işte bu Peygamberlerden
bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onların bazılarıyla konuştu,
bazılarının da derecelerini yükseltti. Meryemoğlu İsaya da apaçık deliller
verdik ve onu ruhul Kudüs ile teyid ettik. Eğer Allah dileseydi, kendilerine
apaçık deliller geldikten sonra Peygamberlerin ardından insanlar birbirlerini
öldürmezlerdi. Fakat onlar arakırında ihtilafa düştüler. Bir kısmı iman etti bir
kısmı ise inkâr etti. Eğer Allah dileseydi onlar birbirlerini öldürmezlerdi.
Fakat Allah, dilediğini yapar.
Mûsa, İbrahim,
İsmail, İshak, Yakup, Davud ve diğerleri, hepsi Allah'ın Peygamberleridir.
Bunlardan bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan İmran oğlu
Mûsa gibi bazılarıyla konuştu.
Muhammed ve İbrahim gibi. bazılarını da
üstün kılarak derecelerini yükseltti. Biz, Meryemoğlu İsaya da, körlerin gözünü
açma, cüzzamlıları iyileştirme, ölüleri diriltme gibi, Peygamberliğini ispat
eden mucizeleri ve apaçık delileri verdik. Biz onu
Cebrâil ile destekledik ve güçlendirdik.
Eğer Allah dileseydi insanlar, âyetlerin gelmesinden ve hak olan yolun
kendilerine açıklanmasından sonra Peygamberlerin ardından birbirlerine
düşmezlerdi. Fakat insanlar Allah'ın birliğini ve Peygamberlerinin
Peygamberliklerini ispat eden delillerin gelmesinden sonra da ihtilafa düştüler.
Bazıları iman etti bazıları inkâr ettiler. Eğer Allah onların kötlük yapmalarını
engellemek isteseydi onlar birbirlerini öldüremez ve ihtilafa düşmezlerdi. Fakat
Allah dilediğini yapar. Bazılarım itaat etmeye muvaffak kılar da itaat ederler,
bazılarını da başıboş bırakır onlar da inkâr ve isyan ederler.
Âyet-i kerime’de
Allahü teâlâ, Peygamberlerinden bir
kısmını diğerlerinden üstün kıldığını beyan etmektedir. Mesela
Hazret-i Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'i bütün in*
sanlara, ve cinlere Peygamber kılmıştır. Bu hususta Ebû Zer el-Gifari,
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir.
"Bana, benden önce herhangi bir Peygambere
verilmeyen beş özellik verilmiştir. Ben, kırmızı renkliye de siyah renkliye de
Peygamber olarak gönderildim. Yeryüzü benim için Mescid ve temiz kılındı.
Ganimetler bana helal kılındı ki benden önce hiçbir kimseye helal kılınmamıştı.
Düşmanın kalbine korkum salınmakla yardım olundum. Bir aylık mesafedeki düşman
benden korkar oldu. Bana "İste isteğin verilsin." denildi. Ben de isteğimi,
ümmetime şefaat etmek için âhirete bıraktım. Sizden, Allah’a herhangi bir şeyi
ortak koşmayan kimseye. Allah dilerse şefaatim erîşecektir.
Darimi K.es-Siyer, bab: 29 /
Ahmed b. Hanbel C.1
S. 503 Aynıca Bkz. Müslim K. el-Mesacid bab: 3 Hadis No. 521
Ey iman edenler, alış
veriş, dostluk ve şefaatin olmayacağı o gün gelip çatmadan size verdiğimiz
rızıklardan, Allah yolunda harcayın. Kâfirler, zalimlerin ta kendileridir.
Ey iman edenler, size rızık olarak verdiğimiz
şeylerden Allah yolunda harcayın, Alış verişin fayda vermeyeceği kıyamet günü
gelmeden önce rızıklardan, harcamanızı farz kıldığımız kadarını yerine getirin.
Çünkü o. kıyamet günü sevap ve ceza günüdür, çalışma ve kazanç günü değildir.
