Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

516

 

049 - HUCURÂT SÛRESİ

 

CÜZ :

26

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

12

Ey iman edenler! Zannın birçoğundan kaçının. Yani uzak durun. ”Zan ”; bir alâmetten dolayı insanın içinde hasıl olan düşüncedir. Eğer bu güçlenirse, bilgi olur. Çok zayıf olduğu taktirde de vehim olmaktan öte geçmez. Âyetteki ”birçok" kelimesinin mübhem (belirsiz) olması, hangi türden olduğunu bilene kadar, zannedilen her konuda düşünmenin ve ihtiyatın gerekliliğini göstermek içindir.

Şüphesiz zanlar içerisinde, uyulması gerekenler vardır. Allah'a hüsnü zan beslemek bu türdendir. Nitekim bir hadiste: ”Şüphesiz hüsnü zan imandandır," buyuru lmaktadır. (13) Vitir namazı gibi hakkında kesin nass bulunmayan amellere -vitir vâhid haberle sabit olduğu için kesin değildir- vacip diyoruz. Onu inkâr eden kâfir olmaz, ama haberi vahidi reddettiği için bid'atçı ve sapık olur. Amelî farzı terkettiği için, cezaya müstehaktır. el-Eşbah adındaki eserde, vitrin ve kurbanın aslını inkâr etmenin, küfrü gerektirdiği söylenmektedir.

13- Hadisi Ebû Dâvud ve Hakim şu lâfızla rivayet etmişlerdir: ”Hüsnü zan iyi ibadettendir." Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 2/72.

Allah'ın varlığı, zatı, sıfatları, lâyık olduğu kemali gibi ilâhî konularda ve nübüvvette zan haramdır. Bir kimse: ”Tüm peygamberlere iman ettim, Âdem peygamber mi, değil mi? Bilmiyorum" dese kâfir olur. Aynı şekilde bir kimse Hazret-i Muhammed'in peygamber olduğuna inanmakla birlikte, onun son peygamber olduğuna ve dininin kıyamet gününe kadar neshedilmeyeceğine inanmasa mü'min olamaz.

Kesin nasslara aykırı olan zanlar da haramdır. Meselâ Rasûlüllah hakkında ”...Peygamberlerin sonuncusudur..." (Ahzâb: 40) diyen âyet ve: ”Benden sonra peygamber yoktur," diyen hadis varken, Hazret-i Hasanla, Hazret-i Hüseyin'in, diğer halifelerin veya velîlerin peygamber olduklarını zannetmek haramdır. Eğer bir kişi kesin olarak böyle olduğuna inanırsa kâfir olur. Mü'minler özellikle Rasûlüllah ve onun vârisleri olan âlimler hakkında su-i zan beslemek de haramdır. Bir âyeti kerimede şöyle buyuru lmaktadır: ”Aslında siz Peygamberin ve müminlerin ailelerine bir daha dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu, sizin gönüllerinize güzel göründü de kötü zanda bulundunuz ve helaki hak etmiş bir topluluk oldunuz." (Feth: 12)

Bir hadisin meali de şu şekildedir: ”Allahü teâlâ  Müslümanın ırzını, kanını ve hakkında kötü zan beslenmesini haram kıldı." (14) Irzdan maksat, insanın nefsi ve soyu gibi koruduğu ve dil uzatılmasına izin vermediği şeydir.

Çünkü zannın bir kısmı günahtır, azabı gerektirir. Âyeti kerime delâlet ediyor ki, zannın çoğu günah türündendir. Çünkü şeytan nefse bir takım zanlar atar ve bir takım bozuk zanlara sahip olur. Zanların bir kısmı ise günah değildir, aksine gerçeğin ta kendisidir. Onlar nefsî değildir, doğru düşünce ve anlayışa dayanır. Kalp, yakın nuru ile gıyabında cereyan eden şeyleri görür. Bir hadisi şerifte söyle buyurulmaktadır: ”Her ümmette görüşünde isabet eden veya kendisine ilham edilenler -buradaki şüphe ravidendir- vardır. Eğer bu ümmette varsa, Ömer onlardandır. ” (15)

Buhârî'de, Enes (radıyallahü anh)'den şu haber rivayet edilmiştir: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarından birisi ile konuşuyordu. Yanlarından birisi geçti. Rasûlüllah adamı çağırıp, ”Ey falan! Bu benim eşim Safiyye'dir," dedi. Safiyye Rasûlüllah'ı Ramazanın ilk onunda ziyaret etmişti. Adam: ”Ya Rasûlüllah! Başkası hakkında aklımdan geçen, senin hakkında geçmez," dedi. Hazret-i Peygamber: ”Şeytan insanoğlunun içinde kanın dolaştığı gibi dolaşır," buyurdu. (16) Bu hadisi şerif, insanların kalplerini su-i zandan, dillerini de gıybetten korumak için töhmet yerlerinden sakınmaları gerektiğine işaret etmektedir.

Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Yani Müslümanların kusurlarını ve ayıplarını aramayın. ”Araştırma" anlamındaki ”tecessüs" nabız ölçmek için damara basmak anlamındaki ”ces" kelimesinden türemedir. Casus da bu kelimeden türemiştir. Bu kelimenin ifade ettiği mânâ, ”his" kelimesinin ifade ettiğinden daha özeldir. Çünkü ”his" duyuların anladığı şeyi bilmek, ”ces" ise ondaki hâli bilmektir. Bir hadisi şerifte şöyle buyurulmaktadır: ”Müslümanların kusurlarını araştırmayın. Kim Müslümanların kusurlarını araştırırsa, Allah da onun kusurlarım araştırır. Öyle ki, evinin ortasında bile olsa onu rüsvay eder. ”(17)

Nisâhu'l-İhtisab adındaki eserde şöyle denilmektedir: ”Muhtesib'in (zabıta görevi yapan görevli) hiç kimse tarafından hıyanetleri ihbar edilmese bile, esnafın durumunu araştırması caizdir. Eğer, bu araştırmanın, yasaklanan araştırma olduğu için caiz olmaması gerekir şeklinde bir itiraz gelirse şöyle cevap veririz: ”Tecessüs, kötülük etmek ve eza etmek için haber araştırmaktır. Emri bil mâruf ve nehyi anil münker maksadıyla haber araştırmak böyle değildir. Dolayısıyla o yasağın altına girmez."

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bir gece teftiş için dolaşıyordu. Bir kapının aralığından yanan bir kandil ışığına baktı. Bir kısım insanların içki içtiklerini gördü. Ne yapacağını bilemedi. Mescide gidip Abdurrahman b. Avf’ı aldı ve o kapıya getirip baktı ve Abdurrahman'a: ”Ne yapmamı önerirsin?" dedi. Abdurrahman: ”Vallahi bana göre biz, Allah'ın yasak ettiği bir şey yaptık. Çünkü biz, bir topluluğun gizledikleri bir kusurunu araştırdık ve gördük. Allah'ın örttüğü bir şeyi açmak bizim işimiz değil," dedi. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh): ”Senin görüşün doğru," dedi ve ayrılıp gittiler.

Muhtesip insanların gizli hallerini araştıramaz, duvarlara tırmanıp bakamaz, izinsiz bir eve giremez. Eğer, ”Evlerde açıkça bid'at işleyenler" konusunda, muhtesibin oralara izinsiz girmesinin caiz olduğunu söylenmektedir diye bir itiraz gelirse şu cevabı veririz: ”Bu hüküm, görünen bid'atlarla ilgilidir. Gizli olursa giremez. Çünkü Allah'ın örttüğü bir şeyi, kulun da mutlaka örtmesi gerekir."

Kiminiz kiminizi arkasından çekiştirmesin. Bu işe gıybet denilir. Yani kiminiz kiminizi gıyabında ve arkasında, kötü bir şekilde anmasın. Hazret-i Peygamber'e gıybetin ne olduğu sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: ”Bir kardeşini hoşlanmadığı bir şekilde anmandır. Eğer dediğin şey onda varsa gıybet, yoksa iftira etmiş olursun." (18) Yani ona yapmadığı bir şeyi yalan ve bühtanla isnad etmiş olursun.

18- Hadisi Ebû Dâvud ve Tirmizî rivayet ettiler. Tirmizî'deki lâfız şu şekildedir: ”Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz? Kardeşini hoşlanmadığı şekilde anmandır..." Bkz. Camiu'l-Usûl, 8/447.

Özette gıybet, bir insanın, başka bir insanın, işittiği zaman üzüleceği ama gerçekten yaptığı bir kusurunu önemli hiç bir zaruret yokken gıyabında konuşmasıdır. Eğer bu söz yalansa, ona bühtan (iftira) denilir.

