On
dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Osmanlı Devleti’nde batı tarzı
idare ve fikirlerin gelişmesi için çalışan kimselere verilen ad. “Yeni
Osmanlılar” ve “Genç Türkler” de denilen bu kimseler için, ilk defa Mısırlı
Mustafa Fâzıl Paşa, bir Fransız gazetesine yazdığı mektubda, Fransızların
aşırılık tarafdârı olanlar için kullandıkları “Jeunes Frances” tâbirine
benzeterek “Jeunes Turcs” tâbirini kullanmıştır. Bu tâbir daha sonra Nâmık
Kemâl ve Ali Süâvî tarafından da benimsenerek Türkçe telaffuzu olan Jön Türkler
şeklinde kullanılmıştır. Böylece Türkçe’ye yerleşen tâbir, hükümete karşı olan
bütün ihtilâlcilerin ortak adı olmuştur.
Avrupa’da
rönesans hareketlerinin neticesi olarak, ortaya çıkan bâzı ilmî ve teknik
gelişmeler, Osmanlı Devleti tarafından da tâkib edilmeye başlandı. On sekizinci
yüzyıldan itibaren, Avrupa’da meydana gelen bu ilmî ve teknik gelişmeleri
öğrenmek ve tatbiki mümkün olanları almak üzere hey’etler gönderildi. Daha çok
askerî sahada meydana gelen teknik gelişmeler alınarak uygulamaya konuldu. Bu
sırada Macar asıllı mühtedî İbrâhim Müteferrika tarafından ilk matbaa kuruldu.
Avrupa ile olan bu alışverişler kültürel ve sosyal hayat üzerinde de etkili
olmaya başladı. Sultan birinci Mahmûd Han devrinde askerî ve idâri sahada bâzı
yenilikler yapıldı. Sultan birinci Abdülhamîd Han devrinde de yeniliklere devam
edildi. Sultan üçüncü Selîm Han zamanında bilhassa askerî sahada zamanın
îcablarına göre köklü yenilikler yapıldı. Nizâm-ı Cedîd adı verilen askerî
teşkîlât kuruldu. Siyâsî, idâri, mâlî ve iktisadî konularda da bâzı yenilikler
yapan üçüncü Selîm Han, Kabakçı Mustafa isyânı neticesinde tahttan indirilip
şehîd edildi. Üçüncü Selîm Han’dan sonra pâdişâh olan ikinci Mahmûd Han-ı Adlî
zamânında da yenilik hareketleri devam etti. 1826’da asıl gayesinden uzaklaşıp,
bir ihtilâl ve anarşi yuvası hâline gelen yeniçeri ocağı kaldırılarak Asâkir-i mansûre-i
Muhammediyye adlı yeni bir ordu kuruldu. İlmî ve teknik gelişmeleri
öğrenmek için Avrupa’ya talebe gönderilmeye tekrar başlandı.
Osmanlı
Devleti’nin parçalanma ve yıkılmasını plânlayan hıristiyân Avrupa devletleri,
tahsil için Avrupa’ya gönderilen bu talebeleri ve Osmanlı devlet adamlarını
elde ederek kendi plânlarına uygun şekle getirmeye çalıştılar. Paris ve Londra
büyükelçiliklerinde bulunan batı kültürü hayranı, İslâmî bilgilerden uzak
yetişen Mustafa Reşîd Paşa’yı aldatarak mason yaptılar. Tahsîl için giden
talebeler de Osmanlı Devleti’nin parçalanmasına ve yıkılmasına yönelik Avrupai
fikirlerin te’sîrinde kaldılar. Sultan İkinci Mahmûd Han, Mustafa Reşîd
Paşa’nın ihanetini görerek idamını emrettiyse de ömrü vefâ etmedi. Pâdişâh’ın
vefâtından sonra İstanbul’a dönen Mustafa Reşid Paşa ve arkadaşları,
İngilizlerin isteği doğrultusunda hazırladıkları Tanzîmât fermanını bir hileyle
sultan İkinci Mahmûd’un yerine geçen on sekiz yaşındaki genç ve tecrübesiz
pâdişâh Abdülmecîd Han’a tasdik ettirerek 1839’da ilân ettiler (Bkz. Tanzîmât).
Garblılaşmak ve yenilik adıyla ileri sürülen ve gayr-i müslimlere yeni haklar
tanıyan bu ferman müslüman ahâlî tarafından tepki ve nefretle karşılandı.
Tanzîmât fermânıyla yeni imtiyazlar kazanmakla beraber, memnun da olmayan
gayr-i müslim tebea, Rusya ile batılı devletlerin de tahriki netîcesinde temeli
Fransız ihtilaliyle atılan milliyetçilik hareketlerine kalkıştılar. Sadrâzam
olan Mustafa Reşîd Paşa iş başına gelir gelmez, büyük şehirlerde mason locaları
açtırdı. Gençleri din câhili, İslâm düşmanı olarak yetiştirmeye gayret etti.
Masonları işbaşına getirdi. Mustafa Reşîd Paşa’dan sonra sadrâzam olan Alî Paşa
da İngiliz ve Fransız elçileriyle birlikte hazırladığı Tanzîmât fermanından
daha fazla tâvizleri ihtiva eden Islâhat fermanını uygulamaya koydu (Bkz. Islâhat
Fermanı). Bu dönemde garb modası, Avrupa’nın âdet ve gelenekleri İstanbul’da
yaygın bir hâl aldı. İngiliz kışkırtma ve desteğiyle açılan 1853-1856 Kırım
harbi, devleti zor durumda bıraktı. Avrupa’dan borç almak durumuna gelindi. O
günden sonra devlet, borç ve sıkıntılardan kurtulamadı.