Kâfirler, zalimlerin ta kendileridir. Allah’ı ve
onun Peygamberini yalanlayanlar, kendi kendilerine zulmedenlerdir.
Katade diyor
ki: "Kâfirler, zalimlerin ta kendileridir, "buyuran Allah’a hamdolsun, Zira o,
"Zalimler kâfirlerdir." buyurmadı. Eğer böyle buyursaydı, yaptıkları zulümler
sebebiyle insanların çoğu kâfir sayılır ve mahvolurdu.
Bu âyet-i kerime’de,
kendilerine şefaat edilmeyeceği bildirilen kimselerden maksat, kâfirlerdir.
Zira, daha önce de beyan edildiği gibi mü’minler, birbirlerine karşı şefaatçi
olacaklardır. Âyetin sonundaki: "Kâfirler, zalimlerin ta kendileridir." ifadesi
de burada, şefaat görmeyecekleri beyen edilenlerin, kâfirler olduklarını ortaya
koymaktadır.
Allah kendisinden başka
ilâh olmayan, daima diri ve yarattıklarını koruyup idare edendir. Onu ne
uyuklama ne de uyku tutar. Gökler de ve yerde olanlar onundur. Onun izni olmadan
katında kim şefaat edebilir? O, insanların geleceklerini ve geçmişlerini bilir.
İnsanlar ise onun ilminden, onun dilediğinin dışında bir şey kavrayamazlar. Onun
kürsüsü (hükmü) gökleri ve yeri kuşatmıştır. Yeri ve göğü koruyup gözetmek onun
için zor değildir. O, yücedir, büyüktür.
Allah, kendisinden başka ibadete layık
bulunmayandır. O, bakidir, ölmeyen diridir. O, yarattıklarını, rızkı ve
korumasıyla muhafaza edendir. O, ne uyuklar ne du uyur. O, göklerde ve yerde ne
varsa hepsinin sahibidir. Her şey onun mülkü ve yaratığıdır. O halde ondan
başkasına ibadet etmek yakışmaz. Rahman olan Allah'ın izni olmadan kimse kimseye
şefaat edemez. Onun ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hiçbir şey ona gizli kalmaz. Onun
bildirmesi dışında hiçbir kimse hiçbir şeyi bilemez. Rahman olan Allah'ın ilmi
gökleri ve yeri kuşattığı gibi, kürsüsü de bunların hepsini kuşatmıştır.
Göklerin ve yerin korunması ve muhafazası ona asla güç ve ağır gelmez. O,
yarattıklarına karşı yücelik sahibidir. Hiçbir şeyin yücelikte kendisine
ulaşmadığı azamet sahibidir.
Bu âyet-i kerime,
putların şefaatçi olacağını zanneden ve "Biz ancak onlara, bizi Allah’a daha çok
yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz. Zümer sûresi,
39/3 diyen kafirlere bir cevaptır.
Bu âyet-i kerimeye
"Âyet el-Kürsi" denmektedir. Bunun fazileti ve insanları, şer güçlerden muhafaza
edeceği hususunda çeşitli hadis-i şeritler zikredilmiştir.
Peygamber
efendimiz, Hadis-i Şeriflerinin birinde şöyle buyuruyor:
"Her şeyin bir zirvesi vardır. Kur’an’ın zirvesi
de Bakara süresidir. Bakara suresinde âyetlerin efendisi olan bir Âyet
bulunmaktadır ki o da Âyet el-Kürsidir. Tirmizi, k. el
Fedail el Kuran bab: 2 Hadis No. 2878
Diğer bir hadis-i
şerifte de şöyle buyuruluyor:
"Kim, mü’min suresinin
üçüncü âyetine kadar ve âyet el-Kürsi'yi sabahladığında okursa o kimse, o
ikisi sayesinde akşama kadar muhafaza edilir. Yine kim, o ikisini akşamleyin
okuyacak olursa, sabaha erinceye kadar o ikisi sayesinde korunmuş olur.
Tirmizi K. el Fedaü el-Kur'an bab: 2 Hadis No. 2879
Übey b. Kâ'b
diyor ki:
"Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve
sellem) bana şöyle dedi: "Ey Ebul Münzir, senin yanında bulunan Allah'ın
kitabındaki en büyük âyetin hangisi olduğunu biliyor musun?" Dedim ki: "Allah ve
Resulü daha iyi bilir." Resûlüllah
tekrar "Ey Ebul Münzir, senin yanında bulunan, Allah'ın kitabındaki en büyük
âyetin hangisi olduğunu biliyormusun?" dedi. Ben de dedim ki: " Âyet
el-Kürsidir." Bunun üzerine Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) göğsüme vurdu ve
şöyle buyurdu: "Ey Ebul Münzir, ilim (Bu öğrendiğin bilgi) sana mübarek olsun.
Müslim, K. el-Müsafirin bab: 25S, Hadis No. 810
Âyet-i kerime’de,
Allahü teâlânın daima diri olduğu ifade
edilmiştir. Allahü teâlânın diri oluşunun
başlangıcı ve sonu yoktur. O, ezelden diridir. Ebedi olarak ta diri kalacaktır.
Müfessirler,
Allahü teâlânın, kendisini diri olarak
isimlendirmesini şu şekilde izah etmişlerdir: Allahü
teâlâ, işleri sevk ve idare ettiğinden, eşyayı ölçülerine göre takdir
etliğinden kendisine bu ismi vermiştir. Yani o sevk ve idare etmekte diridir."
demek istediğini söylemişlerdir.
Bazılarına göre
ise Allahü teâlâ, bu isimle kendisinin,
dirilik sıfatı bulunduğunu beyan etmek istemiştir.
Diğer
bazılarına göre
ise Allahü teâlâ, bununla, isimlerinden
birinin de "Diri" olduğunu ifade etmek istemiştir. Biz de onun emrine boyun
eğerek onu bu isimle çağırırız.
Allahü teâlâ,
âyet-i kerime’de
kendisinin "Kayyum" olduğunu beyan etmiştir. Kayyum ise "her şeyin başında
bulunan ve onları rızıklandırıp koruyan" demektir.
Âyet-i kerime’de
"Onu ne uyuklama ne de uyku tutar" buyrulmaktadır.
Allahü teâlânın uyuklaması ve uyuması söz konusu değildir. Aksi
takdirde gökler ve yer ve onlarda bulunanlar, birbirine çarpar ve yok olup
gider. Abdulla b. Abbas, âyetin bu bölümünün izahında şunları söylemiştir,
"Hazret-i Mûsa meleklere" Allah hiç uyur mu?"
diye sormuştur. Allah da meleklere, Mûsayı
uyurken peşpeşe üç kere uyandırmalarını ve uyumaya bırakmamalarını emretmiş
melekler de bunu yapmışlar ve Allah'ın emriyle Mûsanın
iki eline iki şişe bağlamışlar bunları ellerinde tutmasını ve kırmamasını
söylemişler, Mûsa ise şişeler ellerinde iken
uyuklamaya başlamış, uyuklamış uyanmış, uyuklamış uyanmış ve sonunda biraz
derince uyuklayınca şişeleri birbirine çarpmış ve ikisini de kırmıştır. Böylece
Allah, Hazret-i Mûsaya, kendisinin
uyamadığını, şâyet uyuyacak olursa göklerle yerin birbirine çarparak çarçalanmış
olacaklarını göstermiştir.
Taberi,
Ebû Hureyrenin,
Resûlüllahtan, bu mânâyı ifade eden şu
hadisi Rivâyet ettiğini söylemiştir. "Ben
Resûlüllah’ın, minberin üzerinde iken,
Mûsadan şu kıssayı anlattığını dinledim.
Resûlüllah buyurdu ki: "Bir zaman, Mûsanın
hatırına "Acaba zikri yüce Allah uyunnu?" diye bir düşünce gelmiş
Allahü teâlâ da
Mûsaya bir melek göndermiş onu üç defa uyandınnış sonra da melek onun
ellerine birer şişe vermiş ve ona "Bu şişeleri muhafaza etmesini emretmiştir.
