İdarî,
mâlî, cezaî ve çeşitli sahalarda görülen lüzum üzerine pâdişâhların emir ve
fermanları ile vaz’ edilen (konulan) kânun ve nizamları ihtiva eden mecmua.
Kanunnâmeler, daha önceki pâdişâhlar tarafından konulan kânun ve nizamların
aynen veya hülâsa edilerek toplanmak suretiyle de meydana getirilirdi. Bütün
İslâm devletlerinde hükümde birinci derecede esas kaynak; kitap, sünnet, icmâ
ve kıyas ile bunlara bağlı fer’î delillerin teşkil ettiği İslâm hukukudur.
Müctehîd âlimlerin yetiştiği hicrî dördüncü asra kadar hâkim mevkîindeki
müctehidler, ortaya çıkan mes’eleleri kendi ictihâdlarına göre hallediyorlardı.
Bu asırdan îtibâren yalnız dört büyük müetehidin ictihâd ve usûlleri
kaydedilmiş, fıkıh ve usûl-i fıkıh kitapları yazılmıştır. Bundan sonra, sorulan
suâller bu kitaplara göre cevaplandırılmıştır. Zamanla âlimlerin fıkıh
kitaplarına göre verdikleri cevaplar derlenerek fetva kitapları yazılmıştır.
Bunların
yanında, sultan tarafından emir, ferman ve kanunnâmeler de çıkarılmıştır.
Bunlar, meydana gelen hâdiseleri halleden hükümler mahiyetindedir. Pâdişâhların
bu nevî hüküm verme hususunda mesnedleri, dayanakları yine İslâm hukukudur.
İslâm hukuku lüzum görüldüğünde pâdişâha hüküm vermek selâhiyeti vermiştir.
Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfde, ulûlemre itaat emredilmiştir. Bu sebeple
pâdişâhlar, zaman zaman kamu yararını ve devlet işlerinin düzenli yürütülmesini
dikkate alarak hukukun çeşitli mevzularına âid kânunlar koymuşlardır.
Nitekim
pazardaki bâc vergisinin mikdârı, tımarlı sipahilerin, hak ve vazîfeleri,
kıyafet ve sikke mes’eleleri, pâdişâhın emir ve fermanları ile tanzim
edilmiştir. Bu düzenlemelerde, muhitlerin dîne muhalif olmayan örf ve âdetleri
de önemli rol oynamıştır. Bu husus emir ve fermanları bir araya toplayan
kanunnâme mecmualarının baş tarafındaki; “Şer-i şerife muvafakati mukarrer
olup, hâlen muteber kavanîn ve mesâil-i şer’iyyedir (Yüce İslâm kânununa uygunluğu
görülüp, şimdi bile geçerli kânun ve İslâmî mes’eledir” ibaresinden de açıkça
anlaşılmaktadır. Kemâl paşazade’nin bir fetvâsındaki; “Şer’an caiz değildir ve
hem men olunmuştur Cânib-i sultândan” ifâdesi İslâm hukuku ile kanunnâmeler
arasındaki muvafakati gösterir. Osmanlı için böyle bir uygunluk mecburîdir.
Çünkü devletin temeli, İslâm’ı yaşama ve yayma gayesi üzerine kurulmuştur.
Osmanlı
pâdişâhlarının İslâm hukukunun dışında olan örfe dayanarak yaptığı
düzenlemeleri İslâm hukukunun dışında görmek ve Osmanlı’nın İslâm hukukundan
ayrı, bir de örfî hukuk tatbik ettiğini söylemek mümkün değildir. Çünkü İslâm
esaslarına muhalif olmayan her tasarruf dînîdir ve dîne uygundur. Bunun içindir
ki, Osmanlılarda hâkim mevkiinde olan kâdılar, fıkıh ve fetva kitapları yanında
pâdişâh tarafından çıkarılan emir, ferman ve kanunnâmelere de hükümde kaynak
olarak müracaat etmişlerdir.
İlk
Osmanlı kanunnâmeleri, kânun tekniği ve bünye hususiyetleri bakımından mücerret
ve umûmî bâzı hükümlerin, sistemli bir tarzda, tasnîf ve tertipleri suretiyle
meydana gelmiş değildi. Bunlar daha ziyâde, muayyen zaman ve mekânlarda ortaya
çıkan hâdiselerle ilgili emir ve fermanlardan ibaretti. Ayrıca bütün Osmanlı
memleketlerine mahsûs umûmî kânunlar olmayıp, her yerin örf ve âdetlerine göre
düzenlenmiş husûsî kânunlardı. Zâten Osmanlı Devleti’nde, idâri, mâlî mevzuatta
bölgelere göre her biri ayrı bir teşkilât ve nizâm ile idare edilen ve çeşitli
imtiyaz ve muafiyetlere sahip bulunan zümreler vardı. Bunlara ve vakıflar
şeklinde, idârî-mâlî bir takım muhtariyetlere ve her biri kendi husûsî
statüsüne göre idare edilen teşekküllere hükmeden bir ülkede, umûmî bir
teşkilât ve idare kânunu tertib etmeye ve bunu herkesin eline vermeye imkân
yoktu. Bu sebeple Osmanlıların, şeriata (islâmiyet’e) uygun olmak şartıyla,
meselâ Macaristan’da fethedilen memleketler ile Adalarda, Mısır’da,
Azerbaycan’da veya doğu vilâyetlerinde hemen fetihten sonra uyulacak kânunlar
kaleme alınırken, o memleketlerde öteden beri geçerli örf ve âdetler ile
birlikte bir kısım eski nizâm ve kânunların da değiştirilmedikleri dikkati
çekmektedir. Bilhassa bir kısım Türk-islâm devletlerinden fethedilen ülkelerde
bâzan eski kânunların hiç değiştirilmeden aynen ve eski isimleri ile muhafaza
ve tatbik edildiği, sâdece sonradan sokulmuş ve İslâmiyet’e aykırı bid’atlerin
ayıklanarak atıldığı görülmektedir. Denilebilir ki, Osmanlılar feth ettikleri
memleketlerdeki örf ve âdetler ile halkın alışık olduğu vergi şekillerine uzun
müddet riâyet etmişler, ancak lüzum duyuldukça onları yavaş yavaş tâdil ve
ıslâh etmek suretiyle bütün memleket için umûmî ve müşterek bir nizâma doğru
yükselmek imkânını bulmuşlardır. Yine bu siyâset sayesinde hâkimiyetleri altına
aldıkları ülke halkının gönlünü ve kalbini de fethetmişler ve onları
İslâmiyet’e daha kolay ısındırmışlardır.
İlk
zamanlarda emir ve fermanlar çıkarmak suretiyle mahalline gönderilen kânunları,
Fâtih Sultan Mehmed zamanında Kânunnâme-i âl-i Osman adıyla tedvin edilmiştir
(toplattırılmıştır). Nitekim Kanunnâme’nin hemen başında; “Bu kanunnâme atam
ve dedem kânunudur ve benüm dahî kânunumdur” ifâdesi bunun açık delilidir.
Fâtih kanunnâmesi üç kısımdan teşekkül etmekteydi. Birinci kısım, devlet ileri
gelenlerinin teşrifattaki yerlerine, pâdişâha kimlerin arzda
bulunabileceklerine, kâdıların mertebelerine; ikinci kısım, saltanat işlerinin
tertibine, yâni dîvân, has oda teşkilâtına ve saray hizmetkârlarının
bayramlaşma merasimlerine; üçüncü kısım ise, suçlar ve karşılıkları ile mansıb
sahiplerinin gelirlerine dâir bilgileri ihtiva ediyordu. Son kısımda ayrıca
gayr-i müslim devletlerin verecekleri yıllık vergiler ile devlet görevlileri ve
hânedân mensûblarına dâir lakab örnekleri bulunmaktadır. Diğer taraftan, arazî
ile ilgili kanunnâmeler, her pâdişâh değiştikçe ve yeni fetih ve ilhakları
müteakip, tutulması âdet olan umûmî nüfus ve arazi tahrir defterlerinin baş
kısmında yer alıyordu. Burada Osmanlı Devleti’nde yazıldığı yöre ile ilgili
toprak işçiliğinin organizasyon şekilleri, toprakların ve o toprağı işleyen
reâyanın hukukî statüleri, vergi sistemleri ve çifçileri alâkadar eden muhtelif
vergilerin ehemmiyet ve mâhiyeti belirtilmekte idi.
Halkın
eşya ve yiyecek fiatlarının tesbit ve teftişi hususlarını tâyin eden ihtisâb
kanunnâmeleri ise, pâdişâhın emri üzerine, alâkalı zümre mümessillerinin iştirakiyle,
mahallînde yapılan tedkîklere ve esnafın âdet ve nizâmlarını tesbit için
vaktiyle verilmiş fermanlara dayanarak düzenlenmiştir. Kanunnâmede
alış-verişlerle alâkalı olarak narhın herkesi ilgilindirmesi sebebiyle, ferman
çıkmadıkça fiatların yükselip düşürülemiyeceği üzerinde durulmaktadır. Narh söz
konusu edilirken sâdece tâyin edilen fiyattan satmak değil, bunun yanında
kalitenin de bozulmaması lazım geldiği hususuna dikkat çekilmekte; fiyata
riâyet etmekle beraber; san’atına hile katan, gramajı düşüren veya özellikle
ekmeği çiğ çıkaranların affedilmeyip cezalandırılmaları istenmektedir. Bilhassa
halkın huzur içinde yaşayabilmesini te’min eden şartlardan birinin çarşıpazarın
intizâmına bağlı bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Bu yüzdendir ki, Osmanlılar
çok önem verdikleri narh müessesesinin kontrolünü sadrâzamın vazifeleri arasına
almışlardır (Bkz. Narh ve İhtisâb maddeleri).
Fâtih
Sultan Mehmed, ikinci Bâyezîd ve Yavuz Sultan Selîm Han zamanlarında düzenlenen
kanunnâmeler, Kanunî Sultan Süleymân zamanında en mükemmel şeklini almıştır. Bu
kanunnâmede, Fâtih kanunnâmesi gibi, üç bölümden meydana gelmektedir. Birinci
bölümde, ceza kânunları genişletilmiş ve sistematik bir şekilde düzenlenmiştir.
İkinci bölüm sipahilerin yükümlülüklerini ve sipahilerle ilgili kânunlara yer
vermiş, sipâhîlerin reâyâ üzerindeki haklarıyla onlardan alacakları vergiler,
has ve tımar arazilerinden alınan baçlar, yayalarla müsellemlere ilişkin
kânunlar da bu bölümde ele alınmıştır. Üçüncü bölümde ise, reâyanın hak ve
görevleriyle, toprakların kullanımına dâir hükümler ve askerlik vazifesi yapan
reâyanın özel kânunları vardır.
Bu
arada, Fâtih’den îtibâren bâzı pâdişâhlar döneminde geliştirilmek suretiyle
tedvin edilen kanunnâmelerin hülâsa edilerek husûsî bir plâna göre tertip ve
te’lif edilmeleri ile meydana getirilmiş mecmualar da vardır. Bunlar tatbikatta
resmen müracaat edilecek bir kaynak durumunda değiller ise de ilmî bir eser
olarak büyük kıymetleri vardır, bunların en zengin ve mükemmellerinden biri
Hezârfen Hüseyin Efendi’nin Telhisü’l-beyân fî kavânîn-i âl-i Osman isimli
eseridir. Hezârfen Hüseyin Efendi eserini yazarken, devlet dairelerindeki
defter ve hesaplar ile kanunnâmelerden bilhassa târihlerden istifâde etmiştir.
On iki bâb üzerine tasnif ve tertip edilen eserde; hazîne hesapları, muhtelif
askerî, mülkî ve ilmî sınıfların kânun ve nizamlarıyla âdet ve teşkilâtları,
saray ve dîvân-ı hümâyûn teşrifat ve nizâmları, şehzâdelerin evlenmeleri ve
sünnet düğünleri münâsebetiyle yapılan merasimler, narh usûlleri, mâden ve
tuzla nizamları yer almaktadır.
