6313 Kur’ân'ın tefsiri hakkında, ulema arasında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Herkes, Kur’ân'ı tefsir edebilir mi? Buna verilen cevap şudur:

Bir kimse alim veya edip olsa fıkıh, nahiv, tarih ve rivâyetler hakkında geniş bilgiye sahip olsa, Resûlüllah'dan rivâyet edilen hadislere dayanmadıkça, Kur’ân'ı tefsir edemez.

Bu soruya verilen bir başka cevap da şudur:

Müfessirin muhtaç olduğu ilimleri bilen kimsenin, Kur’ân'ı tefsir etmesi caizdir. Bu ilimler de, aşağıda zikredilen on beş ilimdir.

1) Lügat ilmi: Bu ilimle, kelimenin o dilde ifade ettiği mânalar bilinir. Mücahid: Allah'a ve kıyamet gününe îman eden bir Müslümanın, Arapça'yı bilmeden Kur’ân'ı tefsir etmesi haramdır, der.

İmâm Mâlik'in bu husustaki sözünü, daha önce nakletmiştik. Arapça'yı biraz bilmek, bu konuda kafi değildir. Mesela bir kelimenin, birkaç mânası olabilir. Tefsir edecek kimse, bunlardan sadece birini bilir. Halbuki murad edilen diğer manasıdır.

2) Nahiv ilmi: Cümlenin mânası, irab'a göre değişeceğinden, bu ilmin muhakkak bilinmesi gerekir. Ebû Ubeyd, Hasani Basri'den yaptığı rivâyette kendisine, Arapça'yı öğrenmeğe, mükemmel bir şekilde konuşmağa çalışan, Kur’ân'ı en güzel şekilde okuyan birinden söz edildi. Cevaben: Çok güzel, sen de öğren. Çünkü Kur’ân'ı okuyan, mânasını bilmiyorsa, kendisini helak eder, dedi.

3) Sarf ilmi: kelimenin türeyişi ve sigaları, sarf ilmini bilmekle olur. İbn-i Faris: Bu ilmi bilmeyen, ilminin büyük kısmını yitirmiş sayılır. Mesela ***** kelimesi, müphem bir kelimedir. Bu kelimenin çekimini yaparsak, masdarıyla hangi mânaya geldiğini anlarız, der. Zemahşerî şöyle der: ***** « (Ey Resûlüm), bütün insanları imamlarıyla (peygamberleriyle, rehberleriyle) çağıracağımız (kıyamet) günü(nü hatırla)...» (İsrâ, 71.) âyetindeki imam kelimesini, anne mânasındaki ***** kelimesinin cemi şeklinde tefsir eden kimsenin tefsiri bid'attır. Bu mânaya göre âyetin tefsiri, babalarının ismiyle değil, annelerinin ismiyle çağrılır, şeklinde olacaktır ki, bu mâna yanlıştır. Bu yanlışlığa, sarf ilmini bilmemesi sebep olmuştur. Çünkü ***** ün cemii ***** şeklinde gelmez.

4) İştikak ilmi: Bir isim, iki ayrı kökten geliyorsa, mânası bu köklere göre değişir. Mesela ***** kelimesi, ***** masdarından mı, yoksa ***** masdarından mı geldiğini bilmek gerekir.

5,6,7) Meânî, Beyân ve Bedi’ ilimleridir.

Meânî ilmi, cümleye güzel bir mâna kazandırmak gayesiyle, cümle kuruluşunun inceliklerini öğretir.

Beyan ilmi, cümlenin ifade ettiği açık veya gizli mânaları, değişik ifadelerle kullanmadaki incelikleri öğretir.

Bedi’ ilmi, kelâmın güzel bir şekilde tevcihini öğretir.

Bu üç ilim, müfessirin bilmesi gereken ilimdir. Müfessir, Kur' an'ın îcâziyle ilgili hususlara riayet etmesi gerekir. Bu ise, belâgatı bilmekle olur.

