Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

341

 

023 - MÜ'MİNÛN SÛRESİ

 

CÜZ :

18

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MÜ'MİNUN

İşbu mü'minler suresi bilâ hilâf Mekkiyyedir. Ancak(.......) kavli kerîmi istisnâ edilmiştir.

Âyetleri : - Kûfide yüz on sekiz, diğerlerinde yüz on yedidir.

Kelimeleri : - Bin sekiz yüz kırk.

Harfleri : - Dört bin sekiz yüz seksendir.

Fasılası : - (.......) harfleridir.

Tirmizî ve neseî ve gayrilerinin tahric ettikleri vechile Ömer İbnilhattab radıyallahü anh demiştir ki, : Resulüllahsallallahü aleyhi vesellem Hazretlerine vahiy nâzil olduğu zaman biz yanında arı vızıltısı gibi bir şey işidirdik, bir gün üzerine vahiy nâzil oldu, bir saat bekledik, derken açıldı ve hemen Kıbleye dönüp ellerini kaldırdı (.......) diye duâ etti sonra da « bana on âyet indirildi bunları ikame eden Cennete girecektir » dedi(.......) diye on âyet kıraet buyurdu.

Bu Sûrenin başıyle evvelki Sûrenin âhirindeki münasebet de zâhirdir. Zira orada (.......) hıtabiyle verilen felâh ümidi burada tehakkuk ettirilmiştir. Ona yedi emr ile hıtam verilmiş, buna yedi vasf ile başlanmıştır. Şöyle ki, :

1

Hakikat felâh buldu o mü'minler

(.......) Hakikat felâh buldu o mü'minler - FELÂH, murada zafer bulmatır. Hayırda beka diye de ta'rif edilmiştir.

İFLÂH, felâha nâil kılmak ma'nâsına geldiği gibi felâha girmek, ya'ni bizim ta'birimizle felâh bulmak ma'nâsına da gelir ki, Kur’ân’da umumiyyetle bu ma'nâda vârid olmuştur. BuradaAllahü teâlâ, yedi sıfatı cami' olan kimseler için felâhın muhakkak husulünü tebşir buyurmaktadır ki, yedi sıfattan evvelkisi iymandır. (İymanın ta'rif ve tefsiri hakkında Sûre-i Bakarede tafsılât geçmişti bak. )

İkincisi şudur:

2

Ki, onlar namazlarında huşu'ludurlar

(.......) ki, onlar namazlarında haşi'dirler. -Huşuu ba'zıları havf, rehbet gibi kalb fiillerinden olmak üzere ta'rif etmiş, ba'zıları da sükûn ve terki iltifat gibi cevarih fiillerinden göstermiştir. Doğrusu huşu', aslı kalbde, tezahürü bedende olmak üzere ikisini de cami'dir. Kalbe teallûk eden ciheti; azamet ve celâli rabbanî karşısında kendi küçüklüğünü göstererek nefsi emri hakka serfüru ettirecek ve edeb-ü ta'zîmden başka bir hatıraya iltifat etmiyecek surette kalbin son derece bir saygı hissi duymasıdır. Zâhiri teallûk eden ciheti de a'zai bedende bu hissin tezahüriyle bir sükûn ve sekînet hasıl olması ve gözlerinin önüne secde mevzıine bakıp, sağa sola, şuna buna iltifat etmemesidir. Binaenaleyh huşuun aslı, namazın şartlarından olan niyyetin kemaliyle, tezahüratı da namazın âdab ve mükemmilâtile alâkadardır. Hasenden ve İbn-i sirinden rivayet olunduğuna göreResulullah ve eshabı namazda gözlerini Semaya kaldırırlardı, bu âyetin nüzulü üzerine önlerine eğdiler ve ıhtisari terk ettiler Buharî ve Müslimde Hazret-i Aişeden rivayet olunur ki, Resulullaha namazda iltifattan suâl ettim buyurdu ki, o bir ıhtilâstir ki, Şeytan onu kulun namazından ıhtilâs eder.

