Bu konuda ulema şöyle der:
Kur’ân-ı Kerimi tefsir etmek isteyen kimse, âyetlerinin tefsirini önce Kur’ân'da arar. Çünkü Kur’ân'ın bir yerinde mücmel olarak geçen bir âyet, başka bir yerde tefsir edilmiştir. Keza bir sûrede muhtasar olarak geçen bir âyet, Kur’ân'ın bir başka sûresinde genişçe anlatılmıştır.
İbnu'l-Cevzi, Kur’ân'ın bir sûresinde mücmel olan âyetin, diğer bir sûrede açıklandığına dair bir kitab telif etmiştir. Mücmel bahsinde bu kitab'dan bazı misaller vermiştim.
Eğer müfessir tefsirini Kur’ân-ı Kerimde bulamazsa, sünnette arar. Çünkü sünnet, Kur’ân'ın tefsiri ve izahıdır. Nitekim İmâm Şâfiî şöyle demiştir: Resûlüllah'ın verdiği her hüküm, Kur’ân'dan aldığı mânadır. Çünkü Allahü teâlâ ***** «Biz kitabı sana hak olarak indirdik ki insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin» (Nisâ, 105.) buyurmuştur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise:
Şunu iyice bilin ki bana, Kur’an'la birlikte bir benzeri verilmiştir; o da sünnettir, buyurmuştur.
Eğer müfessir, âyetin tefsirini sünnette de bulamazsa, Sahâbe'nin sözlerine müracaat eder. Çünkü Sahâbe, Kur’ân-ı Kerim'in nüzûlü esnasında geçen olaylara ve sebeplere şahid oldukları, Arap diline hakimiyetleri, gerçek ilim ve amel-i salih üzere olmaları sebebiyle, tefsirini en iyi bilenlerdir. Hâkim «Müstedrek»inde bu hususu şöyle açıklar: Vahyin nüzûlüne şahid olan Sahâbe'nin tefsiri, merfu haber hükmündedir.
6287 İmâm Ebû Talib et-Taberi «Tefsir»inin mukaddimesinde müfessirde aranan şartlar hakkında şöyle der:
Müfessirde aranan ilk şart, inancının sağlam olması ve dinin esaslarına bağlı kalmasıdır. İnancı hususunda tenkide uğrayan bir kimseye dünya işlerinde güven duyulmazken, din hususunda nasıl güven duyulur? Ayrıca dünya işleri hakkında verdiği bilgilere, dinen güven duyulmazken Allah'ın kelamı hakkında verdiği bilgilere nasıl güven duyulur?
Eğer bu kimse ilhad ile itham olunmuş ise, fitne çıkarmasından, ardniyeti ve hilesinden emin olunamaz. Rafizilerin aşırıları ile Batınilerin durumu aynen böyledir.
Eğer o, nefsani arzularına kapılmış ise, bu arzuları istikametinde hareket etmeyeceğinden kimse emin olamaz. Bu aynen, Kaderiyye'nin durumu gibidir. Onlardan biri tefsir sahasında bir eser yazdığında gayesi; bu konuda yeterli bilgisi olmayan kimseleri, selefe tabi olmaktan ve hidayet yolunu tutmaktan alıkoymaktır.
Bu durumda müfessirin, Hazret-i Peygamber'den, Eshâb'ından ve tâbi'ûndan yapılan nakillere dayanması, sonradan ortaya çıkan uydurma haberlerden de uzak durması gerekir.
Bir âyetin tefsirinde Sahâbe kavlinin birbirinden farklı olduğu görülürse, aralarını telif etmek de mümkün ise, bu kaviller telif edilir. Mesela Sahâbenin Fatiha sûresinde geçen ***** âyeti hakkındaki kavilleri aynı noktada toplanmaktadır. Müfessir bu kavillerden, diğerini de içine alan bir kavli seçer. Böylece, Kur’ân'ın ifadesi ile Enbiya'nın tabi olduğu hidayet arasındaki zâhiri fark, ortadan kalkmış olur.
Müfessir; ister Resûlüllah'ın ister Hazret-i Ebubekir veya Hazret-i Ömer'in tefsire dair sözlerini alsın, âyeti Allah'ın muradına uygun bir şekilde tefsir etmiş olur. Eğer kaviller arasında farklılık olur, bunların telafisi de mümkün olmazsa müfessir, hakkında bir haber sabit olan görüşü tercih eder. Eğer nakli bir haber bulunamazsa, istidlal yoluyla bir görüş çıkabilirse, bu görüşü tercih eder. Mesela; hurûf-i mukatta'nın mânası hakkında ileri sürülen görüşlerden, bu harflerin kasem harfi olduğunu söyleyenin görüşü, tercih edilir.
