Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

41

 

002 - BAKARA SÛRESİ

 

CÜZ :

3

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

253

işte bu Peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onların bazılarıyla konuştu, bazılarının da derecelerini yükseltti. Meryemoğlu İsaya da apaçık deliller verdik ve onu ruhul Kudüs ile teyid ettik. Eğer Allah dileseydi, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra Peygamberlerin ardından insanlar birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar arakırında ihtilafa düştüler. Bir kısmı iman etti bir kısmı ise inkâr etti. Eğer Allah dileseydi onlar birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat Allah, dilediğini yapar.

Mûsa, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Davud ve diğerleri, hepsi Allah'ın Peygamberleridir. Bunlardan bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan İmran oğlu Mûsa gibi bazılarıyla konuştu. Muhammed ve İbrahim gibi. bazılarını da üstün kılarak derecelerini yükseltti. Biz, Meryemoğlu İsaya da, körlerin gözünü açma, cüzzamlıları iyileştirme, ölüleri diriltme gibi, Peygamberliğini ispat eden mucizeleri ve apaçık delileri verdik. Biz onu Cebrâil ile destekledik ve güçlendirdik. Eğer Allah dileseydi insanlar, âyetlerin gelmesinden ve hak olan yolun kendilerine açıklanmasından sonra Peygamberlerin ardından birbirlerine düşmezlerdi. Fakat insanlar Allah'ın birliğini ve Peygamberlerinin Peygamberliklerini ispat eden delillerin gelmesinden sonra da ihtilafa düştüler. Bazıları iman etti bazıları inkâr ettiler. Eğer Allah onların kötlük yapmalarını engellemek isteseydi onlar birbirlerini öldüremez ve ihtilafa düşmezlerdi. Fakat Allah dilediğini yapar. Bazılarım itaat etmeye muvaffak kılar da itaat ederler, bazılarını da başıboş bırakır onlar da inkâr ve isyan ederler.

Âyet-i kerime’de Allahü teâlâ, Peygamberlerinden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldığını beyan etmektedir. Mesela Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i bütün in* sanlara, ve cinlere Peygamber kılmıştır. Bu hususta Ebû Zer el-Gifari, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir.

"Bana, benden önce herhangi bir Peygambere verilmeyen beş özellik verilmiştir. Ben, kırmızı renkliye de siyah renkliye de Peygamber olarak gönderildim. Yeryüzü benim için Mescid ve temiz kılındı. Ganimetler bana helal kılındı ki benden önce hiçbir kimseye helal kılınmamıştı. Düşmanın kalbine korkum salınmakla yardım olundum. Bir aylık mesafedeki düşman benden korkar oldu. Bana "İste isteğin verilsin." denildi. Ben de isteğimi, ümmetime şefaat etmek için âhirete bıraktım. Sizden, Allah’a herhangi bir şeyi ortak koşmayan kimseye. Allah dilerse şefaatim erîşecektir. Darimi K.es-Siyer, bab: 29 / Ahmed b. Hanbel C.1 S. 503 Aynıca Bkz. Müslim K. el-Mesacid bab: 3 Hadis No. 521

254

Ey iman edenler, alış veriş, dostluk ve şefaatin olmayacağı o gün gelip çatmadan size verdiğimiz rızıklardan, Allah yolunda harcayın. Kâfirler, zalimlerin ta kendileridir.

Ey iman edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayın, Alış verişin fayda vermeyeceği kıyamet günü gelmeden önce rızıklardan, harcamanızı farz kıldığımız kadarını yerine getirin. Çünkü o. kıyamet günü sevap ve ceza günüdür, çalışma ve kazanç günü değildir.

Kâfirler, zalimlerin ta kendileridir. Allah’ı ve onun Peygamberini yalanlayanlar, kendi kendilerine zulmedenlerdir.

Katade diyor ki: "Kâfirler, zalimlerin ta kendileridir, "buyuran Allah’a hamdolsun, Zira o, "Zalimler kâfirlerdir." buyurmadı. Eğer böyle buyursaydı, yaptıkları zulümler sebebiyle insanların çoğu kâfir sayılır ve mahvolurdu.