Mûsa uykuya dalmış, elleri birbirine çarpar
gibi olunca uyanmış birini diğerinden uzaklaştırmıştır. Tekrar uyumuş bu defa
elleri birbirine çarpmış ve şişelerin ikisi de kırılmıştır. Böylece Allah,
Mûsaya, şâyet uyuyacak olsaydı göklerle yerin,
bulundukları yerlerde kalmayacaklarını göstermiş oldu."
Âyet-i kerime’de
"Göklerde ve yerde olanlar onundur." buyrulmaktadır. Bu ifadeden maksat,
Allah’tan başka herhangi bir şeye kulluk etmenin, kullara yakışmayan bir
davranış olduğunu beyan etmektir. Zira kulun sahibi Allah’tır. Kul ise Allah'ın
mülkü ve kuludur. Kul, ancak efendisinin emrini uygular. Herhangi bir şeye
hizmet etmesi de efendisinin iznine bağlıdır. Bu itibarla, Allah izin vermediği
halde herhangi bir varlığa kulluk etmek, akıl sahibine yakışmayan bir tavırdır.
Âyet-i kerime’de
"Onun izni olmadan katında kim şefaat edebilir? buyurulmaktadır. Yani,
Allahü teâlânın, mülkü olan yaratıklarını
cezalandırmayı istemesi halinde kim onun cezalandırmasına engel olabilir? veya
cezalandırılacaklara yardımcı olabilir? Elbette ki Allah'ın, yardımcı olmaya
izin verdiği kimseler dışında hiçbir kimse şefaatçi olamayacaktır.
Taberi
diyor ki: "Allahü teâlânın böyle
buyurmasının sebebi, puta tapan müşriklerin şöyle demeleridir: "Biz, Allah'ın
dışındaki varlıklara ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.
Zümmer sûresi, 39/3
Allahü teâlâ,
bunlara bildirmiştir ki: "Gökler, yer ve onlarda bulunanlar benim mülkümdür.
Benim dışımda herhangi bir şeye kulluk etmeniz size yakışmaz. O halde sizi bana
yaklaştıracaklarını zannettiğiniz putlara tapmayın. Çünkü onlar size herhangi
bir fayda veya zarar sağlayamazlar. Benim yanımda şefaatçi olacaklar, ancak
benim Peygamberlerim, velileri ve bana itaat eden salih kullarımdir."
Âyet-i kerime’de
geçen ye "O, insanların geleceklerini ve geçmişlerini bilir." diye tercüme
edilen cümlesindeki ifadesi Hakem Mücahid ve
Süddi tarafından, "Dünyada olanlar." diye
izah edilmiş ifadesi ise "Âhirette olanlar" diye izah edilmiştir. Bu izahlara
göre, âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Allah onların, dünyada yaptıklarını
da âhirette ne yapacaklarını da bilir."
Ibn-i Cüreyc ise âyetin bu bölümünü şöyle izah
etmiştir: "Allah onların geçmişlerini de geleceklerini de bilir. "Mealde bu izah
şekli tercih edilmiştir.
Âyet-i kerime’de
Allahü teâlânın kürsüsünün, gökleri ve
yeri kuşattığı zikredilmektedir. Burada geçen "Kürsü" kelimesinden neyin
kastedildiği hususu, müfessirler
tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir:
a- Abdullah b.
Abbas ve Said b. Cübeyrden nakledilen
bir görüşe göre burada zikredilen "Kürsü"den maksat,
Allahü teâlânın ilmidir.
b- Ebû Mûsa,
Süddi ve Dehhaka
göre buradaki "Kürsü"den maksat ayakların konulduğu yerdir. Yani göklerle yer,
kürsünün içinde bulunmakta, kürsü, rahmanın, ayaklarının koyduğu yer olmaktadır.
c- Dehhak
ve Hasanı Basriden nakledilen başka bir görüşe göre buradaki "Kürsü" den maksat
Allahü teâlânın arşıdır.
Allahü teâlânın
kürsüsünün büyüklüğü hususunda şunlar zikredilmiştir: Rebi, b. Enes diyor ki:
"Onun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır." âyeti nazil olunca
Resûlüllah’ın
sahabileri: "Ey Allah'ın Resulü, bu
kürsü gökleri ve yeri kusattığına göre Arş nasıldır?" diye sordular. Bunun
üzerine Allahü teâlâ: "Onlar, Allah’ı
hakkıyla takdir edemediler. Halbuki bütün yeryüzü, Onun kudret ve hakimiyeti
altındadır. Gökler onun kudretiyle durulmuş olacaktır. O, müşriklerin koştuğu
ortaklardan münezzeh ve yücedir. Zümmer sûresi 39/67
âyetini indirdi. İbn-i Zeyd ise,
kürsünün büyüklüğü hakkında, babasının,
Resûlüllahtan şunu Rivâyet ettiğini zikretmektedir.
Resûlüllah buyuruyor ki: "Yedi kat gök,
kürsüye göre, halkanın içine atılmış yedi dirhem paraya benzer." Yine
İbn-i Zeyd, Ebû Zerin,
Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu duyduğunu
söylemiştir: "Arş'a nisbetle kürsü, yeryüzünde bir çöle atılmış bir demir halka
kadardır."
Taberi
diyor ki: "Bütün bu görüşlerden her birinin kendisine göre bir izah şekli
vardır. Ancak âyet-i kerime’yi
izah etmeye daha uygun olanı, hakkında Resûlüllahtan
hadis Rivâyet edilenidir. Bu da Abdullah b. Halifenin rivâyet ettiği şu hadiste
zikredilendir. "Abdullah b. Halife diyor ki: "Bir kadın
Resûlüllah’a geldi ve ona "Allah’a dua et
de beni cennetine koysun." dedi. Bunun üzerine
Resûlüllah, Allahü teâlânın
yüceliğini zikretti sonra da şöyle buyurdu: "Allahü
teâlânın kürsüsü, gökleri ve yeri kuşatmaktadır. O, onun üzerine
oturmaktadır. Kürsünün sadece dört parmak kadar kısmı ondan fazla gelmektedir. O
kürsünün, yeni yapılmış bir semerin, üzerine ağır bir kimsenin binmesi halinde
çıkardığı gıcırtı gibi bir gıcırtısı vardır. Bkz.
Darimi. K. er-Rıkak, bab: 80 / Ebû Davud K. es-Sûresi bab: 19 Hadis No: 4726
'Taberi sözlerine devamla diyor
ki: "Kur'an-ı Kerimin zahirine göre ise kürsü hakkında tercihe şayan olan görüş,
Abdullah b. Abbastan nakledilen görüştür. O
da, kürsüden maksadın, Allah'ın ilmi olduğunu söyleyen görüştür. Zira,
âyet-i kerime’nin
devamında "Yeri ve göğü koruyup gözetmek, onun için zor değildir"
buyrulmaktadır. Allah'ın onları koruyup gözetmesi, onları bilmiş olmasını
gerektirir ki, o da kürsüden maksadın ilim olduğunu ifade eder. Nitekim,
Allahü teâlâ. meleklerinin dua edişlerini
beyan ederken de, ilimin her şeyi kuşattığını zikrederek, dua ettiklerini şöyle
bildirmiştir. "Arşı taşıyanlar ve onun etrafında bulunan melekler.. Mü’minlerin
günahlarının bağışlanmasını dileyerek şöyle derler. "Ey rabbimiz, rahmet ve
ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe edenleri ve yoluna tabi olanları
bağışla. Onları cehennem azabından koru. Müninun
Sûresi 40/7 Taberi sözlerine
devamla diyor ki: "Kürsü" kelimesinin mânâsı ilimdir. Bu sebeple, üzerine ilim
yayılan bir sahifeye"Kürrase" denilmektedir. Keza, âlimlere de "Kürsüler"
denilmektedir. Çünkü onlar, kendilerine güvenilen kimselerdir. Nitekim şair bir
sözünde:
"O insanları, yüzleri beyaz olan ve gelecek
felaketlerin Kürsüsü olan bir topluluk kuşatmaktadır..." demiştir. Burada geçen
"Felaketlerin kürsüsü" ifadesinden maksat, felaketleri bilen ve inceleyen
âlimler" demektir. Araplar bir şeyin aslına da "onun kürsüsü" ifadesini
kullanmışlardır. Accac, Ebul Abbasi methederken: "O, yöneticiler ocağındandir ve
kürsüsü üstün olandır." demiştir. Yani "Aslı üstün olan" demek istemiştir.
Âyet-i kerime’nin
sonunda "O, yücedir, büyüktür." buyrülmaktadır,
Müfessirler, bu ifadeleri farklı şekillerde izah etmişlerdir.
Bazılarına göre
"Yücedir" ifadesinden maksat, Allah'ın benzer ve emsalden beri ve yüce
olmasıdır.
Diğer
bazılarına göre
ise, bu ifadelerden maksat, Allahü teâlânın,
yarattıklarından daha yüksekte olmasıdır.
Müfessirler
"Büyüktür" sıfatını da farklı şekillerde izah etmişlerdir.
Bazılarına göre
burada geçen "Büyüktür" sıfatından maksat, Ululanmıştır" demektir. Yani
yaratıktan onu uhılarlar ve ondan korkup çekinirler." demektir;
Diğer
bazılarına göre
"Büyüktür" kelimesi, Allahü teâlânın
sıfatıdır. Biz, Allah'ın böyle bir sıfatı olduğunu söyler fakat bu büyüklüğün
keyfiyetini tasvir etmekten kaçv nırırz. Aksi takdirde, Allah’ı. yaratıklarına
benzetmiş oluruz'.
Başka bir kısım
müfessirlere göre buradaki "Büyüktür" sıfatının mânâsı, "Allah,
yaratıklarından büyüktür. Bütün yaratıkları ondan küçüktür." demektir.
Dinde zorlama yoktur,
Artık hak bâtıldan seçilip belli olmuştur. Kim Tağutu reddedip Allah’a iman
ederse, muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah, her şeyi
çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.
İslamda, dine ginnek için zorlama yoktur. Artık
hak ile bâtıl açıkça ortaya çıkmıştır. Kim, Şeytan ve putlar gibi, Allah’tan
başka tapınılan tağutları tanımaz da Allah'ın, kendisinin rabbi ve hak mabudu
olduğuna iman ederse şüphesiz ki o, en sağlam bir iman kulpuna yapışmıştır. O
kulp kendisine sarılanı Allah'ın azabı ve cezasından kurtaracak olan en sağlam
bir kulptur. Allah, kendi birliğini tasdik edenlerin ikrarını işiten, ihlas ve
samimiyetlerini çok iyi bilendir.
Bazı âlimlere göre bu âyetin hükmü kaldırılmıştır.
Fakat sahih olan görüşe göre bu âyetin hükmü kaldırılmamıştır. Bu âyet, İslam
devletine Cizye vererek boyun eğen ehl-i kitabın durumunu hükme bağlamaktadır.
Bunlardan, cizye verenleri İslama girmeye zorlama yoktur. Fakat putlara tapanlar
ve İslam dininden donenler bu hüküm dışmdadırlar. Onlar, İslamı kabul etmeye
zorlanırlar.
Bu âyet-i kerime’nin
hükmünün kaldırılıp kaldırılmadığı hususundaki görüşleri şöylece özetlemek
mümkündür:
a- Abdullah b.
Abbas, Said b. Cübeyr, Âmir eş-Şa'bi
ve Mücahide göre bu
âyet-i kerime, Ensardan bir kısım insanlar
hakkında nazil olmuştur. Bu insanların kadınlarının çocukları yaşamadığında bu
kadınlar, çocukları yaşadığı takdirde onu Yahudi yapacaklarına dair adakta
bulunurlardı. Çünkü bunlar müşriktiler. Yahudiler ise ehl-i kitaptandı. Bu
sebeple müşrikler ehl-i kitabın üstünlerini kabul ediyorlardı.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) Medineden Yahudi
kabilesi Nadr oğullarını uzaklaştırdığı zaman bunların içinde, Ensarın,
Yahudileşmiş bu gibi çocukları da bulunuyordu. Ensar, "Biz çocuklarımızı
bırakmayız." dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ:
"Dinde zorlama yoktur. Artık hak bâtıldan seçilip belli olmuştur." âyetini
indirdi Ebû Davud, K, el-Cihad, bab: 126, Hadis No.
2682 Ensann, çocuklarını zorla Yahudilikten çevirip Müslüman yapmalarının
doğru olmadığını, onları kendi iradelerine bırakmalım gerektiğini, onlar, İslam
gelmeden önce Yahudiliği kabul ettiklerinden, kendilerine ehl-i kitap muamelesi
yapılacağım beyan etti.
b- Abdullah b.
Abbas ve Süddiden nakledilen diğer bir
görüşe göre ise bu âyet-i kerime, Ensann
Salim b. Avf oğullarından "Hüseyni" adlı bir kişi hakkında nazil olmuştur. Bu
kişi Müslümandı ve onun, Hristiyan olan iki de oğlu vardı. Bu kişi, oğullarının,
kendi istekleriyle Hristiyanlıktan dönmemeleri üzerine,
Resûlüllahtan, bunların zorla Müslüman
edilmelerini istedi. İşte bunun üzerine de Allahü
teâlâbu âyeti indirdi ibn-i Kesir, C. 1 S.
310, 311
c- Katade,
Dehhak, Mücahid
ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir
görüşe göre bu âyet-i kerime, cizye verip
boyun eğen ehl-i kitap hakkında nazil olmuştur. Bu sebeple hükmü bakidir, mensuh
değildir. Zira bunlarla "Kitap ehlinden Allah’a ve âhiret gününe iman
etmeyenler, Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayanlar ve hak
din olan İslamı din edinmeyenlerle, boyun eğip kendi elleriyle cizye verinceye
kadar savaşm. Tevbe sûresi, 9/29 Âyeti
gereğince Müslümanlara boyun eğip cizye verdikleri takdirde zorla İslam dinine
sokulmaları için savaşılmaz. Daha sonra açıklanacağı üzere
Taberi bu görüşü
tercih etmektedir.
d- Zeyd b.
Eslem'e göre ise bu âyet-i kerime,
kâfirlere karşı savaşmayı emreden şu âyetlerle neshedilmiştir. Ve artık bütün
insanların İslam dinine davet edilmeleri gerekmektedir. İnsanlar bu daveti kabul
ederlerse Müslümanların kardeşleri olacaklarını, kabul etmezlerse öldürülmeleri
gerektiğini, ancak bu insanlardan ehl-i kitap olanların müslümanlara boyun
eğerek cizye vermeleri halinde öldürülmeyeceklerini söylemiştir.
Bu konuda âyet-i kerimelerde
şöyle buyrulmaktadır: "Ey mü’minler, çevrenizde bulunan kâfirlerle savaşın. Sizi
sert ve kuvvetli bulsunlar. İyi bilin ki Allah, kendisinden korkanların
yanındadır: Tevbe sûresi. 9/123 "Ey Peygamber,
kâfir ve münafıklarla cihad et. Onlara karşı sert davran. Onların varıp
kalacakları yer cehennemdir. Orası varılacak ne kötü bir yerdir
Tevbe sûresi, 9/73 "Ey Rasûlüm, savaşa
katılmayıp geride kalan Bedevilere sen şöyle de: "Yakında güçlü kuvvetli bir
ka-vim'e savaşa çağırılacaksınız. Onlarla ya savaşacaksınız veya müslüman
olacaklar. Eğer bu davete uyarsanız Allah, size güzel bir mükâfaat verecektir.
Eğer daha önce yüz çevirdiğiniz gibi yine de yüz çevirecek olursanız sizi, can
yakıcı ağır bir azapla cezalandıracaktır. Felih
sûresi, 48/16
Taberi,
âyet-i kerime’nin,
cizye veren ehll-i kitap ve Mecusilerin hükümlerini beyan ettiğini söyleyen, bu
sebeple mensuh olmadığını zikreden görüşü tercih etmiş ve gerekçe olarak ta
özetle şunları zikretmiştir: Bir nasşın mensuh olabilmesi için, onu nesneden
diğer nass ile tamamen çelişmesi ve aralarını te'lif etmenin imkânsız olması
halinde söz konusu olur. Şâyet iki passın birini âmm (Genel) ifadeli diğerini
hâss (Özel ifadeli) kabul etmek mümkünse, âyetlerin birbirlerini neshettiklerini
söylemek isabetli değildir. Bu âyet de bu kabilendir. Yani, cizye vererek boyun
eğen ehl-i kitabı ve mecusileri zorla dine sokmak caiz değildir. Buna makabil
cizye vermeyen veya ehl-i kitap ve mecusi olmayan kâfirleri zorla dine girmeye
mecbur etmek caizdir. O halde bu âyetle, kâfirleri öldürmeyi emreden âyetlerin
arasını te'lif etmek mümkündür. Bu da bu âyetin, özel bir kısım kâfirlerin
hükmünü, yani eh-li kitap olan Yahudi ve Hristiyanların bir de Mecusilerin
hükmünü beyan ettiğini göstermektedir.
Bu konuda Âlûsî de şunları söylemektedir. "Kişiyi
İslam dinine sokmaya çalışmak onu zorlamak de ğildir. Zira zorlamak, kötü
şeyleri kabul ettirmeye çalışmakla olur. Müslüman olmak ise bütün insanların
hayrınadır. Bu itibarla Müslüman olmayan bir kişiyi kılıçla İslama davet etmek,
onu zorlamak değildir. Bilakis ona ikramda bulunmaktır.
Âyet-i kerime bunu ifade etmektedir.
TAĞUT: Âyette zikredilen "Tağut" kelimesinden
maksat, Ömer b. el-Hattab,
Mücahid, Şa'bi,
Dehhak, Katade
ve Süddiye göre "Şeytan" demektir Ebul Âliye
ve Muhammede göre sihirbaz demektir.
Said b. Cübeyr,
İbn-i Cüreyc ve Cabir b. Abdullaha
göre, "Kâhin" demektir.
Taberi,
Tağut hakkında söylenecek en doğru görüşün, onun, "Allah’a karşı azgınlaşan ve
Allah'ın dışında kendisine tapınılan şeydir." diyen görüş olduğunu söylemiştir.
İsterse tağut, kendisine tapanları zorla taptınnış olsun, isterse onun zoru
olmadan insanlar kendilerinden ona tapmış olsunlar. Bu sebeple, kendisine
tapılan bu varlık Şeytan da olabilir Heykel de, put da yahut başka herhangi bir
şey de.
Allahü teâlâ
bu âyet-i kerime’de,
ifade buyurmaktadır ki, kim Allah'ın dışında kendisine tapılan bir kısım
varlıkların ilahlık ve rablıklarını reddeder ve Allah’a hakkıyla iman edecek
olursa, işte kopmayan sağlam kulpa sarılan kişi O’dur.
Âyet-i kerime’de,
tağutu inkâr edip Allah’a iman edenin, kopmayan bir kulpa sarılmış olacağı beyan
ediliyor. Buradaki kulptan maksat, Mücahide
göre iman, Süddiye göre İslam,
Said b. Cübeyre göre ve
Dehhaka göre demektir. Yani,
Allahü teâlâ, mü’minin imanını, kopmayan
sağlam bir kulpa benzetmiştir. Nasıl ki sağlam bir kulptan tutan kimse
tehlikeden kurtulur. İman eden kişi de, dünya ve âhirette hedefine ulaşır.
|