45
Böylece zulmeden kavmin kökü kesildi. Âlemlerin Rabbi olan
Allah'a hamdolsun.
Artık o zulmeden, şükür yerine küfreden
kavmin ardı alındı, kökü kesildi. Arkalarında hiç kimse bırakılmadı, hepsi yok
edildi ve bu şekilde zulümlerine son verildi. Böyle zalimleri bile her türlü
hatırlatmayı yaptıktan ve Allah'ın her türlü rahmet eserini gösterip her
imtihandan geçirdikten sonra azab etmek ve yok etmek ve yeryüzünü bu türlü zulüm
ve şerlerden kurtarmak elbette Allah'ın kulları için pek büyük şükranlara
layıktır. Her nimet gibi bunun da hamd ve şükrü âlemlerin Rabb'i olan
Allah'adır, O'nun hakkıdır.
Ey Rasûlüm
Muhammed, sen Allah'a hamdet de, hamd etmeyen nankörlere:
46
De ki: "Söyleyin bakalım, eğer Allah kulaklarınızı ve
gözlerinizi alır da kalblerinize mühür vurursa, Allah'tan başka onları size
getirecek ilâh kimdir?". Dikkat et, âyetlerimizi nasıl türlü türlü açıklıyoruz,
sonra da onlar yüz çeviriyorlar?
De ki: Şunu bana haber veriniz. Eğer Allah
kulaklarınızdaki işitmek ve gözlerinizdeki görmek gücünü alıverir, duyan
kulaklarınızı sağır, gören gözlerinizi kör ediverir, ve kalblerinizi
mühürleyiverirse, yani mühürler, hayır ve
hidayeti anlamayacak bir hale koyar veya deliler gibi akılları giderir veya
hiçbir şey duyamayacak şekilde kalblerinizi öldürür, bütün şuurunuzu alıverirse,
Allah'tan başka onu size getirecek ilâh kim?. Yani
işitir kulaklarınız, görür gözleriniz, duyar kalbleriniz var; bunları görüyor,
biliyorsunuz değil mi? İnsanlığınızın en şerefli güçleri olan bu araçları size
veren Allah dilerse sağırlar, körler, yanılanlar, delirenler, uyuyanlar,
bayılanlar, ölenlerde yaptığı gibi sizden yine alabilir. Bunu da görüyor,
biliyorsunuz değil mi? Allah bunlardan birini veya hepsini alırsa, sağırların
kulakları, körlerin gözleri açıldığı, delilerin ayıldığı, uyuyanların uyandığı
gibi dilediği zaman yine verebiliyor. Bunu da görüyorsunuz değil mi? Peki ama
Allah bunları alır ve vermek istemezse size onları alıp getirecek geri
verebilecek hiçbir kimse, Allah'tan başka hiçbir kudret düşünülebilir mi? Ve
hele sizin ilâh diye tapındıklarınızdan birinin bunları iade edebilmesine imkan
var mıdır? Hayır, değil mi? O halde Allah'ın varlığını ve birliğini ve kudretini
nasıl inkâr ediyorsunuz? Ve nasıl olup da Allah'tan başka ilâh var diyorsunuz.
Ve nasıl oluyor da öldükten sonra dirilmenin ve kıyametin imkanına ve bunları
Resulüne tebliğ edebileceğine inanmıyorsunuz?
Ey muhatab, bak biz âyetleri nasıl tasrif
ediyoruz, nasıl çeşitlendiriyoruz? Ve nasıl şekilden şekle koyuyoruz. Bir
vücutta kulaklar yapıyoruz, gözler yapıyoruz, kalbler yapıyoruz, bunları
alıyoruz veriyoruz; bir kalbe hem kulaktan, hem gözden, hem de kendinden
nişanlar veriyor, delaletler telkin ediyoruz. Onlara hem varlıklarını
duyuruyoruz, hem yokluklarını; aynı bir mânâyı kâh kulaklara koyuyoruz, kâh
gözlere sokuyoruz, kâh doğrudan doğruya kalbe bırakıyoruz. Bir mânâ, kâh bir ses
olup kulaklarda çınlıyor, kâh bir nakış olup gözlerde parıldıyor, kâh bir acı ve
tad veya sırf bir akıl olup kalbleri oynatıyor. Bir ses, bir nakış, bir akıl,
kâh geçmişleri çekip getiriyor, kâh geleceklere çekip götürüyor, kâh bir nimetin
cazibesi ile istekleri çekip imrendiriyor ve kâh bir cezayı uzaklaştıran şeyle
nefretler, korkular saçıyor; bir ses nağmeden nağmeye, duraktan durağa çeşitli
nitelikler içinde diziliyor, kulaklara dökülüyor; doğru ve eğri, kırık veya
kırık olmayan hareketler, sükunetler bir ışık ile çeşitli şekiller kazanıp
gözlere sokuluyor. Bütün bunlar aynı bir mânâ ile bir şuur, bir idrak, bir nur
olup kalblere iniyor, zihinde izlenim bırakıyor, derken o şuur ve idrak o
kalbten yine aynı mânâ ile harekete geçiyor, çeşitli, birbirine benzer,
birbirinin aynı şekiller ve nitelikler ile nefislerden, bedenlerden birer fiil
olarak çıkıyor. Önceki gibi ağızlardan ses, ellerden yazı olarak yavaş yavaş
yayılıyor ve bütün bu tasarruflar ve değişmelerde o kulakları, gözleri,
kalbleri, vücutları birleştiren aynı mânâlar sabit ve aynı medlûller ebedî kalıp
gidiyor. Fezanın derinlikleri, zamanın uzaması içinde kalblerde duyulup
hafızalarda tutulan, dillerde söylenip kulaklarda işitilen, ellerle sayfalara
yazılıp gözlerle görülen, ağızlarla okunan ve bu şekilde tekrar tekrar yayılıp
yaşayan ve fakat bunların hiçbirine girmiş olmayıp o derinlikleri ve uzunlukları
kaldırarak bir noktada, bir vicdan parıltısında toplayan o ebedî mânâlar ve
değişmez hakikatlardir ki tek olan Allahü teâlâ'nın
varlığını, kudret ve tasarrufunun kemalini gösteren hak âyetlerin aslı, zât ve
hak sıfatının ifadesi olan ve Allah'ın tebliği ve ifadeye gücü yeten en
belağatlı bir mütekellim (konuşan) olduğunu da
isbat eden Kur'ân'ın, Kelâmullah (Allah kelâmın)ın
kendisidirler. Bakınız Allah o âyetleri Kur'ân'ında ne tertiplere, ne üslûblara,
ne nazımlara koyuyor: Kâh yapmaya, kâh yoketmeye, kâh iadeye yönlendiriyor. Kâh
tek bir tenbih ve ihtar yapıyor, kâh hisleri harekete getirip teşvikler,
korkutmalar saçıyor, kâh gökleri ve yeri gezdirip ufukları dolaştırıyor, kâh
kalblerin, vicdanların derinliklerine indirip iç dünyaları gösteriyor, kâh aklî
prensipler tertibiyle mantıklar içinde görünmeden görünmeyeni anlatıyor. Kâh
aynı anlayışı, aynı haberi, aynı müşahedeyi, aynı âyeti bir bediî sanat ile
şekilden şekle, sûretten sûrete, nazımdan nazma, çeşitli ve pek çok âyetler
yapıyor ve kâh çok çeşitli âyetleri bir âyete döküp genişleri kısaltıyor. Özetle
hakikatin durumlarını nasıl bir harf, bir kelime hâline getiriyor, o harfleri ve
kelimeleri nasıl sîgâ (kip)lara çekiyor da, o
açık deliller ile kendi varlığını, birliğini, tasarruf kudretini kulaklara,
gözlere, kalblere nasıl tebliğ ediyor? Sonra da onlar bu âyetlerden nasıl yüz
çeviriyorlar?
47
De ki: "Söyler misiniz bana! Size Allah'ın azabı ansızın
veya açıkça gelirse, zalim toplumdan başkası mı helak olur?"
Ey Rasûlüm
Muhammed de ki: Vicdanınızı iyi tartın da şunu bana iyi haber
veriniz: Eğer size Allah'ın azabı hiçbir delil ve alameti olmaksızın birdenbire
veya önce deliller ve emarelerini göstererek açıktan açığa gelirse, zalimler
güruhundan, yani küfrü iman yerine koyan sizden
başkası mı helak olacak? Hayır.
48
Biz peygamberleri, ancak rahmetimizin müjdecileri ve
azabımızın habercileri olmak üzere göndeririz. Artık kim iman edip durumunu
düzeltirse, onlara hiç korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.
Âyetin tefsiri için bkz:49
49
Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, yapmakta oldukları
fenalıklar yüzünden onlara azap dokunacaktır.
Bir de o kâfirler peygamberliğin mahiyetini
ve görevlerini, peygamberlerin gönderiliş hikmetini bilmezler de,
Peygamber'den vazife ve selahiyeti
dışında şeyler isterler. Halbuki biz öteden beri gönderdiğimiz peygamberleri
başka değil, ancak birer müjdeci ve Allah'ın azabından korkutucu olarak
göndeririz. Bütün peygamberler kavimlerini sevindirecek şeyleri haber verip
müjdelemek ve zarar verecek şeyleri haber verip korkutmak ve sakındırmak,
itaatları ve itaatların sevabını, günahları ve günahların cezasını haber vermek
ve tebliğ etmek için gönderilir. Yoksa haber verilen şeylerin meydana gelmesi ve
meydana getirilmesine onların asla karışma hakları yoktur, o Allah'a aittir.
Peygamberin görevi acı ve tatlı doğru haberler vermektir. Şu halde kim iman edip
durumunu düzeltirse, onlara hiçbir korku yoktur.
Bu bilindikten sonra dâvayı açıklıyarak ve o
kâfirlerin sorularına cevap olarak ey Rasûlüm
Muhammed:
50
De ki: "Size Allah'ın hazineleri benim yanımdadır,
demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Ve size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben
sadece bana vahyolunana uyuyorum." De ki: "Kör ile gören bir olur mu? Hiç
düşünmez misiniz?"
Âyetin tefsiri için bkz:51
51
Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları
Kur'an'la uyar. Onlar için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi
vardır. Gerekir ki Allah'tan korkarlar.
Kırâet: kelimesi Âsım'dan Şu'be, Hamze, Kîsâî
ve Halefü'l-Âşir'e göre "yâ" harfi ile şeklinde okunur. kelimesi de Nâfi ve Ebû
Cafer'e göre "lâm"ın nasbı ile şeklinde okunur.
"HAZAİN" kelimesi, dilimizde "hazine" veya
"hazne" denilen "hizâne" kelimesinin çoğuludur ki, ellerin erişemiyeceği bir
şekilde mal biriktirilen, saklanılan mekânın adıdır.
Yani mânâ: "Ben, Allah'ın kudret hazineleri bendedir, bana teslim
edilmiştir, ben onlarda tek başıma veya izinli olarak dilediğim gibi tasarruf
ederim, diyemem, böyle bir iddiada bulunmam" demektir. Buna göre âyetler
indirmek veya azab indirmek veya dağları altın yapmak vesaire gibi şeyler bana
ait değildir. Bana: "Sen, Allah tarafından elçiysen Allah'tan iste de bize dünya
saadetlerini bol bol versin, yoksa peygamberliğine inanmayız." demeye hakkınız
yoktur. Onlar benim elimde değil, Allah'ın elindedir. Dilediğine mülk veren,
dilediğinden mülkü alan, dilediğini üstün kılan, dilediğini zelîl eden
"biyedihi'l-hayr" (hayır elinde olan) O'dur.
Ben gaybı da bilmem. Bilgim dışında bulunan Allah'ın fiil ve bilgilerini bilirim
diye iddia da etmem. Kahinlik taslamam. Diğer bir âyette de "Eğer ben gaybı
bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben,
sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeciyim"
(Ârâf, 7/188) şeklinde gelecektir. Şu halde
bana: "O kıyamet ne zaman?" veya "Azab ne zaman?" gibi gayba ait sorular
sormanızın da bir mânâsı yoktur. Ben size "bir meleğim" de demem; bir melek
olduğumu da iddia etmem. Bundan dolayı "Yahut göğe çıkmalısın"
(İsrâ, 17/93) diye beşerde âdet olmayan göğe
çıkmak gibi olağanüstü fiilleri bana teklif etmeye veya benim meleklerde
bulunmayan yemek içmek gibi insana ait vasıflarımı peygamberliğime engel sayıp,
"Bu peygambere ne oluyor ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor?"
(Furkân, 25/7) demeye de hakkınız yoktur. Ben
başka bir şeye değil, ancak bana gönderilen vahye uyarım, ona tâbi olurum. Gayba
dair verdiğim haberler benim kendimden değil, Allah'dan bana gelen vahiylerdir
ve Allah'ın ilmini tebliğdir. "Allah gaybını, dilediği peygamberden başka bir
kimseye bildirmemiştir. Çünkü O, onların önüne ve arkasına gözetleyiciler
koyar." (Cinn, 72/26-27) âyetinin delaletine
göre Allah gaybına hiç kimseyi haberdar etmez ve hâkim kılmaz. Ancak seçtiği ve
emîn kıldığı Resul müstesnadır. Ona önünden ve arkasından korucular koyar, temin
eder ve o şekilde ona görmediği ve bilmediği bazı gaybları vahyeder, haber
verir; haberin içeriği o Resulün yanında hazır olmadığı, görünmediği halde, vahy
ve haber fiilî bir şekilde görünür ve hayır bulunur. Ve onun bizzat bilmediği
gayb, bu sayede âyet ve alametiyle bildiği olur. Vasıta ile de olsa, bilinen şey
her yönüyle gayb olmaz. Bilinen, mutlak gayb değil, haber verilen gaybdır. Bunun
içindir ki, beşer ilminin hepsi bir haber, bir önerme mahiyetinde ortaya çıkar
ve beşer ilminin hakkı, haber vermesi, hakkın zatı değil, âyet ve alametinin
kalbde hazır olmasıyla bir kelâmî delalettir. Ve bunun zamanı Hak teâlâ'nın
kendine şahitliğidir. Hissedilen ve görünenlerde bile kulaklara, gözlere ve
onlar aracılığıyla kalbe gelen eşyanın zatı değil, eşyanın alametleridir. Ve en
açık, en sarih âyet, hakkın kelâmı; en açık ilim de Hakk'ın haber vermesidir.
Vahiy de Allah kelâmı olan Hakk'ın âyetlerinin kalbe zorla girmesidir.
Peygamberlik de Allah'tan vahiy almak ve gereğince amel etmekten ibarettir.
Peygamber vahiy ile Hakk'ın âyetlerini
görür ve haber verir. Elbette duyan, duymayana karşı delildir. Ve peygamberlerle
peygamber olmayanların farkı, gözlülerle körlerin farkı gibidir. Körler
göremedikleri, şeyleri ancak görenlerin haber vermelerini dinleyerek duyma
yoluyla istifade edecekleri gibi, peygamber olmayanlar da peygamberlerden öyle
istifade edebilirler. Körlere gözlülerin delilleri ve alâmetleri olan renkleri
anlatmak mümkün olmaz. Sağır ve deli değillerse önlerindeki uçurumu söyleyerek
sakındırıp korundurmak ve duyma âletleri ve kalb sayesinde doğru yolları
anlatmak mümkün olur. Bunun için buyuruluyor ki:
Kör ile gören eşit olur mu? Şimdi siz bir
düşünmez misiniz, de! Ve bu vahy ile o kimseleri korkut ki, Rablerinin huzurunda
toplanmaktan korkarlar. O halde ki kendilerinin ondan, âlemlerin Rabbinden başka
ne bir dostları, ne de bir şefaatçileri yoktur. Gerek vukuuna inanmakla olsun ve
gerek imkan ve ihtimal üzerine şek ve tereddütle olsun kalblerinde böyle bir
haşr (toplanma) korkusu, bir ahiret hissi
bulunduğu halde, korunmayan veya korunmasını bilmeyen, dolayısıyla muttakî
olmayanları korkut, ki bunlar belki korunurlar. Yani
bunlar içinde bu sayede ittika edecek, korunacak olanlar vardır. Gerçi haşr ve
ahireti tamamen inkâr edenler yahut ahirete inanmakla beraber Allah'ın azabından
kendilerini kesin kurtarabilecek Allah'tan başka yakınları veya şefaatçıları
bulunduğuna kat'i şekilde inanmış bulunanlar, mesela putlarının ve diğer ilâh
tanıdıklarının ve babalarının, dedelerinin, pirlerinin ve Allah'ın izni olmadan
peygamberlerinin Allah'a karşı kendilerine sahip olup şefaat edeceğine inanmış
olanlar korkutulmaları mümkün değilseler de, Allah'dan başka dost ve
şefaatçıları olmadığına inanan veya ihtimal verenler, korkmaları ve tesir
altında kalmaları mümkün olanlardır.