Bu âyet-i kerime’de, kendilerine şefaat edilmeyeceği bildirilen kimselerden maksat, kâfirlerdir. Zira, daha önce de beyan edildiği gibi mü’minler, birbirlerine karşı şefaatçi olacaklardır. Âyetin sonundaki: "Kâfirler, zalimlerin ta kendileridir." ifadesi de burada, şefaat görmeyecekleri beyen edilenlerin, kâfirler olduklarını ortaya koymaktadır.

255

Allah kendisinden başka ilâh olmayan, daima diri ve yarattıklarını koruyup idare edendir. Onu ne uyuklama ne de uyku tutar. Gökler de ve yerde olanlar onundur. Onun izni olmadan katında kim şefaat edebilir? O, insanların geleceklerini ve geçmişlerini bilir. İnsanlar ise onun ilminden, onun dilediğinin dışında bir şey kavrayamazlar. Onun kürsüsü (hükmü) gökleri ve yeri kuşatmıştır. Yeri ve göğü koruyup gözetmek onun için zor değildir. O, yücedir, büyüktür.

Allah, kendisinden başka ibadete layık bulunmayandır. O, bakidir, ölmeyen diridir. O, yarattıklarını, rızkı ve korumasıyla muhafaza edendir. O, ne uyuklar ne du uyur. O, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin sahibidir. Her şey onun mülkü ve yaratığıdır. O halde ondan başkasına ibadet etmek yakışmaz. Rahman olan Allah'ın izni olmadan kimse kimseye şefaat edemez. Onun ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hiçbir şey ona gizli kalmaz. Onun bildirmesi dışında hiçbir kimse hiçbir şeyi bilemez. Rahman olan Allah'ın ilmi gökleri ve yeri kuşattığı gibi, kürsüsü de bunların hepsini kuşatmıştır. Göklerin ve yerin korunması ve muhafazası ona asla güç ve ağır gelmez. O, yarattıklarına karşı yücelik sahibidir. Hiçbir şeyin yücelikte kendisine ulaşmadığı azamet sahibidir.

Bu âyet-i kerime, putların şefaatçi olacağını zanneden ve "Biz ancak onlara, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz. Zümer sûresi, 39/3 diyen kafirlere bir cevaptır.

Bu âyet-i kerimeye "Âyet el-Kürsi" denmektedir. Bunun fazileti ve insanları, şer güçlerden muhafaza edeceği hususunda çeşitli hadis-i şeritler zikredilmiştir.

Peygamber efendimiz, Hadis-i Şeriflerinin birinde şöyle buyuruyor:

"Her şeyin bir zirvesi vardır. Kur’an’ın zirvesi de Bakara süresidir. Bakara suresinde âyetlerin efendisi olan bir Âyet bulunmaktadır ki o da Âyet el-Kürsidir. Tirmizi, k. el Fedail el Kuran bab: 2 Hadis No. 2878

Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor:

"Kim, mü’min suresinin üçüncü âyetine kadar ve âyet el-Kürsi'yi sabahladığında okursa o kimse, o ikisi sayesinde akşama kadar muhafaza edilir. Yine kim, o ikisini akşamleyin okuyacak olursa, sabaha erinceye kadar o ikisi sayesinde korunmuş olur. Tirmizi K. el Fedaü el-Kur'an bab: 2 Hadis No. 2879

Übey b. Kâ'b diyor ki:

"Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana şöyle dedi: "Ey Ebul Münzir, senin yanında bulunan Allah'ın kitabındaki en büyük âyetin hangisi olduğunu biliyor musun?" Dedim ki: "Allah ve Resulü daha iyi bilir." Resûlüllah tekrar "Ey Ebul Münzir, senin yanında bulunan, Allah'ın kitabındaki en büyük âyetin hangisi olduğunu biliyormusun?" dedi. Ben de dedim ki: " Âyet el-Kürsidir." Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) göğsüme vurdu ve şöyle buyurdu: "Ey Ebul Münzir, ilim (Bu öğrendiğin bilgi) sana mübarek olsun. Müslim, K. el-Müsafirin bab: 25S, Hadis No. 810

Âyet-i kerime’de, Allahü teâlânın daima diri olduğu ifade edilmiştir. Allahü teâlânın diri oluşunun başlangıcı ve sonu yoktur. O, ezelden diridir. Ebedi olarak ta diri kalacaktır.

Müfessirler, Allahü teâlânın, kendisini diri olarak isimlendirmesini şu şekilde izah etmişlerdir: Allahü teâlâ, işleri sevk ve idare ettiğinden, eşyayı ölçülerine göre takdir etliğinden kendisine bu ismi vermiştir. Yani o sevk ve idare etmekte diridir." demek istediğini söylemişlerdir.