Sultan
Abdülmecîd Han’ın vefâtından sonra pâdişâh olan Abdülazîz Han, Avrupalıların
ilim ve tekniği dışındaki örf, âdet ve geleneklerinin alınmasına karşı çıktı.
İlmî ve teknik gelişmelerin öğrenilmesi ve tâkib edilmesi için, önceki
pâdişâhlar döneminde başlatılan Avrupa’ya ilim tahsili için talebe göndermeye
devam etti. Tahsîl için gönderilen Türk İslâm kültüründen mahrum bu gençler,
gönderiliş maksadlarını unutarak garblıların âdet ve gelenekleri ile Osmanlı
Devleti’ni yıkmaya yönelik bozuk fikirlerinin te’sirinde kaldılar. Tanzîmât
hareketlerini yeterli görmeyip, devletin mevcut sisteminin değiştirilip meşrutî
sisteme geçilmesini istediler. Böylece Jön Türk (Yeni Osmanlılar) hareketi
ortaya çıktı. Şinâsî, Nâmık Kemâl ve arkadaşları, çıkarttıkları Tasvîr-i Efkâr
ve Tercümân-ı
Ahvâl gazetelerinde pâdişâhı ve Bâb-ı âlî hükümetlerinin
icrâatlarını dolaylı olarak tenkîd ettiler. 1865 yılı Haziran ayı içerisinde de
altı kişilik bir grup hâlinde toplanarak İttifâk-ı hamiyyet adında gizli bir dernek
kurdular. Tanzîmâtçılardan Âlî ve Fuâd paşaları ülkede meşrûtiyetin
kurulmasında en büyük engel gören Sağır Ahmed Bey’in oğlu Mehmed, reji komiseri
Nuri, Kayazâde Reşâd, Subhi Pazaşâzade Âyetullah ve Nâmık Kemâl tarafından,
İbn-ül-Emîn’e göre; Mustafa Fâzıl Paşa’nın da yardımıyla kurulan, daha sonra
Yeni Osmanlılar adını alan cemiyet, İtalyan Karbonari (Carbonari) teşkilâtının
programını benimsedi. Fikrî liderliğini Şinâsî’nin yaptığı cemiyetin esas
lideri ise Mehmed Bey idi. 1865’de Şinâsî’nin Paris’e kaçması üzerine cemiyetin
fikrî liderliğine Nâmık Kemâl getirildi. İlk toplantı Sağır Ahmed Bey’in
yalısında yapıldı. Daha sonra Ziya Paşa, Ali Süâvî, Ebüz-Ziyâ Tevfik, Mir’ât
mecmuası sahibi ve Agâh Efendi’nin de üyeleri arasına girdiği cemiyet hızla
büyüdü ve kısa bir müddet içinde, üye sayısı 245’e yükseldi. Vezirler, askerler
ve edebiyatçılardan girenler hayli fazla idi. Bunların gayesi; Âlî Paşa’nın
şahsî, ağır ve ezici politikasına nihayet vermek ve devletde hür bir idare
te’sis eylemek” idi. Bunun için önce Âlî Paşa’yı devirecekler, sonra da yerine,
yeni usûlü kabul edecek, hürriyet esâslarına bağlı bir şahsı getireceklerdi. Bu
gayelerini tahakkuk ettirmekde, Âlî Paşa hâriç; Fuâd Paşa, Şirvânîzâde Rüşdî
Paşa, Mısırlı Sami Paşa, Yûsuf Kâmil Paşa, Midhat Paşa gibi devletin ileri
gelenlerinden yardım umuyorlardı. Abdurrahmân Şeref Efendi’nin bildirdiğine
göre; cemiyet hâlini alan bu gençler, yeni kabineyi terkîb edecek zevatı tâyin
eylemek üzere, bir gün Ayasofya Câmii’nde toplanmışlar; nezâretlere, münevver
(aydın), dürüst insanları aday göstermişler, fakat Âlî Paşa’nın yerine getirilecek
şahısta anlaşamamışlardı. Necîb Paşa’nın torunu ve Sağır Ahmed Bey’in oğlu olan
Mehmed Bey, amcası Mahmûd Nedîm Paşa’nın sadârete getirilmesi üzerinde ısrar
etmiş, ancak diğerleri bu makama Ahmed Vefik Efendi’yi lâyık görmüşlerdi.
Ayasofya
toplantısından sonra, hükümet durumu haber alıp, takibata girişti. Cemiyetin
ileri gelenlerinden bâzıları Mahmudiye gemisinde tevkîf edildi. Bunun üzerine
Yeni Osmanlılardan bâzıları Avrupa’ya kaçarak pâdişâh ve Bâb-ı âlî hükümetleri
aleyhinde faaliyet göstermeye başladılar. Hindistan ve Uzakdoğu ile Kuzey
Afrika taraflarındaki müslüman topraklarını işgal eden İngiltere ve Fransa gibi
sömürgeci devletler de, kurulu Osmanlı düzenine ve Abdülazîz Han’a karşı
gelişen bu hareketi memnuniyetle desteklemekten geri durmadılar. Büyük
devletlerin Osmanlı Devleti içindeki hıristiyan azınlıkların her işine
karışmaları ve devleti zor duruma sokmaları üzerine Abdülazîz Han da, diğer
devletlerin hâkimiyetinde olan müslümanlara daha çok destek verip
teşkilâtlandırmaya başladı. Mısır hıdivi İsmâil Paşa veraset usûlünü
değiştirerek kardeşi Mustafa Fâzıl Paşa’yı bütün haklarından mahrum edince,
ikbâl küskünü olan Mustafa Fâzıl” Paşa, Abdülazîz Han’la, Alî ve Fuâd paşalara
karşı düşman kesilerek intikam almak için Avrupa’daki Yeni Osmanlıların arasına
katılıp maddî ve manevî bakımından onları destekledi. Paris’e gelir gelmez yeni
Osmanlılar tarafından çıkarılan Liberte gazetesinde sultan Abdülazîz Han’a
hitaben Fransızca bir açık mektup yayınladı. Mektubunda devletin durumu
konusunda bâzı açıklamalar yaptı ve çeşitli reformların yapılmasını, meşrutî
sisteme geçilmesini teklif etti. Etrafını almış olan devlet ileri gelenlerinden
Âlî ve Fuâd paşaların hâin ve bilgisiz kimseler olduğunu ileri sürdü. Nâmık
Kemâl, Ebüz-Ziyâ Tevfik ve Sâdullah beyler tarafından Türkçe’ye tercüme
edilerek Tasvîr-i
Efkâr gazetesi idarecileri tarafından çok sayıda basılarak dağıtılan
mektup, Yeni Osmanlılar cemiyeti mensûbları arasında büyük heyecan uyandırdı.
Yurt
içindeki ve dışındaki Jön Türkleri kendi siyâsî geleceği için tehlikeli gören
Âlî Paşa, bu mektubu bahane ederek harekete geçti. Âlî kararnamesini çıkararak basına
sansür koydu. Jön Türklerin liderlerinden olan Ali Süâvî Kastamonu’ya
gönderilirken, Nâmık Kemâl ve Ziya Paşa da taşra me’mûriyetlerine tâyin edildiler.
Bu sırada Mustafa Fâzıl Paşa çevirdiği bâzı karanlık işler dolayısiyle,
Fransa’da yayınlanan Le Nord gazetesinde hakkında çıkan bir haberi
tekzîb için yazdığı mektupda, Jeunes turcs (Jön Türk) tâbirini kullandı. Mektup
İstanbul’da Fransızca olarak yayınlanan Courrier d’Orient gazetesinde neşr edildi. 21 Şubat
1867 tarihli Muhbir
gazetesinde Türkçe’ye çevrilen mektupda geçen ve Yeni Osmanlılar karşılığı
olarak kullanılan Jön Türk adı, Ali Süâvî ve Nâmık Kemâl tarafından de
benimsendi. Bu tâbir uzun müddet Osmanlı topraklarındaki ihtilâlcilerin ortak
adı olarak kaldı.
Âlî
Paşa’nın Jön Türklere karşı giriştiği hareketi haber alan ve büyük servet
sahibi olan Mustafa Fazıl Paşa, Jön Türklerin liderlerini Paris’e çağırdı.
Mayıs 1867’de bir Fransız vapuruyla İstanbul’dan ayrılan Jön Türkler Paris’e
gittiler. Böylece Yeni Osmanlılar cemiyeti, Paris’e taşındı. Paris elçiliği
me’mûrlarından Kani Paşazade Râfet Bey de onlarla işbirliği yaptı. Sürgün
edildiği Kastamonu’dan kaçan Ali Süâvî de, Paris’te onlara katıldı. Daha sonra
da Londra’ya giderek, 31 Ağustos 1867’de Muhbir gazetesini neşretti. Mustafa Fâzıl
Paşa’nın maddî desteğiyle Avrupa’da geniş bir yayın faaliyetine girişen Jön
Türkler, biri sönüp diğeri açılan ve sayıları gittikçe çoğalan gazete ve
dergilerinde, mükemmel bir fikir sisteminin ifâdesi ve îzâhından ziyâde belli
başlı bir kaç nokta üzerinde durdular, hep aynı şeyleri tekrarladılar. Nâmık
Kemâl, Ali Süâvî, Ziya Paşa gibi meşhur isimlerin kalemleri ile dile
getirdikleri bu fikirler; Osmanlı Devleti’ne meşrûtiyet idâresinin getirilmesi
ve bütün azınlıklara Avrupai tarzda hak ve hürriyet verilmesi şeklinde
özetlenebilir.
Jön
Türkler hareketi içinde zamanla görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Bir kısmı
ihtilâl ve kanlı mücâdele tarafdârı idiler. Bâzıları da fikrî mücâdeleye devam
edilmesini ve din ve devlet işlerinin birlikte yürütülmesini istiyordu. Ali
Süâvî ve Mustafa Fâzıl Paşa birinci kısımda, Nâmık Kemâl ve Ziya Paşa ise
ikinci kısımda yer aldı. Bu görüş ayrılıkları sebebiyle diğerlerinden ayrılan Ali
Süâvî, Londra’da çıkardığı Muhbir gazetesinde görüşlerini açıkladı. Nâmık
Kemâl, Ziya Paşa ve arkadaşları ise, Jön Türklerin resmî yayın organı
hüviyetinde olan Hürriyet gazetesini Paris’te 29 Haziran 1868’de çıkarmaya
başladılar. Bu gazete ile görüşlerini anlattılar. Londra’daki Muhbir
gazetesi kapanan Ali Süâvî, Paris’e gelerek Ulûm gazetesini çıkarmaya başladı.
Sultan
Abdülazîz Han 1867 senesinde Fransa ve İngiltere ziyaretleri esnasında Jön
Türklerin bâzı ileri gelenleriyle görüştü. Pâdişâh’tan af dileyen ve kendisine
nâzırlık verilen Mustafa Fâzıl Paşa’nın maksadına kavuşup aralarından ayrılması
ve Osmanlı Devleti’y’e dost geçinmek isteyen Fransa ve İngiltere hükümetlerinin
nezdinde itibârları kalmaması sebebiyle Jön Türkler iyice parçalandılar. Neticede
baştan beri süre gelen anlaşmazlıklar, daha da artarak küçük grublara
ayrıldılar. 1870 senesi sonlarında Nâmık Kemâl, aracılar yoluyla sadrâzam Alî
Paşa ile barışarak İstanbul’a döndü. Eylül 1871’de Âlî Paşa’nın ölümünden sonra
diğer Jön Türkler de yurda dönmek için hazırlığa başladılar. 1871 ve 1872
seneleri içinde Ali Süâvî ve Mehmed Bey dışındaki Jön Türkler de İstanbul’a
döndüler. Bir Kısmı Pâdişâh’dan özür dileyerek devlet kademelerinde vazîfe
aldılar. Bâzıları da yayıncılık faâliyetlerine devam ettiler. Nâmık Kemâl,
Haziran 1872’de İbret
gazetesini çıkardı. Başyazarlığını yaptığı İbret gazetesinde Pâdişâh’a ve Bâb-ı âlî’ye
yönelik tenkidleri ve Vatan yâhud Silistre piyesinin oynanması
sırasında başgösteren olaylar ürerine 1873’de Kıbrıs’a sürgün edildi.
Bu
sırada Jön Türklerden bâzıları tutuklandı. Nûrî ve Hakkı beyler Akka’ya, Ahmed
Midhat Efendi ile Tevfik beyler ise, Rodos’a sürüldüler. Bütün bunlara rağmen
Jön Türklerin bir kısmı gizli faaliyetlerine devam ederek Midhat Paşa’nın
etrafında toplandılar. Mayıs 1876’da sultan Abdülazîz Han’ın tahttan
indirilmesinden sonra sultan beşinci Murâd tahta geçince, idareye hâkim olan
Şûrâ-yı devlet reisi Midhat Paşa, serasker Hüseyin Avni Paşa, harbiye kumandanı
Süleymân Paşa gibi kimseler Jön Türkleri sürgünden çağırıp çeşitli vazifeler
verdiler. Kıbrıs’tan çağrılan Nâmık Kemâl, Pâdişâh’ın özel kâtipliğine,
Sâdullah Bey ise, mâbeyn başkâtipliğine getirildi. Jön Türklerin yeni
pâdişâhdan memnunlukları uzun sürmedi. Rahatsızlığı sebebiyle tahttan indirilen
beşinci Murâd’ın yerine pâdişâh olan sultan İkinci Abdülhamîd Han Meşrûtiyet’i
ilân etti. Birinci Meşrûtiyetin verdiği serbestlik havasından istifâde eden Jön
Türkler (Yeni Osmanlılar) cemiyeti bâzı zararlı faaliyetlerde bulundukları
için, sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından kapatıldı. Böylece kaybolup giden
Jön Türkler hareketinin birinci devre faaliyeti sona erdi.
Osmanlı
Devleti’nin parçalanmasını ve yıkılmasını isteyen hırîstiyan Avrupa devletleri
ve Osmanlı hakimiyetindeki azınlıklarla işbirliği içinde bulunan ve
faaliyetleri yasaklanan Jön Türkler, çeşitli sebeplerle tekrar Avrupa’ya
kaçtılar. Yurt içinde ve dışında çeşitli gizli cemiyetler kurarak ve sayıları
yüze varan dergi ve gazete çıkararak sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın şahsında
Osmanlı Devleti’ne karşı kesif bir propagandaya giriştiler. Fransız ve İngiliz
hükümet çevreleriyle sıkı bir işbirliği kurarak destek gördüler. Sultan beşinci
Murâd’ı tekrar tahta geçirmek için gayret sarf ettiler. Ali Süâvî, Filibeli
muhacirlerden etrafına topladığı kalabalık bir grupla 19 Mayıs 1878’de Çırağan
Sarayı baskınını düzenledi. Çırağan Sarayı’nda bulunan sultan beşinci Murâd’ı
sultan Abdülhamîd Han’ın yerine tahta geçirecekti. Beşiktaş inzibat işleri ile
görevli mirliva Hasan Paşa, topladığı askerlerle isyâncıların üzerine yürüdü.
Bu baskın sırasında Ali Süâvî ve adamlarından 21 kişi öldürüldü, 17 kişi de
yaralandı. Sağ olarak ele geçenler de dîvân-ı harbe sevk edilerek çeşitli
cezalara çarptırıldılar (Bkz. Çırağan Vak’ası). Sultan Abdülhamîd Han’ın tahttan
indirilmesi için masonlarla ve diğer hıristiyan Avrupa devletleriyle işbirliği
yapan Jön Türkler, çeşitli gizli komplolar düzenlemeye devam ettiler. Çengelköy
mason locasının üstâd-ı âzamı olan ve İstanbul’da yaşayan Yunan uyruklu Kleanti
Skaliyeri, Alman ve İngiliz mason localarının nüfuzlarını kullanarak
İstanbul’daki Alman ve İngiliz elçilerini beşinci Murâd lehinde müdâhalede
bulunmaya çağırdı. Fakat bu teşebbüsleri sonuç alamadı. Bu arada gizli
komiteler kuran Jön Türkler, sultan İkinci Abdülhamîd Han aleyhindeki gizli
faaliyetlerine devam ettiler. Kleanti Skaliyeri evkaf teftiş kurulu
me’mûrlarından Azîz Bey ve devlet şûrasının eski me’mûrlarından ve Nâmık
Kemâl’in dostu olan Ali Şefkatî’nin kurduğu komiteye girdi. Bu komite de
çeşitli darbe plânları hazırladı.
Devletin
istihbarat teşkilâtının bu komitenin çirkin plânını tesbit etmesi üzerine,
komite üyeleri komite karargâhının bulunduğu Azîz Bey’in evinde basıldılar.
Skaliyeri, Nakşibend Kalfa ve Ali Şefkatî gibi kimseler kaçmayı başardılar.
Yakalananlar tutuklanarak çeşitli cezalara çarptırıldılar.
Diğer
Jön Türkler gibi Avrupa’ya kaçan Ali Şefkatî, 1879-1881 yılları arasında Napoli
ve Cenevre’de İstikbâl
gazetesini çıkartarak gizli yollardan İstanbul’daki Tıbbiye
talebelerine gönderdi.
Avrupa’ya
gönderdiği sürgünden döndükten sonra, sultan Abdülazîz Han’ın ölümüyle ilgili
olduğu için, cezalandırılan Midhat Paşa’nın 1881’de Taife sürülmesi üzerine,
İstanbul’daki Askeri idâdî talebelerinden Nedim, Saîd ve Cemâl Bey ismindeki
arkadaşları çıkardıkları Sadâkat gazetesinde Midhat Paşa’nın sürgüne
gönderilmesinin Kânûn-i esâsîye aykırı olduğunu iddia ettiler. Hilmi Hakkı Bey
de, Cür’et gazetesini
çıkararak Jön Türklerin fikirlerinin savunuculuğunu yaptı.
Ali
Şefkatî’nin 1889’da Paris’te ölümü üzerine, Bursa Maârif müdürü iken Fransa
ihtilâlinin yüzüncü yıl dönümü’sebebiyle Paris’te açılan meşhur sergiyi gezmek
üzere Avrupa’ya giden Ahmed Rızâ, yurda dönmeyip Jön Türklere lider oldu ve
kısa zamanda meşhûrlaştı. 1890 yılında İstanbul’da Mîzâncı Murâd tarafından
çıkartılan Mîzân
gazetesinde de Jön Türklerin meşrutiyetçi fikirleri işlendi. Daha sonra
gazetesi kapatılan Mizancı Murâd, Mısır’a oradan da Avrupa’ya giderek Jön
Türkler arasına katıldı ve Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmeye yönelik
faaliyetlere devam etti. Bu sırada İstanbul’daki Askerî Tıbbiye talebeleri daha
sonra İttihâd ve Terakkî adını alacak plan gizli İttihâd-i Osmânî cemiyetini
kurdular. Her birisi Jön Türklerden olan bu genç talebelerin faaliyetleri
tesbit edilince 1895’den sonra çeşitli yerlere sürgüne gönderildiler.
Aralarından bâzıları Mısır’a ve Avrupa’ya kaçarak Osmanlı Devleti’ne ve sultan
İkinci Abdülhamîd Han’a karşı faaliyetlerini sürdürdüler. Fakat benimsedikleri
fikirler yönünden çeşitli grublara ayrıldılar. Sultan Abdülhamîd Han tarafından
Avrupa’ya gönderilen, serhâfiye Ahmed Celâleddîn Paşa’nın yaptığı gizli
çalışmalar neticesinde, büyük bir kısmı ikna olarak ve muhalefetten çekilerek
İstanbul’a döndüler. Bunlar arasında Cenevre grubu lideri Mîzâncı Murâd da
vardı. Ahmed Rızâ’nın etrafında toplananlar ise, yurda dönmeyerek ısrarla
faaliyetlerine devam ettiler. Çıkardıkları çeşitli gazetelerle asılsız
propagandalar yaptılar. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’dan beklediği ilgiyi
göremeyen Dâmâd Mahmûd Celâleddîn Paşa, 1899 yılında iki oğlu prens Sebahaddîn
ve Lütfullah beylerle Avrupa’ya kaçtı. Hiç bir ideâle dayanmadan, sâdece sultan
İkinci Abdülhamîd Han’ın îtimâd ve teveccühünü kaybettiği için Avrupa’ya kaçan
Ali Kemâl gibi gençler de Jön Türklere katıldı. Böylece biraz canlanır gibi görünen
Jön Türkler hareketi içindeki görüş ayrılıkları da fazlalaştı. Fakat ortak
gayeleri sultan Abdülhamîd’e karşı muhalefetti. Bunu, çıkardıkları çeşitli
gazetelerde açıkça ortaya koyup işlediler. Jön Türkler 95 Türkçe, 8 Arapça, 12
Fransızca olmak üzere toplam 115 gazete çıkardılar.
4
Şubat 1902’de ermeni ve rum temsilcilerin de katıldığı birinci Jön Türkler
kongresi Paris’de toplandı ve içlerinde pek az Türk vardı. Bu kongrede sultan
Abdülhamîd Han’a karşı mücâdelede tâkib edilecek yol ile ilgili görüş
ayrılıkları ortaya çıktı. Jön Türklerden bir kısmı Ahmed Rızâ’nın etrafında
toplanarak Meşveret
gazetesini çıkardılar. Osmanlı Terakkî ve İttihâd cemiyeti adıyla
ayrıldılar. Prens Sebahaddîn ve arkadaşları ise, Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i
Merkeziyet cemiyetini kurup Terakkî gazetesini çıkardılar. Bundan sonra, Jön
Türkler, birbirlerini itham etmeye başladılar. Bir taraftan da tarafdâr
kazanmak için program ve fikirlerini yaymaya çalıştılar. Rumeli’de ve Osmanlı
ülkesinin bâzı merkezlerinde de şubeler açan İttihâd ve Terakkî cemiyeti,
kendisini batı dünyâsında Jön Türklerin temsilcisi olarak tanıttı. Sultan
Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmeyi gaye edinen Jön Türkleri bünyesinde toplayan
ve Osmanlı Devleti’nin parçalanması ve yıkılmasını isteyen çeşitli unsurlarla
işbirliği yapan İttihâd ve Terakkî, komitacılık faaliyetlerine girişti.
28-29
Aralık 1907’de yine Paris’te toplanan ikinci Jön Türk kongresine, İttihâd ve
Terakkî, prens Sebahaddîn’in Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i merkeziyet cemiyetleri
ile birlikte ermeni Taşnaksütyûn komitesi de katıldı. Kendi aralarında birlik
olmamasından yakınan Jön Türkler, kongrede Osmanıl Devleti ve sultan İkinci
Abdülhamîd Han aleyhinde ağır ithamlarda bulundular. Neticede Osmanlı Devleti
aleyhinde olan İran meb’usan meclisine dostluk telgrafı çekilmesine,
Makedonya’daki Rum, Bulgar v.s. çetelerinin devlete karşı olan isyânlarının
desteklenmesine, diğer gizli cemiyetlerin birleştirilerek ihtilâlci yayınlar
yapılmasına karar verildi.
Birisi
Paris’te, ikincisi Selanik’te olmak üzere iki merkez-i umûmîsi olan İttihâd ve
Terakkî bünyesinde teşkilâtlanan Jön Türkler, Rumeli’de çeşitli tedhiş ve terör
faaliyetlerine giriştiler. Bulundukları bölgelerde Osmanlı devletine karşı olan
gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurlarla da işbirliği yaparak müslüman ahâliyi
sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı ayaklandırmaya çalıştılar. Ordu içindeki
subaylardan da destek görerek tedhiş ve isyân hareketlerini bastırmak üzere
gönderilen ordu birliklerine karşı silâhlı mücâdeleye giriştiler. Hareketleri
bastırmak üzere gönderilen Şemsi Paşa, 7 Temmuz 1908’de Pâdişâh’a son raporunu
bildirmek üzere girdiği manastır postahânesinden çıkarken komitacılar
tarafından öldürüldü. Jön Türklerin teşvik ve tahrikleriyle meydanlara toplanan
ahâlî, hürriyet ve meşrûtiyet isteğiyle gösteriler yaptı. Durumun nazikliğini
gören ve kardeş kanının dökülmesini istemeyen sultan İkinci Abdülhamîd Han,
Kânûn-i esâsîyi yürürlüğe koydu ve 23 Temmuz 1908’de meşrûtiyeti îlân etti.
İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra yurda dönen Jön Türkler, çeşitli vazifelere
getirildiler. Avrupa’dan dönen Prens Sebahaddîn grubu Jön Türkler, İttihâd ve
Terakkî grubuyla birlikte hareket etmeyi reddederek ayrıldı. Teşebbüs-i Şahsî
ve Adem-i Merkeziyet cemiyeti olarak faaliyet gösteren prens Sebahaddîn grubu
Jön Türkler, İttihâd ve Terakkî’ye karşı mücâdele verdiler. 14 Eylül 1908’de
kurulan Ahrâr fırkasının kurulmasını desteklediler (Bkz. Fırkalar).
Meşrûtiyetin îlânından sonra iktidara gelen İttihâd ve Terakkî meb’usları, ilk
zamanlar hükümetler üzerinde baskı kurarak iktidarlarını sürdürdüler. Sultan
İkinci Abdülhamîd Han’ı tahttan indirdiler. Daha sonra da fiilen hükümette
vazîfe alarak Osmanlı Devleti’ni çeşitli badirelere sürüklediler (Bkz. İttihâd
ve Terakkî). İttihâd ve Terakkî dışında kalan Jön Türkler de çeşitli siyâsî
fırkalar (partiler) kurup gazeteler çıkararak, İttihâd ve Terakkî’ye karşı
muhalefeti sürdürdüler.
Jön
Türklerin uzun yıllar devam eden faaliyetlerinde ön plânda meşrûtiyet ve
hürriyet fikirleri görülüyorsa da, her grup veya şahsın ayrı ayrı maksâdları
vardı. Azınlıklar; istiklâl, hiç değilse muhtariyet elde etmek, şahıslar ise;
şahsî hırs ve arzularını gerçekleştirmek peşindeydiler. Bunları destekleyen
devletlerin gayesi de Osmanlı’yı zayıf düşürerek kendi emelleri doğrultusunda
kullanmaktı. Meşrûtiyet, hürriyet gibi kelimelerin cazibesinden ve moda hâline
getirilmesinden dolayı bilhassa batı kültürü ile yetişmiş, veya bu kültürün
hayranı olanlar tarafından bir zamanlar medhedilen Jön Türkler hareketi ve
faaliyetleri, Osmanlı Devleti’nin yıkılışını hızlandıran belli başlı âmillerden
olmuştur. Batı dünyâsı karşısındaki tavırlarının taklidden öteye geçmemesi,
devlet kademelerinde yer almak, meşhur olmak, hattâ (Midhat Paşa gibi) kendi
ailelerini hânedân ailesi yapmak için azınlıklarla, eşkıyalarla, rum, bulgar ve
ermeni çeteleri ve Avrupa devletleriyle işbirliği yapmaktan çekinmemeleri bu
faaliyetlerin en acı ve ihanete varan tarafları olmuştur.