Sekkaki şöyle der: Îcâzın, akılları hayrette bırakacak şekilde incelikleri vardır. Îcâzın değeri, görülüp anlaşılır, fakat vasfı mümkün olmaz. Bu durum aynen, terazideki ölçünün eşitliği gibidir. Bu eşitlik görülür, fakat vasfı yapılamaz. Îcâzın inceliklerini, fıtratında bir kabiliyeti olanlar bilir. Bu fıtrata sahip olmayanlar, meânî ve beyan ilmiyle çokça uğraşarak îcâzın inceliklerini kavrayabilirler.

İbn-i Ebî’l-Hadid şöyle der: Bir dilde cümlenin, fasihi ile en fasihi, güzeli ile en güzeli, ancak zevk ile bilinir. Bunu bir delille ispatlamak mümkün değildir. Bu aynen, güzellikte farklı iki genç kıza benzer. Bu kızlardan birisi; pembe tenli, ince dudaklı, inci dişli sürme gözlü, tombul yanaklı, ince burunlu ve orta boyludur.

Diğerinde ise, bu vasıf ve güzellik yoktur. Fakat, gözleri ve kalbi diğerinden daha güzel, daha yumuşaktır. Bunun sebebi, bir türlü bilinmez. Bunu, herkese göre değişen zevk ve müşahede tayin eder. Cümle de aynen böyledir. Evet, bu iki genç kız arasında yapılan tavsif farkı, açıkça ortadadır. Yüzdeki güzellik, zarafet ile birinin diğerinden üstünlüğü, herkesin görebildiği vasıftır. Cümledeki incelikleri ise ancak özel bir zevkle bilinir. Lügat, nahiv ve fıkıh ilmiyle uğraşan herkes, zevk sahibi olamaz, cümledeki incelikleri tenkid edemez.

Beyan ilmiyle uğraşanlar, zevk ehli olanlardır. Bunlar, kendilerini risale, hitap, kitabet ve şiirle tatmin ederler. Bunlarla uğraşmaları kendilerine, maharet ve meleke kazandırır. Cümledeki incelikleri, birbirine nazaran üstünlüklerini kavramak için bu zevke sahip olanlara danışmak gerekir.

6322 Zemahşerî şöyle der: Allah'ın kitabını ve muciz kelamını tefsir eden, nazmındaki güzelliğe, belâgatındaki olgunluğa bağlı kalarak tehaddide bulunmak isteyene fırsat vermeğe dikkat etmelidir.

Îcâzı bütün yönleriyle bilmek, Allah kelamındaki inceliklere muttali olarak tefsir etmektir. Bu da fesahatin temel kaidesi, belâgatın ana unusurudur.

6324

8) Kırâat ilmi: Bu ilim sayesinde, Kur’ân'ın kırâat incelikleri bilinir, muhtemel kırâat vecihleri arasında tercih yapılır.

9) Kelam ilmi: Bu ilim, Allah'a isnadı caiz olmayan sıfatlar ihtiva eden â-yetleri, zâhiri mânadan ayırarak tefsir etmeyi öğretir. Kelam uleması bu gibi â-yetleri tevil eder, Allah'a isnadı mümkün olmayan, vacip veya caiz olan mânalara delil getirir.

10) Usûlü Fıkıh ilmi: Âyetlerden hüküm çıkarmak ve istinbatta bulunmak üzere, delil getirmeyi öğretir.

11) Sebebi nüzûl ve kıssalar ilmi: Sebebi nüzûlla, âyetin hangi konuda ve kimin hakkında nâzil olduğu bilinir.

12) Nâsih ve mensûh ilmi: Muhkem âyetlerle muhkem olmayan âyetlerin bilinmesini sağlar.

13) Fıkıh ilmidir.

14) Mücmel ve müphem âyetleri açıklayan hadislerdir.

6331

15) İlmi mevhibe: Bu, bilgisi ile amel edene Allah tarafından verilen ilimdir. İlmiyle amel edene Allah bilmediğini öğretir, hadisi, buna işarettir.

İbn-i Ebîd-Dünya şöyle der:

Tefsir ilmi, sahili olmayan uçsuz-bucaksız bir deniz gibidir. Müfessir âleti olan bu ilimler bilinmedikçe, müfessir olunamaz. Bu ilimleri bilmeden Kur’ân'ı tefsir edenler, menhi tefsir olan, rey tefsirine göre müfessir olurlar. Bu ilimleri öğrenerek tefsir ederse, menhi tefsir olan, rey müfessiri sayılmaz. Sahâbe ve tâbiun Arap dilini öğrenerek değil, tabiatlarında mevcut meleke ile bilirlerdi. Diğer ilimleri ise, Resûlüllah'dan almışlardı.

Burada, şu açıklamada bulunmak isterim:

Mevhibe ilmini kavramada belki güçlük çekilir. Bunun, insanın kudreti dışında bir ilim olduğu düşünülür. Aslında, bunu kavramak zor değildir. Bu ilme sahip olmanın yolu, amelde olduğu kadar, zühd ve takva hayatı yaşamaktır.

Zerkeşî «Burhan»ında şöyle der: Kur’ân'ı tefsir edecek, vahyin sırlarını çözecek kimsenin kalbinde bid'at, kibir, heva, dünya sevgisi gibi vasıflar bulunması, günah işlemede ısrarlı olmaması, imanının zayıf düşmemesi, aklına gelen her söze uymaması gerekir. Bütün bunlar, birbirine bağlı engellerdir.

Bu mânada, Allah'ın şu âyetini hatırlatmak isterim: ***** «Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri âyetlerimden u-zaklaştıracağım.» (Araf, 146.).

İbn-i Ebî Hâtim, bu âyet hakkında Sufyan b. Uyeyne'nin şöyle dediğini nakleder: Onlardan, Kur’ân'ın idrakini çekip alacağım, demiştir.

İbn-i Cerîr ve diğer ulema, değişik tariklerle İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivâyet ederler:

Tefsir dört kısımdır.

Birincisi; kendi dili olduğundan Arapların bildiği tefsir.

İkincisi; herkesin bilmesi gereken tefsir.

Üçüncüsü; ulemanın bildiği tefsir.

Dördüncüsü; Allah'dan başka kimsenin bilmeyeceği tefsir.

İbn-i Cerîr zayıf bir senedle merfuan İbn-i Abbâs'ın sözünü şu lafızla nakleder:

Kur’ân dört vecih üzere nâzil olmuştur.

Bunlar; herkesin bilmesi gereken helal-haram,

Arapların bildiği tefsir,

Ulemanın bildiği tefsir,

Allah'dan başka kimsenin bilemeyeceği müteşabihlerdir. Bu âyetlerin tefsirini bildiğini iddia eden, yalancıdır.

Zerkeşî, «Burhan»ında şöyle der: İbn-i Abbâs'ın bu sözünde doğru bir taksim mevcuttur.

1) Arapların bildiği tefsir, Arap dilindeki bilgilerine dayanır. Bu da lügat ve irab bilgileridir.

Müfessir, kelimelerin taşıdığı mânaları bilmek zorundadır. Bu durum, Kur’ân'ı okuyan için geçerli değildir. Şayet kelimelerin mânaları, bilgiden çok ameli gerektiriyorsa, bu durumda bir veya iki haber, bir veya iki beyitlik istişhad yeterli olur. Eğer mânalar bilgiyi gerektiriyorsa, bunlar kafi gelmez, aksine daha geniş deliller ve şiirden şahidler gerekir.

İrab, mâna değişikliğine sebep oluyorsa, müfessirin ve Kur’ân'ı okuyanın bunu bilmesi gerekir. Çünkü müfessir, irabı bilmekle isabetli hüküm çıkarır. Kari de hata yapmaktan kurtulur. Eğer irab, mâna değişikliğine sebep olmuyorsa, kariin hatadan kurtulması için irabı bilmesi gerekir. Müfessir ise irab yapmadan da gayesine ulaşacağından, bir mecburiyeti olmaz.

2) Herkesin bilmesi gereken tefsir, dini hükümleri ithiva eden âyetle, tevhide delalet eden âyetlerin mânasını, kolayca anladığı tefsirdir. Açık bir mâna ifade eden her kelime, Allah'ın murad ettiği mânayı taşır. Bu gibi âyetlerin tefsiri kolayca anlaşılır; herkes, ***** «Bil ki, Allah'tan başka (gerçek) ilâh yoktur..» (Muhammed, 19.) âyetinde, tevhid mânası bulunduğunu idrak eder. Şayet âyetteki ***** nın nefiy, ***** nın da isbat mânasında olduğunu bunun tahsis ifade ettiğini bilmese bile, âyetten uluhiyette Allah'ın şeriki olmadığını anlar.

Herkes, ***** «..namazı kılın, zekatı verin..» (Bakara, 43.) âyetinin mânasını kolayca bilir. Şayet ***** ismi tafdilinin tercih ifade ettiğini bilmese bile bu nevi âyetlerde emredileni yerine getirme talebi bulunduğunu anlar. Bu gibi âyetlerin mânasını bilmediğini iddia edenin mazereti, haklı bir mazeret olamaz. Çünkü bu âyetler, herkesin bilmesi gereken âyetlerdir.

3) Tefsirini ancak Allah'ın bildiği âyetler, gaybi haberler ihtiva eden âyetlerdir. Bunlar; kıyametin vukuu, ruhun mahiyeti, hurûfu mukatta'nın mânası ile mü- teşabih âyetlerdir. Bu gibi âyetlerin tefsirinde reyin yeri yoktur, bunlar ancak âyet, hadis veya icmai ümmetten gelen naslarla tefsir edilir.

4) Ulemanın bildiği tefsir, içtihadlarına dayanan, umumiyetle tevil şeklinde olan tefsirdir.

Ulema, bu şekil tefsirle, âyetlerden hükümler çıkarır, mücmel âyetleri beyan eder, umum mânadaki âyetleri hususi mânaya hamleder.

İki veya daha çok mâna ihtiva eden kelimeler hakkında fikir beyan etmek, ulemaya düşen bir iştir. Âyet hakkında sadece rey izhar etmek değil, mânaya şahid ve deliller getirmek de ulemanın vazifesidir.

Eğer kelimenin iki mânasından biri açıksa, âyet bu mânaya hamledilir. Eğer kapalı olan mânası murad ediliyorsa, buna delil gerekir. Eğer her iki mâna eşit ise, her ikisi de hakiki mânada kullanılır.

Şayet bunlardan biri, lügat veya örfde hakiki mânasında, diğeri de şeri mânasında kullanılıyorsa, âyetin şeri mânaya hamli daha uygundur. Ancak ***** «Senin onlara duan onları yatıştırır..» (Tevbe, 103.) âyetinde olduğu gibi, lügavî mânasında kullanıldığına dair, delil gerekir.

Şayet bu iki mânadan biri örfe, diğeri lügata dayanıyorsa, âyetin örf mânasına hamli, daha uygundur.

Kelimenin bu iki mânası birbirine zıd düşüyor, hayız ve temizlenme mânasına gelen ***** kelimesi gibi tek kelime ile ifadesi mümkün değilse bu iki mânadan murad edilenin, delillerle isbatı gerekir. Şayet buna işaret eden açık bir delil yoksa, âyette Allah'ın murad ettiği mânanın bu olduğunu nasıl anlayacaktır? Bu iki mânadan, istediğini seçmede veya hükmen galiz olanı mı yoksa hafif olanı mı alacağı hususunda muhayyer midir? Bu hususta, değişik görüşler ileri sürülmüştür. Şayet kelimenin mânası birbirine zıt değilse, belâgat ulemasına göre, âyetin her iki mânaya hamli gerekir, fesahat ve belâgat bakımından daha beliğ olur. Ancak, bunlardan birine delalet eden delil varsa, mânanın hamli buna göre yapılır.

Buraya kadar verdiğimiz bilgiler anlaşılmışsa, Bilgisi olmadan Kur’ân'ı tefsir eden kimse, cehennemdeki yerine hazırlansın hadisi, İbn-i Abbâs'ın ayırdığı dört tefsir şeklini iki kısma indirir.

Birincisi: Müfessirin Arap dilini mükemmelen bilmesini gerektiren, kelime tefsiridir.

İkincisi: Müfessirin, iki mânası olan kelimenin, muhtemel mânalarından birine hamledilmesi için, muhtelif ilimleri bilmesi, Arap dili ve lügatına mükemmelen vakıf olması gerekir.

Ayrıca, usul İlmini ilgilendiren konuları emir, nehiy ve sıgalarını, mücmel ve mübeyyeni, umum ve hususu, mutlak ve mukayyedi, muhkem ve müteşâbihi, zâhiri veya tevili mânayı, hakikat veya mecâzi, sarihi veya kinayeyi bilmelidir.

İstinbat yoluyla bilinen furu ilmi de, müfessirin çok az ihtiyaç duyduğu bir husus olsa bile, dikkatten uzak tutmaması gerekir. Bu durumda müfessirin âyet, şu veya bu mânaya muhtemeldir demesi, bir hüküm fetvasına mecbur kalmadıkça kesin hüküm vermemesi, şayet mecburiyet varsa bu konuda ictihadda bulunması, yaptığı içtihadın hilafı mümkün olmakla birlikte, kendi içtihadına göre âyete mâna vermesi, yerinde olur.

İbn-i Nakîb söyle der: Hadisin mânasında mevcut ifadeye göre rey tefsiri beş kısımdır:

1 - Müfessirin ihtiyaç duyduğu ilimler bilinmeden yapılan tefsirdir.

2- Allah'tan başkasının bilmediği müteşabihlerin tefsiridir.

3- Batıl mezhebe göre yapılan tefsirdir. Bu tefsirde mezheb görüşü asıl kabul edilir, tefsir buna tabi olur. Mezhebi tefsir zayıf olsa bile, mümkün olan her yolla, âyetleri kendi görüşü açısından tefsir etmesidir.

4- Bir delil olmadan Allah'ın muradı budur diye âyetin kesin tefsirini vermesidir.

5- Kendi arzu ve zevkine göre âyetleri tefsir etmesidir.

6339 İbn-i Nakîb şöyle devam eder:

Kur’ân ilimleri üç kısımdır:

1- Allah'ın hiçbir kula bahşetmediği ilimdir. Cenab-ı Hak Kur’ân'ında, Kendi Zatı ve gaybe ait bilgilerdeki esrarı, kendisine hâs kılmıştır. Bu gibi hususlarda söz söylemek, icmaen caiz değildir.

2- Kur’ân'daki bazı sırları çözmek üzere sadece Resûlüne verdiği ilimdir. Bu gibi konularda görüş beyan etmek ancak, Resûle veya Allah'ın izin verdiği kimseye aittir. İbn-i Nakîb, hurûfu mukattaa'nın bu kısma dahil olduğunu söylerse de, birinci kısımdan olduğu da söylenmiştir.

3- Allah'ın, Resûlüne Kur’ân'ın açık veya gizli mânalarını öğrettiği ilimlerle, Resûlüne öğretmesini istediği ilimlerdir.

Bu kısım kendi arasında ikiye ayrılır:

Birincisi: Nakil yoluyla sağlanan bilgilerdir. Bunlar:

Sebebi nüzûl, nâsih mensûh, kırâat, lügat, önceki milletlere ait kıssalar, yer ve göğün yaratılışı, kıyamet günü ve haşirle ilgili bilgilerdir.

İkinci kısım: Kelimelerden nazari olarak yapılan istidlal, istinbat ve istihraçtır.

Bu da ayrıca iki kısma ayrılır:

Birincisi; cevazında ihtilaf edilen, sıfatlarla ilgili müteşâbih âyetlerin tevilidir.