Hakîmi Tirmizînin Kasim İbn-i Muhammed tarikıyle Esma binti Ebi Bekirden hazreti Aişenin validesi ümmi rûmandan tahric ettiği bir hadîste de müşarün'ileyha Ümmi rûman radıyallahü anha demiştir ki, namazımda sallanıyordum, Ebû Bekir radıyallahü anh gördü beni öyle bir azarladı ki, Resulullahı dinledim şöyle buyuruyordu: her hangi biriniz namaza durduğunda her tarafı sakin olsun, Yehûdiler gibi sallanmasın. Zira namazda sükûnı etraf namazın tamamındandır(.......)

3

Onlar ki, bîyhude işe, boş lâfa bakmazlar

(.......) Ve onlar ki, lâgivden çekinirler-bîhude kavl-ü fiilden sakınırlar

4

Onlar ki, zekât vermek için çalışırlar

(.......) ve onlar ki, zekâtın failleridirler-bundan mütebadir olan ma'nâ, mallarının zekâtını verirler demektir. Fakat ba'zıları bu ifadeye nazaran zekâttan murad, tehzib ve taharet ma'nası olduğunu söylemişlerdir. Maamafih zekât işini yaparlar demek nefsî, bedenî, malî zekâtın hesine de şamil olabilir.

5

Ve onlar ki, ırzlarını korurlar

(.......) Ve onlar ki, ırzlarını hıfzederler

6

Ancak zevcelerine ve kendilerinin milki olan cariyelerine karşı müstesnâ, çünkü bunlar levm olunmazlar

(.......) ancak zevcelerine veya milki yemin ile memlûklerine karşı müstesna(.......) zira bunlar levm olunmazlar

7

Kim de bundan ötesini ararsa işte artık onlar haddi aşanlardır

(.......) artık bunun ilerisini istiyen olursa (.......) işte onlar mütecavizdirler. -Bu âyetin zâhiri müt'anın dahi hurmetini ifade eder.

8

Ve onlar ki, emanetlerine ve ahidlerine riayetkârdırlar

(.......) Ve onlar ki, emanetlerine ve ahidlerine riayet ederler. -Emanet yalnız mala munhasır değildir. Bütün tekâlifi şer'ıyye hukukullah ve hukukı ıbad, vekâletler, velâyetler, me'muriyyetler dahi emanetler cümlesindendir. Ahid de, gerek Allah’a ve Peygambere ve gerek nâsa olan mukavelât ve teahhüdata şamildir.

9

Onlar ki, namazlarının üzerine muhafızlık ederler

(.......) Ve onlar ki, namazları üzerine muhafızlık ederler - emaneti ilâhiyye cümlesinden olan farz namazlarını fevetmemek veya eksik bırakmamak için daima gözetirler de vaktı vaktına şurut ve adâbı ile kılmağa devam ederler ve namazlarını muhafaza etmek için mucahede ederler.

10

İşte onlardır o vârisler

(.......) İşte onlar-ya'ni bu vasıfları haiz olan mü'minler - dir ancak o varisler -(.......) âyetleriyle beyan olunan mirasa sahibler, o hakka layıklar

11

Ki, Firdevse vâris olacak, onda muhallad kalacaklardır

(.......) ki, Firdevse vâris olacaklar (.......) onda muhalled kalacaklardır. - Ba'zıları Firdevs, Habeş lisanınca veya Rumca Cennet demek olduğunu söylemişlerdir. Resuli ekremsallallahü aleyhi vesellemden. Ebû Mûsel'eş'arîradıyallahü anh rivayet etmiştir ki, «Firdevs, maksurei Rahmandır. Enhar ve eşcarı vardır». Ebû Ümame radıyallahü anh de şunu rivayet etmiştir. Allahdan Firdevsi isteyin, çünkü o Cennetlerin a'lâsıdır, ehli Firdevs Arşın gıcırtısını işitirler».

Bu suretle mes'ud insanların evsafını beyandan sonra Hâlık tealânın sun-u kudretini düşündürmek ve Âhıretin hakkolduğunu anlatmak için alel'umum insan cinsinin hılkati mebdeini ve tavrdan tavra fıtratte geçirmekte olduğu tekallübât-ü tehavvülâtı dokuz mertebe üzere göstererek buyuruluyor ki, :

12

Şanım hakkı için biz insanı çamurdan, bir sülâleden yarattık

1-(.......) Çamurdan bir sülaleden - SÜLÂLE kelimesi sell masdarından me'huzdur. Sell bir şeyi bir şeyden rifk-u mülâyemetle sıyırıp çıkarmak demektir. Netekim lisanımızda da ma'ruf olduğu üzere kılıcı kınından sıyırıp çekmeğe «selli seyf» ta'bir olunur. Böyle «fuale» veznindeki isimler, müştakkoldukları fi'le nazaran ba'zen gaye olurlar, hulâsa gibi ki, sülâle bu kabîldendir. Ba'zan da olmazlar kulame, kün'ase gibi.Keşşafın beyanına göre bu vezin, bir kıllet ma'nasiyle de alâka dardır. Lisanımızda bu veznin mukabili(.......) lâhikasile yapılan kelimelerdir ki, süzüntü, kuruntu kırpıntı, süprüntü gibi. Lâkin sell fi'lini bir kelime ile ifade edemediğimizden sülâle kelimesini bu suretle terceme edememişizdir. Şu halde bir şeyin sülâlesi o şeyden sıyrılıp çıkarılan bir netice demek olur. Evlad ve zürriyyete de sülâle ıtlak olunması bu ma'na iledir. Bu münasebetle sülâle ta'birinden bir silsile mefhumu tehayyül ederiz. Lâkin esasında bu mefhum şart değildir. Çünkü sülâle aslın değil, ondan çıkarılan hulâsanın ismidir.

İşte insan meratibi hılkatinde evvelâ böyle çamurdan sıyrılıp çıkarılmış bir sülâleden yaradılmıştır ki, bu mertebe ilk insan olan Âdem’in halk olunduğu ve binaenaleyh insan cinsinin, insan uzviyyetinin ilk başladığı mertebe olmakla hiç bir insan tohumiyle mesbuk değildir. Ba'zıları burada «tıyn» Âdem’in bir ismidir demiş, ba'zıları da sülâleden murad, Âdemdir demiş ise de ikisi de hilâfi zâhirdir. Zira Âdem, insandır. (.......) de dahildir. Âyetin zâhiri bu sülâlenin Âdemden evvel olmasıdır. Hattâ bir kısım müfessirîn İbn-i Abbas, Ikrime, Katade ve mukatilden nakledildiği vechile burada(.......) Âdem diye tefsir etmişler, «lâmı»ahde haml eylemişlerdir. Gerçi muhakkikînin muhtarı cins olmasıdır. Siyakı kelâm da bunu muktezıydir. Netekim Ebüssuud demiştir ki, el'insan ile murad, cinstir ve ma'nâ şudur «Billâhi insan cinsini Âdem’in halkı zımnından tıynden bir sülâleden halkı icmalî ile halk ettik (.......) Maamafih ahdolunduğu takdirde de zımnen bu ma'nâ lâzım gelir.

Demek ki, Hâlık tealâ evvelâ çamurdan ıstıfa ile bir sülâle çıkarmış ve insani ibtida o sülâleden halk eylemiştir. Sûre-i Hıcırde (.......) yoluna girmiş, musavver balçık denilmiş olan bu çamur sülâlesiFahruddini Razînin de kaydettiği vechile bir takım müfessirînin iyzahına nazaran insanlara gıda olarak uzviyyeti insaniyyeye ilk temessül eden mevâdd ile kabili tesavvurdur ki, bu mevad çamurdan sıyrılmış çıkmış mevâddı ma'deniyye veya nebatiyye veya hayvaniyyedir. Netekim sülâle, nuftenin tekevvün ettiği gıda mevaddı ile de tefsir edilmiştir ki, bu ma'nâ ile âyet, sade Âdem’e veya Âdem zımnında cinse müteallık olmakla kalmayıp her ferde de doğrudan doğru sadık olur. Zira mevâddı gıdaiyyeden her insanda uzviyyeti insaniyye halk edildiği ve bu suretle insanın hılkatine bu mevâddın bil'ıstıfa bir menşe' teşkil ettiği ma'lûmdur. Bu ise ledettenkıh ilk insanın maddei hılkatini idrâk için bir delil olur. Ancak sonraki insanlarda bu mevad bir insan nutfesiyle mesbuk olan bir beden içinde hazm-ü temsil olunduğundan bunu insan bedenine daha evvel verilmiş olan kuvvei hayatiyyenin bir eseri olarak mülâhaza etmek ve binaenaleyh baba nutfesinin kuvvetine irca' eylemek karib görünür. Halbuki ilk insanın yaradılışında böyle bir mülâhazaya imkân yoktur. Çünkü bu mevâddı insana temsil etmek için henüz bir insan uzviyyeti yoktu.

