İlk
İstanbul kâdısı ve Osmanlı âlimlerinin büyüklerinden, ismi, Hızır bin
Celâleddîn olup, Nasreddîn Hoca’nın torunlarındandır. Babası Sivrihisar kâdısı
idi. Sivrihisar bugünkü Eskişehir’in ilçesi olabileceği gibi, Akşehir
yakınlarında, o devirde büyük bir kasaba olan bugünkü Sivrihisar köyü de
olabilir. 1407 senesi Rabî-ul-evvel ayının birinde Sivrihisar’da doğdu. Küçük
yaşta babasından ilim tahsil etti. Daha sonra Molla Yegân’ın derslerine devam
edip, aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Bu zâtın kızıyla evlenip dâmâdı oldu.
İbn-i Cezerî’den kıraat ilmini öğrendi.
Hızır
Bey, zekâsının kuvveti ve çalışmasındaki azmi ile kısa zamanda bir çok dînî ve
fennî ilimlerde derin âlim oldu. Memleketi olan Sivrihisar’da kâdılık ve
müderrislik yaptı. Kimsenin bilmediği bilgileri bilmekte, büyük âlim Molla
Fenârî’den sonra eşi yoktu.
Hızır
Bey, İstanbul’un fethinde, ilk olarak İstanbul kâdısı ve belediye başkanı olup,
vefâtına kadar, yâni altı sene bu makamda kaldı. Adalet ve hakkaniyetle işleri
yürütüp meşhur oldu. Hızır Bey bu vazifeye başladıktan bir müddet sonra, bir
hıristiyan mîmâr yanına gelerek durumunu anlattı ve Fâtih Sultan Mehmed Han’dan
davacı olduğunu söyledi. O devirde, Avrupa ülkelerinde; değil kralı mahkemeye
vermek, aleyhinde konuşmak bile, bir insanın ölüm fermanını imzalamaktan başka
bir mânâya gelmezdi. Fâtih Sultan Mehmed Han, bugünkü Ayasofya Câmii’nden daha
yüksek kubbeye ve daha üstün mîmârî hususiyetlere sâhib bir câmi yaptırmak
istemiş ve hıristiyan mîmâr da bu işe tâlib olmuştu. Fakat bir hıristiyan olarak,
müslümanların Ayasofya’dan daha üstün hususiyetlere hâiz bir esere sâhib
olmalarına gönlü razı olmamıştı. Böyle bir câmiyi kendisinin yapabileceğini
söyleyerek işe tâlib oldu ve câminin inşâatına başladı. Mısır’dan binbir
zahmetle getirilmiş olan sütunların boyunu kısaltmış, bu yüzden de kubbenin
yüksekliği Ayasofya’dan küçük olmuştu. İnşâatın bitmesine yakın inceleme yapan
Fâtih, sütunların kasıtlı olarak kısa tutulduğunu ve böylece Ayasofya’dan daha
üstün bir binanın yapılmamasına çalıştığını anladı. Bu hâle çok hiddetlenen
Sultan, hıristiyan mîmârın cezalandırılmasını emretti.
Emir
yerine getirilerek eli kesildi. Yüzlerce kilometreden binbir emekle gelen
sütunlar, hıristiyan mîmârın gayretiyle kısaltılmış, Sultan’ın emri ve iyi
niyeti ayaklar altına alınmıştı. Her şeyden daha fazla ihtiyâç duyduğu elini
kaybeden mîmâr, müslümanların hâlini, Osmanlıların adaletini bilen
yakınlarının; “Bu işte bir acelecilik var, müslümanlar bu işi yapanı suçlu
bulurlar, hele onların âdil kâdıları pâdişâhın bile gözünün yaşına bakmaz
cezasını verirler” demeleri üzerine Hızır Bey’in huzuruna gitti. Olup bitenleri
âdil Osmanlı kâdısına bir bir anlattı. Hızır Bey, tam bir sükûnetle hâdiseyi
dinledi. Daha sonra soruşturup, mes’eleye vâkıf oldu. Şâhidlerle beraber,
Sultân’ı mahkemeye davet etti. Bildirilen saatte mahkeme teşkil edilince,
Sultan da geldi. Eli kesilen hıristiyan mîmâr ayakta duruyor ve böyle bir
mahkemeyi ilk defa gördüğünden ürkek ürkek etrafı seyrediyordu. Çünkü onların
bildiği, güçlü olanın hâkim olmasıydı ve gücü yetene her şey mubahtı. Sultan,
mahkeme salonu olarak kullanılan yere girince, baş köşede bulunan yerde oturmak
arzusuyla o tarafa doğru yöneldi. Pâdişâh’ın bu hâlini gören kâdı Hızır Bey,
hiç çekinmeden; “Oturma begüm! Hasmınla yüzleşmek üzere mahkeme huzurunda
ayakta dur!” dedi. Sultan sözü ikiletmeden söylenen yere geçti. Hızır Bey; “Sen
Murâd oğlu Mehmed! Bu zımmînin elini kestirdin mi?” diye söze başladı. Mahkeme
neticesinde; “Sen, Murâd oğlu Mehmed! Mahkeme edilmeden bu zımmînin elini
kestirdiğin için kısas olunacaksın! Senin elin de onunki gibi kesilecek! Eğer
zımmîyi razı edebilirsen, ölünceye kadar onun ve çoluk çocuğunun maişetini
te’min etme karşılığında elini kesilmekten kurtarabilirsin!” dedi. Herkesle
birlikte Sultan da tam bir sükûnet içerisinde karârı dinledi. Hıristiyan mîmâr,
bu ulvî karar karşısında daha fazla dayanamadı. Ağlıyarak Sultân’ın ellerine
kapandı, ölünceye kadar maişetini te’min etmek karşılığında anlaştılar.
Zâlimleri bile ağlatacak böyle bir adaletin, ancak hak bir dînin mensupları
tarafından icra edileceğini düşünen hıristiyan mîmâr, ailesi ile birlikte
müslüman oldu. Bu mahkemeden bir kaç gün sonra Sultan, kâdı Hızır Bey’i ziyaret
etti. Mahkemede gösterdiği adalete teşekkür edip; “Eğer bana, bir suçlu gibi
değil de, bir pâdişâh gibi muamele etseydin, seni şu kılıcımla parçalardım”
dedi. Hızır Bey de Pâdişâh’a, mahkeme esnasındaki hâl ve hareketleri için
teşekkür ettikten sonra; “Eğer pâdişâhlığına güvenip, dînin emri olan hükmüme
karşı gelseydin, seni bu arslanlara parçalatırdım” dedi ve paltosunun iki
eteğini çekti. Bakanlar, Hızır Bey’in eteği altındaki iki arslanın sert
bakışlarını gördüler. “Böyle Sultân’a böyle kâdı” demekten kendilerini
alamadılar.
Hızır
Bey’in ders halkasına, bir çok âlim devam etti. İlim ve irfanından pek çok
kimse istifâde etti. İçlerinde Mevlânâ Muslihuddîn Kastalânî, Ali Arabî,
Hocazâde ve Hayâli gibi meşhur âlimler yetişti. Bursa müftîsi Ahmed Paşa, Sinân
Paşa ve Bursa kâdısı Yâkub Paşa, Hızır Bey’in oğullarıdır. Üçü de; zekâları,
ilim ve irfanları ile temayüz etmiş üstün kimselerdir. Hızır Çelebi, 1458
senesinde İstanbul’da vefât etti. Vefâ ile Zeyrek arasında, Unkapanı’na giden
caddenin kenarına defnedildi.
Hızır
Bey’in güzel ahlâkı, zühd ve takvası da, ilmi gibi yüksekti. Arab, Fars ve Türk
edebiyatında da geniş bilgi sahibi olup şairliği de vardı. Her üç dilde de
kıymetli şiirler yazdı. Akaide dâir meşhur Kasîde-i Nûniyye’yi nazım Bu eseri, talebesi
Molla Hayalî ve diğer bir çok âlim tarafından şerh edildi. Fâtih Sultan Mehmed
Han’ın emri ile Kâdı Sirâceddîn Mahmûd’un Metâli-uI-Envâr adlı mantığa dâir eserini
Arabça’dan Farsça’ya tercüme etmişti. Kelâm ilmine âid Şerh-i Tecrîd adlı esere bir haşiye
yazmıştır. İcâletü
leyletin el-leyleteyn adında bir de kasîdesi vardır.
Fâtih Sultan Mehmed Han’ın
saltanatının ilk senelerinde, Arabistan’dan bir zât gelip, çeşitli ilim ve
fenlerde suâller sordu. Zamanın âlimleri tatmin edici cevaplar veremeyince,
Fâtih duruma üzüldü. Bütün beyleri, paşaları ve vezirleri toplayıp; “Ülkemde bu
adama cevap verecek bir ilim adamımız yok mudur? Çabuk araştırın ve bana derhâl
müsbet bir cevap verin” dedi. Vatan topraklarını iyi bilen vezirlerin hatırına
Sivrihisar Medresesi müderrisi Hızır Bey geldi ve durumu Sultan’a bildirdiler.
Bunun üzerine Fâtih, Hızır Bey’in derhâl Edirne’ye davet edilmesini istedi ve
davet için Sivrihisar’a üç kişilik bir hey’et gönderildi. Edirne’ye gelen Hızır
Bey, o sıralarda otuz yaşlarında ve asker kıyafetinde bulunduğundan; hâli,
meşhur âlimlere meydan okuyan zâtın, alay edercesine gülmesine sebeb oldu.
Hızır Bey, sorulan bütün sorulara cevap verdikten sonra, o zâta suâller sormaya
başladı. O zât Hızır Bey’in suâllerine cevap veremeyip mağlub oldu ve; “Hızır
Bey, İslâm âleminde benzeri çok az bulunan ilim adamlarından biridir.
Kendisinde öylesine bir hafıza ve zekâ var ki, karşısında durmak mümkün
değildir” itirafında bulundu. Bu durumdan fevkalâde memnun olan Sultan, Hızır
Bey’e; “Yüzümü ak eyledin, cenâb-ı Hak da iki cihânda senin yüzünü ak eyleyip,
ilmini ve fadlını arttırsın” diye duâda bulundu. Bundan sonra Fâtih’in, Hızır
Bey hakkındaki muhabbet ve teveccühü günden güne arttı. Bursa’da bâzı
medreselerin müderrisliği kendisine verildi ve maaş bağlandı. Daha sonra
Anadolu ve Rumeli’de bâzı kâdılıklarda bulundu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Kâmûs-ul-a’lâm; cild-3, sh. 2047
2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî
Efendi); sh.11
3) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 85
4) Hadîkat-ül-Cevâmi’; cild-1, sh. 85
5) Sicilli Osmânî; cild-2, sh. 277
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-12, sh.
86
7) Hızır Çelebi (M. Sait Yazıcı, Ankara-1987)