ecir (Cennet) ile müjdelemek, “Allahü teâlâ çocuk edindi" diyenleri korkutmak için lâfzında bir
bozukluk, mânâsında bir tezât kılmadığı, (ifrat ve tefrîtten uzak
olan) dosdoğru
kitabı (Kur'ân-ı kerîmi) kuluna (Muhammed aleyhisselâma) indiren Allahü teâlâya hamd olsun. Ne onların (Allahü teâlâ çocuk edindi diyenlerin), ne de atalarının
buna (o söze) dâir hiç bir ilimleri yoktur. Ağızlarından çıkan bu söz, büyük
bir küfür (şirk) oldu. Onlar ancak yalan söylerler.
(Ey
Resûlüm!) Bu Kur'ân-ı kerîme inanmazlarsa, hüzün ve gadabla arkalarından kendini helâk
mı edeceksin! Biz yeryüzünde olanları (madenler, hayvanlar ve
bitkileri), yer
ehlinin; hangisinin ameli sâlihdir (hangisi dünyâ arzularını terk
etmiştir) imtihân
edelim diye zînet kıldık..." buyruluyordu. Necâşî kendisini
tutamayarak; "Vallahi, bu aynı kandilden fışkıran bir nûrdur. Mûsâ ve Îsâ
da (aleyhimüsselâm) onunla gelmiştir" dedi. Kureyş elçilerine dönerek;
"Gidiniz, vallahi, ben ne onları size teslim eder, ne de bunlar hakkında
bir kötülük düşünürüm" dedi. Abdullah bin Ebî Rebîa ile Amr bin Âs,
Necâşî'nin huzûrundan çıktılar.
Amr,
Abdullah'a; "Yemîn ederim ki, onların bir kabahatini Necâşî'nin yanında
ortaya koyup, köklerini kazıtayım da gör" dedi. Arkadaşı, Amr'a;
"Onlar bize muhâlefet ediyorlarsa da iyi kötü akrabâlığımız var, bunu
yapma" dedi. Amr; "Onların, Îsâ aleyhisselâmı
bir kul olarak bildiklerini Necâşî’ye ihbâr edeceğim" dedi. Ertesi günü,
Necâşî'nin yanına varıp; "Ey Hükümdâr! Onlar Meryem oğlu Îsâ'ya (aleyhisselâm) ağır sözler söylüyorlar. Onlara adam
gönderip, Îsâ aleyhisselâm için ne
söylediklerini bir sor" dedi. Necâşî, hazret-i Îsâ hakkındaki
telakkîlerini sormak üzere müslümanlara adam gönderdi. Tekrar geldiler.
Birbirlerine; "Îsâ aleyhisselâm hakkında
sorarlarsa ne cevap vereceğiz" dediler. Hazret-i Ca'fer; "Vallahi
hazret-i Îsâ hakkında Allahü teâlânın
buyurduğunu, Peygamber efendimizin
bize getirdiğini söyleriz" dedi.
Necâşî'nin
huzûruna çıkınca, Necâşî; "Siz Meryem oğlu Îsâ aleyhisselâm
hakkında ne diyorsunuz?" diye sordu. Ca'fer (radıyallahü
anh); "Biz, Îsâ aleyhisselâm
hakkında, Peygamber efendimizin bize Allahü teâlâdan getirip tebliğ eylediğini
söyleriz. O'nun, Allahü teâlânın kulu ve
resûlü olduğunu, dünyâdan ve erkeklerden vaz geçerek Hak teâlâya bağlanmış bir afîfe olan hazret-i Meryem'e Allahü teâlânın ilkâ eylediği kelimesi olduğunu
kabûl ederiz. Meryem oğlu Îsâ'nın hâli, şânı bundan ibârettir. Hazret-i Âdem'i
topraktan yarattığı gibi, Îsâ aleyhisselâmı da
babasız yaratmıştır deriz" deyince, Necâşî, elini yere uzatıp, yerden bir
saman çöpü aldı ve; "Yemîn ederim ki, Meryem oğlu Îsâ da sizin
söylediğinizden fazla bir şey değildir. Arada bu çöp kadar bile fark
yoktur" dedi. Necâşî bunu söylediği zaman, etrâfındaki hükümet erkânı ve
kumandanları, aralarında fısıldaşmaya ve homurdanmaya başladılar. Necâşî, bunu
görünce, onlara; "Yemîn ederim ki, siz ne derseniz deyin, ben bunlar
hakkında iyi şeyler düşünüyorum" dedi. Sonra müslüman muhâcirlere dönerek;
"Sizi ve yanından geldiğiniz zâtı tebrik ederim! Ben şuna inandım ki, O,
Allah'ın resûlüdür. Zâten biz, O'nu İncîl’de görmüştük. O Resûlü, Meryem oğlu
Îsâ da haber verdi. Vallahi eğer O, buralarda olsaydı, gidip onun
ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım! Gidiniz! Ülkemin el değmemiş
kısmında, her türlü tecâvüzden uzak, emniyet ve huzûr içinde yaşayınız. Size
kötülük edeni helâk ederim. Bana dağ kadar altın verseler sizlerden birini
üzüntüye sokmam" dedi. Necâşî, bundan sonra, Kureyş elçilerinin
getirdikleri hediyeler için; "Benim bunlara ihtiyâcım yoktur! Başkalarının
gasp ettiği bu mülkümü, Allahü teâlâ bana
geri verirken ve halkı bana boyun eğdirirken, benden rüşvet almadı"
diyerek hediyelerini iâde etti. Kureyş elçileri, Necâşî'nin huzûrundan elleri
boş döndü. Bahtiyâr Necâşî de İslâmiyeti seçmiş, Eshâb-ı kirâmı ziyâdesiyle
sevindirmişti.
Akşam üstü
bir sokak köşesine çekildi. Hazret-i Ali, Ebû Zerr'i gördü. Garib olduğunu
anlayarak evine götürdü. Hâlini sormayınca Ebû Zer sırrını açmadı. Sabah olunca
tekrar Kâbe'ye gitti. Akşama kadar dolaştığı hâlde isteğine ulaşamamıştı.
Önceki yere gidip oturdu. Ali (radıyallahü anh),
o gece yine oradan geçiyordu. "Bu biçâre hâlâ evini öğrenememiş"
diyerek tekrar götürdü. Sabahleyin yine Beytullah'a gitti ve oturduğu köşeye
çekildi. Hazret-i Ali tekrar evine dâvet etti. Bu defâ nereden ve niçin
geldiğini sordu. Ebû Zer hazretleri de; "Eğer bana doğru bilgi vereceğine
kat’î söz verirsen, söylerim" dedi. Hazret-i Ali; "Söyle, hâlini
kimseye açmam" deyince, Ebû Zerr-il-Gıfârî; "Burada bir peygamberin
çıktığını işittim. O'nunla görüşmek ve O'na kavuşmak için geldim" dedi.
Ali (radıyallahü anh); "Sen doğruyu
buldun, akıllılık ettin. Şimdi ben o zâtın yanına gidiyorum. Beni tâkib et,
benim girdiğim eve sen de gir. Eğer yolda sana bir kimsenin zarar vereceğini
anlarsam, ayakkabımı düzeltiyormuş gibi davranırım. O zaman beklemeden beni
geçip yürürsün" dedi. Ebû Zerr-il-Gıfârî (radıyallahü
anh), hazret-i Ali'yi tâkib etti. Sonunda Peygamberimizin
mübârek yüzünü görmekle şereflendi. Ve: “Esselâmü aleyküm" diyerek selâm verdi. Bu
selâm İslâm’da verilen ilk selâm ve Ebû Zerr-il-Gıfârî de ilk selâmlayan kimse
oldu. Peygamber efendimiz selâmına
cevap verip; “Allahü teâlânın rahmeti üzerine olsun" buyurdu. Peygamber efendimiz; “Sen kimsin?" diye sorunca;
"Ben Gıfâr kabîlesindenim" dedi. “Ne zamandan beri buradasın?" buyurdu.
"Üç gün üç geceden beri buradayım. “Seni kim doyurdu?" buyurunca:
"Zemzem'den başka bir yiyecek, içecek bulamadım. Zemzemi içtikçe hiç bir
açlık ve susuzluk duymadım" dedi. Peygamberimiz;
“Zemzem
mübârektir. Aç olanı doyurur" buyurdu. Bundan sonra Ebû
Zerr-il-Gıfârî, Peygamber efendimize;
"Bana İslâm’ı bildir" dedi. Peygamberimiz,
ona Kelime-i şehâdeti okudu, o da söyleyerek, İslâmiyet ile şereflenip, ilk
müslümanlar arasına karıştı.
Ebû
Zerr-il-Gıfârî hazretleri, müslüman olduktan sonra Peygamberimize;
"Yâ Resûlallah! Seni hak peygamber gönderen Cenâb-ı
Hakk'a yemîn ederim ki, ben bunu müşriklerin arasında açıkça
söyleyeceğim" dedi. Kâbe yanına gidip, yüksek sesle; "Ey Kureyş
topluluğu! "Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlüh. Ben şehâdet
ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilâh
yoktur. Muhammed aleyhisselâm O'nun kulu ve resûlüdür" dedi. Bunu
işiten müşrikler, hemen üzerine hücûm ettiler. Taş, sopa ve kemik parçalarıyla
vurarak kan içinde bıraktılar. Bu hâli gören hazret-i Abbâs; "Bırakın bu
adamı, öldüreceksiniz! O, sizin ticâret kervanınızın geçtiği yol üzerinde
oturan bir kabîledendir. Bir daha oradan nasıl geçeceksiniz" dedi. Ebû Zer
hazretlerini müşriklerin elinden kurtardı. Ebû Zer (radıyallahü
anh), müslüman olmakla şereflenmenin verdiği sevinçle yerinde
duramıyordu. Ertesi gün yine Kâbe’nin yanında Kelime-i şehâdeti yüksek sesle,
bağıra bağıra söyledi. Müşrikler bu defâ da dövdüler. Yere yıkıldı. Yine
hazret-i Abbâs yetişip, ellerinden kurtardı.
Ebû
Zerr-il-Gıfârî hazretlerine, Peygamber efendimiz
sallallahü aleyhi ve sellem kendi memleketine
dönmesini ve orada İslâmiyeti yaymasını emir buyurdu. Bu emir üzerine kendi
kabîlesi arasına dönüp, onlara Allahü teâlânın
birliğini, Muhammed aleyhisselâmın O'nun resûlü olduğunu anlattı.
Bildirdiklerinin gerçek ve doğru olduğunu, taptıkları putların bâtıl, boş ve
mânâsızlığını söyledi. Kendisini dinleyen kalabalıktan, bir kısmı îtirâz etmeye
başladı. Bu sırada, kabîlenin reîsi Haffâf, bağıranları susturdu ve:
"Durun, dinleyelim bakalım ne anlatacak" dedi. Bunun üzerine, Ebû Zer
hazretleri şöyle devam etti: “Ben müslüman olmadan önce, bir gün Nuhem putunun
yanına gidip, önüne süt koymuştum. Bir köpeğin yaklaşıp sütü içtiğini ve putun
üzerine pislediğini gördüm. Putun buna mâni olacak güce sâhip olmadığını
yakînen anladım. Köpeğin bile hakâret ettiği puta tapmak nasıl hoşunuza gider?
Bu delilik değil midir? İşte sizin taptığınız budur" Herkes başını eğmiş
duruyordu. İçlerinden biri: "Peki senin bahsettiğin Peygamber neyi
bildiriyor? Onun doğru söylediğini nasıl anladın?" deyince, Ebû Zer
hazretleri yüksek sesle. "O, Allahü teâlânın
bir olduğunu, O’ndan başka ilâh olmadığını, O'nun her şeyi yaratan ve her şeyin
mâliki, sâhibi olduğunu bildiriyor... İnsanları O'na îmân etmeye çağırıyor.
İyiliğe, güzel ahlâka ve yardımlaşmaya dâvet ediyor. Kız çocuklarını diri diri
gömmenin ve yaptığınız diğer her türlü kötülüğün, haksızlığın, zulmün
çirkinliğini ve bunlardan sakınmayı bildiriyor" dedi ve İslâmiyeti uzun
uzun açıkladı. Kabîlesinin içinde bulunduğu sapıklığı bir bir sayıp döktü.
Sonra bunların zararlarını ve çirkinliğini anlattı. Onu dinleyenler arasında
başta kabîle reîsi Haffâf ve kendi kardeşi Üneys olmak üzere pek çok kimse
müslüman oldu.
Eshâb-ı
kirâm (radıyallahü anhüm) bir gün tenhâ bir
yerde toplanmışlar, konuşuyorlardı; "Vallahi Resûlullah'tan
başka şu Kureyşli müşriklere Kuran-ı kerîmi açıktan dinletebilen bir kimse
çıkmadı. Onlara açıktan Kur'ân-ı kerîmi
okuyup dinletecek bir kimse var mıdır?" dediler. Orada Abdullah bin Mes’ûd
hazretleri de vardı. "Ben dinletirim!" buyurdu. Eshâbın bâzıları;
"Ey Abdullah! Müşriklerin sana bir zarar vereceğinden korkarız. Biz öyle
bir kimse istiyoruz ki, gerektiği zaman kendini müşriklerden koruyabilecek bir
kavmi ve kabîlesi bulunsun" deyince, "Siz, bana müsâde edin, gideyim.
Cenâb-ı Hak beni muhâfaza eder" diye
ısrâr etti. Ertesi gün kuşluk vakti Makâm-ı İbrâhim'e vardı. Müşrikler orada
toplanmışlardı. İbn-ı Mesûd (radıyallahü anh)
ayakta Besmele-i şerîfe çekti ve Rahmân sûresini okumaya başladı. Birbirlerine;
"Ümmü Abd'in oğlu ne söylüyor? Herhâlde Muhammed
in getirdiği şeyleri okuyor" diyerek üzerine yürüdüler. Yumruk, tekme ve
tokatlarla yüzünü, gözünü morartarak belirsiz hâle getirdiler. Fakat o, tokat
ve yumruklar altında okumaya devam ediyordu. Yüzü, gözü, yara bere içerisinde
Eshâb-ı kirâmın yanına döndü. Eshâb-ı kirâm buna çok üzüldüler: "Zâten biz
senin bu akıbete uğrayacağından korkmuştuk. Nihâyet korktuğumuz başına
geldi" dediler. Fakat Abdullah ibnı Mes’ûd (radıyallahü
anh) hiç üzgün değildi, "Allahü teâlânın
düşmanlarını ben bu günkü kadar zayıf görmedim. İsterseniz yarın sabah, onlara
bir o kadar daha dinletebilirim" buyurdu. Eshâb-ı kirâm; "Hayır, sana
bu kadarı yeter. O azılı kâfirlere hoşlanmadıkları şeyi dinlettin"
dediler.