Jön
Türkler Avrupa’daki gibi meşrutî bir idare getirmek istemişler, ancak bu konuda
hiç bir Avrupa devletinin meşrutî yapısını, anayasasını incelememişlerdi.
Ayrıca Osmanlı Devleti’ni bu devletlerden biri ile karşılaştırmak düşüncesinden
uzak kalmışlar, Osmanlı halkının böyle bir idareye hazır olup olmadığına,
halkın etnik yapısının böyle bir idareye imkân verip vermediğine bakmamışlardı.
Nitekim iki defa îlân edilen meşrûtiyet netîcesinde Osmanlı idaresinde yaşıyan
azınlıklar, daha ilk mecliste bağımsızlık istemeye başlamışlardı.
Jön
Türklerin bir diğer ortak yönleri de, hemen hepsinin, Tercüme odası, Mühimme
kalemi, Mâbeyn-i hümâyûn gibi muhitlerde yetişmiş ve birbirlerini tanımış
olmaları idi. Ayrıca bir kısmı, saraya ve saltanata mensûb ailelerin çocukları,
bâzısı Nâmık Kemâl gibi, bâzısı Subhi Paşazade Ayetullah, Necib Paşa torunu
Mehmed ve Kânipaşazâde Rıfat gibi zengin tâife çocukları idi. Bu sebeple siyâsî
ihtiras ve yükselme hırsı, kendilerinde adetâ aile mîrâsı idi. Jön Türklerin
bir diğer önemli yanları da çoğunun mason, bir kısmının da inançsız olması idi.
Netice
olarak bunlar Osmanlı topraklarındaki sulh ve sükûnu, dört bir yandan patlak
veren ihtilâller, isyânlar, hükümet darbeleri ve savaşlar ile yok etmişler,
çıkarılan kargaşa ve savaşlar ortamı içinde milletin felâketini
hazırlamışlardır. Birinci Dünyâ Harbi, Jön Türkler hareketinin Türkiye’de sonu
olmuş, daha önce yaptıkları gibi yine yurt dışına kaçmışlardır. Her ne kadar
mahkemelerin karşısına çıkmaktan kurtulmuşlarsa da, milletin vicdanında
yargılanmaya devam etmişlerdir.
“... Ve daha garib bir tecelliye
bakınız ki, “Genç Osmanlılar”ı da “Jön Türkler”i de Osmanlı İmparatorluğu’nu
parçalamak isteyen büyük devletlerin hepsi arkalıyorlardı! Bu devletlerin
gözünde ümit bu gençlerdeydi!.. Bunların dediği yapılırsa, Osmanlı
İmparatorluğu kurtulacak, dediklerine kulak asılmazsa, batacaktı! İki kere
istemeyerek de olsa, dediklerini yaptık ve işte battık!... Bârî son kalan bir
avuç vatan toprağında yaşayanların gözleri açıldı mı?.. İnşaallah!..
Evlâdım sayılan bu vatan çocukları,
benim, bir sarayın dört duvarı arasında gördüğüm hakikati, koskoca yeryüzünü
gezip tozdukları hâlde nasıl görmediler; nasıl görmediler de ecdâd kanı ile
sulanmış koskoca bir ülkeyi kendi elleriyle batırdılar!
Suçlamaya dilim varmıyor; fakat
görüyorlardı ki, İngilizler, Fransızlar, Ruslar, hattâ Almanlar ve
Avusturyalılar yâni bütün büyük Avrupa devletleri, menfaatlerini Osmanlı
mülkünün parçalanmasında bulmuşlardır. Görüyorlardı ki bu devletler
birbirleriyle dalaşıyorlar, ama Osmanlıları bölüşmekte anlaşıyorlardı.
Anlaşamadıkları, kimin daha büyük parçayı yutacağı idi. Öyle olduğu hâlde, bu
düşüncede olan devletlerin kendilerini arkalamalarından da mı bir mânâ
çıkaramıyorlardı ?
Söyledim, yine söyleyeceğim,
anlattım, yine anlatacağım, düşünmüyorlar mıydı ki, Osmanlı ülkesi bir çok
milletlerin bir araya gelmesinden meydana gelmiştir. Böyle bir ülkede
meşrûtiyet, ülkenin unsur-i aslîsi için (temel unsur) ölümdür. İngiliz
Parlamentosunda bir Hindli, Afrikalı, Mısırlı; Fransız Parlamentosunda bir
Cezâyirli meb’ûs varmıydı ki, Osmanlı Parlamentosunda Rum, Ermeni, Bulgar, Sırp
ve Arap meb’ûsu bulunmasını istemeye kalkıyorlar!..
Hayır, bunca okumuş, düşünmüş,
kendisini dâvasına vermiş vatan evlâdının cibilliyetsiz çıkacağını kabul
edemem! Sâdece aldandılar, derim. Aldandılar ama, cezalarını kendilerinden çok,
aldanmayan milyonlarca masum vatan evlâdı çekti! Hem öldüler, hem de vatandan
oldular!
Kendilerine “Jön Türkler” denilen
kimseler aslında üç-beş kişidir. Bunlar yıllarca Avrupa’da benim aleyhimde
çalışmışlar, benim aleyhimde çalışmanın vatanın da aleyhinde çalışmak demek
olduğunu düşünmeden yazmışlar, çizmişler, söylemişlerdir. Çıkardıkları
gazeteleri gizlice memlekete sokmanın yolunu büyük devletlere arkalarını
dayayarak buluyorlar, yabancı postahânelerden de yabancı uyruklu kimseler
aracılığı ile çekip şuna buna dağıtıyorlardı. Yıllar yılı, ciddî sayılabilecek
bir te’sirleri olmamıştır; ciddî sayılacak bir fikirleri olmadığı gibi...
Fakat ben buna rağmen, kendileriyle
ilgilendim. Yabancı memleketlerde parasızlık yüzünden bâzı şeylere
katlanmamaları için, gazetelerini satın almak bahanesiyle büyük yardımlarda
bulundum, bâzı kimselerin memleketten para göndermelerine göz yumdum. Tek
yabancıların maşası olmasınlar, muhalefetleri yanlış da olsa namuslu kalsın
diye!..
Ahmed Celâleddîn Paşa’nın Mısır’da
Ali Kemâl Bey’den aldığı mektubu görmüştüm. Bu mektup her hâlde Yıldız evrakı
arasında saklıdır. Kimin nereden para aldığını isim isim yazıyordu. Bu
mektupta, Dr. Abdullah Cevdet, Dr. İshak Sukûtî, Dr. Bahaddîn Şâkir, Dr. Nâzım,
Dr. İbrâhim Temo’nun Fransız ve İtalyan localarına bağlı olduklarını ve bu
locaların yardımıyla yaşadıklarını, hattâ memleketteki ailelerine dahi bu
localar eliyle para gönderildiğini yazıyor ve bunların vesikalarını
gösteriyordu.
Avrupa’da, Mısır’da çeşitli namlar
altında çıkan gazeteler ve buralarda gezinen gizli cemiyetin adamları, daha
önce de söylediğim gibi, memlekete ciddî bir zarar vermediler. Fakat mason
locaları, bütün tâkiblerimize rağmen? “İttihâd ve Terakkî’ye bağlı subayları
harekete geçirince, bu âvâre insanlar birer bayrak hâline geldiler. İşte Jön
Türkler ve İttihâd ve Terakkî cemiyetinin hikâyesi de budur.”
Abdülhamîd’in Hâtıra Defteri; sh. 60
İsmâil Hami Dânişmend diyor ki:
“Târihte tahrif edilmiş bir çok şahsiyetler vardır: Bâzılarının kahramanlaştırılmasına
mukabil, bâzıları da canavarlaştırılmıştır!.. İkinci Abdülhamîd işte bu ikinci
zümredendir. Saltanatı devrinde muhalifleri tarafından yabancı memleketlerde ve
hal’inden sonra düşmanları tarafından Türkiye’de yazılmış eserlerde bin türlü mübalağalarla
yalnız kusurlarından bahsedilmiş ve gene bin türlü iftiralar atılarak kanlı ve
korkunç bir tip hâline getirilmiştir. Meselâ Ermeni komitecilerinin Avrupa
müdâhalesine sebeb olmak için yaptıkları hareketlerle ihtilâl teşebbüslerini
tenkil etmiş olduğu için muhtelif memleketlerde bir takım müteassıb Türk
düşmanlarının sultan Hamîd’e taktıkları bâzı çirkin lakaplar vardır: Bunların
en meşhurları Fransız müverrihlerinden Albert Vandav’ın ortaya attığı “Le
Sultan Rouge-Kızıl Sultan” ve İngiltere’deki “Whigs” partisinin meşhur reisi
Gladstone’un savurduğu “The Great criminal-Büyük cani” sıfatlarıdır!
Hıristiyanlık taassubuyla Anadolu’nun yarısını Ermenistan görmek isteyen bir
takım Türk düşmanlarının bu gibi herzeler ve hattâ küfürler savurmaları pek tabiîdir:
Fakat Ermeni komitecisine karşı Türk’ün hakkını koruduğu için müteassıb
Fransızın ortaya attığı “Sultan Rouge” lakabını Türkçe’ye tercüme edip de
Sultan Hamîd’e “Kızıl Sultan” diyen Jön Türklerin ve onları tâkib edenlerin yüz
kızartıcı gaflet ve cehaletlerine ne denilebilir?”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Yeni Osmanlılar Târihi (Tasvîri Efkar,
1909-1910)
2) XIX Yüzyıl Türk Edebiyatı Târihi
(Tanpınar); sh. 194
3) Yakın Çağ Türk Kültürü ve Edebiyâtı
üzerinde Araştırmalar Yeni Osmanlılar (K. Bilgegil, Ankara-1976)
4) Ziyâ Paşa Üzerinde bir Araştırma (K.
Bilgegil, Erzurum-1970); sh. 70
5) Târih Müsâhebeleri; sh. 183
6) Âlî Paşa’nın Siyâseti (Ali Süâvî,
İstanbul-1325); sh. 23
7) İnkılâp Târihimiz ve Jön Türkler (E. Kuran)
8) Osmanlı Târihi (E. Z. Karal); cild-8, sh.
309
9) Jön Türklerin Siyâsi Fikirleri (Şerif
Mardin, İstanbul-1986)
10) Rehber
Ansiklopedisi; cild-9, sh. 84
11) Hâtırât-ı
Abdülhamîd; sh. 59
12) Türkiye’de
Çağdaş Düşünce Târihi (H.Z. Ülken, İstanbul-1966) sh. 63