15
Bu büyü müdür? Bu, onları kınama ve azarlamadır.
Dünyada iken Kur'an'a ”sihir" dedikleri için böyle denilmiştir. Sanki şöyle
denilmektedir: ”Siz dünyada iken bu azabı haber veren Kur'an'a sihir diyordunuz.
Onu tasdik eden cehenneme de sihir diyordunuz. Ahiret halleri ve onları görmek,
onları haber veren peygamberlerin sözlerini
tasdik etmektedir. Sizin şu gördüğünüz cehennem azabı haktır, gerçektir.
Yoksa siz görmüyor musunuz? Yoksa siz haberine
karşı kör olduğunuz gibi, kendisine karşı da kör müsünüz? Ya da zannmızca
dünyada iken gözlerinize set çekildiği gibi burada da mı set çekildi? Çünkü siz
orada: ”Gözlerimiz boy andı, daha doğrusu bize büyü yapılmıştır"
(Hicr: 15) diyordunuz.
16
Oraya giriniz, sıcaklığını ve şiddetini
kıyaslayınız.
İster sabredin ister sabretmeyin. Çünkü sizin
için oradan kurtuluş yoktur. Bu, onların umutlarını kesmek için söylenmiş bir
sözdür.
Artık sizin için eşittir. Yani sabretseniz de
sabretmeseniz de size fayda vermiyeceği hususunda -azabın def edileceği ve
hafifletileceği hususunda değil- işittir. Sabır, fayda vereceği zaman
gereklidir. O da sadece dünya hayatında olur. Dünyada taatlere sabreden,
âhirette feryad etmez. Çünkü sabır, her ne kadar acı ise de sonu tatlıdır.
Siz ancak yaptıklarınıza karşılık
cezalandırılacaksınız. Bu ifade ile sabredip sabretmeme arasında fark
olmayışı açıklanmaktadır. Çünkü ceza, onların küfürlerine ve çirkin amellerine
karşılıktır. Allah yalan söylemeyeceğine göre dünyadaki tehdidin gereği olarak
vukuu kesindir. Dolayısıyla faydasının olmayacağı konusunda sabredip sabretmemek
arasında fark yoktur.
et-Te'vîlât
en-Necmiyye isimli eserde şöyle denilmektedir: ”Siz ancak dünyada iken
yaptığınız hayır ve şerrin karşılığını görürsünüz. Âhirette yapacağınız sabır,
itaat, baş eğme, ve duaya karşılık değildir. Çünkü onlardan hiçbirisi fayda
vermez. Özetle onlara denilecek şudur: ”Orada alçaklıkça alcalin! Benimle
konuşmayın artık. ” (Mü'minûn: 108)
17
Şüphesiz küfür ve isyanlardan korunan
müttakîler, Rablerinin kendilerine verdikleri ile zevk
alarak... ”Zevk alarak" diye terceme ettiğimiz ”fâkihîn" kelimesi ile
ilgili olarak Kâmus'ta şöyle denilmektedir: ” Fakılı" meyve sahibi, gönlü hoş,
çok gülen, iyi yaşantı ile nimetlenen gibi manalara gelir.
"Rablerinin
kendilerine verdikleri ile" cümlesi ile ilgili olarak da Fethu'r-Rahmân'da şöyle
denilir: ”Allah'ın onlara nimet vermesi, onlardan razı olmasıdır. Çünkü nimete
nail olan kişi bazan zahirî nimetler içinde kalır. Gönlü ise herhangi bir şeyle
meşguldür. Allahü teâlâ ”zevk alarak"
buyurunca onların halinin sırf sevinç, neşe ve zevk olduğu nimetlerden lezzetten
başka hiçbir şey almadıkları, bunların, acıyı, açlığı ve susuzluğu savmak için
almadıkları açığa çıkmış olur."
Cennetler ve nimetler içinde olacaklardır. Yani
en üst seviyede özellikleri olan cennetlerde, yahut da müttakîlere mahsus olan
nimetler ve cennetler içerisinde olacaklardır.