İkincisi; hakkında ittifak edilen, asli ve feri hükümlerin istinbatı ile irab esaslarıdır. Bunların aslı, kıyasa dayanır. Belâgat, vaaz ve hikemle ilgili hususlar da bu nevidendir. Ehli olduğu takdirde, Kur’ân'dan işari mânaların istihraç ve istinbatı mümkündür. Özet olarak, İbn-i Nakîb'in sözleri bundan ibarettir.

6340 Ebû Hayyân şöyle der: Asrımızdaki Bazı ulema tefsirin Kur’ân'daki mânaları anlamada; Mücahid, İkrime, Tavus ve benzeri müfessirlerin nakline muhtaç olduğu kanaatındadırlar. Çünkü âyetleri anlamak, bunlardan gelen rivâyetlere bağlıdır. Fakat bu görüş doğru değildir.

Zerkeşî bu ibareyi naklettikten sonra şöyle der: Kur’ân'ın tefsiri bir bakıma, sebebi nüzûl, nâsih-mensûh, müphemin tayini ile mücmelin beyanı gibi hususlar, nakle dayanır.

Diğer kısmında buna ihtiyaç duyulmaz. Usûlüne uygun olarak, tefsirle ilgili sağlam bilgileri toplamak, bu konuda yeterli olur. Tefsir ve tevil kelimeleri arasındaki farkı gösteren bazı ıstılahi tabirler, nakil ve istinbat yoluyla elde edilen bilgileri birbirinden temyiz etmenin sebebi, belki de, nakledilen rivâyetlere, istinbat edilen görüşlere dayanmaktadır.

Zerkeşî, eserinde şunları da ilâve eder:

Kur’ân'ın tefsiri, iki kısımdır:

Biri nakli, diğeri nakli değildir.

Nakli olmayan tefsir Resûlüllah, Sahâbe ve tâbi'ûndan ileri gelen müfessirlerden yapılan rivâyetlerdir. Resûlüllah'dan gelen rivâyetlerde, senedin sıhhati aranır. Sahâbe'den gelen rivâyetlerde ise, âyetleri tefsir edişlerine bakılır. Şayet âyeti, lügat yönüyle tefsir etmişlerse, lügatta ehil olduklarından, tefsirleri itimada şayandır. Şayet, âyetlerin nüzûlü ve buna bağlı hususları, müşahede yoluyla nakletmişlerse, bu gibi rivâyetleri de makbuldür.

Bu durumda Sahâbe kavli arasında bazı farklar görülürse, cemi mümkün olanlar cem edilir, mümkün değilse, İbn-i Abbâs'ın sözü tercih edilir. Çünkü Resûlüllah kendisine: Ya Rabbi, ona tevili öğret şeklinde duada bulunmuştur.

İmâm Şâfiî, feraiz konusunda Zeyd'in kavlini tercih etmiştir. Çünkü Resûlüllah onun hakkında: Zeyd, feraizde en bilgili olanınızdır, buyurmuştur. Tâbi'ûndan gelen rivâyetler, Sahâbe kavlinde olduğu gibi, merfu hükmünde ise, tefsirleri naklîdir, değilse müfessirin bu kaviller arasında tercih yapması gerekir.

Az görülmesine rağmen, âyet hakkında herhangi bir nakil gelmemişse, kelimenin Arap dilindeki mânası, medlulü, siyak-sibak'a göre kullanılışına bakılarak tefsir edilir. Râgıb, «Müfredat» adlı eserinde, bu nevi tefsire çokça önem vermiş, kelimenin delalet ettiği mânayı tefsir ederken, lügat ehlinin verdiği mânaya ilâvede bulunmuş, siyak mânasının gereğini de dikkate almıştır. Zerkeşî'den yapılan nakil burada bitmiştir.

Ben, Resûlüllah ve Sahâbenin kavillerini ihtiva eden bir kitab yazdım. Kitabımda on binden fazla, merfu ve mevkuf rivâyetleri biraraya getirip dört ciltte topladım. Kitabıma «Tercümanu'l-Kur’ân» adını verdim. Eserin tasnifi sırasında, rüyamda Resûlüllah'ı gördüm, uzun uzadıya beraberinde kalarak müjde ve bereketli dualarını aldım.