Şayet, murad edilen mânaya ait deliller arasında bir fark olursa müfessir, bu konuda bir karışıklık olduğunu bilir, Allah'ın bu harflerden murad ettiği mânaya inanır, bu mânayı kendine göre tayin etmeğe çalışmadan, mücmel mâna veya müteşâbih âyet olarak kabul eder.
Müfessirde olması gereken şartlardan biri de, doğru bir tefsir yapabilmesi için, kullandığı ifadelerin âyetin tefsirine uygun ifadeler olmasıdır. Çünkü Cenab-ı Hak, ***** «Ama bizim uğrumuza cihad edenlere biz yollarımızı açarız..» (Ankebût, 69.) buyurmuştur.
Müfessirin gayesi, dünya menfaatlarından uzak olduğu sürece, halisane olur. Şayet dünyaya rağbet edecek olursa, yaptığı tefsir kendisini istediği gayeye ulaştıramayacağı gibi, yanlış bir amelde de bulunmuş olur.
Bütün bu şartlara ilâveten müfessir, âyetlerdeki muhtelif mânalara dikkat etmek suretiyle, irab kaidelerini de iyice bilmesi gerekir. Yaptığı tefsire uyarak, ister hakikat, ister mecâz olsun, dilin asli yapısından uzaklaşırsa, tefsiri geçersiz olur.
Bazı müfessirler ***** (En'âm, 91.) âyetini Allah de, onları kendi haline bırakıver, şeklinde tefsir etmiş, âyetteki haber cümlesinin mahzuf olduğunu düşünememiştir. Halbuki âyetin takdiri, Kur’ân'ı Allah indirdi de, sonra onları kendi haline bırakıver, şeklindedir. Buraya kadar verilen bilgiler, Ebû Talib'den alınmıştır.
İbn-i Teymiyye, Usul-i Tefsire dair yazdığı kitabında şöyle der: Resûlüllah'ın Sahâbe'ye, Kur’ân'ın kelimelerini açıkladığı gibi, mânasını da açıkladığının bilinmesi gerekir. ***** «..kendilerine indirileni açıklayasın diye.» (Nahl, 44.) âyeti bunu ifade etmektedir.
Ebû AbdirRahmân es-Sülemî şöyle der: Osman b. Affan, Abdullah b. Mesûd gibi bize Kur’ân okumasını öğreten Sahabiler, Resûlüllah'dan on âyetin mânasını öğrenip amel etmedikçe, başka âyetlere geçmezler; Biz Kur’ânı, ilmi ve ameliyle birlikte öğrendik, derlerdi. Bu yüzden bir sûrenin ezberlenmesi, uzun bir zaman alırdı. Ahmed b. Hanbel, «Müsned»inde rivâyet ettiğine göre, Enes şöyle demiştir: Sahâbe'den biri Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini ezberlediğinde, onların bu ezberi gözümüzde büyürdü.
Mâlik, «Muvatta»ında, İbn-i Ömer'in Bakara sûresini sekiz senede ezberlediğini rivâyet etmiştir. Sahâbe'nin bu davranışı, ***** «(Bu Kur’ân), çok mübarek bir kitap'tır. Onu sana indirdik ki âyetlerini düşünsünler..» (Sâd, 29.), ***** «Kur’ân'ı düşünmüyorlar mı?..» (Nisâ, 82.) âyetlerine dayanır. Çünkü mânasını anlamadan âyetler üzerinde düşünmek, mümkün değildir.
Tıb veya matematik gibi belli bir ilim dalında yazılan kitapları okuyanların, bu kitablara ait şerhlerden istifade etmeden okumaları mümkün değilken, Mü’minlerin temel kitabı olan, kurtuluş ve saadetlerini sağlayan, dünyevi ve uhrevi işlerinde kendilerine destek olan Allah kelamı, nasıl olur da tefsire muhtaç olmaz! Kur’ân'ın tefsiri hususunda, Sahâbe-i Kirâm arasında, gerçekten az denecek kadar ihtilaf mevcuttu.
Tâbiun arasında bu ihtilaf, Sahâbe'ye nazaran biraz daha fazla olmuşsa da bu, daha sonrakilerin yanında gene de az sayılır.