Bazılarına göre ise Allahü teâlâ, bu isimle kendisinin, dirilik sıfatı bulunduğunu beyan etmek istemiştir.

Diğer

bazılarına göre ise Allahü teâlâ, bununla, isimlerinden birinin de "Diri" olduğunu ifade etmek istemiştir. Biz de onun emrine boyun eğerek onu bu isimle çağırırız.

Allahü teâlâ, âyet-i kerime’de kendisinin "Kayyum" olduğunu beyan etmiştir. Kayyum ise "her şeyin başında bulunan ve onları rızıklandırıp koruyan" demektir.

Âyet-i kerime’de "Onu ne uyuklama ne de uyku tutar" buyrulmaktadır. Allahü teâlânın uyuklaması ve uyuması söz konusu değildir. Aksi takdirde gökler ve yer ve onlarda bulunanlar, birbirine çarpar ve yok olup gider. Abdulla b. Abbas, âyetin bu bölümünün izahında şunları söylemiştir, "Hazret-i Mûsa meleklere" Allah hiç uyur mu?" diye sormuştur. Allah da meleklere, Mûsayı uyurken peşpeşe üç kere uyandırmalarını ve uyumaya bırakmamalarını emretmiş melekler de bunu yapmışlar ve Allah'ın emriyle Mûsanın iki eline iki şişe bağlamışlar bunları ellerinde tutmasını ve kırmamasını söylemişler, Mûsa ise şişeler ellerinde iken uyuklamaya başlamış, uyuklamış uyanmış, uyuklamış uyanmış ve sonunda biraz derince uyuklayınca şişeleri birbirine çarpmış ve ikisini de kırmıştır. Böylece Allah, Hazret-i Mûsaya, kendisinin uyamadığını, şâyet uyuyacak olursa göklerle yerin birbirine çarparak çarçalanmış olacaklarını göstermiştir.

Taberi, Ebû Hureyrenin, Resûlüllahtan, bu mânâyı ifade eden şu hadisi Rivâyet ettiğini söylemiştir. "Ben Resûlüllah’ın, minberin üzerinde iken, Mûsadan şu kıssayı anlattığını dinledim. Resûlüllah buyurdu ki: "Bir zaman, Mûsanın hatırına "Acaba zikri yüce Allah uyunnu?" diye bir düşünce gelmiş Allahü teâlâ da Mûsaya bir melek göndermiş onu üç defa uyandınnış sonra da melek onun ellerine birer şişe vermiş ve ona "Bu şişeleri muhafaza etmesini emretmiştir. Mûsa uykuya dalmış, elleri birbirine çarpar gibi olunca uyanmış birini diğerinden uzaklaştırmıştır. Tekrar uyumuş bu defa elleri birbirine çarpmış ve şişelerin ikisi de kırılmıştır. Böylece Allah, Mûsaya, şâyet uyuyacak olsaydı göklerle yerin, bulundukları yerlerde kalmayacaklarını göstermiş oldu."

Âyet-i kerime’de "Göklerde ve yerde olanlar onundur." buyrulmaktadır. Bu ifadeden maksat, Allah’tan başka herhangi bir şeye kulluk etmenin, kullara yakışmayan bir davranış olduğunu beyan etmektir. Zira kulun sahibi Allah’tır. Kul ise Allah'ın mülkü ve kuludur. Kul, ancak efendisinin emrini uygular. Herhangi bir şeye hizmet etmesi de efendisinin iznine bağlıdır. Bu itibarla, Allah izin vermediği halde herhangi bir varlığa kulluk etmek, akıl sahibine yakışmayan bir tavırdır.

Âyet-i kerime’de "Onun izni olmadan katında kim şefaat edebilir? buyurulmaktadır. Yani, Allahü teâlânın, mülkü olan yaratıklarını cezalandırmayı istemesi halinde kim onun cezalandırmasına engel olabilir? veya cezalandırılacaklara yardımcı olabilir? Elbette ki Allah'ın, yardımcı olmaya izin verdiği kimseler dışında hiçbir kimse şefaatçi olamayacaktır.