52
Sırf Allah'ın rızasını dileyerek sabah akşam Rab'lerine dua
edenleri huzurundan kovma. Onların hesabından sen sorumlu değilsin, onlar da
senin hesabından sorumlu değiller. Onları yanından kovduğun takdirde zalimlerden
olursun.
Böyle gereğince korunmayanları korkutma
emrinden sonra, muttakîlere ikram ve müjdelemek için buyuruluyor ki: Ve şöyle
muttakîleri kovma ki sabah akşam (yani her zaman)
Rablerine dua ve ibadet ederler ve ederken sırf onun
(o âlemlerin Rabbinin) cemalini, rızasını isterler. Samimi niyet ile ve
ancak Allah'a dönerek daima dua ve ibadet ederler. Onların hesaplarından hiçbir
şey sana ait değil. Senin hesabından hiçbir şey de onlara ait değildir, ki
muhasebe vazifesi veya endişesiyle onları koğasın. Şu halde koğma, ki
zalimlerden olursun.
Rivayet ediliyor ki Kureyş'in ileri
gelenlerinden birtakımları Hazret-i Peygamber'e
uğramışlar, yanında Suheyb, Cenab, Bilâl, Ammâr, Selmân ve diğer fakir
müslümanlar bulunuyormuş. "Ey Rasûlüm Muhammed,
sen kavminden vazgeçtin de bunlara mı razı oldun? Biz bunların arkasından mı
gideceğiz? Bunları yanından kovsan biz senin meclisine gelir konuşuruz, belki de
uyarız" demişler. Resulullah "Ben
müminleri kovmam" (Şuarâ, 26/114) buyurmuş. "O
halde biz geldiğimiz zaman bunları kaldır, gittiğimiz zaman yanında oturt"
demişler. Hazret-i Ömer de "Ey Allah'ın Resulü yapsan bakalım ne olacak?" demiş.
Sonra onlara ısrar etmişler ve bunun yazılmasını istemişler,
Resulullah da yazılması için bir sayfa
ile Hazret-i Ali'yi çağırtmış ve bu âyet “..... “e kadar bu sebeple nazil
olmuştur. Bunun üzerine Resulullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) sayfayı atmış ve
Hazret-i Ömer sözünden dolayı özür dilemiştir. Selman ve Cenab
(radıyallahu anhümâ) demişlerdir ki, "Bu âyet
bizler hakkında nazil oldu, Resulullah
bizimle beraber oturur ve biz kendisine dizimiz mübarek dizine dokununcaya kadar
yaklaşırdık ve istediği zaman yanımızdan kalkardı. Sonra Kehf sûresinde
"Nefsini, sabah akşam, rızasını istiyerek Rablerine yalvaranlarla beraber tut"
(Kehf, 18/28) âyeti nazil oldu ve bundan dolayı
biz kalkmadan, kalkmayı terk buyurdu ve dedi ki: "Hamdolsun Allah'a ki,
ümmetimden bir kavim ile beraber nefsime sabrettirmemi bana emretmeden beni
öldürmedi, hayat sizinle, ölüm sizinle".
|