Bu
şekilde meydana getirilen husûsî kanunnâmeler yanında zamanın pâdişâhının emri
ve muhtelif kânunların bir araya getirilmesi suretiyle teşkil olunan
kanunnâmeler de görülmektedir. Ancak bu kanunnâmeler de tatbikatta müracaat
edilen asıl kânun metinleri olmaktan uzaktır. Gerçekten de bu tip kanunnâmeler
devlet dâirelerinde tatbik edilmek üzere, resmen tanzim edilmiş bir kânunlar
mecellesinin aslı olmayıp, Osmanlı devlet teşkilâtı hakkında umûmî bir fikir
vermeye yarayacak derlemelerden ibarettir. Ancak bâzan bunlar bir kanunnâme
sureti de olabilmektedir.
Nitekim
sultan dördüncü Murâd Han zamânında yazıldığı tahmin olunan ve
derkenarlarından; vaktiyle selâhiyetti hukuk ve idare adamlarının elinde
bulunduğu anlaşılan bir kanunnâme sureti bâb ve fasıllar hâlinde tertib edilmiş
olup, özet olarak şu kânunları ihtiva etmektedir: Tımarlı sipâhîlere ve
yörüklere âid mühim bâzı kânunlar; zina, dövme, sövme, katl, şarap içmek,
hırsızlık ve bühtan kabahatlerinin cezaları ile ilgili maddeler, reâyanın tâbi
tutulacağı hizmet ve mükellefiyetler; tatarın ve müsellemin tâbi olacağı
hükümler yanında saray merasimleri, saltanat işleri ve vezirlerin maaş ve
gelirleri.
Ayrıca
bâzı kanunnâmeler de asıl metni teşkil eden hükümlerin fetva şeklinde birer
misâl ile îzâh edildiği de görülmektedir. Bunlar arasında bilhassa şeyhülislâm
Ebüssü’ûd Efendi’ye âid olup, mîrî arazi rejiminin esaslarını tesbit ve îzâh
eden fetvalar çok önemlidir.
Pâdişâhlar
bu kânunları düzenlerken mutlak olarak dîvân üyeleri ile istişare etmişler,
bunlar arasında dâima ulemâdan üye (kazasker) bulunmuş, şeyhülislâmın da
tasdikinden geçirilmiştir.
Bu
durum devletin zayıfladığı ve dış baskılarla îlân edilen Tanzîmât fermanına
kadar düzenli bir şekilde devam etmiştir. Tanzîmât’tan sonra, Osmanlı
ülkesindeki ecnebî dâvalarının şer”î mahkemelerde görülmesine karşı çıkılınca,
batılı devletlerin baskısı ile, yabancıların dâvalarının halledilmesinde esas
olmak üzere bâzı tâdiller de yapılmıştır. Hattâ bunun için Avrupai kânunların
tercüme edilmesini teklif edenler olmuştur. Cevdet Paşa ve tarafdârları bu
kânunların Osmanlı Devleti’nin bünyesine uymadığını söyleyince, kabul gören bu
fikir neticesinde, devrin âlimlerinden müteşekkil bir hey’et; metn-i metin ve Arazi kanunnâmesi bilâhare Mecelle-i Ahkam-ı adliyye’yi
hazırlamıştır. Bunların yanında 1840 ve (1650-51) tarihli ceza kânunları İslâm
hukukuna uygun olarak hazırlanan kânunlar grubunu teşkil eder. Bununla beraber,
1850 tarihli Ticâret
Kanunnâmesi, 1858
tarihli Ceza
Kânunnâme-i Hümâyûn gibi kânunlar ise, batılı kânunların
değiştirilmesi ile hazırlanmışlardır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı İmparatorluğu’nda Ziraî Ekonominin
Hukukî ve Mâlî Esasları Kânunları (Ö. L. Barkan; İstanbul-1943)
2) Die Geschicets Schreiber der Osmânen Und
İhve Werke (F. Babinger, Leipzig-1929); sh. 230
3) Hüdâvendigâri
Sancağı ve Kanunnâmesi (Ö. L. Barkan)
4) Fâtih’in
Teşkilât Kanunnâmesi (Abdülkâdir Özcan, İstanbul-1982); sh. 7