Taberi diyor ki: "Allahü teâlânın böyle buyurmasının sebebi, puta tapan müşriklerin şöyle demeleridir: "Biz, Allah'ın dışındaki varlıklara ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz. Zümmer sûresi, 39/3

Allahü teâlâ, bunlara bildirmiştir ki: "Gökler, yer ve onlarda bulunanlar benim mülkümdür. Benim dışımda herhangi bir şeye kulluk etmeniz size yakışmaz. O halde sizi bana yaklaştıracaklarını zannettiğiniz putlara tapmayın. Çünkü onlar size herhangi bir fayda veya zarar sağlayamazlar. Benim yanımda şefaatçi olacaklar, ancak benim Peygamberlerim, velileri ve bana itaat eden salih kullarımdir."

Âyet-i kerime’de geçen ye "O, insanların geleceklerini ve geçmişlerini bilir." diye tercüme edilen cümlesindeki ifadesi Hakem Mücahid ve Süddi tarafından, "Dünyada olanlar." diye izah edilmiş ifadesi ise "Âhirette olanlar" diye izah edilmiştir. Bu izahlara göre, âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Allah onların, dünyada yaptıklarını da âhirette ne yapacaklarını da bilir."

Ibn-i Cüreyc ise âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir: "Allah onların geçmişlerini de geleceklerini de bilir. "Mealde bu izah şekli tercih edilmiştir.

Âyet-i kerime’de Allahü teâlânın kürsüsünün, gökleri ve yeri kuşattığı zikredilmektedir. Burada geçen "Kürsü" kelimesinden neyin kastedildiği hususu, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir:

a- Abdullah b. Abbas ve Said b. Cübeyrden nakledilen bir görüşe göre burada zikredilen "Kürsü"den maksat, Allahü teâlânın ilmidir.

b- Ebû Mûsa, Süddi ve Dehhaka göre buradaki "Kürsü"den maksat ayakların konulduğu yerdir. Yani göklerle yer, kürsünün içinde bulunmakta, kürsü, rahmanın, ayaklarının koyduğu yer olmaktadır.

c- Dehhak ve Hasanı Basriden nakledilen başka bir görüşe göre buradaki "Kürsü" den maksat Allahü teâlânın arşıdır.

Allahü teâlânın kürsüsünün büyüklüğü hususunda şunlar zikredilmiştir: Rebi, b. Enes diyor ki: "Onun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır." âyeti nazil olunca Resûlüllah’ın sahabileri: "Ey Allah'ın Resulü, bu kürsü gökleri ve yeri kusattığına göre Arş nasıldır?" diye sordular. Bunun üzerine Allahü teâlâ: "Onlar, Allah’ı hakkıyla takdir edemediler. Halbuki bütün yeryüzü, Onun kudret ve hakimiyeti altındadır. Gökler onun kudretiyle durulmuş olacaktır. O, müşriklerin koştuğu ortaklardan münezzeh ve yücedir. Zümmer sûresi 39/67 âyetini indirdi. İbn-i Zeyd ise, kürsünün büyüklüğü hakkında, babasının, Resûlüllahtan şunu Rivâyet ettiğini zikretmektedir. Resûlüllah buyuruyor ki: "Yedi kat gök, kürsüye göre, halkanın içine atılmış yedi dirhem paraya benzer." Yine İbn-i Zeyd, Ebû Zerin, Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu duyduğunu söylemiştir: "Arş'a nisbetle kürsü, yeryüzünde bir çöle atılmış bir demir halka kadardır."

Taberi diyor ki: "Bütün bu görüşlerden her birinin kendisine göre bir izah şekli vardır. Ancak âyet-i kerime’yi izah etmeye daha uygun olanı, hakkında Resûlüllahtan hadis Rivâyet edilenidir. Bu da Abdullah b. Halifenin rivâyet ettiği şu hadiste zikredilendir. "Abdullah b. Halife diyor ki: "Bir kadın Resûlüllah’a geldi ve ona "Allah’a dua et de beni cennetine koysun." dedi. Bunun üzerine Resûlüllah, Allahü teâlânın yüceliğini zikretti sonra da şöyle buyurdu: "Allahü teâlânın kürsüsü, gökleri ve yeri kuşatmaktadır. O, onun üzerine oturmaktadır. Kürsünün sadece dört parmak kadar kısmı ondan fazla gelmektedir. O kürsünün, yeni yapılmış bir semerin, üzerine ağır bir kimsenin binmesi halinde çıkardığı gıcırtı gibi bir gıcırtısı vardır. Bkz. Darimi. K. er-Rıkak, bab: 80 / Ebû Davud K. es-Sûresi bab: 19 Hadis No: 4726 'Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Kur'an-ı Kerimin zahirine göre ise kürsü hakkında tercihe şayan olan görüş, Abdullah b. Abbastan nakledilen görüştür. O da, kürsüden maksadın, Allah'ın ilmi olduğunu söyleyen görüştür. Zira, âyet-i kerime’nin devamında "Yeri ve göğü koruyup gözetmek, onun için zor değildir" buyrulmaktadır. Allah'ın onları koruyup gözetmesi, onları bilmiş olmasını gerektirir ki, o da kürsüden maksadın ilim olduğunu ifade eder. Nitekim, Allahü teâlâ. meleklerinin dua edişlerini beyan ederken de, ilimin her şeyi kuşattığını zikrederek, dua ettiklerini şöyle bildirmiştir. "Arşı taşıyanlar ve onun etrafında bulunan melekler.. Mü’minlerin günahlarının bağışlanmasını dileyerek şöyle derler. "Ey rabbimiz, rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe edenleri ve yoluna tabi olanları bağışla. Onları cehennem azabından koru. Müninun Sûresi 40/7 Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Kürsü" kelimesinin mânâsı ilimdir. Bu sebeple, üzerine ilim yayılan bir sahifeye"Kürrase" denilmektedir. Keza, âlimlere de "Kürsüler" denilmektedir. Çünkü onlar, kendilerine güvenilen kimselerdir. Nitekim şair bir sözünde:

"O insanları, yüzleri beyaz olan ve gelecek felaketlerin Kürsüsü olan bir topluluk kuşatmaktadır..." demiştir. Burada geçen "Felaketlerin kürsüsü" ifadesinden maksat, felaketleri bilen ve inceleyen âlimler" demektir. Araplar bir şeyin aslına da "onun kürsüsü" ifadesini kullanmışlardır. Accac, Ebul Abbasi methederken: "O, yöneticiler ocağındandir ve kürsüsü üstün olandır." demiştir. Yani "Aslı üstün olan" demek istemiştir.

Âyet-i kerime’nin sonunda "O, yücedir, büyüktür." buyrülmaktadır, Müfessirler, bu ifadeleri farklı şekillerde izah etmişlerdir.

Bazılarına göre "Yücedir" ifadesinden maksat, Allah'ın benzer ve emsalden beri ve yüce olmasıdır.

Diğer

bazılarına göre ise, bu ifadelerden maksat, Allahü teâlânın, yarattıklarından daha yüksekte olmasıdır.

Müfessirler "Büyüktür" sıfatını da farklı şekillerde izah etmişlerdir.

Bazılarına göre burada geçen "Büyüktür" sıfatından maksat, Ululanmıştır" demektir. Yani yaratıktan onu uhılarlar ve ondan korkup çekinirler." demektir;

Diğer

bazılarına göre "Büyüktür" kelimesi, Allahü teâlânın sıfatıdır. Biz, Allah'ın böyle bir sıfatı olduğunu söyler fakat bu büyüklüğün keyfiyetini tasvir etmekten kaçv nırırz. Aksi takdirde, Allah’ı. yaratıklarına benzetmiş oluruz'.

Başka bir kısım müfessirlere göre buradaki "Büyüktür" sıfatının mânâsı, "Allah, yaratıklarından büyüktür. Bütün yaratıkları ondan küçüktür." demektir.

256

Dinde zorlama yoktur, Artık hak bâtıldan seçilip belli olmuştur. Kim Tağutu reddedip Allah’a iman ederse, muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah, her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.

İslamda, dine ginnek için zorlama yoktur. Artık hak ile bâtıl açıkça ortaya çıkmıştır. Kim, Şeytan ve putlar gibi, Allah’tan başka tapınılan tağutları tanımaz da Allah'ın, kendisinin rabbi ve hak mabudu olduğuna iman ederse şüphesiz ki o, en sağlam bir iman kulpuna yapışmıştır. O kulp kendisine sarılanı Allah'ın azabı ve cezasından kurtaracak olan en sağlam bir kulptur. Allah, kendi birliğini tasdik edenlerin ikrarını işiten, ihlas ve samimiyetlerini çok iyi bilendir.

Bazı âlimlere göre bu âyetin hükmü kaldırılmıştır. Fakat sahih olan görüşe göre bu âyetin hükmü kaldırılmamıştır. Bu âyet, İslam devletine Cizye vererek boyun eğen ehl-i kitabın durumunu hükme bağlamaktadır. Bunlardan, cizye verenleri İslama girmeye zorlama yoktur. Fakat putlara tapanlar ve İslam dininden donenler bu hüküm dışmdadırlar. Onlar, İslamı kabul etmeye zorlanırlar.

Bu âyet-i kerime’nin hükmünün kaldırılıp kaldırılmadığı hususundaki görüşleri şöylece özetlemek mümkündür:

a- Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Âmir eş-Şa'bi ve Mücahide göre bu âyet-i kerime, Ensardan bir kısım insanlar hakkında nazil olmuştur. Bu insanların kadınlarının çocukları yaşamadığında bu kadınlar, çocukları yaşadığı takdirde onu Yahudi yapacaklarına dair adakta bulunurlardı. Çünkü bunlar müşriktiler. Yahudiler ise ehl-i kitaptandı. Bu sebeple müşrikler ehl-i kitabın üstünlerini kabul ediyorlardı.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medineden Yahudi kabilesi Nadr oğullarını uzaklaştırdığı zaman bunların içinde, Ensarın, Yahudileşmiş bu gibi çocukları da bulunuyordu. Ensar, "Biz çocuklarımızı bırakmayız." dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ: "Dinde zorlama yoktur. Artık hak bâtıldan seçilip belli olmuştur." âyetini indirdi Ebû Davud, K, el-Cihad, bab: 126, Hadis No. 2682 Ensann, çocuklarını zorla Yahudilikten çevirip Müslüman yapmalarının doğru olmadığını, onları kendi iradelerine bırakmalım gerektiğini, onlar, İslam gelmeden önce Yahudiliği kabul ettiklerinden, kendilerine ehl-i kitap muamelesi yapılacağım beyan etti.

b- Abdullah b. Abbas ve Süddiden nakledilen diğer bir görüşe göre ise bu âyet-i kerime, Ensann Salim b. Avf oğullarından "Hüseyni" adlı bir kişi hakkında nazil olmuştur. Bu kişi Müslümandı ve onun, Hristiyan olan iki de oğlu vardı. Bu kişi, oğullarının, kendi istekleriyle Hristiyanlıktan dönmemeleri üzerine, Resûlüllahtan, bunların zorla Müslüman edilmelerini istedi. İşte bunun üzerine de Allahü teâlâbu âyeti indirdi ibn-i Kesir, C. 1 S. 310, 311

c- Katade, Dehhak, Mücahid ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, cizye verip boyun eğen ehl-i kitap hakkında nazil olmuştur. Bu sebeple hükmü bakidir, mensuh değildir. Zira bunlarla "Kitap ehlinden Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyenler, Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayanlar ve hak din olan İslamı din edinmeyenlerle, boyun eğip kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşm. Tevbe sûresi, 9/29 Âyeti gereğince Müslümanlara boyun eğip cizye verdikleri takdirde zorla İslam dinine sokulmaları için savaşılmaz. Daha sonra açıklanacağı üzere Taberi bu görüşü tercih etmektedir.

d- Zeyd b. Eslem'e göre ise bu âyet-i kerime, kâfirlere karşı savaşmayı emreden şu âyetlerle neshedilmiştir. Ve artık bütün insanların İslam dinine davet edilmeleri gerekmektedir. İnsanlar bu daveti kabul ederlerse Müslümanların kardeşleri olacaklarını, kabul etmezlerse öldürülmeleri gerektiğini, ancak bu insanlardan ehl-i kitap olanların müslümanlara boyun eğerek cizye vermeleri halinde öldürülmeyeceklerini söylemiştir.

Bu konuda âyet-i kerimelerde şöyle buyrulmaktadır: "Ey mü’minler, çevrenizde bulunan kâfirlerle savaşın. Sizi sert ve kuvvetli bulsunlar. İyi bilin ki Allah, kendisinden korkanların yanındadır: Tevbe sûresi. 9/123 "Ey Peygamber, kâfir ve münafıklarla cihad et. Onlara karşı sert davran. Onların varıp kalacakları yer cehennemdir. Orası varılacak ne kötü bir yerdir Tevbe sûresi, 9/73 "Ey Rasûlüm, savaşa katılmayıp geride kalan Bedevilere sen şöyle de: "Yakında güçlü kuvvetli bir ka-vim'e savaşa çağırılacaksınız. Onlarla ya savaşacaksınız veya müslüman olacaklar. Eğer bu davete uyarsanız Allah, size güzel bir mükâfaat verecektir. Eğer daha önce yüz çevirdiğiniz gibi yine de yüz çevirecek olursanız sizi, can yakıcı ağır bir azapla cezalandıracaktır. Felih sûresi, 48/16

Taberi, âyet-i kerime’nin, cizye veren ehll-i kitap ve Mecusilerin hükümlerini beyan ettiğini söyleyen, bu sebeple mensuh olmadığını zikreden görüşü tercih etmiş ve gerekçe olarak ta özetle şunları zikretmiştir: Bir nasşın mensuh olabilmesi için, onu nesneden diğer nass ile tamamen çelişmesi ve aralarını te'lif etmenin imkânsız olması halinde söz konusu olur. Şâyet iki passın birini âmm (Genel) ifadeli diğerini hâss (Özel ifadeli) kabul etmek mümkünse, âyetlerin birbirlerini neshettiklerini söylemek isabetli değildir. Bu âyet de bu kabilendir. Yani, cizye vererek boyun eğen ehl-i kitabı ve mecusileri zorla dine sokmak caiz değildir. Buna makabil cizye vermeyen veya ehl-i kitap ve mecusi olmayan kâfirleri zorla dine girmeye mecbur etmek caizdir. O halde bu âyetle, kâfirleri öldürmeyi emreden âyetlerin arasını te'lif etmek mümkündür. Bu da bu âyetin, özel bir kısım kâfirlerin hükmünü, yani eh-li kitap olan Yahudi ve Hristiyanların bir de Mecusilerin hükmünü beyan ettiğini göstermektedir.

Bu konuda Âlûsî de şunları söylemektedir. "Kişiyi İslam dinine sokmaya çalışmak onu zorlamak de ğildir. Zira zorlamak, kötü şeyleri kabul ettirmeye çalışmakla olur. Müslüman olmak ise bütün insanların hayrınadır. Bu itibarla Müslüman olmayan bir kişiyi kılıçla İslama davet etmek, onu zorlamak değildir. Bilakis ona ikramda bulunmaktır. Âyet-i kerime bunu ifade etmektedir.

TAĞUT: Âyette zikredilen "Tağut" kelimesinden maksat, Ömer b. el-Hattab, Mücahid, Şa'bi, Dehhak, Katade ve Süddiye göre "Şeytan" demektir Ebul Âliye ve Muhammede göre sihirbaz demektir. Said b. Cübeyr, İbn-i Cüreyc ve Cabir b. Abdullaha göre, "Kâhin" demektir.

Taberi, Tağut hakkında söylenecek en doğru görüşün, onun, "Allah’a karşı azgınlaşan ve Allah'ın dışında kendisine tapınılan şeydir." diyen görüş olduğunu söylemiştir. İsterse tağut, kendisine tapanları zorla taptınnış olsun, isterse onun zoru olmadan insanlar kendilerinden ona tapmış olsunlar. Bu sebeple, kendisine tapılan bu varlık Şeytan da olabilir Heykel de, put da yahut başka herhangi bir şey de.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de, ifade buyurmaktadır ki, kim Allah'ın dışında kendisine tapılan bir kısım varlıkların ilahlık ve rablıklarını reddeder ve Allah’a hakkıyla iman edecek olursa, işte kopmayan sağlam kulpa sarılan kişi O’dur.

Âyet-i kerime’de, tağutu inkâr edip Allah’a iman edenin, kopmayan bir kulpa sarılmış olacağı beyan ediliyor. Buradaki kulptan maksat, Mücahide göre iman, Süddiye göre İslam, Said b. Cübeyre göre ve Dehhaka göre demektir. Yani, Allahü teâlâ, mü’minin imanını, kopmayan sağlam bir kulpa benzetmiştir. Nasıl ki sağlam bir kulptan tutan kimse tehlikeden kurtulur. İman eden kişi de, dünya ve âhirette hedefine ulaşır.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 922  H : 310)

 

TABERİ TEFSÎR-İ - (TÜRKÇE)

 

-

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç