Namazlara ve orta namaza
devam edin. Gönülden boyun eğerek Allah’ın huzurunda durun.
Farz namazlara ve orta namaza, yani ikindi
namazına devam edin. Namazlarınızda Allah'ın huzurunda, gönülden itaat içinde,
huşu ile sessizce durun.
Müfessirler,
âyet-i kerime’de
zikredilen "Orta namaz"dan neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler beyan
etmişlerdir.
a- Hazret-i Ali,
Abdullah b. Abbas,
Ebû Hureyre, Ebû Said el-Hudri, Hazret-i
Ai-şe, Ümmü Seleme, Hazret-i Hafsa, Abdullah b.
Mes'ud, Semüre b. Cündeb, Ümmü Habibe,
Hasan-ı Basri, İbrahim en-Nehai,
Rüzeyn b. Hubeyş, Katade,
Dehhak, Mücahid,
Ebû Eyyub ve Zır b. Hubeyşe göre bu âyette zikredilen "Orta na-maz"dan maksat,
ikindi namazıdır. Bu hususta bazı sahabilerden
şu hadis-i şerifler Rivâyet edilmiştir:
Hazret-i Âişenin
azadlı kölesi Ebû Yunus diyor ki:
"Âişe (radıyallahü anhâ)
bana, kendisi için bir Kur'an nüshası yazmamı emretti ve dedi ki: "Namazlara ve
orta namaza devam edin." âyetine gelince onu bana bildir." Ben de o âyete
gelince ona haber verdim. O da bana: "Namazlara, orta namaza ve ikindi namazına
devam edin." şeklînde yazdırdı ve dedi ki: "Ben bunu
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)den duydum.
Tirmizî, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre 2, bab: 28, Hadis No. 2982
Ümmü Selemenin azadlı kölesi Abdullah b. Rafı de
Ümmü Selemenin kendisine Kur'an nüshası yazdırırken aynen
Hazret-i Âişeden Rivâyet edilen şekilde
yazdırdığını, Nafı de Hazret-i Hafsanın Kur'an nüshası yazdınrken yazana aynen
Hazret-i Âişenin söylediği şeyleri söyleyip
yazdırdığını Rivâyet etmişlerdir.
Bu hususta Semure b. Cündeb,
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Orta namaz ikindi namazıdır"
buyurduğunu Rivâyet etmiştir. Tirmizî, K. Tefsir
el-Kur'an, Sûre 2, bab: 29 Hadis No. 2983
Abdullah b. Mes'ud
da Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Orta namaz, ikindi namazıdır."
buyurduğunu söylemiştir Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an
Sûre, bab: 31, Hadis No. 2985, Tirmizî, hadisin lınsen ve sîihih olduğunu, zeyd
b. sabit, ütbe ve Ebû Hureyreden
de Rivâyet edildiğini söylemiştir.
Hazret-i Aliye
(radıyallahü anhâ) Hendek savaşı sırasında
ikindi namazı hakkında Resûlüllah’ın
şöyel buyurduğunu Rivâyet etmiştir:
"Düşmanlar bizi orta namazdan alıkoydular. Nihâyet
güneş battı. Allah onların kabirlerini ve evlerini ateşle doldursun." Diğer bir
Rivâyette, "Kabirlerini ve içlerini ateşle doldursun," şeklindedir")
Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre 2. bab: 42/Müslim,
K. el-Mesacid, bab: 202, 205, Hadis No.627 Bu
hadis-i şerif
Abdullah b. Mes'ud ve Abdullah b. Abbastan
da Rivâyet edilmiştir. Berâ b. Âzib ise şöyle demiştir: "Bu âyet indiğinde
"Namazlara ve ikindi namazına devam edin." şeklindeydi. Ben bunu
Resûlüllah’ın döneminde Allah'ın dilediği
kadar okumuştum. Daha sonra ise Allahü teâlâ
âyetin bu şeklini neshetti ve "Namazlara ve orta namaza devam edin." şeklinde
indirdi.
İbrahim b. Yezitl ed-Dımışkî diyor ki: "Ben
Abdulaziz b. Mervanın yanında oturuyordum. O bir adama: "Ey filan, falan adamın
yanına git ve ona de ki: "Sen Resûlüllahtan
orta namaz hakkında ne işittin?" Bunun üzerine orada oturan bir adam şöyle dedi:
"Ben, küçük bir çocuk iken Ebubekir ve Ömer, orta namazın ne demek olduğunu
sormam için beni Resûlüllah’a
gönderdiler. O benim, serçe parmağımı tuttu "İşte sabah namazı budur" Sonra
serçe parmağımın yanındaki parmağı tuttu "Öğle namazı da budur." dedi. Sonra baş
parmağımı tuttu "Akşam namazı budur." dedi. Daha sonra onun yanmdakini (şehadet
parmağını) tuttu ve "Yatsı namazı budur" dedi. Sonra da "Hangi parmağın kaldı?"
dedi. Dedim ki: "Orta parmağım." Dedi ki: Hangi namaz kaldı?" Dedim ki: "İkindi
namazı." dedi ki: "İşte orta namaz budur."
Resûlüllah,
ikindi namazını kılmayanlar için büyük bir ceza bulunduğunu haber vermiştir.
Abdullah b. Ömer
Resûlüllah’ın, ikindi namazını geçiren
kimse için:
"O adam, ailesi ve malı helak edilmiş gibidir."
buyurduğunu söylemiştir Buhari, K. Mevakit es-Salah,
bab: 14/Müslim, K. el-Mesacid, bab: 200, Hadis No.626
b- Abdullah b.
Ömer ve Zeyd b. Sabit'ten nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette
zikredilen "Orta namaz"dan maksat, öğle namazıdır. Zeyd b. Sabit diyor ki: "Resûlüllah
öğle namazını sıcaktan dolayı insanların ortalıktan çekildikleri zamanda
kılardı. Resûlüllah’ın kıldığı
namazlar içinde, sahabilere bundan
daha zor gelen bir namaz yoktu. Onların bu zorlanmaları üzerine "Namazlara ve
orta namaza devam edin." âyeti nazil oldu. Zeyd b. Sabit, diyor ki: "Öğleden
önce de iki namaz vardır. Ondan sonra da iki namaz vardır.
Hazret-i Hafsanın Kur'an-ı Kerim nüshası
yazdırırken bu âyeti: "Namazlara, orta namaza ve ikindi namazına devam edin."
şeklinde yazdırdığı ve bunu Resûlüllahtan
işittiği rivâyet edilmektedir. Görüldüğü gibi bu Rivâyete göre ikindi namazı,
orta namazdan ayrı bir namaz olarak zikredilmiştir. Bu da orta namazın, öğle
namazı olduğunu göstermektedir.
c- Kubeyse b. Züeyb'e göre ise "Orta
namaz"dan maksat, akşam namazıdır. Zira, rekatlarının sayısı bakımından
namazların ne en azı ne de en çoğudur. Onların ortasındaki bir sayıdadır.
Ayrıca, yolculukta dahi kısaltılmaz. Keza
Resûlüllah onun ne vaktini ertelemiş ne de onu acele ederek
kılmıştır.
d- Abdullah b.
Abbas, Cabir b. Abdullah,
Ata, İkrime,
Mücahid, Abdullan b. Şeddad ve
Rebi' b. Enesten nakledilen diğer bir görüşe
göre burada zikredilen "Orta namaz"dan maksat, sabah namazıdır.
Taberi
diyor ki: "Bunların, "Orta namaz"dan maksadın sabah namazı olduğunu
söylemelerinin sebebi, şudur: "Bunlar âyetin devamında gelen ve "Gönülden boyun
eğerek." şeklinde tercüme edilen ifadesini "Kunut duası yapanlar" şeklinde izah
etmişlerdir. Buradaki "Orta namaz"dan maksadın da sabah namazı olduğunu
söylemişlerdir.
c- Abdullah b.
Ömer, Rebi' b. Haysem ve Said b. el-Müseyyebden
nakledilen diğer bir Rivâyete göre bu âyette zikredilen "Orta namaz" beş vakit
namaz içinde herhangi bir vakittir. Bu vaktin hangi vakit olduğu
belirtilmemiştir. Zira bu vakit belirtilecek olsaydı insanlar sadece ona
titizlik gösterir diğerlerini ihmal ederlerdi. Bu sebeple "Orta namaz"dan
maksadın hangi vakitte kılman namaz olduğu belirtilmedi. Ta ki kullar bütün
vakitlere devam etmek suretiyle ona da devam etmiş olsunlar.
Taberi
diyor ki: "Zikrettiğimiz bu görüşler içerisinde doğru olanı, hakkında
Resûlüllahtan birbirini destekleyen çokça
haberler zikredilenidir. O da ikindi namazıdır."
Allahü teâlâ,
kullarını özellikle bu vakitte namaz kılmaya teşvik etliği gibi
Resûlüllah da bu vakitte namaz kılmaya
teşvik etmiştir.
Ebû Basra el-Ğifari diyor ki:
"Resûlüllah "Muhammas" denen yerde bizlere ikindi namazını
kıldırdı. Sonra buyurdu ki: "Bu namaz, sizden öncekilere arzedilmişti. Fakat
onlar bunu zayi ettiler. Kim bu namaza devam edecek olursa onun için iki kat
nıükâfaat vardır. Şahit doğuncaya kadar bu namazdan başka namaz yok: tur. (Yani
başka namaz kılınmaz) Şahit ise yıldızdır. Müslim, K.
el-Msafirim, bab: 292, Hadis No. 830/Nesei, K. Mevakıt es-Salah. bab: 14
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ikindi namazını
geçiren kimse için "O adam, ailesi ve malı helak edilmiş gibidir.
Buhari, K. Mevakit es-Sabah, bab: 14/ Müslim, K.
el-Mesacid, bab: 200,201, Hadis No: 626 buyurmuştur.
Umare b. Rüeybe diyor ki:
"Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve
sellem)'in güneşin doğmasından önce ve batmasından önce namaz kılan bir
kimse asla cehennem ateşine girmeyecektir. "Yani sabah ve ikindi namazını kılan
bir kimse asla cehennem ateşi görmeyecektir." buyurduğunu işittim.
Müslim, K. el-Mesacid, bab: 213,214, Hadis No. 634
Taberi
diyor ki: "Bütün namazlara devam etmek farz olduğu halde
Resûlüllah’ın özellikle ikindi namazına
devam etmeyi teşvik etmesi gösteriyor ki Allahü teâlâ
da "Orta namaza devam edin" buyurarak ikindi namazına devam etmeyi teşvik
etmiştir. Taberi devamla diyor ki: "Diğer
vakitler arasında, özellikle ikindi namazına devam edilmesinin emredilmesi şu
hikmete binaen olmalıdır. Akşam yatsı ve sabah namazları insanların çoğunun
işlerini bıraktıkları ve dinlendikleri vakitlerde olduğu için onları kılmaları
kendileri için bir zorluğa sebep olmaz. Öğlen namazı da sıcağın şiddetli anma
rast geldiğinden, insanların istirahata çekilme anlarında kılınır. Bu da onlar
için zor değildir. İkindi namazı ise. insanların çalışmalarının yoğun olduğu bir
zamana rastlar. Bu bakımdan onu ihmal etme durumu tlaha çoktur. Bu sebeple
Allahü teâlâ bütün namazlara devam edilmesini
emrederken, özellikle ikindi namazına da devam etmelerini emretmiştir. İkindi
namazına "Orta namaz" denmesinin sebebi ise, kendisinden önce iki vakit
kendisinden sonra iki vaktin bulunması ve kendisinin beş vakit namazın tam
ortasında bulunmasındandır.
Âyet-i kerime’nin
devamında zikredilen ve "Gönülden boyun eğerek Allah'ın huzurunda durun." diye
tercüme edilen cümlesinde geçen ve "Gönülden boyun eğerek" diye tercüme edilen
kelimesinden neyin kastedildiği hakkında müfessirler
farklı görüşler zikretmişlerdir:
a- Şa'bi,
Ata, Said b.
Cübeyr, Dehhak,
Abdullah b. Abbas, Hasan b. Ebil Hasan,
Mücahid, Atiyye, Said b. Abdülaziz, Tâvûs ve
Ebû Said el-Hudriden Rivâyet edilen bir görüşe göre bu âyette zikredilen
kelimesinin mânâsı "İtaat ediciler" demektir. Bu hususta Ebû Said el-Hudri,
Resûlüllah’ın:
"Kur'anda zikredilen her kelimesinden maksat,
"İtaattir. Ahmed b. Hanbel,
Müsned, c.3 s,75 buyurduğunu Rivâyet etmiştir.
b- Süddi,
Abdullah b. Mes'ud, Zeyd b. Erkam,
İkrime ve İbn-i
Zeyd'den Rivâyet edilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen
kelimesinden maksat "Sükut edenler, konuşmayanlar." demektir.
Bu hususta Abdullah b.
Mes'ud diyor ki: "Resûlüllah
beni, namazda iken selamımı almaya alıştırdı. (O namazda iken selam verdiğimde
selamımı alırdı) Yine bir gün onun yanına varıp namazda iken selam verdim.
Selamımı almadı. (Namazı bitirince) şöyle buyurdu: "Allah, dilediği zaman işinde
yeniük yapar. O namazda, Allah’ı zikretme, onu şanına layık bir şekilde tesbih
etme ve yüceltme dışında herhangi bir kimsenin herhangi bir şey konuşmaması
esasını ihdas etti. Siz, Allah için sükut ederek namaz kılın."
Zeyd b. Erkam diyor ki:
"Biz, daha önceleri namaz kılarken birbirimizle
konuşuyorduk. Öyle ki bazımız diğer kardeşinden ihtiyacı olduğu şeyi istiyordu.
Nihâyet, "Namazlara ve orta namaza devam edin ve sukut ederek Allah'ın huzurunda
durun." âyeti indi ve namazın içinde iken susmamız emredildi.
Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre 2, bab: 4/Tirmizi,
K. Tefsir el-Kur'an, Sûre 2 bab: 32, Hadis No. 2986
c- Mücahid
ve Rebi" b. Enese göre, burada zikredilen kelimesinden maksat, "Rüku eden, huşu
içinde olan" demektir. Bu hususta Mücahidin
şunları söylediği rivâyet edilmektedir. "Namazda rükuun uzun oluşu, gözlerin
kapalı olması, namaz kılan kimsenin rabbine karşı kendisini zelil hissetmesi ve
Allah korkusundan dolayı huşu içinde olması (Bunların hepsi) kunuttardır.
Alimlerden biri namaz kıldığında Rahman olan Allah'ın huzurunda ondan çekinerek
etıafına bakamazdı. Secde yerindeki çakıl taşlarını dahi bir tarafa ilemezdi.
Herhangi bir şeyle oynayamaz hatta dünyaya ait bir işi hatırından bile
geçiremezdi. Ancak dalgın olduğu durumlarda böyle bir şey olurdu.
d- Abdullah b.
Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre bu âyette zikredilen
kelimesinden maksat "Dua edenler" demektir. Buna göre âyetin mânâsı "Siz,
namazı, Allah’a yalvararak onun için kılın" demektir. Bu hususta Ebû Reca diyor
ki: "Ben, Basra Mescidinde Abdullah b. Abbasın
arkasında sabah namazını kıldım. O, rükudan önce kunut yaptı. Sonra dedi ki: "Allahü
teâlânın "Kunut yapanlar" olarak Allah için namaz kılın." buyurduğu
orta namaz işte budur." dedi.
Teberi diyor ki: "Bu âyetin tefsirinde tercihe
şayan olan görüş kelimesinden maksat "İtaat edenler"dir, diyen görüştür..
Allah’a itaat, namazda susmayı da huşu içinde olmayı da Allah’a yalvarmayı da
kapsar. Bu sebeple, âyeti geniş şekilde yorumlamak daha evladır.
Eğer korku içinde
bulunursanız, yaya olarak yahut binekli iken namazınızı kılın. Emniyet içinde
olduğunuzda da, bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allah’ı zikredin.
Eğer savaş sırasında düşman korkusundan dolayı,
durup ta namazı ayakta kilamıyorsanız, yürüken yahut bineklerin üzerinde kılın.
Düşmanlarınızın saldırısından emin olur da korku kalmazsa, namazınızı, Allah'ın
size öğrettiği şekilde ona şükür ve övgüde bulunarak kilin. Yani namazı, rükuu
ile, secdesi ile ve diğer erkânı ile tam olarak kılın.
İbrahim en-Nehai,
Zühri ve Rebi' b. Enesten nakledilen bir
görüşe göre, düşmanla çarpışmakta olan kişi kıbleye tam olarak yönelme şartı
olmaksızın, dilediği yöne doğru, yürüyerek veya bineğinin üzerinde namazını
kılabilir. Bu durumda namaz iki rekattır ve ima ile kılınır. Yani secdeyi
rükudan biraz daha fazla eğilerek yapar.
Said b. Cübeyr,
Hasan-i Basri, Mücahid,
Süddi ve Ata
da, korku içinde olan kimsenin, bineğinin üzerinde veya yürüyerek ve ima ile
namazını kılacağını söylemişlerdir.
Dehhak ise
dilediği yöne doğru, bineğinin üzerinde veya yürüyerek namaz kılabileceğini
söylediği gibi, ima ile namaz kılma imkânı bulamaması halinde de iki kere tekbir
alarak namaz kılmış olabileceğini söylemiştir.
Katade,
Hasan-ı Basri ve
Cabir b. Abdullah ise, korku anında iki rekat kı-lamayanm tek rekat
kılması halinde bunun yeterli olacağını söylemişlerdir.
Taberi
ise, âyette zikredilen korkunun insanı helake sürüklemesi ihtimali kuvvetli olan
hertürlü korku olduğunu, düşman korkusu, yırtıcı hayvan saldırısı, evcil
hayvanların saldırması ve sel baskını gibi bütün korkuların bu âyette zikredilen
korkuya dahil olduğunu, zira âyetin genel olarak korkuyu zikrettiğini
söylemiştir. Ayrıca korku namazı hakkında Abdullah
b. Ömerin şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) korku namazını
şöyle kıldırdı. (Müslümanlar iki guruba ayrıldı).
Resûlüllah bir guruba bir rekat namaz
kıldırdı. Diğer gurup düşmanın karşısında duruyordu.
Resûlüllah
birinci guruba bir rekat namaz kıldırınca onlar ayrılıp arkadaşlarının
yerine düşman karşısına gittiler. Düşmanın karşısında bulunan gurup geldi.
Resûlüllah bir rekat da onlara kıldırdı.
Somu selam verdi. Bundan sonra ise her gurup, eksik kalan birer rekatlarını
kendi kendilerine tamamladılar Müslim, K.
el-Müsafirin, bab: 305,306 Hadis No. 839/Tirmizi, K. es Salah hab: 398 Hadis No.
564
Âyet-i kerime’de
zikri geçen namaza "Korku namazı" denmektedir.
Ebû Hanifeye göre, muharebe sırasında namazı nomıal şekilde durup
kılma imkanı olmazsa, yaya olanlar namazı tehir edip sonra kaza ederler. Eğer
binekli iseler binekleri üzerinde kılarlar. Çünkü
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) Hendek muharebesinde öğle, ikindi ve akşam
namazlarını, güneş battıktan sonra hep birlikte kılmıştır.
Bu hususta Cabir b.
Abdullah diyor ki:
"Hendek savaşında Ömer b. Hattab gelip Kureyş
kâfirlerine fena sözler söyledi ve "Ey Allah'ın Resulü, ben daha ikindiyi
kılmadım, güneş neredeyse batmak üzere." dedi.
Resûlüllah da: "Vallahi ben de kılmadım." dedi. Sonra bir düzlüğü
indi, abdest aldı, güneş battıktan sonra, önce ikindiyi, daha sonra da akşam
namazmı kıldi. Buhari, K-es. Sabah el-Havaf bab: 4
İmam Şafiîye
göre ise, savaşın kızıştığı zamanlarda, binekli olsun yürüyerek olsun, kıbleye
karşı olsun veya başka tarafa doğru olsun, namaz işaretle kılınır.
İmam Şafii,
Ebû Hanifenin delil gösterdiği hadîsi
şerife mukabil şöyle demektedir: "Hendek savaşı zamanında henüz bu âyet nazil
olmamıştı ve korku namazı da yoktu. Âyet-i kerime
daha sonra nazil oldu. Korku namazı hakkında daha geniş bilgi için Nisa
suresinin yüz bir ve yüz üçüncü âyetlerinin
izahına bakınız.
İçinizden ölüp te geride
eşler bırakan erkekler, kadınlarının, evlerinden çıkarılmayarak bir yıla kadar
bırakılmasını vasiyet etsinler. Şâyet kadınlar evden çıkacak olurlarsa,
kendileri için yaptıkları meşru işlerde size bir günah yoktur. Allah, her şeye
galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Ey mü’minler, sizden kim ölür de geride de eşleri
kalırsa, Allah, size o kadınları, tam bir yıl, ölen kocalarının evlerinden
çıkarmamanızı farz kıldı. Eğer kadınlar, ölen kocalarının evlerini, bir yılı
tamamlamadan terkederlerse onların, kocalarının yasını tutmayarak evlerini
terkelmelerinde, süslenip koku sürmelerinde, ölenin varisleri için bir zorluk ve
sorumluluk yoktur. Allah, ceza verişinde her şeye galiptir, koyduğu şeriat ve
hükümlerde hikmet sahibidir.
Katade,
Rebi' b. Enes,
Abdullah b. Abbas, Dehhak,
Ata, Mücahid
ve İbn-i Zeyde göre bu
âyet-i kerime, Nisa suresinin on
ikinci âyeti ve Bakara suresinin iki yüz otuz
dördüncü âyetiyle neshedilmiştir. Zira,
önceleri bir insan ölür de geride karısı sağ kalırsa o kimse ister karısı lehine
vasiyetle bulunsun, isterse bulunmasın karısı, ölen kocasının evinde bir yıl
kalırdı. Bu âyet-i kerime bu hususu beyan
etmektedir. Ancak, Bakara suresinin iki yüz otuz
dördüncü âyeti inerek kocası ölen kadınların bir yıl değil dört ay on
gün iddet bekleyeceklerini beyan etti. Nisa suresinin on ikini âyeti de nazil
oldu ve kocası ölen kadına nafaka verilmeyeceğini, zira onun, kocasının malına
mirasçı olacağını kocasının çocukları varsa malının sekizde birini, yoksa dörtte
birini alacağını beyan etti ve böylece kadının artık nafaka alamayacağı
bildirildi.
Katade ve
Süddiden nakledilen diğer bir görüşe göre de
bu âyet-i kerime mensuhtur. Ancak
neshedilen bu âyet, sadece kadına vasiyette bulunalabileceğini beyan etmektedir.
Öyle ki mirasın nasıl taksim edileceğini beyan eden âyetler nazil olmadan önce
kişi, hanımına ve dilediği kimselere terekesinden vasiyette bulunabiliyordu.
Mirasın hükümlerini beyan eden âyetler nazil olunca artık kişinin, karısı lehine
vasiyette bulunması hükmü kaldırılmış oldu. Yine kişinin hanımına terekesinden
bir yıl nafaka veriliyordu. Daha sonra bu da, kocası ölen kadının dört ay on gün
iddet bekleyeceğini beyan eden âyetle neshedilmiş oldu.
Mücahid ve
Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir
görüşe göre bu âyet-i kerime mensuh
değildir. Hükmü geçerlidir. Allahü teâlâ. Bakara suresinin iki yüz otuz
dördüncü âyetinde kocası ölen kadınların
mutlaka ilört ay on gün iddet beklemelerini emretmiş bu
âyet-i kerime’de
ise kocalarının ölümünden sonra karılarının bir yıl evlerinde kalıp kendi
mallarından yiyebileceklerine dair vasiyette bulunabileceklerini beyan etmiştir.
Böylece kadın dilediği takdirde, dört ay on gün olan mecburi iddetini
bekledikten sonra kocasının vasiyetine uyarak yedi ay yirmi gün daha kocasının
evinde kalabilir. Veya bu vasiyete uymayarak dört ay on günden sonra kocasının
evinden çıkabilir. Çünkü âyet-i kerime’nin
sonunda "Şâyet kadınlar evden çıkacak olurlarsa, kendileri için yaptıkları meşru
işlerden size bir günah yoktur." buyurulmaktadır.
Taberi
diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş şudur:
Allahü teâlâ, ölen erkeklerin hanımlarına bir
yıl kocalarının evinde kalma ve kocalarının bıraktıkları mallardan nafaka olarak
harcama hakkını vermiştir. Ölen kişinin mirasçılarına da bir yıl tamamlanıncaya
kadar bu kadını içinde yaşadığı evden çıkarmamayı emretmiştir. Böylece bir
kadın, ölen kocasının evini, kendiliğinden terkedecek ol nisa artık mirasçılar
için bir günah olmayacağını beyan etmiştir. Ancak daha sonra gelen miras âyeti,
kadına harcanacak nafakayı kaldırmış, kadınların dört ay on gün iddet
bekleyeceklerini hükme bağlayan âyet de bu kadınların yedi ay yirmi günlük
mesken haklarını kaldırmıştır. Ancak kocasının ölümü üzerine dört ay on gün
iddet bekleyecek kadının bu müddet içerisinde kocasının meskeninde kalma hakkına
sahip olduğu, Resûlüllah’ın hadisi
şerifi ile beyan edilmiştir.
Bu hususta Fürey'a bint-i Malik (Başka bir
Rivâyete göre Faria bint-i Malik)in anlattığına göre kocası, köleleri ücretle
çalışmıyormuş. Bir gün köleler birleşerek kocasını öldürmüşler. Fürey'a
Resûlüllah’a gelerek meseleyi anlatmış ve
şunlan söylemiştir: "Ben, şimdi mülkiyeti kocama ait olan bir evde değilim.
Kocam tarafından bana herhangi bir nafaka da gelmiyor. Ben yetimlerimle birlikte
aileme gidip onlara orada bakayım mı?" Resûlüllah
ila ona "Yap" demiş daha sonra "Ne demiştin?" diye sormuş kadın da sorusunu
tekrarlayınca Resûlüllah ona- "Kocanın
ölüm haberi sana geldiği yerde iddetini bekle." buyurmuştur.
Nesei, K. et-Tulak bab: 60
Diğer bir Rivâyette
Resûlüllah o kadına şöyle demiştir:
"Sen, süre doluncaya kadar, dört ay on gün evinde
kal. Nesei, K. et-Talâk bab: 62/İbn-i Mace K. et-Talâk
bab: 8, Hadis No. 2031
Âyet-i kerime’nin
sonunda: "Şâyet kadınlar evden çıkacak olurlarsa kendileri için yaptıkları
işlerde size bir günah yoktur." buyrulmaktadır. Yani, kadınların, kocalarının
ölümünden sora, kocalarının evinde kalmaları halinde bir yıl kalma hakları
vardır. Öyle ki ölenin mirasçıları bu bir yıl içinde kadın istemedikçe onu evden
çıkaramazlar. Ancak kadın kendi isteğiyle kocasının evini bir yıldan önce
terkedecek olursa bu takdirde mirasçılara herhangi bir vebal yoktur. Kadın da
aynı evde kalıp kalmama mecburiyeti yoktur. Bu onun için bir haktır. Kadın, dört
ay on günlük müddeti bittikten sonra, iddet beklemekte olduğu kocasının evini
terkedip yas tutmaya sona erdirebilir ve kendisiyle evlenmek isteyenlere imkân
verebilir.
Boşanan kadınların, örfe
göre faydalanacakları bir lakım şeyler alma hakları vardır. Bu, takva sahipleri
üzerine bir borçtur.
Her boşanan kadının, örfe göre elbise, giyim kuşam
ve iyilikle istifade edilecek şeylerde hakkı vardır. Bu, rablerinin emirlerini
tutup yasaklarından kaçınan takva sahiplen üzerine bir borçtur.
* Boşanan kadınlara verilmesi gereken eşyaya İslam
hukukunda "Mut'a" denir. Mut'umu, boşanan her kadına mı yoksa belli şartlar
altında boşanan kadınlara mı verileceği hususunda farklı görüşler
zikredilmektedir.
a-Said b.
Cübeyr, Zühri ve Ataya göre. her boşanan kadına mut'a vermek
gerekmektedir. Çünkü bu âyet-i kerime
genel bir mânâ ifade etmekte, boşananlar arasında ayırım yapmamaktadır.
b- Atâ ve
Mücahide göre bu âyette, kendilerine mut'a verileceği beyan edilen
kadınlar, kendileriyle zifafa girildikten sonra boşnan kadınlardır. Zira
kendilerine dokunulmadan boşanan kadınların durumu şu âyette beyan edilmektedir.
"Ey iman edenler, mü’min kadınları nikahlar sonra da kendilerine dokunmadan
bozarsanız artık sizin, onların üzerinde iddet sayma hakkınız yoktur. Derhal
onlara boşanma bedellerini (faydalanacakları bir takım eşyayı, mut'ayı) verin ve
onları güzellikle salıverin. Ahzab sûresi, 33/49
c- İbn-i Zeyde
göre ise, burada kendilerine mut'a verilmesi emredilen kadınlar, boşanan bütün
kadınlardır. Ancak bu âyetin nüzul sebebi şu âyetin yanlış anlaşılmasını
önlemektir. "...Zengin kendi imkânına göre fakir de kendi imkânına göre. usulüne
uygun bir şekilde onlara faydalanacakları bir şeyler verin. Bu, iyilikte
bulunanların üzerine bir borçtur. Bakara sûresi, 2/236
Bu âyet nazil olunca bir kişi: "Eğer ben iyilikte bulunursam bunu yaparım.
İyilikte bulunmazsam bunu yapmam" demiş bunun üzerine de: "Boşanan kadınların,
örfe göre faydalanacakları bir takım şeyler alma hakları vardır. Bu, takva
sahipleri üzerine bir borçtur." âyeti nazil olmuştur.
Taberi
diyor ki: "Bu âyet-i kerime’de
zikredilen mut'anm, boşunanan her kadına verilmesi gereken mut'a olduğunu
söyleyen görüş, doğru olan görüştür. Yani her boşanan kadının mut'a alma hakkı
vardır. Zira Allah teala, Kur'an-ı Kerimin diğer âyetlerinde, belli durumlarda
olup ta boşanan kadınlara mut'a verileceğini beyan etmiştir. Mesala: Kendilerine
mehir takdir edilmeyen ve kendileriyle cinsi münasebetle de bulunulmadım boşanan
kadınlara mut'a verileceği şu âyette beyan edilmiştir. "Kadınlara yaklaşmadan ve
onlara mehir takdir etmeden boşarsanız sizin için bir mes'uliyet yoktur. Bu
durumda zengin kendi imkânına göre fakir de kendi imkânına göre, usulüne uygun
bir şekilde onlara, faydalanacakları bir şeyler verin. Bu, iyilikte bulunanların
üzerine bir borçtur. Bakara sûresi, 2/236
Kendisiyle evlenilen ve zifafa girildikten sonra boşanılan hür kadınlara mut'a
verileceği şu âyette zikredilmektedir. "Ey Peygamber, hanımlarına şöyle de:
"Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin boşanma bedellerinizi verip
hepinizi güzellikle salıvereyim, Ahzab sûresi, 33/28
Kendilerine mut'a verilip verilmeyeceği açıklanmayan kadınlar, kâfir
kadınlar, köleler bir de küçük yaşta iken evlenip boşanan kadınlardır. İşte
âyet-i kerime’de
boşanan bu gibi kadınlara da mut'a verileceğini umumi bir şekilde beyan
etmiştir.
Allah, âyetlerini size,
düşünesiniz diye böylece açıklıyor.
Allah size, hükümlerini bildirdiği, birbirinize
karşı olan vazifelerinizi açıkladığı gibi Peygamberine indirdiği âyetlerde diğer
hükümleri de açıklıyor ki, koymuş olduğu hudutları tanıyasınız. Dininiz ve
dünyanız için doğru ve faydalı olanı bilesiniz.
Sayıları binlere vardığı
halde, ölüm korkusundan memleketlerini terkedenleri görmedin mi? Allah onlara
"Ölün" dedi. Ve sonra kendilerine yine hayat verdi. Şüphesiz ki Allah, insanlara
karşı lütuf sahibidir. Fakat insanların çoğu şükretmezler.
Ey Rasûlüm, sayıları binlere vardığı halde,
ölümden kaçmak için memleketlerini terkedenleri bilmedin mi? Allah onları önce
öldürdü sonra tekrar diriltti. Şüphesiz ki Allah, yarattıklarına karşı lütuf
sahibidir. Fakat o insanların çoğu, nimetlere şükretmezler ve Allah'tan başka
ilâhlar edinirler.
Âyet-i kerime’de
geçen ve "Binler" diye tercüme edilen kelimesi
müfessirler tarafından iki şekilde izah edilmiştir.
a- Abdullah b.
Abbas, Vehb b. Münebbih, Haccac b. Ertee,
Süddi, Atâ el Horasani ve Muhammed
b. İshaka göre bu âyette geçen kelimesi, kelimesinin çoğuludur ve mânâsı
"Bilenler" demektir. İsrailoğulları ya Taun hastalığından veya cihad etmenin
korkusundan dolayı memleketlerinden binlerce sayıda çıkıp gitmişler, neticede
ölümden kurtulamamış ve öldürülmüşler daha sonra ise Allah teâla onları
diriltmiş ve vadeleri gelinceye kadar yaşamışlar sonra tekrar ölmüşlerdir.
b- İbn-i Zeyd,
Hasan-ı Basri, Amr b. Dinar ve benzeri
âlimlere göre bu âyette zikredilen kelimesi kökünden türetilmiştir. Mânâsı
"Ülfet ve uyum içinde olarak" demektir. Yani İsrailoğulları, memleketlerinden
çıkarken kendi aralarında ayrılığa düşmemişler birbirlerine karşı huğuz eder
halde olmamışlar, bilakis birlik ve beraberlik içinde çıkmışlardır" demektir.
Bu kelimeyi sayı mânâsına alan
Abdullah b. Abbastan özetle şunlar Rivâyet
edilmektedir: Yerlerinden çıkan İsrailoğullarının sayısı dört bin idi. Onlar
Taun hastalığından kaçarak köylerinden çıkmışlar ve "Biz, ölümün olmadığı bir
yere gidelim." demişlerdi. Fakat onlar belli bir yere varınca Allah onlara
"Ölün" demiş, onlar da ölmüşlerdi. Bunun üzerine Peygamberlerden bir Peygamber
onların yanından geçmiş, Allahü teâlâya
onları dirilitmesi için niyazda bulunmuş Allahü teâlâ
da onları diriltmişti. Vehb b. Münebbihe göre bu Peygamber "Hezkil"dir.
Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir
Rivâyete göre Yahudiler Taun hastalığından değil Allah yoyunda cihad etmekten
kaçmışlar ve başlarına yukarıda anlatılan olay gelmiştir.
Eş'as b. Eşlem el-Basri diyor ki: "Ömer namaz
kılarken geri tarafta iki Yahudi bulunuyordu. Ömer rüku yapınca kamını içeri
çekerdi. Bu Yahudilerden biri diğerine: "Bu o mu?" diye sordu. Ömer namazı
bitirince dedi ki: "Sizden birinizin arkadaşına "Bu o mu?" diye sorduğunu
hissettim." Onlar da "Biz kitabımızda Allah'ın izniyle ölüleri dirilten Hezkil'e
verilen demir boynuzun benzerinin o anlattığınız kişiye de verileceğini
bulmaktayız." dediler. Ömer de: "Biz, Allah'ın kitabında ne Hezkil'i ne de
İsanın dışında, Allah'ın dışında ve ölüleri dirilten birini görüyoruz." dedi.
Onlarda: "Sen, Allah'ın kitabında " Bazılarını da sana anlatmadığımız
Peygamberler gönderdik. Nisa sûresi, 4/164
âyetini bulmuyor musun? dediler Ömer de "Evet" dedi. Onlar da: "Ölüleri
diriltmesi meselesine gelince biz onu sana anlatalım." dediler ve şunları
söylediler: "İsrailoğulları Veba hastalığına yakalandılar. Onlardan bir topluluk
Vebadan kurtulmak için yurtlarını terkedip gittiler. Oradan bir mil uzaklaşınca
Allah onları öldürdü. Diğer insanlar onların mezarlarının etrafını duvarlarla
çevirdiler. Kemikleri çürüdükten sonra Allah Hezkil Peygamberi gönderdi. O,
onların öldüğü yerde Allah'ın dilediği kadar kaldı. Allah onları Hezkil
vasıtasıyla diriltti. Eş'as diyor ki: "İşte Allahü
teâlâ bu âyeti bunlar hakkında indirmiştir."
Âyette zikredilen kelimesinin mânâsının "Binlerce"
demek değil "Ülfet içinde" demek olduğunu söyleyen İbni-i Zeyd ise bu hususta
özetle şunları söylemiştir: Bu âyet. Taun hastalığına uğrayan bir kasabadan
bahsetmektedir. O kasabanın halkından bir gurup kasabayı tevketmiş diğer bir
kısmı ise orada kalmıştır. Orada kalanlara taun hastalığı büyük zayiat vermiş,
çıkanlara ise bir şey olmamıştır. Ertesi yıl tekrar taun hastalığı çıkmış bu
defa, daha önce çıkanlardan daha çok sayıda insan kasabayı terketmiştir. Taun
hastalığı, orada kalan insanları kasıp kavurmuştur.
Üçüncü yılda tekrar taun hastalığı gelmiş bu defa İsrailoğulları
ayrılığa düşmeden hep birlikte kasabayı terketmişlerdir. Fakat onlar,' yaşamak
için gittikleri yere varınca Allah onlara "Hep birlikte ölün" demiş onlar da
ölmüşlerdir. Oradan geçen bir kişi parlayan kemikleri görünce dikkatini çekmiş,
durup onlara bakmış ve kendi kendine şöyle demiştir: "Allah bunları
öldürdüktensonra acaba nasıl diriltecektir?" Allah bu defa o kişiyi de öldürmüş
ve yüz yıl sonra diriltmiştir.
Taberi
diyor ki: "Bu iki görüşten tercihe şayan olan kelimesinin mânâsının "Binler"
olduğunu söyleyen görüştür, İsrailoğullarının kasabadan kaçmalarının sebebi ise
cihattan veya taun hastalığındandır. Kaçan İsrailoğullarının sayısı ise on binin
üzerindedir. Zira kelimesi, on'dan yukan sayılarda kullanılan çoğullar
kahbındandır.
Âyet-i kerime’nin
devamında, memleketlerini terkeden İsrailoğullarının, ölüm korkusuyla
terkettikleri zikredilmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi İsrailoğulları ya
uğradıkları taun hastalığı sebebiyle ölçeklerinden korkmaları yüzünden
memleketlerinden çıkmışlar veya Allahü teâlâdan
bir komutan göndermesini istemeleri üzerine kendilerine komutan geldiğinde
düşmanla savaşarak ölecekleri korkusundan dolayı çıkmışlardır.
Allahü teâlâ bunların kıssalarını mü’minlere
anlatarak kendilerine Allah yolunda cihad etmeyi ve din düşmanları ile savaşta
dirençli olmayı teşvik etmekte, öldürmenin de diriltmenin de sadece kendi elinde
olduğunu hatırlatarak mü’min kullarına cesaret vermekte ve savaştan ve cihattan
kaçıp kalelere, evlere ve müstahkem mevkilere sığınmanın hiçbir kimseyi Allah'ın
kaza ve kaderinden kutaramayacağmi bildirmektedir. Nitekim taun hastalığından
kaçan İsrailoğulları Allah'ın kaderinden kurtulamamış ve yine ölmüşlerdir.
Âyet-i kerime’nin
sonunda: "Şüphesiz ki Allah, insanlara karşı lütuf sahibidir. Fakat insanların
çoğu şükretmezler." buyunılmaktadır. Allahü teâlânın,
insanlara hidâyet yolunu göstermesi ve onları helak olacakları yönlerden
sakındırması, kullarına lütfettiği nimetlerdendir. Ölüm korkusuyla
memleketlerinden çıkan insanları öldürüp onları tekrar diriltmesi, kullarına
ibret olması bakımından Allahü teâlânın
lütuf ve nimetlerindendir.
Allah yolunda savaşın.
Bilin ki Allah her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.
Ey iman edenler, Allah'ın dini için, din
düşmanlarıyla savaşın. Sizi dininizden alıkoyan ve rabbinizin yolundan çeviren
Şeytana itaat yolunda savaşmayın. Allah düşmanlarıyla savaşmaktan çekinmeyin.
Zira diri kalmanız veya ölmeniz Allah'ın elindedir. Sakın ölüm korkusu sizi,
düşmanlarla sataşmaktan alıkoymasın, Aksi takdirde zelil olursunuz, siz de daha
önce ölüm korkusuyla evlerinden çıkıp kaçanlar gibi ölümden kurtulamazsınız.
Sizler de evlerinizde ölürsünüz. Bilin ki rabbiniz, samimi olan mü’minleri de
bilir sinelerinde nifak ve inkârı saklayanları da. Ve herkesin söylediği sözü
de. Bu itibarla herkesi layık olduğu şeyle cezalandıracak veya
mükafaatlandıracaktır.
O kimdir ki Allah için
güzel bir ödünç takdim etsin de Allah onun karşılığını kat kat versin. Rızkı
daraltan da Allah’tır bol veren de. Yine ona döndürüleceksiniz.
Sizden kim Allah yolunda ve onun rızasını
isteyerek harcamada bulunur, zayıf olana yardım eder, fakiri destekler, ihtiyaç
sahiplerine infakta bulunursa Allah, yapmış olduğu iyiliklerden dolayı o kişiye
sınırsız ve sayılamayacak kadar kat kat mükâfaat verir. Dilediği kulu için rızkı
daraltan dilediği için de bollaştıran Allah’tır. Sonunda dönüşünüz Allah’adir.
Sizleri amellerinize göre cezalandıracak veya mükâfaatlandıracaktır.
Bu konuda diğer bir
âyet-i kerime’de de şöyle
buyrulmaktadır: "Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağında yüz
tane olmak üzere yedi başak veren bir tanenin durumuna benzer. Allah, dilediğini
kat kat verir. Allah, lütfü geniş olan ve her şeyi bilendir.
Bakara sûresi, 2/162
Abdullah b. Mes'ud
diyor ki: "Bu âyet-i kerime inince
Ebudderda dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, Allah bizden ödünç mü istiyor?"
Resûlüllah da "Evet ya Ebudderda." dedi.
Ebudderda ise "Ver elini Ya Resûlallah," dedi.
Resûlüllah da elini on verdi. Ebudderde: "Ben (hurma) bahçemi rabbime
karz-ı hasen olarak verdim. Onun içinde altı yüz hurma ağacı bulunmaktadır."
dedi. Sonra yürüyerek bahçesine geldi. Karısı Ümmü Dahdah ve çocukları bahçede
bulunuyorlardı. Ebudderda hanımına "Ey Ümmü Dahdah, diye seslendi. Ümmü Dahdah
"Buyur emrin nedir?" diye cevap verdi. Ebudderda "Bahçeden çık zira ben içinde
altı yüz hurma ağacı bulunan bahçeyi rabbime karz-ı hasen olarak verdim." dedi.
Resûlüllah, Abudderda öldüğünde onun
cenaze namazını kıldırdıktan sonra hakkında şöyle buyurmuştur: "Cennette
Ebudderdanın asılı duran nice hurma salkımları bulunmaktadır"
Bkz. Ahmed b.
Hanbel, Müsned s.s. 146/Müslim, K. el-Cennız,
bab: 89, Hiırfis No. 965 İbn-i Macc, K. el-Ticaret, bab: 27, Hadis Nn. 2200
Âyet-i kerime’de,
malını Allah yolunda harcayana Allah'ın kat kat karşılığını vereceği
vaadedilmektedir. Allah'ın vaadettiği nimetlerin hududu belirtilmemekte,
kişilerin ihlas ve niyetlerine göre karşılık alabileceklerine işaret
edilmektedir. Bu hususta bazı âlimler şöyle demişlerdir: "Allah size dünyayı
ödünç olarak verdi ve onu sizden ödünç olarak istedi. Şâyet sizler içinizden
gelerek gönüllü bir şekilde onu ödünç verecek olursanız o ödüncünüzün
karşılığında size on ile yedi yüz arasında değişen, hatta daha da fazla olabilen
karşılık verilecektir. Şâyet Allah dünyayı sizden, istemediğiniz halde çekip
alacak olurda siz de buna sabreder ve iyi davranırsanız bu sizin için bir rahmet
olur ve sizin hidâyete kavuşmanıza sebep olur.
Âyet-i kerime’nin
devamında "Rızkı daraltan da Allah’tır bol veren de", buyurulmaktadır.
Allahü teâlâ bu ifade ile kendilerine bol
rızık verdiği mü’min kullarını, rızıklan dar olanlara karşı infakta bulunmaya
teşvik etmekte ve onları müşriklere karşı savaşmak için mallarını Allah yolunda
harcamaya davet etmektedir. Zira bu harcamalar onların azıklarını
azaltmayacaktır. Çünkü rızıklan daraltan da genişleten de Allah’tır. Kullar
yaptıkları harcamaların karşılığını kat kat alacaklardır.
Taberi,
âyetin bu bölümünün izahında, rızkın dar veya bol oluşunun Allah’ın elinde
olduğunu beyan etmiştir ve Resûlüllah’ın
şu hadis-i şerifinde de aynı
meseleninbeyan edildiğini zikretmiştir.
Enes b. Malik
diyor ki:
"Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve
sellem)'ın zamanında (bir ara) fiyatlar yükseldi. Dediler ki: "Ey
Allah'ın Resulü, bize fiyat (Narh) koysana "
Resûlüllah: "Şüphesiz ki fiyat koyan, daraltan, bollaştıran ve
rızıklandıran ancak Allah’tır. Ben dilerim ki rabbimin huzuruna çıktığımda
sizden herhangi biriniz benden kanı ve malı hakkında bir haksızlıktan dolayı bir
şey istemiş olmasın. Tirmizi, K. el-Biiyil, bab: 73,
Hadis No. 1314/Ebû Davud, K. el-Boyii, bab: 49, Hadis No. 3451 İbn-i Mace, K.
et-Ticarel, bab: 27, Hadis 2200
|