Binaenaleyh, o Hâlık tealânın ibtidai halkı olduğu zâhirdir. Âyetin ıhtar ettiği esas nokta da budur. Şu iyzahattan anlaşıldığına göre demek olur ki, insan cinsinin ilk yaradıldığı çamur sülâlesi ilk insanın ve ilk insan huceyresinin halk olunduğu zamana kadar çamurdan ıstıfa edilmiş olan ve sonra insanın erzakı, hizmetini iyfa ettiği mevâlîdi selâse hulâsasıdır. Allahü teâlâ, çamurdan meadini, nebatatı, hayvanatı sıyırıp çıkardıktan sonra bunların bir hulâsasından da insanı hiç yokken yaratmış ve insan bunların âhiri olmuştur.

Asarı varideye nazaran insanın halkı, mevalîdi selâsenin halkından sonra olduğunda bir ıhtilaf görülmüyor. Şu halde topraktan insana karan mevâlîdi selâsenin bütün enva' ve ecnasiyle hakıkî bir tasnifi tamamiyle ma'lûm olabilse kuru toprağın ilk insan huceyresi haline gelinceye kadar geçirmiş olduğu hılkat ve ıstıfa mertebeleri mütalea olunabilecekti. Bundan dolayı ötedenberi meadinin, nebatının, hayvanatın tasniflerine çok ehemmiyyet verilmiş ve zaman zaman muhtelif noktai nazarlardan muhtelif tasnifler yapılmış ve türlü mülâhazalar yürütülmüştür. Ezcümle İbn-i Türketel'ısfehanî Fusus şerhinde demiştir ki, «Arzda evvelâ tekevvün eden meadin, sonra nebat, sonra hayvandır. Ve Hak teâlâ bu mevalid ecnasından her sınıfının âhirini onu velyedenin evveli kıldı da meadinin âhiri ve nebatın evvelini mantar, nebatın âhiri ve hayvanın evvelini hurma, hayvanın âhiri ve insanın evvelini maymun kıldı ki, vahdeti ittisaliyye halel ve inhiraftan fasıla ve inkıta'dan mahfuz ve mazbut için.

13

Sonra onu oturaklı bir karargâhta bir nufte yaptık

2-(.......) Sonra da onu bir kararı mekînde bir nutfe kıldık-ya'ni o insan cinsini veya neslini mekânetli bir karargâh olan rahimde temekkün eder bir nutfe yaptık.

Evvelâ bir çamurdan bir sülâleden yaradılmış olan insan bundan sonra (.......) mantukunca hakîr bir su sülâlesi olan nutfeden tenâsül tarıkıyle yaradılarak diğer bir sülâle oldu. Hem her nutfeden değil, rahimde karar eden nutfeden, her rahimde değil, sağlam, aldığını tutan mekânetli bir rahimde. Buradan anlaşılıyor ki, Kur’ân’da nutfe yalnız meniynin ismi değil, daha ziyade meniy içindeki tohumunun ismidir. Zira rahimde istikrar eden odur. Bir de(.......) zamirinin meslûl ma'nâsile sülaleye ircaı da tecviz edilmiştir ki, o çamur sülalesini nutfe yaptık demek olur.

İşte nutfe yapıldıktan sonra insan hılkati tabiî ve kanunî denilen mu'tad şeklini almış oldu. Yoksa ibtida çamurdan sülâlenin, sülâleden insan veya nutfesinin yaradılışı fevkattabiadır. Çünkü henüz bir insan ve tabiati yoktu. Demek ki, insan yaratan kudreti halika insan tabiatinden başkadır. Her hangi bir şey'in tabiati ise o şey'in kendisinden haric olamaz. Onun için bir şey kendisinin gayri olamıyacağı gibi tabiatinin gayri olmak da muhaldir.

Onun için tabiat ancak muttarıd ve lâyete gayyer olmak üzere mülâhaza edilebilir. Ve bir şey kendisi değişmedikçe tabiatinin değişmesine imkân tasavvur olunamaz. Bundan dolayı her hangi bir şeyin tabiatinde bir tehavvül görüldüğü zaman o şeyin kendisinde bir tegayyür vuku' bulduğu anlaşılır ve ona haricî bir te'sir aranır. Ulûmı tabiıyye namı verilen ılimlerin hiç biri yoktur ki, mütalea ettiği bir tehavvülün ayrı bir sebebini aramasın da kendi kendine tabiatile oluvermiş diyebilsin.

Hattâ bu nokta, iyice mülâhaza edilince «Ulûmi tabiıyye» denilen ılimler, tabiatlerin kendi kendine tehavvülünü kabul etmeyip her tehavvülün sebebi haricîsini arayan ve bu suretle hiç bir hâdisenin tabiî olmadığını isbat eden ılimlerdir denmekte tereddüd edilmez. Çünkü bir tabiatin kendinden haric bir eşinden teessür almasile izah edilen hâdisata tabiat demek tenakuz olur. Evet tabiatte tehavvül, ıstıfa', tekâmül yok değildir. Lâkin o ıstıfa ve tekâmülü yapan tabiat değil, tabiatler üzerinde hâkim olan halıktır. Eğer tabiat, hâkim olsaydi çamur tabiî çamur kalır, ondan bir sülâle çıkamaz, insan ve nutfe tekâmül ve ıstıfası olamazdı, Hatta nutfe yaratıldıktan sonra nutfe tabiatinden ileri geçemezdi. İmdi bilinmek lâzım gelir ki, insanın tabiî addedilen nutfeden tekevvünü mertebelerinde de insanı yaratan nutfe tabiati değil, nutfeyi ve rahime o hılkat tehavvülâtını ifaza eden Hâlık tealâdır. Onun için buyuruluyor ki,

14

Sonra o nufteyi bir aleka yarattık. derken o alakayı bir mudga yarattık derken o kemiklere bir et giydirdik, sonra ona diğer bir hılkat neş'eti verdik, bak ne şanlı o Allah, yaratanların en güzeli

3-(.......) Sonra nutfeyi aleka halkettik-rahime iliştirip telkıyh yaptırarak tutturup pıhtı kan gibi bir tutuk haline tahviyl ettik. ALEKA, esasen ılûk ve teallûk gibi ilişmek ve yapışıp tutmak ma'nâsından mehuz olarak ilişken, yapışkan şey demektir. Donuk pıhtı kana da ıtlak edilir. (Kamus) Müfessirler, umumiyyetle

(Demi camid) diye tefsir etmişler ise de asıl murad rahimde telkıhin vukuıyle husule gelen alûktur(Sûre-i Hacce bak)

4- (.......) Arkasından alekayı mudga yarattık-bir çiğnem et parçası haline tahviyl ettik.

5- (.......) Arkasından mudgayi ızam yarattık-ya'ni bir çiğnem et parçasından bir takım kemikler yarattık, ki, bunlar hikmetin muktezası üzere bedenin çatısını teşkil eden direkleridir. Ne lâtif hikmettir ki, yumurtanın kabuğu tavuğun karnında iken yumuşak olup dışarı çıkınca sertleştiği gibi kemikler de rahimde iken yumuşak ve çocuk doğduktan sonra tesallüb eder bir hılkatle yaratılmışlardır.

6- (.......) Arkasından o kemiklere bir et giydirdik-bütün o kemikler her birine münasib birer et ile donatılarak hey'eti mecmuası zarif bir et kisvesile giydirilip kuşatıldı.