Rableri onları cehennem azabından korumuştur. Bu
âyette cehennem anlamında kullanılan ”cahîm" kelimesinin aslı olan ”cahme",
ateşin parlamasının şiddeti manasındadır. Âyetin son kısmı bastaran ile birlikte
ele alındığında şöyle bir mana ortaya çıkar: O müttakîler, Rablerinin
kendilerine verdikleri nimetler ve cehennem azabından koruması sebebiyle zevk
alarak cennetler ve nimetler içindedirler.
18
Bak. Âyet
17.
19
Onlara:
Cennetteki görevli melekler tarafından sürekli olarak:
'Yaptıklarınıza karşılık yanyana dizilmiş olan
koltuklara yaslanarak...
"Yanyana
dizilmiş" diye terceme ettiğimiz ”masfûfe" kelimesinin, altın, gümüş ve cevherle
süslenmiş anlamına olması da muhtemeldir. Âyette mü'minlerden herbirisi için
birçok koltuk olduğu bildirilmektedir. Yani bu koltuklar yanyana sıralanmış,
ziyaretçileri için hazırlanmıştır. Arkadaşını özleyince ziyaret eder.
Kelbî'nin
dediğine göre bu koltuklar, birbirleri yanına dizilmiştir. Uzunlukları
gökyüzünde yüz arşındır. Ziyaret esnasında onların üzerinde karşılanırlar.
Birisi üzerine oturmak istediğinde alçalır ve katlanır. Oturunca asıl şeklini
alıncaya kadar yükselir.
Afiyetle yeyip içiniz', denilir. Orada yemek,
dünyada olduğu gibi hiçbir şekilde sıkıntı, şişkinlik, hastalık ve benzerî
şeylere sebebiyet vermez.
Fethu'r-Rahman'da şöyle denilmektedir: ”Cennetin dereceleri ve nimetleri
amellere göredir. Oraya girmek, ancak Allah'ın rahmeti iledir. Yemek, içmek ve
sıhhat oraya girmekten sayılmaz. Kulların salih amelleri, Allah'ın nimet
vermesini zorunlu kılmaz. Ama Allah o amelleri, daha önce takdir ettiği nimet
vermenin bir nişanesi yapmış, mükâfat ve cezayı amellerdeki kazanca bağlamıştır.
(Ayrıca) Biz onları ceylan gözlü hurilerle evlendirdik.
Bu kadınlara, güzellikleri gözleri kamaştırdığı için ”huri", gözleri geniş ve
güzel olduğu için de ”îyn" denilmiştir. Râğıp buradaki evlendirmenin ”O
cennetlikleri, hurilere yaklaştırdık" anlamında olduğunu, ”zevvecnâhüm
huran=Onları hurilerle evlendirdik" tabirinin benzerinin Kur'an'da hiç
geçmediğini, buna sebebin de oradaki beraberliğin bizim bildiğimiz dünyadaki
nikâh ve benzeri şekillerle evlenmeden başka olduğuna tenbih olduğunu
söylemektedir.
Fethu'r-Rahmândaki izah da aynıdır. Yani cennet yükümlülük yeri değildir.
Cennetliklerin hurilerle evlenmelerinin şekli, aralarında nikâh akdi yapmaları
ile değil, birbirlerini kabullenmeleridir.
20
Bak. Âyet
19.
21
İman eden ve nesillerinden imanda kendilerine uyan
kimseler yok mu, işte Biz nesillerini de yani onların büyük ve küçük
çocuklarını derece bakımından
onlara kattık. Nitekim
Hazret-i Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem): ”Allahü
teâlâ müminin gözü aydın olsun (sevinci tam
olsun) diye daha düşük seviyede de olsa, zürriyetini kendi derecesine
yükseltir" (4) buyurdu, sonra da üzerinde
durduğumuz âyeti okudu. Bu, küçük çocuğun ana babasından birisine tâbi olarak
imanının varlığına hükmedileceğine işaret etmektedir. Çünkü
Allahü teâlâ çocukları ahiret işlerinde
babalarına tâbi ve onlarla bir kabul ettiğine göre dünyevî hükümlerde de onlara
tâbi olmaları gerekir.
Fethu'r-Rahman müellifi şöyle der: ”Şüphesiz mü'minlerin büyük ve küçük
çocukları, imanları sebebiyle kendilerine tabidirler. Büyükler kendi imanları
ile küçükler de îslamda babalarına uymak suretiyle onlara tabidirler. Çünkü ana
babalarından Müslüman olana bağlı olarak çocuğun Müslümanlığına hükmedilir. Bu,
Ebû Hanife, Şafiî ve
Ahmed b. Hanbel'in görüşüdür.
İmam Malike göre ise çocuk, annesinin değil,
babasının Müslüman oluşu ile, Müslüman sayılır. Çocuğun ebeveyninden birisi
İslâm ülkesinde ölse, Ahmed b. Hanbefe göre -diğer üç mezhebin aksine- onun
Müslümanlığına hükmedilir. Âlimler, mümeyyiz çocuğun, İslâmı kabul ediş veya
dinden çıkışının muteber olup olmadığı konusunda ihtilâf etmişlerdir.
İmam Şafiî'ye göre çocuğun bu tasarrufları
sahih değildir. Diğer üç imama göre sahihtir. ”
Onların amellerinden amellerinin sevabından
bir şey eksiltmeyiz. Oğulları, babalarına
katmakla, babalardan bir şey eksiltmedik. Aksi halde dünyada ihtirasla onlara
buğzederlcrdi. Âyette kastedilen mana şudur: ”Sevaplarının bir kısmını
oğullarına verip de, onların amellerini eksiltmedik. Eksiltseydik, sevapları
azalır ve dereceleri düşerdi. Ama biz sırf ihsan ve fazilet olarak oğulları da
babalarının derecesine yükselttik."
İmam
Muhemmed şöyle demiştir: ”İmam Âzam, müşriklerin ve Müslümanların çocuklarının
ahiretteki durumları konusunda görüş beyan etmedi. Ama tercih edilen görüşe göre
Müslümanların çocukları cennettedir."
Rivayet
edildiğine göre ensardan birisinin çocuğu vefat etti.
Hazret-i Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem), cenazesine davet
edildi. Âişe (radıyallahü anh): ”Ne mutlu ona,
cennet serçelerinden bir serçe," dedi. Bunun üzerine
Rasûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem): ”Ya da bundan başka mı? -Yani dediğine
inanıyor musun? Hak, kesin söylenilenden başkadır.- Şüphesiz Allah cennet ve
cehennemi yarattı. Onlardan her biri için de ehil yarattı," buyurdu.'5'
İbn
Melek'in Meşârık Şerhinde belirtildiğine göre
Hazret-i Peygamber, Hazret-i Âişe'yi
muayyen bir grubun cennetlik olduğu yollu bir hüküm vermekten nehyetti.
Mevlâ
Ramazan da Şerhu'l-Akâid'de şöyle demektedir: ”Muayyen birisinin cennetlik veya
cehennemlik olduğuna şahitlik edilmez. Ama genel anlamda mü'minlerin cennetlik,
kâfirlerin cehennemlik olduklarına şahitlik edilir. Çocukları için de durum
aynıdır. Çünkü çocuklar, babalarına tabidirler. Günahsız olmaları sebebiyle
çocukların cennetlik olduklarını söyleyenler de vardır."
Bir başka
görüşe göre ise onlar ârâftadırlar. Bu görüşün gerekçesi şudur: ”Çocukların, son
hallerinin ne olduğu kesin olarak bilinmediği için mü'min in çocuğu küçükken
öldüğünde babasına bağlı olarak, iman üzere öldüğüne hükmedilir. Aksi halde
babasının son haline tâbi kılınması gerekir. Oysa o belli değildir."
Hediyyetü'l-Mehdiyyîn adlı eserde belirtildiğine göre bazıları, müşriklerin
çocuklarının cennetliklerin hizmetçileri oldukları görüşünü tercih etmişlerdir.
Çoğunluk ise babalarına tâbi olarak onların da cehennemde olduğu kanaatindedir.
Diğer bazı âl imlerse bu çocukların mükellef olmamaları sebebiyle cennette
oldukları görüşünü benimserler. Bir grup da onların yerlerinin neresi olacağı
konusunda görüş belirtmezler. İbn Melek'in Meşârık Şerhinde beyan ettiğine göre
bu görüş daha kabule şayandır.
Bu mesele
üzerinde bir de şu görüş vardır: Kıyamet günü çocuklara, akıl hastalarına ve
fetret devrinde (peygamberin
bulunmadığı dönemde) yaşayanlara kendi cinslerinden elçiler gönderilir.
Onları imana davet ederler. Orada mü'min kendisini ateşe arzetmekle imtihan
edilir. Daveti kabul edip kendisini ateşe atmaktan çekinmeyen kurtulur. Çünkü o
gerçek ateş değildir. Ateşe girmek istemeyenler gerçek cehenneme atılırlar.
Çünkü Allah'a isyan etmişlerdir.
Herkes kazandıklarına karşılık rehindir.
Buradaki ”herkes"ten maksat, âkil baliğ mükellef olanlardır. Ayette geçen
”Rehin" kelimesi, borca güvence olarak konulan şeydir. Rehin, elde tutulup
alıkonan şey olunca bu kelime, ne olursa olsun alıkonan her şey için istiare
yoluyla kullanılmıştır. Sâlih amel, kişinin zimmetinde bir borç gibidir. Çünkü
kendisinden bu istenmektedir. Kulun nefsi buna karşılık rehindir. Alacaklı
alacağını tahsil etmedikçe rehin elinden alınamayacağı gibi, ameli sâlih Allah'a
varmadıkça da kulun rehin olarak alınmış olan nefsi kurtulamaz. Buna göre âyetin
manası şöyle olur: Herkes borcu olan ameli sâlih karşılığında Allah'ın nezdinde
rehindir. Kendisinden istenildiği biçimde amel eder ve borcunu öderse, kendisini
rehin olmaktan kurtarır. Aksi halde helak olur.
Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) Ka'b b. Ucre'ye bu anlamda şöyle buyurmuştur: ”Haram gıda ile
beslenenler cennete giremezler. Haramdan meydana gelen her ete cehennem daha
lâyıktır. Ey Kab b. Ucre! insanlar iki sınıftır: Nefsini satın alıp da azad
eden, nefsini satıp da helak eden."(6)
Mukâtil şöyle der: ”Her kâfir, işlediği
şirkten ötürü cehennemde rehindir. Mü'min, Allahü
teâlâ 'nın şu âyetinden dolayı rehin alınmış olmaz."'71 ”Her nefis
kazandığına karşılık rehindir. Ancak sağcılar müstesna."
(Müddessir: 38-39) Âyetin bir başka veçhesi de
şudur: Herkes yaptığına karşılık rehindir, yani daim, sabit, mukîmdir. İyilik
yaparsa ebediyyen cennettedir, kötülük yaparsa sürekli olarak cehennemdedir.
22
Onlara canlarının çektiği meyve ve etten bol bol
verdik. ”Verdik" diye terceme ettiğimiz ”emdedna" kelimenin kökü olan
”med", çekmek anlamınadır. Bu kelimeden türeyen ”el-imdâd" Kamusta, şöyle izah
edilmektedir: ”İmdâd, eceli geciktirmek, ordunun başka bir guruba yardım etmesi,
vermek, yardım etmek manalarınadır."
Âyeti
kerimede kastedilen mana şudur: Onlar isteklerini açıklamasalar da, Biz onların
isteklerini verdik. Canlarının çektiği çeşit çeşit nimetlerden, nimetlenmenin en
başta gelenlerini zaman zaman onlara artırdık. Âyette, meyve anlamına gelen
”fakihe" kelimesi, sonu gelmeyen, yedikçe tekrar meydana gelen anlamını ifade
edecek şekilde tenvirdi olarak kullanılmıştır. Âyetteki ”canlarının çektiği"
cümleciği, tüm et çeşitlerine şamildir. Bir hadiste:
”Cennette canın kuş çeker. Hemen o kızarmış vaziyette önüne düşüverir,"
buyurulmaktadır.
Denildiğine
göre, cennette kuş, kişinin önüne kızartılmış ve kurutulmuş olarak düşer. İnsan
ondan yer, sonra kuş nehre doğru uçar.
23
Orada karşılıklı bardak alıp verirler. Yani
cennetlikler cennette dostları ile, birbirlerine içerisinde içki dolu kadehleri
tam bir istek ve iştiyakla alıp verirler. ”Ke's" kelimesi, içerisinde içki
bulunan bardağın adıdır. Üzerinde yemek olmayan sofraya ”maide" denilmediği
gibi, içerisinde içki bulunmayan bardağa da ”ke's" denmez. Ke's, mecazî olarak
bardağın içerisindeki içkiye de denir.
Ama onda ne boş söz... Yani içerken, boş söz ve
saçmalama yoktur. İçki esnasında boş ve düşük şeyler konuşmazlar.
İbn Atâ şöyle der: ”Yani yeri Adn Cenneti
olan içki meclisinde boş söz yoktur. Orada içki sunanlar melekler,
cennetliklerin içki içmeleri Allah'ı zikir, kokuları Allah katından hoş,
mübarektir. Halk da Allah'ın misafirleridir."
Râğıb der
ki: ”Lağv, sözün hesaba katılmayanı, düşünmeden söylenenidir. Bu, serçe ve
benzeri kuşların sesi gibidir."
Ne de günaha girmek vardır. Yani failinin
dünyada yaptığında günah sayılan yalan, küfür ve kötü söz gibi şeyleri de
yapmazlar. Ama onlar sadece hikmet ve güzel şeyler söylerler, kerim kişilerin
yaptıklarını yaparlar. Çünkü akılları başlarındadır.
24
Onların hizmetlerine verilmiş olan gençler etraflarında
dönüp dolaşırlar. Yani özel hizmetçiler, cennetliklerin etrafında
ellerinde kadehlerle veya hizmet için dolaşırlar.
Âyette
”onların hizmetçileri" denilmedi. Buna sebep, onların, dünyada kendilerine
hizmet edenler sanıp da, dünyada birisine hizmet edenin, cennette de ona
hizmetçi olacağı ve ona tabi olmaktan kurtulamıyacağı için üzülmesini
önlemektir. Âyette, hizmetçiler anlamındaki ”ğılman" kelimesinin tenvinsiz
olarak, nekre getirilmesi, cennete giren herkesin orada tanımadığı hizmetçiler
bulacağını ifade içindir. Sa'dî el-Müftî'nin Havaşi'sinde böyle denilmektedir.
Sanki onlar (sedefte) gizlenmiş inci gibidirler.
Yani onlar beyazlık ve şeffaflıkta sanki sedefte korunan incidirler. Çünkü o
inci, el değmediği ve üzerine toz konmadığı için daha temiz, daha güzel ve
nemlidir. Ya da maksat, onun hazine oluşudur. Çünkü ancak pahalı ve değerli
şeyler hazineye konulur.
Bazı
eserlerde şöyle denilmektedir: ”Cennette mevkii en düşük olan kimse,
hizmetçilerinden birisine seslenir, kapısında bin tanesi 'buyur, buyur' diye
cevap verir."
25
Onlar birbirlerine dönüp sorarlar. Yani
birbirlerine hallerini, işlerini, Allah katında nail oldukları lütuf ve
kerametleri sorarlar. Bu bir zevk ve ulaşabildikleri ölçüde o büyük nimeti
itiraftır. Zaten bu, konuşmaya yeni başlayanların birbirine alışmaları için
uyguladıkları meclis âdabıdır. Burada söz konusu olan, bir kısmının daima soran,
diğerlerinin sorulan olması değildir. Her biri hem soran, hem de sorulandır.
26
Sorulanlar
-ki onlar gerçekte hepsidir-
'Biz cennete girmeden
daha önce ailemiz arasında (bile) korkardık' derler.
Yani bizler yufka yürekli, Allah'a isyandan korkan, O'na itaatta devamlı,
sonuçtan endişe eden kişilerdik. Âyeti kerimede ”ailemiz arasında" kaydının
konulusu, insanların aileleri arasında emniyette olacakları içindir. Yani onlar
bu durumda bile korktuklarına göre, başka hallerde ve zamanlarda öncelikle
korkarlar.
Ben fakir
derim ki: Açık olan şu ki, bu söz, insanlar örfünde mevcuttur. Çünkü onlar,
bizim kavmimiz ve kabilemiz arasında halimiz şöyledir, derler. Onlar, dünyada
iken kabileleri ve sülaleleri arasında korku ve tedirginlik içinde idiler. Bu
ifadede, ailelerinden bazılarının kendileri gibi olmadıkları ve bu yüzden mahrum
olduklarına işaret vardır. ”Aile" kelimesinin, eşler, çocuklar, köleler,
cariyeler, akrabalar ve dostlar olarak tefsir edilişi de buna delâlet eder.
27
'Allah bize rahmetle hakkı nasibetmek suretiyle
ihsan etti. Açık olan şu ki, ihsan ve inam,
cennet ve nimetleridir. Nitekim âyetin devamı da buna delildir:
Ve (mesamata işleyen) kızgın rüzgârların azabından bizi
korudu. Yani tüm mesamata işleyen cehennem azabından bizi korudu.
”Mesamat": Ağız, boğaz, kulak gibi vücuttaki deliklerdir. Mesamata işleyen sıcak
rüzgâr demek olan ”semâm" cehenneme ad olmuştur. Çünkü cehennemin harareti,
kızgın rüzgâr gibi mesamata girer. el-Müfredât'da ”Semûm, zehir etkisi yapan
kızgın rüzgâr" diye tarif edilir.
28
Gerçekten biz önceden Allah'a kavuşma ve O'na
dönmeden, yani dünyada
O'na duâ ederdik. O'na ibadet eder veya bizi
korumasını isterdik.
Şüphesiz iyilik eden, çok merhametli olan O'dur'.
Kendisine ibadet edildiğinde sevap verir, kendisinden bir şey istenildiğinde
icabet eder.
Râgıb der
ki: ”el-Berru", yeryüzü demektir. Bundan genişlik manası anlaşılır. Aynı kökten
alınarak hayır işlemedeki genişliğe de ”berr" denilmiştir. Bazen de bu kelime,
Allah'a nisbet edilir. Bu âyetteki ”înnehû hüve'l-her-ru'r-Rahîm=Şüphesiz iyilik
eden, çok merhametli olan O'dur" gibi. Bazen de kula nisbet edilerek
”berra'l-abdü Rabbehû: Kul Rabbine çok (geniş)
taatta bulundu," denilir. Allah'ın ”menn"i (ihsanı)
sevap, kulun ”menn"i de taattir.
Şerhu'l-Esma'da şöyle denilir: ”Allah'ın 'Ber ve rahim', yani iyilik eden ve
merhametli olduğunu bilen kişi, büyük küçük her şeyde O'na rağbet ederek döner.
Allah'ın rahmet ve iyiliği de ona yeter.
29
(Ey habibim!) Sen öğüt ver. Yani sana indirilen
Kur'an'dan ve âyetlerden, müşriklere öğüt vermeye devam et. İşe yaramaz batıl
sözlerine üzülme.
Sen Rabbinin lütfuyia
peygamberliğinin doğruluğu ve ileri akıllılığınla nimetlendirilmiş olman
sebebiyle, o Allah kahredesilerin dedikleri gibi
kâhin de değilsin. ”Onlar senin için, vahye
dayanmaksızın uydurup istikbalde ne olacağını haber verendir," diyorlar. Yahut
da mana: ”Sen sürekli nimetlendirilip dururken kâhin değilsin," demektir.
Müfredatta
Kâhin şöyle açıklanmaktadır: ”Kâhin: İleride olacak olan haberleri bir nevi
tahminle bilip haber verendir. Arrâf da, geçmişte olan gizli olayları haber
verendir." Bu iki hüner hata da, isabet de eden zanna dayandıkları için
Hazret-i Peygamber: ”Arrâfa veya kâhine
gelip de onun dediğini tasdik eden, Muhammed'e indirileni inkâr etmiştir,"
buyurmuştur.(8)
Deli de değilsin. ”Deli": Aklı tümüyle giden
veya bozulan kişidir.
Ben fakir
derim ki: Âyeti kerimede, Hazret-i Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'in şerefini
olabildiğince yüceltmek vardır. Çünkü Allah cevap vermekte onun yerine geçmiş ve
kâfirleri bizzat kendisi reddetmiştir. Ayrıca âyette onun gerektiği şekilde
bildiğinin açıklanması vardır. Çünkü valiye bağlı olan hatırlatma ve öğüt
vermenin gereği, her ne kadar aklın olgunluğu ve sözde doğruluk ise de bu,
Rasûlüllah'ın kâhin veya mecnun
olmadığını gerektirir. Âyetteki bu ifade tarzı, zahiri hâle nisbetledir. Çünkü,
şüpheyi gidermek ve tasdiki perçinlemekten uzak değildir. Bunun benzeri şehadet
kelimesidir; çünkü ”lâ ilahe: ilâh yok" sözü, bazı zansebeplerin zanlarını
ortadan kaldırır. Aksi halde sadece isbat, yani ”Allah var" demek yeterdi. Allah
yardımcıdır.
30
Yoksa onlar: Bu âyetlerde tekrarlanan ”yoksa"
anlamındaki ”em"“aksine, bilakis" gibi anlamlara gelen ”bel" ve münkatî hemze
yerinedir. Hemze de, inkâr ifade etmektedir. Yani ”mesele onların dediği gibi
değil" manası kastedilmiştir.
Beğâvî,
Halil'den, onun: ”Tür süresindeki bütün ”emler istifhamdır, atıf
(bağlaç) yani münkati değildir," dediğini
nakleder. Burhânu'l-Kur'an'da da şöyle denilir: ”Tûr sûresinde 'em' on beş kere
tekrar edildi. Bunların hepsi ilzam etmektir yani delil gösterip susturmak, mat
etmektir. Muhataptan bunlara cevap istenmemektedir."
Aynü'l-meânî'de de: 'Em burada on beş tanedir ve hepsi sorudur. Dört tanesi
tahkik için olup 'bel' anlamında kınamak ve azarlamak içindir. Bu anlamdakiler
şu âyetlerdekilerdir: ”Yoksa onlar: 'O bir şairdir derler."
(Tûr: 30); ”Yahut: 'Onu kendisi uydurdu mu
derler?" (Tûr: 33); ”Yoksa onlar azgın bir
topluluk mudur?" (Tûr: 32) ve ”Ya da onlar bir
tuzak mı kurmak istiyorlar?" (Tûr: 42)
Bu
âyetlerden ilk ikisinde belirtileni söylediler, diğer ikisindekileri de
yaptılar. Öbür 'em' ler inkâr içindir."
Bazı
âlimler ise: ”Bu sûredeki bütün ”em"lerin bağlaç olmayıp, soru edatı olduğunu,
Allah'ın cevaplarını bildiği halde sırf onların suçlarını yüzlerine vurmak ve
kınamak için sorduğunu söylemekte; bunu, bir adamın başka birisine, onun
cehaletini bildiği halde ”Sen cahil misin?" demesine benzetmektedirler."
'O bir şâirdir... derler. Onlar
Hazret-i Peygamber'in tebliğine karşılık
bir ücret umduğunu zannettiler. Bu yüzden Allahü
teâlâ : ”De ki: Buna karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum,"
(Furkân: 57) buyurmuştur. Onlara göre
Hazret-i Peygamber bir şairdi. Şair de
genelde şiirine karşılık bir mal isterdi. Ayrıca şiiri bir seviyesizlik
saydıkları için Kur'an'a şiir diyorlardı. Maksatları ona önem vermemekti.
Burada
onların şiiri Kabe'nin duvarına asacak kadar meşhur bir toplum olmalarına rağmen
onu nasıl seviyesizlik sayabilirler? şeklinde gelebilecek bir itiraza karşılık
şöyle deriz: Bu, onların aşırı inatlarındandır, yahut da ilk anda hatiplerin
izlediği yola uygun olduğu içindir. Ya da bunu şâirler yalan söylemekte kâhinler
ve delilerle birlikte mütalaa olundukları için söylemişlerdir. Nitekim bir
meselde: ”En güzel şiir en çok yalanı olanıdır," denilmiştir.
Müşrikler
Hazret-i Peygamber hakkında şöyle
derlerdi: ”Biz, şiiri ile bize üstün geleceği endişesi ile şu anda ona karşı
durmuyoruz. Diğer şâirlerin öldüğü gibi onun da ölmesini bekliyor ve
sabrediyoruz. O zaman arkadaşları dağılır. Zaten babası gençken öldü. Onun
ölümünün de babasının ölümü gibi olacağını umuyoruz." Bu mana âyetin devamı olan
şu lâfızlarda görülmektedir:
Onun, zamanın musibetlerine uğramasını bekliyoruz' mu
diyorlar? ”Musibetler" diye terceme ettiğimiz ”rayb", nefsi üzen yani
zamanın değişmesi ve olaylarından nefiste rahatsızlık ve üzüntü meydana getiren
şey demektir. ”Zamanın musibetlerine uğramasını bekliyoruz" sözünde musibeti,
şüphe anlamına da gelen ”rayb" kelimesi ile ifade etmesi, onun bizatihi
varlığından şüphe edildiği için değil, meydana geleceği vakitte şüphe edildiği
içindir. İnsan, vukuu açısından değil, meydana geleceği vakit açısından sürekli
olarak ölümden şüphe içindedir. ”Zaman" diye terceme edilen ”el-menûn" kelimesi
ayrıca, ölüm ve çok başa kakan manalarına da gelir. Nitekim bazı âlimler
tarafından bu âyetteki ”el-menûn" un ölüm, ”rayb" ın da ölüm acıları anlamında
olduğu da söylenilmiştir. Müfredat'ta ölüme ”menfin" denilmiştir. Çünkü o,
sayıyı azaltır, kuvveti keser denilmektedir.
Bu
açıklamalardan sonra âyetin şu anlamlara ihtimali olduğunu söyleyebiliriz:
a- Yoksa onlar zamanın musibetleri gelsin
de Züheyr, Nâbiğa, Tarfe ve benzeri diğer şairler gibi helak olsun diye
bekliyoruz mu derler?
b- Babası gençken öldüğü gibi ona da ölüm
acılarının gelmesini bekliyoruz mu derler? Bu arzu, çocukların okulda elinden
kurtulmak için hocalarının ölmesini istemelerine benzer. Dindeki muallimlerinin
ölmesini isteyen ve kesin iman ve bilgiyi elde edemeyenlerin vay haline!
31
De ki: 'Bekleyiniz, ben de sizinle beraber
bekleyenlerdenim.'
Sizin,
benim helakimi beklediğiniz gibi ben de sizin helakinizi bekleyenlerdenim.
Buradaki ”bekleyiniz" emri, karşıdakileri tehdit içindir.
Râğıb,
beklemek anlamına gelen ”terabbus" kelimesinin bir şahsın ister ucuz olsun ister
pahalı almak istediği bir malı beklemesi veya olmasını ya da zevalini gözettiği
bir şeyi beklemesi anlamına geldiğini söyler. Bu ifadede müşriklerin helak
edilecekleri vadedilmektedir.
Âyetin
tefsiri sadedinde şöyle denilmiştir: ”O müşriklerin tümü
Hazret-i Peygamberden önce öldüler.
Zamanımızda da (müfessirin zamanı) vezirlerden
biri, bir veliyi küçümsemedi ve sürgün etti. Onun ölmesini bekliyordu ama
kendisi ondan önce korkunç bir şekilde, yanında binlerce insanla birlikte
katledildi."
Âyet
yapılan işlerde, yaratıkları Allah'a davette, kullar üzerinde meydana gelen
şeylere karşı Allah'a tevekkülde ve hoşlanılsın hoşlanılmasın tüm hükümlerine
teslim olmada beklemeye işaret etmektedir. Çünkü her şey Allah'ın takdir ettiği
şekilde cereyan eder.
|