Sizden birisi ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Gıybet yani arkadan çekiştirmek, çekiştirilenin ırzını yemeyi içerdiği için, teşbihi temsili kabilinden olmak üzere, ölü insanın etini yemeye benzetilmiştir. Çün kü bir kimse nasıl eti kesildiğinde bedenen acı çekerse, namusuna dil uzatıldığında da kalben acı çeker. Hatta ırzı, kanından ve etinden daha şereflidir. Aklı başında birisine insan eti yemek nasıl hoş görünmezse, ırzlarını yaralamak da o derece hatta daha öncelikli olarak hoş görünmez.

Âyette gıybetin, tiksintinin doruğundaki ölü eti yemeye benzetilmesi onun Allah katında ne derece büyük bir günah olduğunu gösterir.

Âyette Müslümanın ”ölü" olarak belirtilmesi akla gelebilecek şöyle bir şüpheyi yok etmek içindir: ”Birisinin yüzüne karşı küfretmek ona acı verir, dolayısıyla haramdır. Gıybet edilen kişi ise, hakkında konuşulanı bilmez, dolayısıyla acı duymaz. Öyleyse niye haram olsun ki?" Bu itiraza şöyle cevap verilmiştir: ”Ölen birinin etini yemek, bütün çirkinliğine rağmen o ölüye acı vermez. Buna rağmen haramdır. İşte gıybet de öyledir."

İşte bundan tiksindiniz. Yani ölü eti yemekteki tiksintiniz nasıl gerçekleşti ise, onun benzeri olan gıybetten tiksintiniz de öyle gerçekleşsin.

O halde uzak durmanız emredilen şeyleri terketmek, daha önce yaptıklarınızdan da pişmanlık duymak suretiyle

Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah tevbeleri çok kabul edendir, çok esirgeyendir. Tevbeleri kabulde ve rahmeti yaymakta son derece ileridir. Öyleki tevbe edeni, sanki hiç günah işlememiş gibi yapar. Bu, sadece tevbe edenlere ait bir husus değildir. Günahları çok bile olsa herkese şamildir.

Enes (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: ”Miraca çıkartıldığımda, bakırdan tırnaklarıyla yüzlerini ve göğüslerini tırmalayan bir topluluğa uğradım. 'Bunlar kim ey Cebrail?' dedim. 'Bunlar, insanların etlerini yiyen ve ırzlarına sövenler', dedi."

Şu noktaya da dikkat edilmesi gerekir: Gıybeti dinleyen de, konuşan gibidir. O halde dinleyenin gıybete engel olması gerekir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: ”Bir kimse bir Müslüman kardeşinin ırzını korursa, Allah da kıyamet günü, ateşi onun yüzünden uzaklaştırır. ” (20)

Bilginler: ”Gıybet edenle, dinleyen günaha ortaktırlar," demişlerdir.

13

Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir kadından

Âdem'le Havva'dan veya her birinizi bir baba ve bir anneden

yarattık. Erkeğe ve kadına intisapta hepiniz eşitsiniz. O halde nesep yönüyle övünme için hiçbir sebep yok. Şâir ne güzel söylemiş:

Herkes eşit birbirine, bakınca kalıba Babaları Âdem, anneleri Havva. Övünecekleri bir nesepleri varsa Baksınlar suya ve çamura

Bu âyetin iniş sebebi şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke'nin, fethinden sonra Hazret-i Bilâl'e ezan okumasını emretti. O da Kabe'nin üstüne çıkıp okudu. Güzel konuşan birisi olan Attâb b. Üseyd: ”Babamın ruhunu bugünü görmeden alan Allah'a hamd olsun," dedi. Haris b. Hişam da: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu kargadan başkasını bulamadı mı?" dedi.

Ve birbirinizi tanımanız için soy bakımından birbirinizi tanıyasınız da, babalarınızdan başkasına nisbet etmeyesiniz diye

milletlere ve kabilelere ayırdık. Babalarla ve kabilelerle öğünmeyin. Soy sopta üstünlük ve farklılık iddia etmeyin.

"Millet": Bir tek asla mensup olan büyük topluluk; ”kabile" de, bu topluluktan bir şubedir.

Şüphesiz Allah katında en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır.

Bu cümle, soy sopla övünmenin niçin yasaklandığını belirtmektedir. Sanki şöyle denilmiştir: Allah katında en şerefli olan, Habeşli bir köle bile olsa, en müttakî olan, Allah'tan en çok korkandır. Eğer öğünecekseniz, takva ile ve Allah'ın fazlu keremi ile öğününüz.

Şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır. Sizi ve amellerinizi bilir, iç hallerinizden haberi vardır. Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: ”Şüphesiz Rabbiniz birdir, babanız birdir. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Araba, kırmızının siyaha, siyahın kırmızıya üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır.'" (21)

21- Hadisi, Rasûlüllah'ın Vedâ haccındaki hutbesinin bir kısmıdır. Aslı Buhârî ve Müslim'dedir.

14

Bedeviler, 'iman ettik' dediler. ”Bedevi", çölde yaşayan insanlardır. Onunla ilgili bilgi, Feth sûresinde geçmişti. Bu âyet Beni Esed Kabilesinden bir grup hakkında nazil olmuştur. Kuraklık yılında Medine'ye gelip, şehadet getirdiler. Rasûlüllah'a: ”Araplar kendileri sana hayvanlarının sırtında geldiler. Biz ise mallarımızı, eşlerimizi ve çocuklarımızı getirdik. Falanların yaptığı gibi seninle savaşmadık..." diyorlardı. Bu sözleriyle doğruluk taslıyorlar ve yaptıklarını Hazret-i Peygamber'in başına kakıyorlardı.

Sen onlara cevap olarak

de ki: 'İman etmediniz çünkü ”iman", kalp huzuru ile gerçek anlamda Allah'ı ve Rasûlünü tasdiktir. Bu da sizde mevcut değildir. Sizdeki, dil ile söylediğiniz ve savaşı terkten başka bir şey değildir.

Ama Müslüman olduk' deyin. Müslüman olmak, ”sulha girmek" demektir. Yanı, siz kendi canınızdan korkarak barışa girdiniz ve boyun eğdiniz. ”İslam"; boyun eğmek, barışa girmek ve şehadet getirmek mânâsındadır.

Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Yani kalpleriniz dillerinizle uyuşmamış bir halde iken Müslüman olduk deyiniz. Âyette beklemek anlamında kullanılan ”lemmâ" kelimesi, bu şahısların sonradan iman ettikleri hissini vermektedir.

Eğer samimiyetle ve münafıklığı bırakarak

Allah'a ve Peygamberine itaat ederseniz, Allah işlerinizden amellerinizin ecrinden

hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah itaatkârların kusurlarını

çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Onlara çok lütufta bulunur.

Konuyu iyi araştıran âlimlerin dediklerine göre iman, kalp ile tasdiktir. Dil ile ikrar, imanın cüz'ü ve bir parçası değil, öldüğünde cenaze namazı gibi dünyadaki hükümlerin icrası için şarttır. Çünkü kalp ile tasdik gizli bir şeydir, kimse onu bilemez. Ona mutlaka bir alâmetin bulunması gerekir. Bir kimse kalbi ile tasdik eder de, diliyle ikrar etmezse Allah katında mümindir. Çünkü kalben tasdik mevcuttur. Ama şartı bulunmadığı için dünyaya ait hükümlerde mü'min sayılmaz. Dil ile ikrarı da rükün sayanlara göre ise, ikrarı terkeden Allah katında mü'min sayılmaz ve cehennemde ebedî kalmaktan kurtulamaz. Münafıkların yaptığı gibi diliyle ikrar edip, kalbiyle tasdik etmeyen kişi Allah katında mü'min değilse de, dünyevî hükümlerde mümindir.

15

Mü'minler ancak, Allah'a ve Rasûlüne iman eden, sonra şüpheye düşmeyen... Yani iman eden sonra iman ettikleri şey konusunda içlerine bir şüphe düşmeyen, tasdik ettikleri kişi hakkında bir ithamda bulunmayan ve hakkın onunla birlikte olduğunu itiraf eden kimselerdir.

Âyetteki ”sonra" kelimesi, şüphe etmemenin sadece iman esnasında değil, aynı zamanda ileride de şart olduğunu bildirmek için getirilmiştir. Bu, ”Şüphesiz rabbimiz Allah'tır deyip sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner..." (Fussilet: 30) ayetindeki ”sonra" kelimesi gibidir.

Ve Allah yolunda bedenî, mâlî ve hac, cihad gibi hem mâlî hem de bedenî olan çeşit çeşit ibadetleri çok yaparak

canlarıyla ve mallarıyla savaşanlardır, çalışanlardır.