7- (.......) Sonra onu bambaşka bir halk olarak inşa eyledik-ya'ni cehaziyle, ruhiyle, kuvasile, endamiyle ona öyle bir hılkat neş'eti verildi ki, hiç bir mahlûka benzemez bambaşka bir halk (.......) de dilber bir insan oldu. (.......) İmdi yaratanların en güzeli Allah, çok büyük, çok yüksek-ya'ni bütün feyz-u bereketin esası onda, her şey'in hâlikı o, onun halkından sonra vücude gelen mebadi ve esbabın her biri bir hâlık addedilse ve bu suretle bir çok hâlıklar farz olunsa Allah, bütün o hâlıkların en güzeli, en güzel yaratanıdır. Her hılkatin, her ıstıfanın, her tekâmülün, her hüsnün ilk icadı, ilk nümunesi ancak onun ibdaı ve diğerlerindeki fâıliyyetin bütün künhü onundur. Mevcud olmıyan tabiatleri vücude getiren, vücude gelen tabiatleri dilediği gibi tahvil edip değiştirerek en güzel neş'etler için kıvamına koyan, camid bir çamurdan namî bir sülâle çıkaran, hakîr bir sülâleden bervechi balâ dilber bir insan yaratan o Allah, öyle yüksek ki, ne kadar hâlık farzedilse öyle güzel, öyle güzel yaratan tasvvur olunamaz.

Zehî zatın nihân-ü ol nihandan musivâ peydâ

Biharı sun'ına emvâc peyda ka'r nâpeydâ

Bülend-ü pesti âlem şâhidi feyz-ı vücudundur

Değil bihûde olmak yoğiken arz-u sema peydâ

Meali hikmetin ızharı kudret kılmağa etmiş

Gubarı tireden âyînei kiti nüma peydâ

Demadem âks alır mir'ati âlem kahr-u lûtfundân

Anınçin geh kûduret zâhir eyler geh safa peydâ

Gehi toprağa eyler hikmetin bin mehlika penhan

Gehi sun'un kılar topraktan bin mehlika peyda

Cihan ehline tâ esrarı ılmin kalmıya mahfi

Kılıbdır hikmetin küffar içinde enbiya peyda

İnsanlar böyle bambaşka bir neş'ette. en güzel bir kıvam ile yaratılmış olduklarından dolayı kendilerini her murada irmiş, felâh ihtiyacaından müstağni olmuş zannetmemelidir. Ey insanlar :

15

Sonra siz bunun arkasından muhakkak öleceksiniz

8- (.......) Sonra şübhesiz bundan sonra muhakkak öleceksiniz.

16

Sonra siz Kıyamet günü muhakkak ba'solunacaksınız

9- (.......) Sonra da muhakkak Yevmi kıyamette ba'solunacaksınız-Binaenaleyh balâda beyan olunan evsafı iktisab ile felâha çalışmak lâzım gelir.

İnsanların mebde'-ü meadiyle meratibi hılkatleri ıhtar olunduktan sonra hayat ve bekaları ve intibah-ü mes'uliyyetleri ile alâkadar olan ba'zı esbab ve niami ilâhiyyenin de halkına işaretle buyuruluyor ki, :

17

Filhakıka biz, sizin fevkınızda yedi tarıyk yarattık ve halktan gafil olmadık

(.......) Yedi tarika - TARAIK (.......) nin cem'ıdir. Bunun tesirinde bir kaç vecih söylenmiştir:

1-Tarîka, kat ma'nâsına gelir. Netekim(.......) denilir ki, birbiri üstüne kat kat elbise giydim demektir. Bu surette «seb'a taraık» yedi kat demek olur. Ve(.......) mefhumunu ifade eder.

2-Tarıyk gibi yol demektir. O halde «seb'a taraık» yedi yol demek olur. Ba'zıları yıldızların yolları olmak hasebiyle Semavâta taraık ıtlak edildiğini söylemiş. Lâkin bu surette murad (.......) mantukunca ecramın yüzdükleri eflâk ve medarat olmuş olur ki, bu ise yediden ıbret değil çoktur. Binaenaleyh evlâ olan diğer bir çoklarının ıhtiyar ettiği vechile Melâikenin urucda yolları olmak ı'tibariyle Semavâta taraık ıtlak edilmiş olmasıdır ki, mer'î olan Sema bunların ancak birisidir.

3-Tarikat, ta'biri âharle sistem ma'nasıdır ki, son zamanlarda lisanımızda manzume veya meslek diye de terceme edilmemiştir. Netekim hey'eti şemsiyye demek olan «sistem soler» manzumei şemsiyye veya mesleki şemsî diye ma'ruf olmuştur. Bu surette «seb'a taraık»yedi hey'et demek olur ki, hey'eti şemsiyye bunların birincisidir.

Görülüyor ki, bu üç ma'nanın üçünde de «seb'a taraık» seb'a semavât demeğe raci' oluyor. Bizce bu vecihlerin en güzeli Malâikenin uruc yolları olmak i'tibariyle yedi yol ma'nâsına olmasıdır. Âyetin âhiri de bu yedi yolun ılmine alâkasını iş'ar etmektedir. Bu karîne ile biz, yedi sema denilen bu yedi tarıktan insanları bunlar havassı hamse ile akıl ve vahiy yollarıdır. Zira buyuruluyor ki, : (.......) ve biz, halktan gafil değiliz-ya'ni Hâlık tealâ, ne yaptığını bilmez ve yaptığından haberi olmaz bir tabiat değildir. Ne yarattığını ve yaratacağını agâhtır. Hiç birini ihmal etmez, hepsini gözetir, hepsinin umurunu tedbir eder. Tevbekârların tevbesini, yalvaranların duasını duyar, Yerin Gökün, dirinin ölünün her hal-ü tavırda içiyle dışıyle bütün hususıyyatını bilir. Binaenaleyh ölenleri nasıl ba's edeceğini de bilir. Fahrüddini Razînin de ıhtar ettiği vechile bu âyetin bir çok mesaile delâleti vardır. Ezcümle :

1-Sanim vücuduna ve iradesine delâlet eder. Çünkü hılkatin tehavvülâtı ve ecsamın bir sıfattan zıddı bir saıfta inkılâbâtı bir muhavvil ve mugayyirin vücuduna ve eserdeki tenevvüat, müessirin irade ve ıhtıyarına delildir.

2-Tabiat da'vasının fesadına delâlet eder. Çünkü tabiat, müessir olsa idi bir kararda bekası vacib olur ve bu tegayyürât-ü tehavvülât husule gelemezdi, buna karşı bu tehavvülât, tabiatın kendisinde vakı' olan tegayyürattan oluyor denemez, çünkü böyle demek tabiatin bir hâlık ve mucide ihtiyacını ıkrar etmektedir.

3-Hâlıkı müdebbirin ılmini ve kudretini nâtıktır. Filvaki' âcizin bir şey yapması muhal olduğu cihetle ılimli, şuurlu asarın cahilden suduruna imkân olmadığı gibi bu kadar ef'ali acîbe ve asarı bedîa da cehalet eseri olamaz.

4-Kudret ve ılmin şumulü de ba'sin ve haşr-ü neşrin imkânını iş'ar eder.

6-Hâlıkın halkından gafil olmaması mahlûkat miyanında mevzuı bahs olan insanların hayatı maddiyyelerine aid erzak ve havayicin tedbir ve tesviyesinden maada irsali rusül ve inzâli kütüb gibi hidayet ve irşadlarına ve hayatı ma'neviyyelerine aid olan ihtiyacatın da tedbir-ü tesviyesini ifade eder. Ve bu suretle burada nübüvvet ve risalet mes'elesinin de esasını bir isbat vardır. Ve filvaki' bunu müteakıb su ve sudan neş'et eden nebatât ve hayvanât gibi hılkî olan niam ve menafiı maddiyyenin başlıcalarına işaret ve bunun ucunda insanların sa'y-ü kesbiyle yaradılmış olan gemi ni'meti ıhtar olunduktan sonra risalete müteallık kıssalar tafsıyl olunacaktır. Binaenaleyh sevkı kelâm şu olur : ahsenülhâlikîn olan ve insanı halk eden biz azîmüşşan, halk ettiğimiz mahlûkattan gafil olmadığımız cihetle fevkınızda yedi yol halk ettik

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(Ö :  M :1942  H :1361)

 

ELMALILI - ORİJİNAL - (TÜRKÇE)

 

HANEFî

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç