Resûlullah efendimiz, Müddessir sûresinin nâzil olmasıyla, insanları İslâm dînine dâvete başlamıştı. Bu dâveti gizli olarak yapıyordu. Bir müddet sonrada; “Yakın akrabânı Allahü teâlânın azâbı ile korkutarak, onları hak dîne çağır” (Şuarâ sûresi: 214) meâlindeki âyet-i kerîme nâzil oldu. Bunun üzerine Muhammed aleyhisselâm, akrabâsını dîne dâvet etmek için hazret-i Ali'yi gönderdi ve hepsini Ebû Tâlib'in evine çağırdı. Önlerine bir kişiye yetecek kadar, bir tabak yemek ve bir tas süt koydu. Önce kendisi besmele ile başlayıp, gelen akrabâsına; “Buyurun” dedi. Gelenlerin sayısı kırk kişi idi. Ancak, konulan yemek hepsini doyurdu ve hiç eksilmedi. Gelenler bu mûcize karşısında şaşıp kaldılar. Yemekten sonra Peygamber efendimiz, akrabâlarını İslâm’a dâvet etmek için söze başlamak üzere idi. Amcası Ebû Leheb düşmanlık ederek; “Biz bu günkü gibi bir sihir görmedik. Akrabânız sizi bir sihirle büyüledi. Ey kardeşimin oğlu! Ben senin getirdiğin gibi şer ve kötülük getiren başka bir kimse görmedim” diyerek, sözlerine hakâretle devam etti. Peygamberimiz de, Ebû Leheb'e; “Kureyş ve bütün Arab kabîlelerinin yapamayacağı kötülüğü bana sen yaptın” buyurdu. Hiç biri müslüman olmadan dağıldılar.
Bu hâdiseden kısa bir müddet sonra, akrabâsını tekrar dâvet etti. Hazret-i Ali yine hepsini çağırdı. Önceki gibi önlerine yemek kondu. Peygamber efendimiz, yemekten sonra ayağa kalkıp; “Hamd, yalnız Allahü teâlâya mahsustur. Yardımı ancak O'ndan isterim. O'na inanır, O'na dayanırım. Şüphesiz bilir ve bildiririm ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. O birdir. O'nun eşi ve ortağı yoktur” buyurduktan sonra, sözlerine şöyle devam etti; “Size aslâ yalan söylemiyorum ve doğruyu bildiriyorum. Sizi, bir olan ve O'ndan başka ilâh olmayan Allahü teâlâya îmân etmeye dâvet ediyorum. Ben, O'nun size ve bütün insanlığa gönderdiği peygamberiyim. Vallahi siz, uykuya daldığınız gibi, öleceksiniz, uykudan uyandığınız gibi de diriltileceksiniz ve bütün yaptıklarınızdan hesâba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında mükâfat, kötülüklerinizin karşılığında da cezâ göreceksiniz. Bunlar da, ya Cennet’te ebedî kalmak veya Cehennem’de ebedî kalmaktır. İnsanlardan, âhıret azâbı ile ilk korkuttuğum kimseler sizlersiniz.” Ebû Tâlib, bu sözleri dinledikten sonra; “Ey muhterem yeğenim! Sana yardım etmekten daha kıymetli bir şey bilmiyorum. Nâsîhatlerini benimseyip kabûllendik, sözlerini de gönülden tasdik ettik. Şu anda, burada toplananlar, deden Abdülmuttalîb'in çocuklarıdır. Muhakkak ki, ben de onlardan biriyim. Senin istediğin şeye, içimizde en önce ben koşarım. Etrâfını kuşatıp, seni korumaktan bir an geri durmayacağıma söz veriyorum. Sen, emrolunduğun şeye devam et. Fakat eski dînimden ayrılmak husûsunda, nefsimi bana boyun eğer bulmadım” dedi. Ebû Leheb hariç, oradaki akrabâları ve amcaları yumuşak konuştular. Fakat Ebû Leheb; “Ey Abdülmuttalîb oğulları! Başkaları O'nun elini tutup mâni olmadan önce, siz mâni olun. Eğer bu gün O'nun dediklerini kabûl ederseniz, zillete, hakârete uğrarsınız. O'nu korumaya kalkarsanız hepiniz öldürülürsünüz...” diye tehditler savurdu. Ebû Leheb'e karşılık, Peygamber efendimizin halası; “Ey kardeşim! Kardeşimin oğlunu ve O'nun dînini yardımsız bırakmak sana yakışır mı? Vallahi bu gün yaşayan âlimler, Abdülmuttalîb'in soyundan bir peygamberin geleceğini bildiriyorlar. İşte, o peygamber budur” dedi. Ebû Leheb, bu sözler karşısında çirkin konuşmalarına devam etti.
Ebû Tâlib, Ebû Leheb'e kızarak; “Ey korkak! Vallahi biz sağ oldukça, O'nun yardımcısı ve koruyucusuyuz” dedi. Muhammed aleyhisselâma dönerek; “Ey kardeşimin oğlu! İnsanları Rabbine îmâna dâvet etmek istediğin zamanı bilelim; silâhlanıp seninle birlikte ortaya çıkarız” dedi. Sonra, Fahr-i kâinat efendimiz tekrar söze başlayıp; “Ey Abdülmuttalîb oğulları! Vallahî, Arablar içinde benim size getirdiğim, dünyâ ve âhıretiniz için hayırlı olan şeyden (yani bu dinden) daha üstününü ve daha hayırlısını kavmine getirmiş bir kimse yoktur. Ben sizi, dile kolay gelen, mîzânda ağır basan iki kelimeyi söylemeye dâvet ediyorum. O da; Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim O'nun kulu ve resûlü olduğuma şehâdet etmenizdir. Allahü teâlâ sizi buna dâvet etmemi emretti. O hâlde, hanginiz benim bu dâvetimi kabûl eder ve bu yolda yardımcım olur?” buyurdu. Kimseden ses çıkmadı, başlarını önlerine eğdiler. Peygamber efendimiz, bu sözlerini üç defâ tekrarladı. Her söyleyişinde hazret-i Ali ayağa kalkıyordu. Üçüncü defâsında; “Yâ Resûlallah! Her ne kadar bunların yaşça en küçüğü isem de, sana ben yardımcı olurum” dedi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz, hazret-i Ali'nin elinden tuttu. Diğerleri hayret içinde dağıldılar.
Allahü teâlânın Habîbi (sallallahü aleyhi ve sellem), akrabâlarının bu tutumu karşısında çok üzüldüler. Fakat yılmadan, onların Cehennem’den kurtulması, saâdete kavuşması için dâvete devam ettiler.
Bi'setin dördüncü yılında Hicr sûresinin 94. âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Meâlen; “(Ey Habîbim!) Sana emir olunan şeyi (emir ve yasakları) açıkla, hak ile bâtılın arasını ayır. Müşriklerden yüz çevir! (Onların sözlerine iltifât etme)” ilâhî emri gelince, sevgili Peygamberimiz, Mekkelileri açıktan açığa İslâm'a dâvet etmeye başladı. Bir gün Safâ tepesine çıkıp; “Ey Kureyş halkı! Buraya toplanıp sözlerimi dinleyiniz!” buyurdu. Kabîleler toplandıktan sonra da: “Ey kavmim! Hiç benden yalan söz işittiniz mi?” buyurunca, hepsi birden; “Hayır işitmedik” dediler. Buyurdu ki: “Allahü teâlâ bana peygamberlik ihsân etti ve beni size peygamber olarak gönderdi.” Sonra da; “(Ey Habîbim!) Onlara de ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize gelmiş, Allahü teâlânın resûlüyüm. O Allahü teâlâ ki, yerlerin ve göklerin sâhibi ve idârecisidir. O'ndan başka ibâdete müstehak yoktur. Her canlıyı öldüren ve dirilten O’dur...” meâlindeki A’râf sûresinin 158. âyet-i kerîmesini okudu. Dinleyenlerden, amcası Ebû Leheb kızarak; “Kardeşimin oğlu divane olmuş! Bizim putlarımıza tapmayanın, dînimizden ayrılanın sözünü dinlemeyiniz” diye küfürde direterek bağırdı. Orada bulunanlar dağıldı ve hiç kimse îmân etmedi. Peygamber efendimizin, doğru sözlü, yüksek ahlâklı olduğunu bildikleri hâlde, yüz çevirdiler ve düşman kesildiler.
Yine bir gün Allahü teâlânın; “Sana emrolunan şeyi (emir ve yasakları) açıkla” emrine uyarak, tekrar Safâ tepesine çıktı. Yüksek ve gür bir sesle; “Yâ sabâhâh! Buraya geliniz, toplanınız, size mühim bir haberim var” diye seslendi. Bu dâvet üzerine, kabîleler koşarak toplandılar. Hayret ve merâk içinde beklemeye başladılar. Gelmeyenler adamlarını göndererek, niçin toplanıldığını öğrenmek istediler. Gelenlerden bir grup; “Ey Muhammed-ül-emin! Bizi buraya niçin topladın, neyi haber vereceksin?” diye sormaya başladılar. O da, “Ey Kureyş kabîleleri!” hitâbıyla konuşmaya başladı. Herkes büyük bir dikkatle dinliyordu. “Benimle sizin hâliniz, düşmanı görünce, âilesine haber vermek üzere koşan ve düşmanın kendisinden önce âilesine ulaşıp, zarar vermesinden korkarak; Yâ sabâhâh (düşman tarafından kuşatıldık, sarıldık! Sabah vakti gelip çattı. Hemen çarpışmaya hazırlanın) diye haykıran bir kimsenin hâline benzer. Ey Kureyş topluluğu, Ben size, şu dağın ardında bir düşman ordusu var, üzerinize hücûm etmek üzeredir desem, bana inanır mısınız?” buyurdular. Onlar; “Evet inanırız. Çünkü sende şimdiye kadar doğruluktan başka bir şeye şâhid olmadık. Senin yalan söylediğini hiç görmedik!...” dediler. Bunun üzerine bütün Kureyş kabîlelerinin ismini; “Ey Hâşim oğulları! Ey Abd-i Menaf oğulları! Ey Abdülmuttalîb oğulları! (şeklinde sayarak:) Ben size geleceği muhakkak olan şiddetli azâbın bildiricisiyim. Allahü teâlâ bana, en yakın akrabâlarımı âhıret azâbı ile korkutmamı emretti. Sizi, Lâ ilâhe illallahü vahdehü lâ şerîke leh (Allah birdir, O'ndan başka ilâh yoktur) diyerek îmân etmeye dâvet ediyorum. Ben de O'nun kulu ve resûlüyüm. Eğer buna îmân ederseniz, Cennet’e gideceksiniz. Siz, Lâ ilâhe illallah demedikçe, ben size ne dünyâda bir fayda, ne de âhırette bir nasip sağlayabilirim?” buyurdu. Dinleyen kabîleler arasından, Ebû Leheb; “Bizi bunun için mi topladın?” diyerek, yerden aldığı taşı sevgili Peygamberimize fırlattı. Diğerlerinden böyle bir muhâlefet gelmedi. Aralarında konuşarak dağıldılar.
Sevgili Peygamberimiz,
bu dâvetlerden sonra nerede bir kimse veya topluluk görse, onlara İslâm’ı
anlattı. Hakîkî kurtuluşun; nefse uymaktan, zulümden, haksızlıktan ve her türlü
kötü işlerden uzaklaşmakla ve Allahü teâlâya
îmân etmekle mümkün olacağını bildirdi. Nefislerinin isteklerine, şehvetlerine
uyanlar, zayıfları ezenler ve azgınlıkta aşırı gidenler buna şiddetle karşı
çıktılar. Bütün bu bozuk işlerine son verileceğini görerek, Muhammed aleyhisselâmın
bildirdiklerini inkâr ettiler. O'na ve inananlara düşman oldular.
Müşrikler,
önce alay ediyorlardı. Sonra baskı ve işkencelerini arttırmaya karar verdiler.
Mü’minleri sindirmek, İslâm davasını söndürmek istiyorlardı. Bunların
başlarında; Ebû Cehil, Utbe, Şeybe, Ebû Leheb, Ukbe bin Ebî Mu'ayt, Âs bin
Vâil, Esved bin Muttalib, Esved bin Abdi Yagves, Velîd bin Mugîre… vardı.
Bir gün
Utbe, Şeybe ve Ebû Cehil, Ebû Tâlib'e; “Sen bizim büyüğümüzsün. Biz, sana dâimâ
saygı gösterir, hürmet ederiz. Şimdi kardeşin oğlu, yeni bir din kurdu.
Putlarımıza sövüp bizi kâfirlikle itham ediyor. Kendisine nasîhat et. Bu işten
vazgeçir. Şâyet vazgeçmezse, O'nun hakkından nasıl gelineceğini biz biliriz...”
dediler. Ebû Tâlib, onları yatıştırarak geri gönderdi ve durumu Peygamberimiz üzülmesin diye, O'ndan sakladı.
Müşrikler, bir müddet sonra tekrar toplanıp, Ebû Tâlib'e geldiler; “Bundan önce
sana gelmiş, durumu bildirmiştik. Sözümüze iltifât etmedin. O, hâlâ putlarımızı
kötülemeğe devam ediyor. Artık, tâkâtimiz kalmadı. Her ikinizle de kanımızın
son damlasına kadar çarpışacağız. Mekke'de, ya O yahut da biz yok oluruz”
dediler. Ebû Tâlib, onları yatıştırmaya çalıştı fakat inâdlarında ısrâr
ettiler. Ebû Tâlib. Resûlullah efendimizin
kırılmasını istemediği gibi kavmiyle aralarında herhangi bir düşmanlık
çıkmasını da arzu etmiyordu. Peygamberimize
gelip; “Ey Muhammed! Bütün kavim sana
düşmanlıkta birleştiler ve bana şikâyete geldiler. Akrabâ arasında düşmanlık,
iyi değildir. Onlar kendilerine kâfir dememeni ve bozuk yolda olduklarını
söylemeyip kötülememeni isterler” dedi. Bunun üzerine Habîb-i ekrem efendimiz; “Ey amca! Şunu bil ki, güneşi sağ elime, ayı
da sol elime verseler (her ne vâd ederlerse etsinler) ben aslâ bu dinden
ve onu insanlara tebliğ etmekten, bildirmekten vazgeçmem. Yâ, Allahü teâlâ bu dîni bütün cihâna yayar, vazifem biter veya bu yolda
canımı fedâ ederim” buyurdu ve ayağa kalktı. Mübârek gözlen yaş ile
dolmuştu. Resûlullah efendimizin
üzüldüğünü gören Ebû Tâlib, söylediklerine pişman oldu ve O'nun boynuna
sarılarak; “Ey kardeşimin oğlu! Yoluna devam et, istediğini yap. Ben hayatta
oldukça seni himâye edip, koruyacağım” dedi.
Müşriklerin
ileri gelenlerinden on kişi, Ebû Tâlib'in, hazret-i Muhammed'i
himâye ettiğini anlayınca, Umâre bin Velîd'i de yanlarına alarak Ebû Tâlib'e
gittiler. Ona; “Ey Ebû Tâlib! Bilirsin ki, bu Umâre, Mekke gençlerinin en yakışıklısı,
en güçlüsü, en ahlâklısıdır. Ayrıca şâirdir. Onu sana verelim, kendi işlerinde
kullan. Umâre'nin karşılığında bize Muhammed'i
ver, öldürelim. Sana adam karşılığında adam! Daha ne istersin!” diyerek, kabûlü
mümkün olmayan bir teklifte bulundular. Ebû Tâlib, bu söze son derece
hiddetlendi ve “Siz, önce bana kendi oğullarınızı verin. Onları ben öldüreyim.
Ondan sonra yeğenimi vereyim” deyince, müşrikler işin vahametini anlayıp;
“Bizim çocuklarımız, O'nun yaptığını yapmıyor ki...” dediler. Ebû Tâlib; “Yemîn
ederim ki, benim yeğenim sizin çocuklarınızın cümlesinden daha hayırlıdır.
Demek, siz oğlunuzu bana verip besletecek, benim ciğerpâremi alıp
öldüreceksiniz ha! Dişi deve bile yavrusundan başkasını özlemez ve esirgemez.
Bu iş akıl ve mantıktan çok uzaktır. Artık iş çığırından çıkmıştır. Kim
ciğerpârem Muhammed'in (aleyhisselâm) düşmanı ise, ben de onun düşmanıyım.
Bunu böylece bilin ve elinizden ne gelirse yapın!” dedi. Müşrikler, hışımla
yerlerinden kalkıp gittiler. Ebû Tâlib, hemen Hâşim oğullarını ve Abdülmuttalîb
oğullarını topladı. Onlara durumu anlatıp, sevgili
Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem)
yardım etmeye ikna etti. Resûlullah'ı
öldürmeye kalkan kollar kırılacaktı. Bu konuda müşriklere karşı birleştiler.
Sâdece Ebû Leheb katılmadı. Ebû Tâlib onlara; “Ey yiğitler! Yarın her biriniz
kılıçlarınızı belinize takın ve benim ardımdan gelin” dedi. Ertesi günü Ebû
Tâlib, Peygamber efendimizin evine
gitti. Hep beraber Harem-i şerîfe doğru yürüdüler. Hâşim oğullarının yiğitleri
onları tâkip ediyorlardı. Kâbe'ye varıp müşriklerin karşılarına geçtiler. Ebû
Tâlib, müşriklere; “Ey Kureyş topluluğu! Kardeşimin oğlunu öldürmeye karar
aldığınızı duydum. Bu arkamdaki gençlerin, elleri kılıçlarında, sabırsızlıkla
bir işâretimi beklediklerini biliyor musunuz? Yemîn ederim ki, Muhammed'i öldürecek olursanız, hiç birinizi
sağ bırakmam!...” dedikten sonra, sevgili
Peygamberimizi öven şiirler söylemeye başladı. Başta Ebû Cehil olmak
üzere, orada bulunan müşrikler dağıldılar.
Kureyş'in
ileri gelen müşrikleri, artık, Peygamber
efendimizi yalnız gördükleri zaman, üzerine saldırırlar, hakâret
etmeye, hattâ dövmeye kalkışırlardı. Eshâbına da işkence yapmaktan geri
durmazlardı. Bir gün Kureyş'in ileri gelen müşrikleri, Kâbe-i şerîfin yanında
oturuyorlardı. Peygamber efendimizden
bahsetmeye başladılar ve “O'na tahammül ettiğimiz gibi hiç bir şeye tahammül
etmedik. Bize sefihsiniz der, ilâhlarımızı tahkir edip kötüler, dînimizi
ayıplar, cemâatimizi birbirinden ayırır, yine de sabredip bir şey demeyiz”
şeklinde konuşuyorlardı. O anda Habîb-i ekrem,
Kâbe'yi ziyârete geldi. Hacer-ül esvedi öpüp tavâfa başladı. Onların yanından
geçerken, müşrikler, Peygamber efendimize
hakâret dolu sözler söylemeye başladılar. Resûlullah
efendimiz buna çok üzüldüler, fakat bir şey demeyip tavâfa devam
ettiler. Üçüncü defâ yanlarından geçerken durup; “Ey Kureyş! Beni dinleyin! Nefsim yed-i
kudretinde bulunan Allahü
teâlâya yemîn ederim ki, bana, sizin perişân
olacağınız bildirildi...” buyurunca, oradaki müşrikler ne
yapacaklarını şaşırarak dona kaldılar. Tek bir söz söyleyemediler. Sâdece Ebû
Cehil, Resûlullah efendimizin
huzûruna varıp; “Ey Ebü'l-Kâsım! Sen yabancı değilsin. Bizim kaba hareketimize
bakma, ibâdetine devam et. Bize uyacak kadar câhil değilsin” diyerek yalvarmağa
başladı. Bunun üzerine Muhammed aleyhisselâm oradan ayrıldı.
Ertesi gün
müşrikler, aynı yerde toplanmışlardı. Peygamber
efendimizin aleyhinde atıp tutmaya başladılar. O sırada Resûlullah efendimiz orayı teşrîf etti.
Müşrikler, hemen Allahü teâlânın
Habîbinin üzerine saldırdılar. İçlerinde en bedbaht olanlardan Ukbe bin Mu'ayt,
sevgili Peygamberimizin mübârek
yakasına yapıştı. Mübârek boynunu nefes alamayacak kadar sıktı. O anda oraya
gelen hazret-i Ebû Bekr; “Rabbim Allah’dır diyen bir kimseyi öldürecek misiniz?
Size Rabb-il-âleminden âyet getirdi...” diye bağırarak, Resûlullah'ı korumak için aralarına daldı.
Müşrikler, Habîbullah'ı bırakıp, Ebû Bekr-i Sıddîk'a (radıyallahü
anh) saldırdılar. Mübârek başına yumruk ve tekme vuruyorlardı. Utbe bin
Rebîa denilen bedbaht, hazret-i Ebû Bekr'in mübârek yüzüne ayakkabılarıyla
vurdu ve kan içinde bıraktı. Tanınmayacak hâle getirdi. Teymoğulları yetişip
ayırmasaydılar, öldürünceye kadar döveceklerdi. Kabîlesinden olanlar, bitkin ve
perişân bir hâle gelen hazret-i Ebû Bekr'i, bir çarşafın içine koyarak evine
götürdüler. Hemen geri dönüp Kâbe'ye geldiler; “Eğer Ebû Bekr ölecek olursa,
yemîn olsun ki, biz de Utbe'yi gebertiriz!” dediler, sonra hazret-i Ebû Bekr'in
yanına gittiler.
Ebû Bekr (radıyallahü anh), uzun bir süre kendine gelemedi.
Babası ve Benî Teymliler, ayılması için çok uğraştılar. Ancak akşama doğru
kendine gelebildi. Gözlerini açar açmaz ezik bir sesle; “Resûlullah ne yapıyor? O, ne hâldedir? O'na da
dil uzatmışlar, hakâret etmişlerdi” diyebildi. Annesi Ümm-ül-Hayr'a; “Sor
bakalım, bir şey yer veya içer mi?” dediler. Ebû Bekr-i Sıddîk'ın (radıyallahü anh) hiç tâkâti yoktu. Bir şey yemek ve
içmek de istemiyordu. Ev, tenhâlaşınca, annesi; “Ne yersin, ne içersin?” diye
sorunca, gözlerini açtı ve “Resûlullah
ne hâldedir, ne yapıyor?” dedi. Annesi; “Vallahi arkadaşın hakkında hiç bir
bilgim yok!” diye cevap verdi. Ebû Bekr (radıyallahü
anh) da; “Hattâb'ın kızı Ümmü Cemil'e git, Resûlullah'ı
ondan sor!” dedi. Ümmü Cemil (radıyallahü anhâ)
Hazret-i Ömer'in kız kardeşi olup, müslüman olmuştu. Annesi Ümm-ül-Hayr,
kalkıp, Ümmü Cemil'in yanına gitti ve “Oğlum Ebû Bekr senden Muhammed aleyhisselâmı
soruyor. Acabâ ne hâldedir?” dedi. Ümmü Cemil de; “Benim ne Muhammed aleyhisselâm
ne de Ebû Bekr hakkında bir bilgim var! İstersen seninle birlikte gidelim?”
dedi. Ümm-ül-Hayr; “Olur” deyince, kalktılar, hazret-i Ebû Bekr'in yanına
geldiler. Ümmü Cemil, Ebû Bekr-i Sıddîk'ı (radıyallahü
anh) böyle perişân bir vaziyette, yaralar ve bereler içinde görünce,
kendisini tutamayarak çığlık kopardı ve; “Sana bunu yapan bir kavim, muhakkak
azgın ve taşkındır. Allahü teâlâdan
dileğim, yaptıklarının karşılığını bulmalarıdır” dedi.
Hazret-i
Ebû Bekr, Ümmü Cemil'e; “Resûlullah
ne yapıyor, ne hâldedir?” diye sordu. Ümmü Cemil, ona; “Burada annen var,
söylediğimi işitir” deyince, hazret-i Ebû Bekr; “Ondan sana bir zarar gelmez,
sırrını yaymaz” buyurdu. Ümmü Cemil; “Hayattadır, hâli iyidir” dedi. Tekrar;
“Şimdi O nerededir?” diye sordu. Ümmü Cemil, “Erkam'ın evindedir” diye cevap
verdi. Hazret-i Ebû Bekr; “Vallahi, Resûlullah'ı
gidip görmedikçe, ne yemek yer, ne de bir şey içerim!” dedi. Annesi; “Sen,
şimdi biraz bekle, herkes uykuya dalsın!” dedi. Herkes uyuyup, ortalık
tenhâlaşınca, hazret-i Ebû Bekr, annesine ve Ümmü Cemil'e dayanarak, yavaş
yavaş Resûlullah'ın yanına vardı.
Sarılıp öptü. Müslüman kardeşleriyle kucaklaştı. Ebû Bekr'in (radıyallahü anh) bu hâli, Peygamber
efendimizi çok üzdü. Hazret-i Ebû Bekr; “Yâ Resûlallah! Babam-anam
sana fedâ olsun! O azgın adamın, yüzümü gözümü yerlere sürtüp, beni bilinmez
hâle getirmesinden başka bir üzüntüm yok! Bu yanımdaki de, beni dünyâya getiren
annem Selma’dır. Ona duâ buyurmanızı istirhâm ediyorum. Umulur ki, Allahü teâlâ, senin hürmetine onu Cehennem
ateşinden kurtarır” diye arzetti. Bunun üzerine sevgili
Peygamberimiz, Selma’nın müslüman olması için Allahü teâlâya yalvardı. Resûlullah efendimizin duâsı kabûl olmuştu.
Böylece Ümm-ül-Hayr da hidâyete kavuşup müslüman oldu ve ilk müslümanların
arasında olmak şerefine kavuştu.
Peygamber efendimizin
evi, Ebû Leheb ile Ukbe bin Mu'ayt denilen iki azılı müşrikin evleri arasında
idi. Bunlar her fırsatta sevgili Peygamberimize
eziyet etmeye çalışırlardı. Hattâ geceleri hayvan işkembelerini Resûlullah efendimizin kapısının önüne
atarlardı. Amcası Ebû Leheb, bununla yetinmez, komşusu Adiy'in evinden, O'na
taş atarak eziyet ederdi. Karısı Ümmü Cemil ondan aşağı kalmaz, topladığı
dikenli ağaç dallarını Resûlullah'ın
mübârek ayaklarına batması için geçeceği yollara dökerdi. Ebû Leheb bir gün,
getirdiği pisliği, Peygamber efendimizin
kapısı önüne dökerken, hazret-i Hamza gördü. Hemen koşup kardeşi Ebû Leheb'i
yakaladı ve getirdiği pisliği başına döktü.
Ebû Leheb
ve karısının bu eziyetlerinden sonra, onlar hakkında; “Ebû Leheb'in elleri kurusun, zâten kurudu...”
diye başlayan Tebbet sûresi nâzil oldu.
Ebû
Leheb'in karısı Ümmü Cemil, kendileri hakkında sûre indiğini işitince, Peygamber efendimizi aramaya başladı. Kâbe'de
olduğunu öğrenince, eline koca bir taş alıp oraya gitti. Hazret-i Ebû Bekr, o
anda Peygamberimizin sohbetiyle
şerefleniyordu. Ümmü Cemil'i elinde taş olduğu hâlde görünce; “Yâ Resûlallah!
Ümmü Cemil geliyor. Çok şerli bir kadın, size zarar vermesinden korkuyorum. Bir
köşeye çekilseydiniz de eziyete maruz kalmasaydınız” dedi. Resûlullah efendimiz; “O beni göremez” buyurdu. Ümmü
Cemil, hazret-i Ebû Bekr'in başına dikilip; “Ey Ebû Bekr! Çabuk söyle, o
arkadaşın nerede! Beni ve kocamı hicvedip, kötülemiş. O şâirse ben de, kocam da
şâiriz. İşte ben de O'nu hicvediyorum. Biz O'na isyân ediyor, peygamberliğini
kabûl etmiyor ve dîninden de hoşlanmıyoruz. Yemîn ederim ki, eğer O'nu bir
görseydim, şu taşı başına vuracaktım...” diyerek alçakça sözler söyledi. Ebû
Bekr (radıyallahü anh); “Benim sâhibim şâir
değildir ve seni hicvetmemiştir” buyurunca, Ümmü Cemil çekip gitti. Ebû Bekr (radıyallahü anh), Peygamber
efendimize dönerek; “Yâ Resûlallah! O, sizi görmedi mi?” diye suâl
edince; “Beni
görmedi. Allahü teâlâ, onun gözünü, beni göremez hâle getirdi”
buyurdu.
Peygamber efendimizin,
mübârek kızlarından hazret-i Ümmü Gülsüm, Ebû Leheb'in oğlu Uteybe ile hazret-i
Rukayye'de öteki oğlu Utbe ile nişânlı olup, henüz evlenmemişlerdi. Tebbet
sûresi nâzil olunca, cehennemlik Ebû Leheb, karısı ve Kureyş'in ileri
gelenleri, Utbe ve Uteybe'ye; “Onun kızlarını alıp, yükünü hafiflettiniz.
Kızlarını boşayın ki, zahmete düşsün. Size Kureyş'ten istediğiniz kızı alalım”
diye teklif ettiler. Onlar da; “Peki, boşadık” dediler. Uteybe denilen alçak,
daha da ileri giderek, Peygamberimizin
sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem huzûr-u
şerîfine gelip; “Ey Muhammed! Ben,
seni ve dînini tanımıyorum. Kızını da boşadım. Artık ne sen beni sev, ne de ben
seni! Ne sen bana gel, ne de ben sana gelirim!...” diye hakâret etti. Sonra, sevgili Peygamberimize saldırıp, mübârek
yakasına yapıştı. Gömleğini yırttı ve hakârette bulundu. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz; “Yâ Rabbî! Buna canavarlarından birini
musallat et!” diye bedduâ buyurdular. Uteybe bedbahtı, babasına
gidip olanları anlatınca, Ebû Leheb; “Muhammed'in,
oğlum hakkındaki duâsından korkuyorum" dedi.
Bir kaç
gün sonra Ebû Leheb, oğlu Uteybe’yi Şam'a ticâret için gönderdi. Kâfile Zerka
denilen yerde yatmak üzere konaklamıştı. Bir aslan çevrede dolaşmaya başladı.
Uteybe bu hâli görür görmez; "Eyvah! Yemîn ederim ki, Muhammed'in (aleyhisselâm)
bedduâsı kabûl oldu. Bu aslan beni yiyecek! Kendisi Mekke'de olsa da benim
kâtilimdir" dedi. Aslan biraz sonra kayboldu. Uteybe'yi, yüksekçe bir yere
yatırdılar. Gece, aslan tekrar geldi. Kâfiledekileri birer birer koklayarak
Uteybe'nin yanına vardı. Üzerine sıçrayıp karnını yardı, başını yakaladı ve
feci bir şekilde ısırıp işini bitirdi. Uteybe can verirken; "Ben size, Muhammed, insanların en doğru sözlüsüdür,
dememiş miydim?" diyerek feryâd ede, ede can verdi. Bir aslan tarafından
oğlunun parçalandığını işiten Ebû Leheb; "Ben size, Muhammed'in, oğlum hakkındaki duâsından
korkuyorum dememiş miydim?" diye ağladı. Sevgili
Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
insanları ebedî saâdete çağırıyor, Allahü teâlânın
varlığına, birliğine dâvet ederek, Cehennem’de yanmamaları için uğraşıyordu.
Müşrikler ise; "Babalarımızın dîni budur" diyerek putperestliğe devam
ediyorlardı. Peygamber efendimiz,
onları insanca yaşamaya, haysiyetli ve şerefli olmaya, kıymetsizlikten
kurtulup, yüksek ulvî makâmlara çıkarmaya dâvet ediyordu. Onlar ise inâdlarında
diretiyorlardı. Ebû Leheb, hakâret ve eziyet edenlerin başında geliyordu. Resûlullah'ı devamlı tâkib ediyor, insanları,
O'nu dinlemekten vazgeçirmeye, zihinlerinde şüphe meydana getirmeye uğraşıyordu.
Toplantı yerlerinde, panayırlarda, Resûlullah
efendimiz; “Ey insanlar! Lâ ilâhe illallah, deyiniz ki
kurtulasınız" buyurdukça, o hemen arkasından yetişip; "Ey
insanlar! Bu konuşan benim yeğenimdir. Sakın O'nun sözüne inanmayın. O'ndan
uzak durun!" diyordu.
Muhammed
aleyhisselâm bir gün Kâbe-i şerîfde namaz
kılıyordu. Kureyş'in ileri gelenlerinden Ebû Cehl, Şeybe bin Rebîa, Utbe bin
Rebîa, Ukbe bin Ebî Mu'ayt'ın bulunduğu yedi kişilik bir müşrik topluluğu,
gelip Resûlullah'a yakın bir yere
oturdular. O civarda bir gün önce kesilmiş bir devenin işkembesi ve artıkları
vardı. Alçak Ebû Cehl, yanındakilere döndü ve "İçinizden kim, şu deve
işkembesini alıp, Muhammed secdeye
varınca iki omuzu arasına kor" diye, çirkin bir teklifte bulundu.
Oradakilerin en zâlimi, en gaddarı, en merhametsizi, en bedbahtı olan Ukbe bin
Mu’ayt; "Ben yaparım" diyerek hemen kalktı. İşkembeyi içindekilerle
birlikte, secdede iken Peygamberimizin
mübârek omuzlarına koydu. Bunu seyreden müşrikler, katıla katıla gülmeye
başladılar. Peygamber efendimiz,
secdesini uzatıyor, mübârek başını kaldırmıyordu. O sırada Eshâb-ı kirâmdan
Abdullah bin Mes’ûd (radıyallahü anh) vaziyeti
gördü. O, bu hâdiseyi şöyle anlatmıştır: "Resûlullah'ı
o hâlde görünce kan beynime sıçradı. Fakat, beni müşriklerin elinden koruyacak
bir kavmim, kabîlem yoktu. Kimsesizdim, zayıftım. O anda konuşmaya bile gücüm
yetmiyordu. Ayakta bekleyip duruyor, Resûlullah'ı
büyük bir üzüntü içinde seyrediyordum. Ne olurdu, o zaman kendimi müşriklerden
koruyabilecek bir gücüm veya koruyucum olsaydı da, Resûl aleyhisselâmın mübârek omuzuna koyduklarını kaldırıp
atsaydım. Ben böyle beklerken, Resûlullah'ın
kızı hazret-i Fâtıma’ya haber verdiler. O zaman Fâtıma (radıyallahü anhâ) küçüktü. Koşarak geldi, babasının üzerindekileri
attı. Bunu yapanlara bedduâ etti, ağır sözler söyledi.
Resûlullah efendimiz,
hiç bir şey olmamış gibi namazını tamamladıktan sonra üç defâ; “Allah'ım!
Kureyş'ten şu topluluğu sana havâle ediyorum! Allah'ım! Ebû Cehl Amr bin
Hişâm'ı sana havâle ediyorum! Allah'ım! Ukbe bin Rebîa'yı sana havâle ediyorum!
Allah'ım! Şeybe bin Rebîa'yı sana havâle ediyorum! Allah'ım! Ukbe bin Mu'ayt'ı
sana havâle ediyorum! Allah'ım! Ümeyye bin Halef’i sana havâle ediyorum!
Allah'ım! Velîd bin Utbe'yi sana havâle ediyorum! Allah'ım! Umare bin Velîd'i
sana havâle ediyorum!" buyurdu. Bu bedduâyı işiten müşrikler,
gülmeyi bıraktılar. Korkmaya başladılar. Çünkü Beytullah'da yapılan duânın
kabûl olunacağına inanıyorlardı. Resûlullah
efendimiz, Ebû Cehl'e; “Vallahi sen, ya bundan vazgeçersin, veya Allahü teâlâ başına bir felaket indirecektir" buyurdu. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Resûlullah'ın isimlerini söylediği bu
kimselerin herbirinin, Bedr muhârebesinde öldürülüp yerlere serildiklerini,
sıcaktan kokmuş bir leş hâlinde Bedr çukuruna doldurulduklarını gördüm.
Bir gün
Ebû Cehl, Beytullah'da, Kureyşli müşriklere; "Ey Kureyş topluluğu!
Görüyorsunuz ki, Muhammed, dînimizi
ayıplamak, putlarımıza ve ona tapan babalarımıza dil uzatmak, bizlere akılsız
gözüyle bakmaktan geri durmuyor. Huzûrunuzda yemîn ederek söylüyorum ki, yarın
kolay kolay taşıyamıyacağım bir taşı, buraya gelip namaz kılarken secdeye
kapandığında, başına hızla vuracağım. O zaman siz beni, Abdülmuttalib
oğullarına karşı ister koruyun, ister korumayın. Ben O’nu öldürdükten sonra,
akrabâları bana istediğini yapsın..." dedi. Orada bulunan müşrikler;
"Yemîn ederiz ki, biz seni hem koruruz, hem de hiç kimseye teslim etmeyiz.
Yeter ki, sen O'nu öldür!" diye kışkırttılar. Sabahleyin Ebû Cehl, elinde
kocaman bir taş olduğu hâlde Kâbe'ye geldi. Müşriklerin yanına oturup beklemeye
başladı. Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) her zamanki gibi Beytullah'a
gelip namaz kılmaya başladı. Ebû Cehl yerinden kalkıp elindeki kocaman taşı
vurmak üzere Resûlullah'a doğru
yürüdü. Bütün müşrikler hâdiseyi heyecanla tâkib ediyorlardı. Ebû Cehl, Resûlullah'ın yanına yaklaşınca, birden
titremeye başladı. Koca taş elinden yere düştü, benzi kül gibi olup, büyük bir
korku ile geri çekildi. Müşrikler hayretle Ebû Cehl'in yanına varıp; "Ey
Amr bin Hişâm! Söyle, ne oldu?" diye sordular. Ebû Cehl de; "Tam O'nu
öldürmek için taşı kaldırdığımda, önüme hırçın bir deve çıktı. Yemîn ederim ki,
ömrümde; öyle yüksek ayaklı, keskin dişli, heybetli bir deve ne gördüm ne de
işittim. Eğer biraz daha yaklaşsaydım, muhakkak beni öldürürdü" dedi.
Yine bir
gün Ebû Cehl, müşrikleri toplayıp; "Abdullah'ın yetimi, burada namaz kılar
ve yüzünü toprağa sürer mi?" diye sordu. Onlar da; "Evet"
dediler. Zâten bu sözü bekleyen Ebû Cehl; "Eğer O'nu öyle görürsem, başını
ayağımla ezeceğim" dedi. Bir gün Peygamberlerin efendisi, Kâbe'de namaza
durmuştu. Ebû Cehl de arkadaşları ile oturuyordu. Yerinden kalkarak, Resûlullah sallallahü
aleyhi ve selleme doğru yürüdü. İyice yaklaştı. Fakat birden bire eliyle
yüzünü silerek kaçmaya başladı. Müşrikler yanına gidip; "Ne oldu, nedir bu
hâlin?" dediler. Ebû Cehl; "Aramızda bir ateş kuyusu meydana geldi.
Bâzı kimselerin üzerime hücûm ettiğini görünce, geri döndüm" diye cevap
verdi.
Velîd bin
Mugîre, Ebû Cehl, Amr bin Hişâm, Esved bin Muttalib, Ümeyye bin Halef, Esved
bin Abdiyagves, Âs bin Vâil, Hâris bin Kays gibi müşriklerin ileri gelenleri, Resûlullah'ı gördükçe; "Bu da peygamber
olduğunu ve yanına Cebrâil'in
geldiğini sanır" diyerek alay ederlerdi. Bunun üzerine Habîb-i ekremin çok üzüldüğü bir gün, Cebrâil aleyhisselâm
geldi ve bâzı âyet-i kerîmeler getirdi. Meâlen; "And olsun ki (ey Resûlüm) senden önce gönderilen
peygamberlerle de istihzâ edildi. Onları, peygamberleri istihzâ edenleri,
istihzâlarının karşılığı olarak belâ ve azâb çepeçevre kuşatıverdi."
(En’âm sûresi: 10) “Muhakkak ki biz, seninle alay edenlere karşı kâfiyiz.
Onlar, o kimselerdir ki, Allahü teâlâ ile beraber başka bir ilâh
tanırlar. Onlar, yakında (başlarına gelecek âkıbeti) bileceklerdir.
Gerçekten biliriz ki, onların sözlerine, (şirk koşmalarına, Kur'ân-ı kerîme dil uzatmalarına ve sana karşı
alaylı söz söylemelerine) göğsün daralıyor, için sıkılıyor" buyruldu.
(Hicr sûresi: 95-97)
Kâinatın
sultânı, bir gün Kâbe-i müazzamayı tavâf ederken, Cebrâil
aleyhisselâm geldi ve; "Ben onların (alay
edenlerin) hakkından gelmek üzere emir aldım" dedi. Biraz sonra Velîd bin
Mugîre önlerinden geçti. Cebrâil aleyhisselâm; "Bu geçen nasıl bir
kimsedir?" diye sordu. Peygamber efendimiz
de; “O, Allahü teâlânın en kötü kullarından biridir" buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm,
Velîd'in bacağına işâret etti ve; "Hakkından geldim" dedi. Biraz
sonra Âs bin Vâil geçiyordu. Onu da sorup aynı cevâbı alınca, karnına işâret
etti ve; "Ona da haddini bildirdim" dedi. Esved bin Muttalib geçince,
gözüne; Abdiyagves'i görünce, başına işâret etti. Hâris bin Kays geçerken de
karnına işâret etti ve; "Yâ Muhammed!
Allahü teâlâ bunların şerrinden seni
kurtardı. Yakında bunların her biri bir belâya uğrar" dedi. Bunlardan Âs
bin Vâil'in ayağına diken battı. Ne kadar ilaç yaptılarsa da derdine çâre
bulamadılar. Nihâyet ayağı deve boynu gibi şişip; "Muhammed'in Allah'ı beni öldürdü" diye
feryâd ederek can verdi. Esved bin Muttalib'in gözleri kör oldu. Cebrâil aleyhisselâm,
başını ağaca çarparak helâk etti. Esved bin Abdiyagves, Bâd-ı semûm denilen
yerde iken, yüzü ve gövdesi simsiyah oldu. Evine gelince tanımadılar ve kapıdan
kovdular. Kahrından başını evinin kapısına vura vura öldü. Hâris bin Kays da
tuzlu balık yemişti. Harareti arttıkça arttı. Ne kadar su içtiyse kanmadı.
Sonunda çatladı. Velîd bin Mugîre'nin de baldırına demir parçası battı. Yarası
iyileşmedi, çok kan kaybetti ve; "Muhammed'in
Allah'ı beni öldürdü" diye feryâd ederek can verdi. Böylece her biri
yaptıklarının karşılığını görmüş oldu. Ayrıca müşriklerin, ebedî olarak
Cehennem’de kalacakları, âyet-i kerîmelerle bildirildi.
Sevgili Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem, bir gün Ebü'l-Âs'a
rastladı. Yanından ayrıldıktan sonra Hakem, Resûlullah
efendimizin arkasından alay ederek; ağzını, yüzünü ve vücûdunu
oynattı. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, Hakem’in yaptıklarını
nübüvvet nûru ile gördü ve öyle kalması için duâ buyurunca, vücûdunu bir
titreme aldı, ömrünün sonuna kadar öyle kaldı.
Müşrikler sâdece Peygamber efendimize eziyet etmiyordu. O'nun şanlı Eshâbına da işkence yapıyorlardı. Bilhassa fakir, kimsesiz olanları tercih ediyor, ellerinden gelen, akla hayâle sığmayan baskı ve zulmü hiç çekinmeden yapıyorlardı. Bunlardan biri de Bilâl-i Habeşî idi (radıyallahü anh). Ümeyye bin Halef isminde bir müşrikin kölesi olan hazret-i Bilâl, Ebû Bekr-i Sıddîk'ın (radıyallahü anh) vâsıtası ile müslüman olmuştu. Ümeyye, oniki kölesinden en çok Bilâl'i sevdiği için, puthâneye bekçi yapmıştı. Hazret-i Bilâl, müslüman olunca, puthânedeki bütün putları secde vaziyetine getirdi. Bu haber Ümeyye'ye ulaşınca, büyük bir dehşete kapıldı. Çağırtıp; “Sen müslüman olmuşsun. Muhammed'in Rabbine secde ediyormuşsun, Öyle mi?" diye sordu. Hazret-i Bilâl de; "Evet. Büyük ve yüce olan Allahü teâlâya secde ederim" dedi. Ümeyye, hoşlanmadığı bu cevâbı alınca, derhal eziyet ve işkencelerine başladı. Öğle vakti güneş tam tepeye geldiğinde, onu soyar, sıcaktan kavrulmuş taşları, çıplak vücûduna koyarak dağlardı. Ateş gibi yanan taşların bir kısmını arkasına, bâzısını da karnı üzerine yığdıktan sonra; "İslâm dîninden dön!.. Lât ve Uzzâ putlarına îmân et" der, Bilâl (radıyallahü anh) ise; "Allahü teâlâ birdir! Allahü teâlâ birdir!" diyerek îmânını bildirirdi. Ümeyye bin Halef, onun bu sabrını gördükçe deliye döner, dikenler üzerinde sürterek vücûdunu yaralar ve işkence ederdi. Hazret-ı Bilâl, vücûdundan oluk gibi akan kanlara aldırmadan; "Allah'ım! Senden gelene râzıyım. Allah'ım! Senden gelene râzıyım" der ve îmânında sebât gösterirdi.
Hazret-i Bilâl, bu hâlini şöyle anlatmıştır: "O habis Ümeyye, beni, günün sıcağında bağlayıp, gece de azâb ederdi. Sıcak bir gün idi. Her zamanki gibi yine işkenceye başladı. İslâm’dan döndürmek için; "Putlarımıza tap! Muhammed'in Allah'ını inkâr et, inkâr et, inkar et!" dedikçe; "Allah birdir! Allah birdir!" derdim. Hıncını almak için, o gün çok büyük bir kayayı göğsümün üzerine koydu. O anda bayılmışım. Ayıldığımda, üzerimdeki kayanın kalkmış ve güneşin buluta girmiş olduğunu gördüm. Allahü teâlâya şükrettim ve kendi kendime; "Ey Bilâl! Cenâb-ı Hak'dan gelen her şey güzeldir, hoştur" dedim."
Ümeyye bin Halef, yine bir gün Bilâl-i Habeşî'ye işkence yapmak için dışarı çıkarmıştı. Elbiselerini çıkarıp sâdece bir don ile yakıcı sıcakta kızgın kumlara yatırıp, üzerine taşlar yığmıştı. Müşrikler toplanıp ağır işkenceler yapıyorlar; "Dininden dönmezsen seni öldüreceğiz" diyorlardı. Bilâl-i Habeşî, bu dayanılmaz işkenceler altında; "Allah birdir! Allah birdir!" diyordu. Bu sırada sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) oradan geçiyordu. Hazret-i Bilâl-i Habeşî'nin bu hâlini görünce çok üzüldü; "Allahü teâlânın ismini söylemek seni kurtarır" buyurdu. Evine döndükten biraz sonra, yanına hazret-i Ebû Bekr geldi. Bilâl-i Habeşî'nin çektiği işkenceyi, Ebû Bekr-i Sıddîk'a (radıyallahü anh) anlatıp; "Çok üzüldüm" buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr, hemen oraya gitti. Müşriklere; "Bilâl'e böyle yapmakla elinize ne geçer? Bunu bana satın" dedi. "Dünyâ dolusu altın versen satmayız. Fakat senin kölen Âmir ile değişiriz" dediler. Hazret-i Ebû Bekr'in kölesi Âmir, onun ticâret işlerini yapar ve çok para kazanırdı. Yanında şahsî malından başka, onbin altını vardı. Hazret-i Ebû Bekr'in yardımcısı olup, her işini yürütürdü. Fakat kâfir idi ve küfründe ısrâr ediyordu. Hazret-i Ebû Bekr; "Âmir'i bütün malı ve paraları ile Bilâl için size verdim" buyurdu. Ümeyye bin Halef ve diğer müşrikler çok sevinip; "Ebû Bekr'i aldattık" dediler. Ebû Bekr (radıyallahü anh), hemen Bilal-i Habeşî'nin üzerindeki ağır taşları atıp ayağa kaldırdı. Bilâl-i Habeşî (radıyallahü anh), ağır işkenceler sebebiyle çok hâlsizleşmişti. Elinden tutup, doğruca sevgili Peygamberimizin huzûruna getirdi. "Yâ Resûlallah! Bilâl'i, bu gün Allah rızâsı için âzâd ettim" dedi. Resûlullah efendimiz, çok sevindi. Hazret-i Ebû Bekr'e çok duâ buyurdu. O sırada Cebrâil aleyhisselâm; Ebû Bekr'in Cehennem’den uzak olduğunu müjdeleyen, Leyl sûresinin 17 ve 18. âyet-i kerîmelerini getirdi. Âyet-i kerîmelerde meâlen; "(Hazret-i Ebû Bekr gibi) ziyâde takvâ sâhibi olup, (şirk ve günâhtan sakınıp) malını, Allahü teâlânın katında pâk olmak (ve va'd-i ilâhîye kavuşmak) için hayr yolunda harcayan kimse, ondan (Cehennem’den) uzaklaştırılmıştır" buyruldu.
Habbâb bin
Eret hazretleri de dîninden döndürülmek için zulmedilenlerdendi. Habbâb (radıyallahü anh) kimsesizdi ve Ümmü Enmâr adlı müşrik
bir kadının kölesi idi. Onu koruyacak bir akrabâsı olmadığı için, müşrikler
toplanırlar, mübârek vücûdunu soyup, üzerini dikenlerle tararlardı. Bazen da
çıplak vücûduna demirden gömlek giydirip, güneş altında bekletirlerdi. Güneşte
veya ateşte ısıttıkları taşları çıplak vücûduna bastırırlar; "Dininden
dön! Lât ve Uzzâ'ya tap!" derlerdi. Habbâb da îmânında ısrâr eder;
"Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah" diyerek onlara karşı koyardı.
Müşrikler, bir gün toplanıp bir meydanda ateş yaktılar. Hazret-i Habbâb'ı
bağlayıp, getirdiler. Soyarak, ateşin üzerine yatırdılar. Ya dîninden
döndürecekler, veya ateşte yakacaklardı. Ateşin ortasına sırt üstü yatırılan
hazret-i Habbâb; "Allah'ım! Hâlimi görüyor, durumumu biliyorsun.
Kalbimdeki îmânı sabit et, büyük bir sabır ihsân eyle" diye duâ ediyordu.
Müşriklerden biri ayağıyla Habbâb'ın (radıyallahü anh)
göğsüne bastı. Fakat onlar, Allahü teâlânın
inananları koruduğunu bilmiyorlardı. Yıllar sonra bu hâdiseyi Habbâb'a
sorduklarında, sırtını açıp yanık izlerini göstererek; "Benim için bir
ateş yaktılar, sonra sürükleyerek içine attılar. O ateşi ancak benim etim
söndürmüştü" dedi.
Hazret-i
Habbâb'a dışarda böyle işkence ederlerken, sâhibi Ümmü Enmâr da, dîninden
döndürmek için ateşte demiri kızartır ve başına basarak dağlardı. O, dîni için
bütün bu acılara katlanr, teklif ettiklerini yerine getirmez ve îmânından
dönmezdi.
Bir gün
hazret-i Habbâb, sevgili Peygamberimizin
huzûrlarına çıktı ve; "Yâ Resûlallah! Müşrikler dışarda beni gördükleri
yerde ateşte yakıyorlar. Evde, sâhibim Ümmü Enmâr da kızartılmış demirle başımı
dağlıyor. Duânızı istirhâm ediyorum!" dedi. Sonra sırtındaki ve başındaki
yanıkları gösterdi. Peygamberimiz bu
hâline çok acıdı. Dininden dönmemek için çektiği ızdırâba, yapılan zulme
dayanamadı ve “Yâ
Rabbî! Habbâb'a yardım et" diyerek duâda bulundu. Cenâb-ı Hak, Resûlünün duâsını ânında kabûl
buyurdu ve Ümmü Enmâr'ın başına şiddetli bir ağrı verdi. Ümmü Enmâr, başının
ağrısından sabahlara kadar inlerdi. Çâre olarak ateşte kızdırılmış bir demirle
başının dağlanmasını söylediler. Sonunda Habbâb'ı çağırarak, demir çubuğu
ateşte kızartmasını ve başını dağlamasını emretti... Habbâb (radıyallahü anh) da demirle onun başını dağlardı...
İslâmın
ilk günlerinde, müşrikler, Habbâb bin Eret'in (radıyallahü
anh) durumuna pek aldırış etmiyorlardı. Fakat her geçen gün îmân
edenlerin sayısı artıyordu. Sonunda, ister istemez bu işi ciddiye almaya mecbûr
olmuşlardı. Nihâyet Habbâb'a (radıyallahü anh)
olan işkencelerini artırdılar. Ziyâdesiyle vurdular, dövdüler, yaraladılar,
işkence üstüne işkence yaptılar... Bütün bunlara rağmen, hazret-i Habbâb
îmânından zerre kadar tâviz vermedi. Fakat eziyet ve işkenceler de dayanılmaz
hâle gelmişti. Olup bitenleri Kâinatın efendisine arzedip; "Yâ Resûlallah!
Çektiğimiz işkencelerden kurtulmamız için, duâ buyurur musunuz?" dedi.
Bunun üzerine Resûlullah efendimiz: “Sizden önceki
ümmetler içinde öyle kimseler vardı ki, demir tarakla derileri, etleri soyulup
kazınırdı da, bu işkence yine onları dîninden döndüremezdi. Testere ile
tepesinden ikiye bölünürdü de, yine bu işkenceler onları dinlerinden geri
çeviremezdi. Allahü
teâlâ elbette bu işi (İslâmiyeti) tamamlayacaktır.
Bütün dinlerden üstün kılacaktır. Öyle ki, hayvanına binip, San'a'dan
Hadramût'a kadar tek başına giden kimse, Allahü teâlâdan
başkasından korkmayacak, koyunları hakkında da kurt saldırmasından başka bir
endişe duymayacaktır. Fakat, siz acele ediyorsunuz" buyurdular
ve sırtını okşayıp duâ ettiler. Resûlullah'ın
rûhlara gıda ve şifâ olan bu latîf sözleri, Habbâb'ın acılarını dindirmişti.
Hazret-i
Habbâb'ın bilhassa azgın müşrik olan Âs bin Vâil'den epeyce alacağı vardı. Onu
istemek için yanına gitti. Âs bin Vâil, Habbâb'a; "Muhammed'i inkâr etmedikçe sana alacağını
vermem" deyince, Habbâb (radıyallahü anh);
"Vallahi ben hayatımda olduğu gibi öldükten sonra kabrimden kalkınca da
aslâ peygamberimi red ve inkâr edemem. Her şeyden vazgeçerim, yine bu inkârı
yapamam" cevâbını verdi. Bunun üzerine Âs bin Vâil; "öldükten sonra
dirilecek miyiz? Öyle bir şey varsa o zaman malım da, evlâdım da olacak.
Borcumu, sana o gün öderim" dedi.
Âs bin
Vâil'in bu sözleri üzerine, Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Meryem
sûresinin 77-79. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyurdu: “(Ey
Habîbim!) Şimdi
şu âyetlerimizi inkâr eden ve; “Elbette bana (kıyâmet günü) mal ve evlat
verilecektir" diyen adamı (Âs İbn-i Vâil'i) gördün mü?
O, gaybe muttalî mi
olmuş, yoksa Rahmân'in huzûrunda bir söz mü almış? Hayır, öyle değil, biz onun
dediğini yazacağız.
(Kıyâmet günü onun üzerine hesâba çekeceğiz) ve azâbını da çoğalttıkça çoğaltacağız."
Bayılıncaya kadar
işkence...
Müşrikler işkencede kadın-erkek gözetmezlerdi. İlk müslümanlardan olan ve
kimsesi bulunmayan Zinnîre Hâtun da (radıyallahü anhâ)
bir köle idi. Müslüman olduğunu öğrenen müşrikler, ona da işkence yapmaktan hiç
çekinmediler. Zinnîre Hâtun, Lât ve Uzzâ putlarına tapması için zorlanır,
boğazı sıkılır, nefes alamayıp bayılıncaya kadar işkence yapılırdı. Buna rağmen
dîninden aslâ dönmez, onların dediklerini tutmazdı. Bilhassa Ebû Cehl pek çok
işkence ederdi. Bu yüzden Zinnîre'nin (radıyallahü anhâ)
gözleri görmez olmuştu. Bir ara Ebû Cehl; "Gördün mü? Lât ve Uzzâ senin
gözünü kör etti!" deyince, Zinnîre Hâtun, îmânının tezahürü olarak;
"Ey Ebû Cehl! Vallahi o, senin dediğin gibi değildir. Lât ve Uzzâ dediğin
putlar hiç bir işe yaramaz, kendilerine tapanlardan ve tapmayanlardan haberleri
yoktur. Benim Rabbim, gözümün nûrunu vermeye ve beni eski hâlime döndürmeye
elbette kâdirdir" dedi. Ebû Cehl, hazret-i Zinnîre'nin sarsılmaz îmânı karşısında
şaşırıp kaldı. Allahü teâlâ, Zinnîre'nin
(radıyallahü anhâ) duasını kabûl etmiş, gözü
eskisinden daha iyi görür olmuştu. Ebû Cehl ve Kureyş müşrikleri bu hâli
gördükleri hâlde inâd edip, îmân etmediler. Üstelik; "Bu da,
peygamberlerinin bir sihridir! Muhammed'in
yolunda giden akılsızlara şaşmaz mısınız? Eğer onların gittiği yol hayırlı ve
gerçek olsaydı, önce biz ona uyardık. Demek, bizden önce bir köle mi doğruyu
buldu?" dediler Bunun üzerine Allahü teâlâ
Ahkâf sûresinin 11. âyet-i kerîmesini nâzil etti. Meâlen; “O kâfirler, îmân edenler için; “Eğer onda (İslâmiyette)
bir hayır
olsaydı, bu husûsta onlar (fakirler, biçâreler) bizim önümüze geçemezler, bizden önce, ona
koşamazlardı" dediler. Halbuki onlar, onunla (Kur’ân-ı kerîmle mü’minler gibi) hidâyete kavuşmadıkları
için (Kur'ân-ı kerîmi inkâr
etmek için);
“Bu Kur'ân-ı kerîm (Muhammed'in ortaya çıkardığı) eski bir
yalandır" diyeceklerdir" buyruldu.
Sevgili Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem, müşriklerin,
Eshâbına (radıyallahü anhüm) yaptıkları zulüm
ve işkencelere çok üzülüyorlardı. İslâmiyetin yayılması ve öğrenilmesi için
emniyetli bir yer lâzımdı. Efendimiz, bu mukaddes vazife için hazret-i Erkâm'ın
evini seçti. Bu ev, Safâ tepesinin doğusunda, dar bir sokak içinde ve yüksekçe
bir yerde idi. Buradan Kâbe-i muazzama rahatça görülürdü. Evin giriş ve çıkışı,
gelip geçenleri kontrol etmek bakımından çok elverişli idi. Ayrıca hazret-i
Erkâm, Mekke'nin ileri gelenlerinden, îtibârı yüksek bir zat idi. Habîb-i ekrem efendimiz, bu evde Eshâbına
İslâmiyeti anlatıyordu. Yeni müslüman olacaklar buraya gelip İslâmiyetle
şereflenirler, Resûlullah efendimizin
gönüllere devâ olan mübârek sözlerini dinlemekle bereketlenirlerdi. Peygamber efendimizi, sanki başlarına kuş
konmuş da konuşunca uçacakmış gibi nefes almaz bir şekilde dinlerlerdi. Mübârek
sözlerini, adeta yutarcasına, hiç bir kelimesini kaçırmadan, ezberlerlerdi. Peygamberimiz sallallahü
aleyhi ve sellem, gündüzlerini Erkâm'ın evine ayırıyor ve sabahtan
akşama kadar Eshâbını yetiştirmekle meşgûl oluyorlardı. Burası müslümanların
ilk karargâhı, "Dâr-ül İslâm" idi. İlk müslümanlar burada
toplanırlar, böylece müşriklerin her türlü kötülüklerinden korunmuş olurlardı.
Ammâr bin
Yâser (radıyallahü anhümâ) anlatıyor:
"Dâr-ül-Erkâm'a gidip Resûlullah'ı
görerek müslüman olmak istiyordum. Kapıda Süheyb'e (radıyallahü
anh) rastladım. "Burada ne yapıyorsun!" diye sorduğumda, aynı
suâli bana sordu. Ben de; "Hazret-i Muhammed'in
huzûruna gidip, sözlerini dinleyip müslüman olmak istiyorum" dedim. O da;
"Ben de bunun için gelmiştim" dedi. Beraberce yüksek ve şerefli
huzûrlarına girdik. Bize İslâm’ı arzetti. Severek müslüman olduk."
Ammâr (radıyallahü anh) müslümanlığını açıklamaktan
çekinmeyen mücâhidlerden biri idi. Dininden dönmemek için en ağır işkencelere
katlanırdı. Müşrikler onu yalnız buldukları zaman, Ramda mevkîine, Mekke
kayalıklarına götürürler, elbiselerini çıkarıp, demir gömlek giydirirlerdi. Bu
şekilde yakıcı güneşin altında bekletilir ve işkence edilirdi. Bazen da sırtı ateşle
dağlanr, bitmez tükenmez işkencelere uğrardı. Her defâsında; "İnkâr et!...
İnkar et!... Lât ve Uzzâ'ya tap da kurtul!... derlerdi. Hazret-i Ammâr, bu
dayanılmaz işkencelere büyük bir sabırla; "Rabbim Allah, peygamberim Muhammed aleyhisselâmdır"
diyerek karşılık verirdi. Müşrikler buna daha çok sinirlenirler, göğsü üzerine,
sıcaktan yanmış kayaları koyarlar, bâzan da kuyu içine atarak suda boğmaya
çalışırlardı. Ammâr bin Yâser (radıyallahü anhümâ)
bir gün sevgili Peygamberimizin
huzûrlarıyla şereflendiğinde; "Yâ Resûlallah! Müşriklerin bize yaptığı
işkenceler son haddine vardı" deyince, Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem), hazret-i
Ammâr'ın hâline acıdılar ve; “Sabrediniz ey Yakzân'ın babası!"
buyurduktan sonra; “Yâ Rabbî! Ammâr âilesinden hiç kimseye Cehennem azâbını
tattırma" diye duâ ettiler.
Hazret-i Ammâr'ın babası Yâser, annesi Sümeyye, kardeşi Abdullah (radıyallahü anhüm) âilece müslüman olmuşlardı. Müşrikler, hazret-i Ammâr'a yaptıkları işkencelerden daha fazlasını annesine, babasına ve kardeşine yaparlardı. İşkence sırasında, küfür olan sözlerini bunlara söyletmek isterler, onlar da; "Derimizi yüzseniz, etimizi dilim dilim doğrasanız, sizi dinlemeyiz" diye cevap verirler; "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah" derlerdi. Yine bir gün Bathâ denilen yerde, Yâser âilesine topluca işkence yapılırken, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) oradan geçiyordu. Eshâbının bu dayanılmaz işkencelerini görünce çok üzüldüler. Hazret-i Yâser; "Yâ Resûlallah! Zamanımız hep böyle işkence ile mi geçecek?" diye suâl edince, Efendimiz; “Sabrediniz ey Yaser âilesi! Sevininiz ey Ammâr âilesi! Hiç şüphesiz, sizin mükâfat yeriniz Cennet’tir." buyurdu.
Yine bir gün, Mekke müşrikleri, Ammâr'a ateşle eziyet ve işkence ediyorlardı. Resûlullah efendimiz orayı teşrîf ettiler; “Ey ateş! İbrâhim'e (aleyhisselâm) olduğun gibi, Ammâr'a da serin ve selâmet ol!" buyurdular. Daha sonra Ammâr sırtını açtığında ateşin izi görünüyordu. Bu iz, Resûlullah'ın duâsından önce idi.
Yine Yâser âilesini işkenceye tâbi tuttukları bir günde, hazret-i Yâser'i ve oğlu hazret-i Abdullah'ı okla şehîd ettiler. Ebû Cehl, hazret-i Sümeyye'nin mübârek ayaklarını iple bağlattı. İplerin uçlarına da iki deveye bağlatıp, ayrı istikametlerde sürerek hazret-i Sümeyye'yi parçalattı ve şehîd etti. Merhametsiz, gaddar, zâlim Ebû Cehl ve diğer müşriklerin, işkencelerle Yâser âilesini şehîd ettikleri haberini Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân duyduklarında, pek ziyâde üzüldüler. Bu hadise, Eshâbın birbirlerine daha çok bağlanmasına ve kenetlenmesine sebeb oldu.
Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm), namaz kılacakları zaman kimsenin bulunmadığı yerlere giderler, orada ibâdetlerini gizlice yaparlardı. Yine böyle bir gün; Sa'd bin Ebî Vakkâs, Sa’îd bin Zeyd, Abdullah bin Mes’ûd, Ammâr bin Yâser, Habbâb bin Eret (radıyallahü anhüm) Mekke vâdilerinden Ebû Düb denilen mevkîide namaz kılıyorlardı. O sırada, onları tâkip eden Ahnes bin Şerîk ve bâzı müşrikler yanlarına gelip ibâdetleriyle alay etmeye, kötülemeye başladılar. Buna dayanamayan hazret-i Sa'd bin Ebî Vakkâs ve arkadaşları, müşriklere hücûm ettiler. Hazret-i Sa'd, eline geçirdiği bir deve kemiğini, kâfirlerden birinin kafasına vurarak yardı. Müşrikler korkarak kaçtılar. Böylece müslümanlar ilk defâ, kâfir kanı akıtmış oldular.
İnsanlar,
birer-ikişer hidâyete kavuşuyor ve İslâmın nûru Mekke dışında da yayılarak
âlemi aydınlatmaya başlıyordu.
İslâmın
doğuş haberi ve yayılışı karşısında, müşrikler engelleme yollarına baş
vuruyorlardı. Nihâyet bu haber, Benî Gıfâr kabîlesine de ulaştı. Ebû
Zerr-il-Gıfârî bu haberi işitir işitmez kardeşi Üneys'i Mekke'ye gönderip,
durumu araştırmasını istedi. Üneys, Mekke'ye gidip, Peygamber
efendimizin meclisinde bulundu. Hayran kalarak geri döndü. Kardeşi
Ebû Zer hazretleri; "Ne haber getirdin?" diye sorunca;
"Efendimiz! Vallahi hep hayrı, iyiliği emreden ve kötülüklerden sakındıran
pek yüce bir zât gördüm" dedi. Ebû Zerr-il-Gıfârî; "Peki, insanlar
O'nun hakkında ne diyorlar?" deyince, zamanın meşhûr şâirlerinden olan
kardeşi Üneys; "Şâir, kâhin, sihirbaz diyorlar. Fakat O'nun sözleri
kâhinlerin, sihirbazların sözlerine benzemiyor. Ayrıca söylediklerini,
şâirlerin her çeşit şiirleriyle karşılaştırdım. Onlara da benzemiyor. Benzeri
olmayan bu sözler hiç kimsenin sözüyle de ölçülemez. Vallahi, o zât hakkı
bildiriyor, doğruyu söylüyor. O'na inanmayanlar yalancı ve sapıklık
içindedirler" diye cevap verdi.
Ebû
Zerr-il-Gıfârî bu haber üzerine Mekke’ye gitmeye ve Peygamber
efendimizi görüp müslüman olmaya karar verdi. Eline bir deynek ve
biraz da azık alarak, şevkle Mekke'nin yolunu tuttu. Mekke'ye varınca, hâlini
kimseye anlatmadı. Çünkü müşrikler, Peygamber
efendimize ve yeni müslüman olanlara şiddetli düşmanlık yapıyorlar,
eziyetlerini de git gide arttırıyorlardı. Bilhassa müslüman olup, kimsesiz ve
garip kimselere pek fazla işkence yapıyorlardı. Ebû Zer (radıyallahü anh), Mekke'de kimseyi tanımıyordu. Garib
ve yabancı idi. Bu bakımdan kimseye bir şey sormadı. Kâbe'nin yanında Resûlullah'ı görmek için fırsat kolluyor,
nerede olduğunu öğrenmek için bir işâret arıyordu.
Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem Mekke'de İslâmiyeti
açıkça yaymaya başladığı yıllarda, gece-gündüz insanlara nasîhat veriyor,
onları, İslâm dînine dâvet ediyordu. Mekkeli müşrikler, Resûlullah efendimizin bu gayretlerini boşa
çıkarmak için çabalıyorlardı. O'nun anlattıklarını kabûl edip îmân edenlere,
her türlü yalan, iftirâ ve işkenceyi revâ görüyorlardı. Peygamber efendimizle görüşen, konuşan birini
gördüler mi, hemen yanına varıyorlar, O'nu dinlememesi ve anlattıklarına
inanmaması için her türlü hîleye, yalana başvuruyorlardı. Dışarıdan Mekke'ye
gelenleri O'nunla görüştürmemek için, ellerinden geleni yapmaktan geri
durmuyorlardı.
Müslümanların,
sıkıntı içinde oldukları ve kâfirlerden eziyet çektikleri bir zamanda, Tufeyl
bin Amr ed-Devsî, Mekke'ye gelmişti. Bunu gören müşriklerin önderleri, yanına
giderek; "Ey Tufeyl! Sen, bizim memleketimize geldin. Aramızda ortaya
çıkan Abdülmuttalîb'in yetiminin, şaşılacak bir çok hâlleri vardır. Söylediği
sözler sihir gibidir. Oğlunu babasından, kardeşi kardeşten, kocayı karısından
ayırıyor! Ortaya attığı fikirlerle, ortalığı karıştırıyor. Onun sözünü işiten
oğul, babasına bakmıyor. O'na tâbi oluyor. Artık kimse birbirini dinlemeyip,
müslüman oluyor. Korkarız ki, bizim başımıza gelen bu ayrılık belâsı, seninle
kavminin başına da gelir. Sana nasîhatimiz olsun. Onunla sakın konuşma. Ne O'na
bir söz söyle, ne de O’nun sözünü dinle. Anlattıklarına kulak asma! Çok
dikkatli ol. Burada fazla da kalma. Hemen çekip git!" dediler.
Bundan
sonrasını Tufeyl bin Amr (radıyallahü anh)
şöyle anlatıyor. Yemîn ederek söylüyorum, bu sözü o kadar çok söylediler ki artık
O’nunla konuşmamaya ve sözünü aslâ dinlememeye karar verdim hattâ Kâbe'ye
girdiğim zaman, ne olur ne olmaz belki sözlerini duyarım endişesiyle
kulaklarıma pamuk bile tıkamıştım. Ertesi gün sabahleyin Kâbe'ye gittim. Resûl aleyhisselâmın orada namaz kıldığını gördüm. O'na
yakın bir yerde durdum. Cenâb-ı Hakkın
hikmeti olarak, okuduklarından bâzısı kulağıma çarptı. İşittiğim sözler ne
kadar güzeldi. Kendi kendime; "Ben, iyiyi kötüyü ayırd edemeyecek bir adam
değilim. Hem de şâirim. Bunun söylediklerini ne diye dinlemiyeyim? Sözlerini
güzel bulursam kabûl ederim, güzel gelmezse terk ederim" dedim. Ve bir
tarafa gizlenip, Resûlullah namazını
kılıp evine hareket edinceye kadar orada bekledim. Sonra peşinden gittim. Evine
girince, ben de girdim ve; "Yâ Muhammed
aleyhisselâm! Ben bu diyâra geldiğimde, senin
kavmin bana şöyle şöyle dediler. Senden uzak durmamı istediler. Korkumdan
sözünü işitmemek için kulaklarıma pamuk tıkadım. Ama Allahü teâlâ senin okuduklarından bir miktarını işittirdi.
Onları pek güzel buldum. Şimdi sen, bana ne söyleyeceksen bildir! Kabûl etmeye
hazırım" dedim. Resûlullah efendimiz
bana İslâmiyeti anlattı ve Kur'ân-ı kerîmden
bir miktar okudu. Yemîn ederim ki, ömrümde bundan daha güzel söz işitmemiştim.
Hemen Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldum.
O anda
dedim ki; "Yâ Resûlallah! Ben, kavmimde sözü dinlenen, îtibarlı bir
kimseyim. Hiç biri sözümden dışarı çıkmaz. Gidip, onları da, İslâm dînine dâvet
edeyim. Duâ ediniz de, Allahü teâlâ benim
için bir alâmet, bir kerâmet buyursun! Böylece o alâmet, kavmimi İslâmiyete
dâvet ederken bana bir kolaylık, bir yardım olsun!" Bu ricâm üzerine Resûlullah efendimiz; “Ey Allah'ım! Onun için bir âyet, alâmet
yarat!" diye duâ buyurdu.
Bundan
sonra kendi beldeme döndüm. Karanlık bir gecede, kavmimin oturduğu su başına
bakan tepeye vardığım zaman, alnımda kandil gibi bir nûr peydâ oldu ve ışık
vermeye başladı. O zaman duâ edip; "Ey Allah'ım! Bu nûru alnımdan başka
bir yere naklet! Devs kabîlesinin câhilleri görüp de, dîninden döndüğü için,
Allah, onun alnında ilâhî bir cezâ olarak bunu çıkardı sanmasınlar!"
dedim. O nûr, hemen elimdeki kamçının ucuna gelip kandil gibi asıldı. Kabîlemin
yurduna yaklaşıp da, yokuştan aşağıya inmeye başladığım sırada, orada
bulunanlar, elimdeki kamçının başında kandil gibi parlayan nûru birbirlerine
gösteriyorlardı. Bu vaziyette yokuştan aşağıya inip evime geldim. Yanıma ilk
önce, babam gelip, beni bu hâlde gördü. Bana olan sevgisinden boynuma sarıldı.
Babam çok yaşlıydı. Ona dedim ki: "Ey babacığım! Eğer evvelki hâlin üzere
kalırsan, ne ben sendenim, ne de sen bendensin!" Bu sözümü işitince babam
şaşırdı ve: "Sebebi ne ey oğlum!" diye sordu. Ona cevap olarak;
"Ben artık Muhammed aleyhisselâmın dînine girip müslüman oldum"
dedim. Bunun üzerine babam; "Oğlum, ben de senin girdiğin dîne girdim.
Senin dînin benim de dînim olsun!" deyip, hemen Kelime-i şehâdet getirerek
müslüman oldu. Bundan sonra İslâm dîninden bildiğimi ona öğrettim. Sonra,
yıkanıp temiz, elbiseler giydi. Daha sonra yanıma hanımım geldi. Ona da aynı
şeyleri söyledim. O da kabûl edip müslüman oldu. Sabah olunca, Devs kabîlesinin
içine çıktım. Bütün Devslilere İslâmiyeti anlattım. Onları da dâvet ettim.
Fakat kabûllenmede ağır davrandılar. Hattâ çok zaman muhâlefet ettiler. Günâh
ve kötülük olan işlerinden el çekmediler. Daha da ileri gidip göz, kaş
hareketleri yaparak benimle alay ettiler; fâiz ve kumara düşkünlüklerinden
sözlerimi dinlemediler. İslâmiyete uymaktan kaçındılar. Allah'a ve Peygamberine
âsî oldular.
Bir müddet
sonra Mekke'ye gelip, kavmimi Resûlullah'a
şikayet ederek; "Yâ Resûlallah! Devs kabîlesi, Allahü
teâlâya âsî oldular. İslâm'a girmeleri için yaptığım dâveti kabûl
etmediler. Onlar için duâ buyurun!" dedim. Herkese şefkât ve merhameti çok
olan sevgili Peygamberimiz, ellerini
açıp kıbleye dönerek; “Yâ Rabbî! Devs halkına doğru yolu göster de, onları İslâm
dînine getir!" diye duâ ettiler. Bana da; “Kavmine dön! Onları güler yüzle ve tatlı
dille İslâmiyete, dâvet etmeye devam et! Kendilerine yumuşak davran!"
buyurdular. Hemen memleketime geldim. Devs halkını İslâm'a dâvetten hiç boş
kalmadım.
Her sene çeşitli şehirlerdeki insanlar, belli günlerde Kâbe-i muazzamayı ziyâret etmek için Mekke'ye gelirlerdi. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz de gelenleri karşılayıp, her gruba İslâmiyeti anlatır, Allahü teâlânın bir, kendisinin hak peygamber olduğunu ve kurtuluşun bunda bulunduğunu bildirirlerdi. Bir gün Velîd bin Mugîre, müşrikleri toplayıp; "Ey Kureyş cemâati! Yine Kâbe'yi ziyâret etme mevsimi geldi. Muhammed'in sesi, âleme yayılmıştır. Arab kabîleleri yanına gelip, tatlı sözlerine meylederler ve dînine girerler. Buna bir tedbir düşünmek lâzımdır. Hepimiz anlaşalım, O'nun hakkında bir şey söyleyerek birbirimizi yalancı çıkarmış olmayalım" dedi. Kureyşliler; "Ey Abdişems'in babası! İçimizde en ileri görüşlü olan sensin. Sen, ne söyleyelim dersen, biz de onu söyleriz" dediler. Velîd; "Hayır, siz söyleyin ben dinleyeyim" deyince, onlar; "Kâhin diyelim" dediler. Velîd derhal îtirâz etti ve; "Hayır! Yemîn ederim ki, O kâhin değildir. Biz, çok kâhin gördük. Doğruyu da yalanı da hiç çekinmeden söylerler. Muhammed'in okuduğu şeyler, kâhinlerin uydurduğu şeylere hiç benzemiyor. Sonra biz, şimdiye kadar Muhammed'den bir yalan da işitmedik. Eğer böyle söylersek kimse inanmaz" dedi. Bu defâ; "Mecnûndur, delidir diyelim" dediler. Velîd yine îtirâz ederek; "Hayır! Yemîn ederim ki O, bir mecnûn ve deli de değildir. Biz deli ve mecnûnları biliriz, delilik alâmetlerinden de anlarız. O'nun ne boğulması, ne çırpınıp titremesi, ne de evhâmlanması vardır. Böyle söylersek bizi tekzîb edip yalanlarlar" dedi. Kureyşliler; "Şâirdir diyelim..." dediler. Velîd yine îtirâz etti ve; "O şâir de değildir! Biz, şiirin her çeşidini çok iyi biliriz. O'nun okudukları şiire hiç benzemez" dedi. Bu defâ; "O, sihirbazdır diyelim" dediler. Velîd; "O sihirbaz değildir. Biz, sihirbazları ve yaptıkları sihirleri gördük, onları da biliriz. O'nun sözlerinde sihirden eser yoktur. Muhammed'in kelâmı bütün âleme gâliptir. Bilinmeyen kimse de değildir. Halkı O'ndan ayırıp konuşmalarına mâni olamayız. Sonra fesâhat ve belâgatta, güzel ve mânâlı konuşmada akranlarından üstündür. Velhasıl O'nun hakkında her ne söylesek, halk bizim sözümüzün yalan olduğunu anlar" dedi. Kureyşliler, diyecek bir şey bulamayınca; "içimizde en yaşlı ve tecrübeli sensin, sen ne dersen biz ona râzıyız" dediler. Bunun üzerine Velîd bin Mugîre bir müddet düşündükten sonra; "Yine hepsinden iyisi, biz O'na sihirbaz, büyücü diyelim, akla en uygun geleni budur. Çünkü, sözleriyle halkı kavminden ve akrabâsından ayırıyor. Kardeşi kardeşten, iki dostu birbirinden soğutuyor" diyerek etrâfındakileri ifsâd etti. Kureyşliler hemen dağılıp, Mekke'de başlarına topladıkları insanlara; "Muhammed sihirbazdır!..." dediler ve halk arasına yaydılar. Kâbe'yi ziyâret için kabîleler gelmeye başlayınca, önüne çıkıp, Peygamber efendimizle görüşmekten sakındırmadıkları kimse bırakmadılar.
Müşriklerin bu hareketleri sebebiyle, İslâmiyet bütün Arab ülkelerinde îlân edildi ve zihinlerde putlara karşı büyük bir soru belirdi.
Allahü teâlâ, Velîd bin Mugîre kâfirine acı azâblar tattıracağı hakkında âyet-i kerîmeler indirdi. Müddessir sûresinin 11. âyet-i kerîmesinden îtibâren meâlen “(Ey Resûlüm!) O tek başına yarattığım şahsın (servetten mahrûm bir hâlde doğmuş olan Velîd bin Mugîre gibi bir kâfirin) işini (cezâsını) bana havâle et. (Ondan intikâm almaya ben kâfiyim. O münkiri yarattım) ve ona pek çok mal verdim. (O bir şeye mâlik olmayan nankör şahsı, sonradan pek çok nîmetlere kavuşturdum. Nice bağlar, bostanlar, mallar ihsân ettim.) Yanında hazır (kendisiyle beraber Mekke-i mükerremede yaşayan) oğullar verdim. (Hep beraber bolluk içinde yaşadılar.) Ömrünü ve makâmını yaydım. (Mekke'de yüksek bir riyâsete kavuştu. Mekke ile Tâif arasında çeşit çeşit bağ ve bostanlara sâhip oldu. Kendisine, Reyhânet-ül-Arab lakabı verildi. Kendini, kavmine pek güzîde bir kimse olarak tanıtıyordu. Bütün bu nîmetlerin şükrünü îfâ etmesi lâzım gelmez miydi? Bu varlıkları kendisine ihsân etmiş olan Allahü teâlâyı tasdik edip, O'na inanması lâzım gelmez miydi?) Sonra (o harîs, nankör şahıs) verdiğimizi (malını ve evlâdını) daha da artırmamızı arzu ediyor, (nâil olduğu nîmetlerin kadrini bilip, şükrünü yapmaya çalışmıyor. Bu ne kadar büyük bir ihtiras, ne derece çirkin bir nankörlük?) Hayır! (O münkirin, o tamâhkârın arzusu yerine getirilmeyecektir. Onun malı ve evlâdı artırılmayacaktır). Çünkü o, bizim âyetlerimize (Kur'ân-ı kerîme) inâd etti, inkârda bulundu. (Resûlümün sâdık olduğunu, peygamber olduğunu kalben anlamış olduğu hâlde, inâdından dolayı inkâra cüret gösterdi. Ne büyük dalâlet!) O münkiri saûd azâbına düçâr edeceğim...(Bu âyet-i kerîmede geçen saûd ile ilgili hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Saûd, Cehennem’de bir dağdır. Ona, kâfir yetmiş yılda çıkabilir. Sonra oradan düşer. Bu böyle devam eder.") Sonra o inkârcı şahıs, (Resûlullah'tan işittiği Kur'ân-ı kerîme nasıl dil uzatacağını) düşündü. (Kendine göre) bir ölçü koydu (söyleyecek söz hazırladı). Ona lânet olsun ki, (Kur'ân-ı kerîm hakkında) nasıl tefekkür edip, ölçü koydu. Ona tekrar tekrar lânet olsun ki, nasıl ölçü koydu. Sonra, (kavminin yüzlerine veya Kur'ân-ı kerîm hakkında ne diyeceğine) baktı. Sonra (kızgınlığından ve Kur'ân-ı kerîme dil uzatacak bir şey bulamadığından) kaşlarını çattı, yüzünü buruşturdu. Sonra (Allahü teâlâya ve Resûlüne îmândan) yüz çevirip kibirlendi. “Bu (Muhammed'in söylediği) ancak sihirbazlardan öğrenilip nakledilen bir sihirdir. Muhakkak bu ancak insan sözüdür" dedi. (Halbuki o şahıs, Kur'ân-ı kerîmin, hârika bir kelâm olduğunu, insan ve cinnin sözlerine benzemediğini, evvelce kavmi arasında îtirâf etmişti. Sonra o inkârcı şahıs, kavmini memnun etmek için sözünü değiştirip, Kur'ân-ı kerîm hakkında, ona aslâ lâyık olmayan, iftirâlarda bulundu. Böylece kendisini ilâhî azâba müstehak kıldı. Allahü teâlâ buyurdu ki:) Ben, onu Sekar'a, Cehennem’e atacağım. Sekar'ın Cehennem’in ne olduğunu sana ne bildirdi? Hem o Cehennem bedeninden hiç bir eser bırakmaz (hepsini helâk eder), hem yine eski hâline getirip (aynı azâbı yapmaya) devam eder."
Müşriklerin ileri gelenleri çeşitli hîlelerle ve zulümle insanların îmân etmesine mâni oluyorlardı. Mekke halkını, Muhammed aleyhisselâmın okuduğu âyet-i kerîmeleri dinlemekten men ederlerdi. Kendileri ise, geceleri gizlice, Muhammed aleyhisselâmın bulunduğu evin yanına gelerek bir köşeye saklanıp dinlerlerdi. Sabah olup ortalık aydınlanmaya başlayınca, birbirinden habersiz, gece Kur'ân-ı kerîmi dinlemeye geldiklerini gören müşriklerin ileri gelenleri, birbirilerini ayıplarlar, "Bir daha böyle yapmayalım" derlerdi. Ancak ertesi gece gene birbirlerinden habersiz, gidip bir köşeye saklanarak tekrar dinlerlerdi. Sabah olunca da birbirlerini görüp şaşırırlardı. Bir daha böyle yapmamak üzere yemîn ederek ayrılırlar, fakat bundan vazgeçemezlerdi. Ancak nefslerine uyup, üstünlük taslayarak, diğer müşriklerin kendilerini ayıplamalarından çekinerek ve daha bir çok boş düşüncelere kapılarak îmân etmediler. Başkalarına da mâni oldular. Üstelik sokaklarda: "Muhammed sihirbazdır" diye bağırdılar.
Bir akşam üzeri müşrikler Kâbe'nin etrâfında toplanıp; "Muhammed'i çağırtıp bu mes'eleyi görüşelim! Tâ ki sonunda bizi kınamasınlar ve mâzur görsünler" diyerek Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimize haber gönderdiler. Bu dâvet üzerine Peygamber efendimiz Kâbe'ye gelip, müşriklerin karşısına oturdu. Müşrikler; "Ey Muhammed! Sana haber salmamızın sebebi, seninle anlaşmak içindir. Yemîn ederiz ki, Arablardan senin gibi kavminin başını derde sokan bir kimse görülmedi! Sen dînimizi ayıpladın! Tanrılarımıza dil uzattın! Akıllarımızı beğenmedin! Birliğimizi bölüp, bizi birbirimize düşürdün! Başımıza getirmediğin kötü iş kalmadı! Eğer sen, bu hareketlerinle ve sözlerinle zengin olmak istiyorsan, istediğinden fazla mal toplayalım. Şan ve şeref kazanmak istiyorsan, seni başımızda efendi kabûl edelim. Hükümdâr olmak istiyorsan, hükümdâr olduğunu îlân edip etrâfında toplanalım. Şâyet tesiri altında kaldığın bir şey varsa, seni ondan kurtaralım. Cinlerden meydana gelen bir hastalık ise, bütün varlığımızı dökerek şifâsını arıyalım!..." dediler.
Âlemlerin efendisi onları sabırla dinledikten sonra, şu muazzam cevâbı verdiler: “Ey Kureyş topluluğu! Bu söylediğiniz şeylerin hiç birisi bende yoktur. Ben size getirdiğim şeylerle, ne mallarınızı istemek, ne içinizde büyük şeref ve şan kazanmak, ne de üzerinize hükümdâr olmak için gelmiş değilim. Fakat Allahü teâlâ, beni size peygamber olarak gönderdi ve bana bir de Kitap indirdi. Sizin (kabul edenleriniz) için (Cennet’le) bir müjdeleyici ve (kabul etmeyenleriniz için de Cehennem’le) bir korkutucu olmamı, bana emretti. Ben de, Rabbimin bu emrini size tebliğ ettim, size nasîhatta bulundum. Eğer getirdiğim şeyi kabûl ederseniz, O, size dünyâda ve âhırette nasîb ve azık olacaktır. Şâyet kabûl etmez de reddederseniz, Allahü teâlâ, benimle sizin aranızda hükmünü verinceye kadar, bana düşen, cenâb-ı Hakk'ın emrini yerine getirmek üzere her güçlüğe göğüs gerip katlanmaktır..."
Ebû Cehl, Ümeyye bin Halef ve diğer müşrikler dediler ki: "Yâ Muhammed! Geçim husûsunda bizden daha zor şartlar altında olan bir kimsenin olmadığını bilirsin. Mâdem ki peygambersin, Rabbinden dile de, bizi sıkan, geçimimizi zorlaştıran şu dağları ortadan kaldırıp uzaklaştırsın! Yurdumuzu genişletip, üzerinde Şam ve Irak ırmakları gibi nehirler akıtsın! Ayrıca başta Kusay bin Kilâb olmak üzere geçmiş dedelerimizden bâzılarını diriltsin! Kusay bin Kilâb ki, doğru sözlü ulu bir kimse idi. Söylediklerinin hak mı bâtıl mı olduğunu ona soralım! Eğer o, seni tasdik ederse ve bizim istediklerimizi yaparsan seni tasdik ederiz. Hem böylece senin Rabbin katındaki mevkîini de öğrenmiş oluruz. Eğer bizim için bunları yapmazsan, kendin için Rabbinden bir şeyler edin. Söylediklerini tasdik edecek, bizi, senin üzerinden geri çevirecek bir melek göndermesini iste! Ayrıca Rabbin sana bahçeler, köşkler, hazîneler versin de geçim sıkıntısından kurtul! Çünkü, sen de, bizim gibi çarşılarda dolaşıyor, geçim için uğraşıyorsun!..."
Fahr-i âlem efendimiz onlara; “Ben, size, bunlarla gönderilmedim. Allahü teâlâ, beni ne ile gönderdi ise, ben, ancak cenâb-ı Hak tarafından size onu getirdim. Size onu tebliğ ettim. Ben, (mal, mülk vermesi için) Rabbimden istekte bulunacak bir insan değilim... Allahü teâlâ beni (getirdiklerimi kabûl edenleriniz için Cennet’le) bir müjdeleyici ve (kabul etmeyip reddedenleriniz içinde Cehennem’le) bir korkutucu olarak gönderdi. Eğer, size getirdiğim şeyleri kabûl ederseniz o, dünyâda ve âhırette sizin nasîb ve azığınız olur. Onu kabûl etmez, reddedersiniz, Allahü teâlâ benimle sizin aranızda hükmünü verinceye kadar bana düşen, Rabbimin emrini yerine getirmek üzere her güçlüğe göğüs gerip katlanmaktır?" buyurdu.
Müşrikler bu defâ da; "Mâdem ki, Rabbin isterse her şeyi muhakkak yapar, iste bakalım, şu göğü parçalayıp üstümüze düşürsün!... Sen bunu yapmadıkça biz sana inanmayız!" dediler. Peygamber efendimiz; “Bu iş Allahü teâlâya aittir. O, size bunu yapmak isterse elbette yapar." buyurdu. Bunun üzerine müşrikler daha da ileri giderek; "Ey Muhammed! Senin Rabbin, bizim, seninle oturacağımızı, sana soracaklarımızı, senden isteyeceklerimizi bilmiyor mu idi ki, sana daha önceden haber verip öğretmedi? Senin, bize tebliğ ettiklerini kabûl etmediğimiz takdirde, bize ne yapacağını niçin bildirmedi?... Sözlerinin doğruluğuna melekleri şâhid olarak bize getirmedikçe sana inanmayız... Artık sana karşı bir sorumluluğumuz kalmadı. ...Yemîn ederiz ki, artık senin yakanı bırakmayız? Ya biz seni yok ederiz, veya sen bizi..." dediler. Onların, kendisine yaklaşacakları yerde böyle büsbütün uzaklaştıklarını gören sevgili Peygamberimiz yanlarından ayrıldı.
Mekkeli müşriklerin, Kâinatın sultanını reddetmesi üzerine, Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâm ile vahy göndererek onlara âyet-i kerîmelerle cevap verdi. Onların düşecekleri acı azâbları bildirdi. En’âm sûresinin 4. âyet-i kerîmesinden 11. âyet-i kerîmesine kadar meâlen şöyle buyruldu: “Onlara, Rablerinin âyetlerinden gelen hiç bir âyet (Kur'ân-ı kerîmin âyetlerinden bir âyet, delillerden bir delil veya mûcizelerden bir mûcize) yoktur ki, ondan yüz çevirmiş olmasınlar. İşte onlar, Hak (Kur'ân-ı kerîm) kendilerine geldiği vakit tekzîb ettiler, yalanladılar. Fakat yakında onlara, ne ile istihzâ, alay etmekte olduklarının haberi (cezâsı) gelecektir. (Mekke halkı), kendilerinden evvel, nice nesilleri helâk ettiğimizi görmediler mi? Yakînen bilmediler mi? Onlara, size vermediğimiz bütün imkânları vermiş idik. Gökten üzerlerine bol bol yağmurlar göndermiştik. (Bostanlarının, bahçelerinin ve köşklerinin) altından akan ırmaklar akıttık. Sonra onları (bu nîmetlere şükretmemeleri ve) günâhları sebebiyle helâk ettik. Onların yerine başka başka nesiller yarattık.
Eğer sana kâğıt hâlinde yazılı bir kitap indirseydik, kendileri de elleriyle onu tutmuş olsaydı, yine o kâfirler inâdlarından; “Bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir" diyeceklerdi. Ayrıca; “Ne olaydı O'na (Muhammed aleyhisselâma bizim de göreceğimiz) bir melek gönderileydi (de bize O’nun peygamber olduğunu söyleyeydi)" dediler. Eğer biz, bir melek göndermiş olsa idik (ve onlar da îmâna gelmeseydi), elbette iş bitirilmiş olurdu (hepsinin helâkına hüküm verilmiş olurdu). Sonra, kendilerine göz açıp-kapayıncaya kadar mühlet verilmez, nazar olunmazdı. Eğer O'nu (Peygamberi) bir melek yapsaydık, elbette O'nu, yine bir erkek (sûretinde) gösterir ve onları yine düşmüş oldukları şüpheye düşürürdük. And olsun ki, senden önceki peygamberlerle de istihzâ, alay edildi de, istihzâ ettikleri şeyin cezâsı olan belâ ve azâb, onları çepeçevre kuşatıverdi. De ki: “Yeryüzünde dolaşınız, sonra da bakınız. Peygamberleri yalanlayanların sonu nasıl olmuştur?"
Furkân sûresinin 7 ve 10. âyet-i kerîmelerinde de meâlen; “Kâfirler; “Bu nasıl peygamberdir? Bizim gibi yiyip içiyor, sokaklarda geziyor. Peygamber olsaydı, kendisine melek gelirdi. Yardımcıları olur, bize onlar da haber verir, Cehennem ile korkuturlardı. Yâhud, Rabbi para hazîneleri gönderir, yâhud meyve bahçeleri, çiftlikleri olur, istediğini yerdi" dediler. O zâlimler birbirlerine dediler ki: “Eğer siz buna tâbi olursanız böyülenmiş bir adama tâbi olmuş olursunuz. (Ey Habîbim!) Nazar et ki, senin hakkında ne kötü misâller getirip, hak yoldan ayrıldılar, dalâlete düştüler. Artık dalâletten çıkıp hidâyete yol bulamazlar. Allahü teâlânın şânı ne yücedir ki, O, dilerse sana, (dünyâda) bunlardan daha hayırlı olmak üzere, altından ırmaklar akan bostanlar, bahçeler verir, senin için saraylar yapar!" buyruldu.
21. âyet-i kerîmede de meâlen; “Bize kavuşmayı ümîd etmeyenler dediler ki: “Ne olaydı bize melekler indirileydi (de Muhammed'in doğru söylediğini haber vereydi) veya Rabbimizi göreydik. And olsun ki, onlar nefslerinde bir büyüklük görmüşler ve büyük bir azgınlıkla haddi aşmışlardır..." buyruldu.
Sebe’ sûresinin 9. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Eğer biz dilersek onları (açık âyetlerimizi görüp de yalanlamaları sebebiyle, Kârûn gibi) yere geçirirdik veya gökten üzerlerine ateş parçaları düşürürdük" buyruldu.
İsrâ sûresi 97. âyet-i kerîmesinde de meâlen; "...Biz, onları kıyâmet günü körler, dilsizler, sağırlar olarak yüzü koyun haşr edeceğiz! Onların varacağı yer, Cehennem’dir ki, ateşi yavaşladıkça, biz onun alevini artırırız!" buyruldu.
Onu Allahü teâlâ diriltecek: Müşrikler, kendileri hakkında gelen âyet-i kerîmeler karşısında düşmanlıklarını iyice arttırdılar. Bilhassa Übey bin Halef ile kardeşi Ümeyye, Resûlullah efendimizi çok üzüyorlardı. Bahtsız Übey, çürümüş bir kemikle, Peygamberimizin yüksek huzûrlarına geldi. Sonra; "Ey Muhammed! Şu kemiği çürüdükten sonra, senin Allah'ın diriltecekmiş, öyle mi? Demek sen, çürüdükten sonra, bunu Rabbinin dirilteceğini sanıyorsun hâ!" dedi ve kemiği ufaladı. Sonra tozunu sevgili Peygamberimize doğru üfledi. Devam ederek; "Yâ Muhammed! Bunu böyle çürüdükten sonra, kim diriltebilecekmiş?" dedi. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “Evet. Allahü teâlâ seni de öldürecek, onu da... Sonra seni diriltecek ve Cehennem’e sokacaktır." Bu hâdise üzerine, cenâb-ı Hak şu âyet-i kerîmeleri indirdi. Meâlen, “O (inkârcı) insan, onu bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi, yakînen bilmedi mi! Öyle iken âşikâr bir mücâdeleci kesiliverdi. Yaratılışını unutarak, bize; "Çürüyüp dağılmışken bu kemiği kim diriltir?" diye misâl getirdi. (Ey Resûlüm!) De ki: “Onları (yok iken) ilk defâ yaratan (Allahü teâlâ) diriltir ve O, her yaratılanı hakkıyla bilendir. O (Allahü teâlâ) ki, size yemyeşil bir ağaçtan ateş çıkarandır. Şimdi de siz ondan ateş yakarsınız. Gökleri ve yeri yaratanın onlar gibisini yaratmaya gücü yemez mi? Elbette buna gücü yeter. O, her şeyi yaratandır, her şeyi bilendir..." buyruldu. (Yâsîn sûresi: 77-81)
İslâm'a
dâvetin ilk zamanlarında Hâlid bin Sa’îd (radıyallahü
anh) bir rüyâ görmüştü. Rüyâsında; Cehennem’in kenarında dururken, babası
onu itip düşürmek istedi. Tam o sırada, Peygamberimizin,
belinden yakalayıp, Cehennem’e düşmekten kendisini kurtardığını gördü. Feryâd
ederek uyandı ve; "Vallahi bu rüyâ gerçektir" diye söylendi. Dışarı
çıkınca, hazret-i Ebû Bekr'e rastlayıp rüyâsını anlattı. Ebû Bekr (radıyallahü anh), ona; "Rüyân hakdır, bu kimse, Allahü teâlânın peygamberidir. Hemen git, O’na
tâbi ol! Sen, O'na uyacak, getirdiği dîne girecek ve beraber bulunacaksın. O da
seni, rüyâda gördüğün gibi Cehennem’e düşmekten koruyacaktır. Baban ise
Cehennem’de kalacaktır!" dedi. Hazret-i Hâlid bin Sa’îd, rüyânın tesiri
altındaydı. Vakit kaybetmeden hemen, Ecyâd denilen yere, Muhammed aleyhisselâmın
huzûruna gitti ve; "Yâ Muhammed!
Sen, insanları neye dâvet ediyorsun?" diye suâl etti. Peygamber efendimiz, cevâbında; “Ben, insanı, eşi
ve benzeri olmayan tek Allah'a ve Muhammed'in (aleyhisselâm) de O'nun kulu ve peygamberi olduğuna inanmaya ve işitmeyen,
görmeyen hiçbir zarar ve fayda vermeyen, kendisine tapınanları da,
tapınmayanları da bilmeyen bir takım taş parçalarına tapınmaktan vazgeçmeye
dâvet ediyorum" buyurdu. Bunun üzerine, Hâlid bin Sa’îd (radıyallahü anh), hemen; "Ben de, şehâdet ederim
ki, Allahü teâlâdan başka tapılacak ilâh
yoktur ve yine şehâdet ederim ki, Sen Allahü teâlânın
peygamberisin" diyerek müslüman oldu. Onun müslüman olması Peygamberimizi çok sevindirdi. Arkasından
hanımı Ümeyye de müslüman olmakla şereflendi.
Hazret-i
Hâlid bin Sa’îd, kardeşlerinin de nüslüman olmasını istiyor ve bunun için
çalışıyordu. Onlardan Ömer bin Sa’îd de müslüman olmuştu. Şiddetli bir İslâm
düşmanı olan babası Ebû Uhayha, Hâlid'in ve Ömer'in (radıyallahü
anhümâ) müslüman olduğunu ve Mekke'nin tenhâ bir yerinde namaz
kıldıklarını öğrenince, çocuklarından müslüman olmayanları gönderip, onları
yanına getirtti. Sonra, yeni girdikleri dinden ayrılmalarını söyledi. Azarlayıp
dövmeye başladı. Sonra Hâlid bin Sa’îd'e (radıyallahü
anh); "Sen, Muhammed’e mi
tâbi oldun? Halbuki sen, O'nun kavmine aykırı hareket ettiğini ve getirdiği
şeyle putlarımıza ve atalarımıza hakârette bulunduğunu görüyorsun?" dedi.
Hâlid bin Sa’îd hazretleri de; "Allah'a yemîn ederim ki, Muhammed aleyhisselâm
doğru söylüyor. O'na tâbi oldum. Ölürüm de dînimden dönmem!" deyince,
babasının kızgınlığı daha çok arttı. Kırılınncaya kadar sopayla vurduktan
sonra; "Ey yaramaz oğlum! İstediğin yere git. Yemîn olsun ki, sana ekmek
vermeyeceğim!" dedi. Hazret-i Hâlid; "Sen benim nafakamı kesersen, Allahü teâlâ elbette rızkımı ihsân eder"
dedi. Babası, öteki çocuklarını; "Eğer sizden biriniz, onunla konuşacak
olursa, ona yapmadığım şeyi size yaparım" diye tehdit etti. Hâlid'i de (radıyallahü anh) evin mahzenine hapsettirdi, üç gün
onu Mekke'nin sıcağında aç, susuz bıraktı. Hâlid bin Sa’îd hazretleri bir
kolayını bulup, babasının elinden kurtuldu. Babası şiddetli bir hastalığa
yakalandı. Ebû Uhayha, hasta yattığı yerde İslâmiyete olan düşmanlığından;
"Hastalıktan kurtulup ayağa kalkarsam, Mekke'de bulunan herkes putlarımıza
tapacak. Hiç kimse onlardan başkasına ibâdet edemiyecektir?.." diyordu.
Hazret-i Hâlid, babasının hak dîne olan düşmanlığının sona ermesi ve müslüman
kardeşlerine bir zarar vermemesi için ellerini kaldırıp; "Ey âlemleri
yaratan Allah'ım! Babamı bu hastalıktan kaldırma!" diyerek duâ etti. Cenâb-ı Hak, duâsını kabûl buyurdu. Ebû Uhayha,
hasta yatağından kalkamayıp öldü.
Kureyş'in
asîl ve zengin bir âilesine mensuptu. Peygamberimizin
mübârek sözlerini işitince, kalbinde büyük bir muhabbet hâsıl oldu. O'na
kavuşmak arzusu ile yanıp tutuşuyordu. Sonunda Dâr-ül Erkâm'a gitti ve müslüman
oldu. Bunu duyan anne ve babası, ona da işkence etmeye başladılar. Dininden
döndürmek için, evlerindeki mahzene hapsedip, günlerce aç ve susuz bıraktılar.
Arabistan'ın yakıcı güneşi karşısında, ağır ve tahammülü zor işkenceler
yaptılar. Fakat Mus’ab bin Umeyr hazretleri, bu ağır ve acımasız işkencelere
sabır göstererek İslâmiyetten dönmedi.
Hazret-i
Mus’ab, müslüman olmadan önce âilesinin zenginliği sebebiyle, refâh ve bolluk
içinde büyütülmüştü. Herkes ona imrenirdi. Müslüman olunca, âilesi her şeyden
mahrûm bıraktı ve işkencelere tâbi tuttu. Her türlü sıkıntıya dîni için
katlanan Mus’ab bin Umeyr (radıyallahü anh),
bir gün Resûlullah efendimizin
huzûruna gitti. Onun bu gelişini hazret-i Ali şöyle anlattı: "Resûlullah ile oturuyorduk. Bu sırada Mus’ab
bin Umeyr geldi. Üzerinde, yamalı bir elbisesi vardı ve acınacak hâlde idi. Resûlullah sallallahü
aleyhi ve sellem, onun bu hâlini görünce, mübârek gözleri yaşla doldu.
Mus'ab'ın çektiği bu işkence ve fakirliğe rağmen, dîninden dönmemesi üzerine; “Kalbini, Allahü teâlânın nûrlandırdığı şu kimseye bakın. Anne ve babasının onu,
en iyi yiyecek ve içeceklerle beslediklerini gördüm. Allahü teâlâ ve Resûlünün sevgisi, onu gördüğünüz hâle getirmiştir"
buyurdu.