İşte onlar anılan bu güzel özellikleri taşıyanlar, iman iddiasında

doğru olanlardır. Başkaları değil.

16

Ey Rasûlüm Muhammed! Onlara

de ki: 'Siz dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz? Yani siz müntesibi olduğunuz dininizi ”iman ettik" diyerek Allah'a mı haber veriyorsunuz? Âyette ”öğretme" kelimesinin kullanılması onların yaptıklarının ne derece çirkin olduğunu göstermek, soru da, onları kınamak ve yaptıklarını reddetmek içindir. Anlam şudur: Allah'a dininizi öğretmeye kalkmayın. Şüphesiz O, bunu bilmektedir, ona hiçbir şey gizli kalmaz.

Oysa Allah göklerde ve yerde ne varsa bilir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.' Sizin haber vermenize muhtaç değildir. Bu cümle, önceki cümleyi te'kid ve ikrardır. Yani Allah'ın, içerisinde onların imanını açıkladıkları zaman gizledikleri küfür de bulunan her şeyi bildiğini fazlasıyla ifade etmesi içindir. Bu ifade ayrıca onların ne kadar cahil olduklarını göstermekte, onların durumlarını gizlemekteki gayretlerini kınamaktadır.

17

Onlar İslâm'a girmelerini senin başına kakıyorlar. Yani Müslüman oluşlarını sana bir minnet sayıyorlar. Âyet-i kerîmede geçen ”minnet" kelimesi, kesmek anlamındaki ”menn" kelimesinden türemiştir. Bununla kastedilen: İhtiyaç sahiplerinin bir karşılık vermesini beklemeden, onun ihtiyaçlarını kesmek (gidermek) tir.

Râğıb şöyle demektedir: ”Minnet, bol nimettir. Bu, iki açıdan söz konusudur:

1- Fiilen olur. O zaman, ”falana minnet etti yani ona bol nimet verdi" denilir. ”...Allah müminlere büyük nimet verdi..." (Âl-i İmrân: 164) âyeti bu anlamdadır. Bu mânâ gerçekte sadece Allah'a hastır.

2- Sözle olur. Bu, insanlar arasında çirkin görülür. Bundan dolayı, ”Minnet (başa kakma) iyiliği yıkar" denilmiştir. Ancak nankörlük yapana söylenirse çirkin görülmez. Nankörlük yapıldığında, minnet iyi olduğu için, ”nankörlük edildiği zaman, minnet (başa kakma) iyi olur" denilmiştir. Bu âyetteki, ”sana minnet ediyorlar (senin başına kakıyorlar)" ifadesinde minnet, onlardan sözledir. Allah'ın onlara minneti ise fiilledir. O da Allah'ın onlara hidayetidir."

De ki: 'Müslüman oluşunuzu benim başıma kakmayın. Müslümanlığınızı, bana bir minnet saymayın.

Aksine sizi imana erdirdiği için sizin iddianıza göre, ona erdirildiğiniz için

Allah sizi minnet altında bırakır. Eğer iman iddianızda

doğrıılardansanız... Siz Allah'a karşı minnettarsınız, demektir.

Âyetin dizilişinde, o insanlara apaçık bir lütuf vardır. Çünkü onlar, kendilerinin durumunu ”iman" diye adlandırıp, başa kakınca, Allah onun iman olmadığını bildirip, İslâm diye adlandırdı ve: ”Aslında İslâm olan şeyi, iman diyerek senin başına kaktılar," buyurdu. Yani bu, başa kakmaya değer bir şey değildir. Çünkü şer'an bir değeri yoktur, o gibi şeyler nimet sayılmaz. Aksine eğer onların iman iddiaları gerçek olsaydı, ona erdirdiği için, onlar üzerinde Allah'ın minneti söz konusu olurdu.

18

Şüphesiz Allah göklerin ve yerin görünmeyen sırlarını yani oralarda kullara görünmeyen gizli kalan şeyleri

bilir. Allah açıkta ve gizlide bütün

yaptıklarınızı hakkıyla görendir. O halde sizin kalplerinizdekiler ona nasıl gizli kalsın?

Allah'ın Yardımıyla Hucurât Sûresi'nin tefsiri tamamlandı.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1725  H : 1137)

 

RÛHU'L-BEYÂN TEFSÎR-İ - (TÜRKÇE)

 

HANEFÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç