Osmanlı
Devleti’nin şimâli (kuzey) Afrika’daki üç eyâleti; Tunus, Cezâyir ve
Trablusgarb’a verilen ortak ad. Bunların muhtar bir idareleri vardı.
On
altıncı yüzyılda Kuzey Afrika kıyılarında, batıdan Portekizlilerle
İspanyolların, doğuda da Osmanlıların katıldıkları büyük bir nüfuz mücâdelesi
vardı. Türkler ilk defa olarak 1516’da Oruç Reis komutasında, İspanyollara
karşı üstünlük kurarak Cezâyir’e ayak bastılar. Cezâyir bir aralık Tunus
beyinin eline geçmiş ise de, 1525’de Hızır (Barbaros) tarafından geri
alınmıştı. Akdeniz’i İspanyol gemilerine dar eden Hızır Reis, 1533’de Kânûnî
Sultan Süleymân Han’ın daveti üzerine İstanbul’a gelerek Osmanlı Devleti’nin
hizmetine girdi. Büyük Türk denizcisi, Cezâyir beylerbeyi hil’atini giyerek
kapdân-ı derya ünvânını aldı. Aynı yıl İstanbul tersanelerinde Barbaros
Hayreddîn Paşa’ya verilmek üzere 61 parça gemi inşâ edildi. Böylece daha da
güçlenen Barbaros, 1551’de Trablusgarb’ı 1574’de de Tunus’u ele geçirerek
Osmanlı hâkimiyeti altına aldı.
Osmanlı
Devleti’ne katılan diğer yerlerde olduğu gibi, bu üç Afrika ülkesinde de
başlangıçta klâsik eyâlet teşkîlâtı kurularak, sâlyâneli birer beylerbeylik
hâlinde doğrudan doğruya merkeze bağlanmışlardı. Sâlyâne yâni yıllıkla idare
olunan eyâlet ve sancakların bütün varidatı kendi hazîne yetkilileri tarafından
tahsil olunup, beylerbeyi ile sancakbeylerine ve kul (maaşlı asker) sınıfına
hâsıl olan varidattan maaş verilir ve fazlası hazîneye gönderilirdi.
Barbaros
Hayreddîn Paşa’nın Osmanlı Devleti hizmetine girmesiyle idaresinde bulunan
Cezâyir, beylerbeylik olarak kendisine verilmişti. Şehrin muhafazası için de
İstanbul’dan iki bin kadar yeniçeri gönderilerek Cezâyir ocağının temeli atıldı
(1533). Bu mikdâr daha sonra yirmi bine kadar yükseltildi.
Bu
kuvvetler Cezâyir’de Kasriyye denilen yedi kışlada bulunurlardı. Teşkilâtları
yeniçerilerin bölük teşkilâtının aynı olup, bütün zabitlerinin üstünde en büyük
zabit olarak yeniçeri ağası vardı. Cezâyir ocağında yeniçerilerden başka
Türklerden müteşekkil süvârî bölükleri ile yerlilerden kurulu Mahazin
adında başka bir atlı kuvveti de bulunuyordu. Cezâyir’de biri beylerbeyine ve
diğeri yeniçeri ağasına âid olmak üzere Paşa ve Ağa dîvânları vardı. Kerrase
denilen Paşa dîvânı; hazînedâr (defterdâr), vekilharç (gümrük emîni), emîr-i
âhûr, beytülmâlci, azab ağası, kâdı ve yeniçeri ağasından müteşekkil idi. Paşa
dîvânı eyâlet işlerine ve Ağa dîvânı da yeniçeri ocağı işlerine bakarlardı.
Ancak Ağa dîvânı, 1618’den itibaren hükümet yâni beylerbeyine âid işlere
karışmaya başlayınca, vâlilerin nüfuzu kırıldı. Çok kısa süren bu durumdan
sonra reislerin 1671’de tekrar iktidarı almaları ile dayılık devri başladı.
Nitekim ilk dayılar denizciler tarafından seçildiği hâlde, bir süre sonra
yeniden kuvvet kazanan ocaklılar, seçimi kendileri yapmaya başladılar.
Cezâyir’de on sekizinci yüzyılda vâlilerin hiç bir hüküm ve nüfuzları kalmadı.
Dayının bir meclis tarafından seçilmesi usûlden ise de çok defa buna uyulmazdı.
Dayının, vâli ve kendisini seçen meclisle iş görmesi îcâb ederken, dayılar mevkilerini
sağlamlaştırdıktan sonra kaideye riâyet etmez oldular. Bu bölünme ve merkeze
riayetsizlik on yedinci yüzyılda büyük ve küçük mühim bir yekûn tutan ve
1681’de Fransa’nın Akdeniz donanmasını mağlûb ederek yirmi dokuz gemisini
zabtetmiş olan Cezâyir ocağı donanmasının güçten düşmesine sebebiyet verdi.
Nitkim
on sekizinci asrın ilk yarısında Cezâyir donanması yirmi kadar gemiye sâhibti
ve bu devirde evvelce yirmi bin olan Cezâyir yeniçerileri de beş bin hattâ iki
bine kadar düştü. Bu durum, Cezâyir’in 1830 yılında Fransızlar tarafından işgal
edilmesine kadar sürdü. Son dönemde artık beylerbeylik makamı tamamen kalkmış,
ülke üzerindeki Osmanlı hâkimiyeti yeni seçilen dayıya hil’at ve ferman
göndererek onun me’muriyetini tasdik etmekten ibaret kalmıştı. Böylece hukuken
Osmanlı topraklarından sayılan ve Osmanlı Devleti’nin Akdeniz’de giriştiği
deniz savaşlarına katılan Cezâyir’in dayıları, zaman zaman bağımsız bir devlet
başkanı gibi hareket etmek, hattâ dış devletlerle ayrı ayrı andlaşmalar
imzalamak imkânı bulmuşlardı.
Tunus
1534’de Barbaros Hayreddîn Paşa tarafından Benî Hafs hânedânının elinden
alınarak Osmanlı ülkesine katıldı. Başlangıçta Cezâyir beylerbeyliğine bağlı
olarak idare edilen Tunus, 1573 yılında doğrudan doğruya beylerbeylik yapıldı
ve idaresi Haydar Paşa’ya verildi.
İnebahtı
bozgununu müteâkib Tunus, haçlı donanması komutanı prens Donjuvan tarafından
1573’de işgal edildi. Ancak Yemen fâtihi meşhur Sinân Paşa ertesi sene donanma
ile gelerek Tunus’u geri aldı ve şehrin muhafazası için de dört bin yeniçeri
bıraktı. Tunus’un tekrar zaptından sonra daha güneyde ve sahile yakın olan
Kayrevan hâkimi şeyh Abdüssamed, 1586’da Osmanlı Devleti’ne itaat ederek,
kaleyi ve elindeki bütün toprakları Tunus beylerbeyine teslim etti.
Tunus’da
beylerbeylik dönemi 1594’de yeniçerilerin ayaklanarak kendi bölükbaşılarından
birini üç yıl için dayı seçmeleri sonucu son buldu. Başlangıçta seçimle
işbaşına gelen dayılar bir müddet sonra Osmanlı hükümetinin denizcilerden
birini veraset yoluyla dayı atamaya başlamasıyla babadan oğula geçer bir duruma
geldi.
On
yedinci asırda Tunus’un idaresi görünüşte beylerbeyi emrinde ise de, emîr-ül-evtan
denilen Vatan sancakbeyinin yâni üç kişinin elinde idi. Bu üçlü kuvvetin nüfuz
mücâdelesi Tunus’un idarî ve iktisadî gücüne önemli ölçüde darbe vurdu. Osmanlı
pâdişâhları bunlara devamlı nasihat yollu fermanlar göndermiş ise de bunlara
uyan çıkmamıştı. 1705 yılında Hüseyin bin Ali dayılık yönetimine son vererek
idareyi tek elde topladı. Bu yeni durum Hüseynî sülâlesinin idare dönemi olarak
Tunus’un 1881 yılında Fransız istilâsına kadar sürdü.
Rodos
1522’de Osmanlılar tarafından fethedilince, kalede bulunan Sen Jan şövalyeleri
buradan çıkarak Trablusgarb’a yerleşmişler ve burasını kendilerine üs yapmışlardı.
1551 yılında kapdân-ı derya Sinân Paşa ile Turgut Reis’in Trablusgarb’ı
fethetmesine kadar sürdü.
Trablusgarb
alındı, eyâlet olarak, Turgut Reis (Paşa) idaresine verildi. Turgut Paşa Malta
muhasarasında şehîd düşünce, bir aralık Cezâyir’e bağlanan Trablusgarb, sonra
tekrar ayrıldı. Ancak 1609’da dayılık usûlünün, diğer ocaklarda olduğu gibi,
Trablusgarb’da kabulü, beylerbeylik sisteminin eski otoritesinin kaybına sebeb
oldu. 1711 yılında Karamanlı Ahmed Bey, hem dayı hem de paşa olarak, Trablusgarb’ın
idaresini eline geçirince, bölgede Karamanlı sülâlesinin hâkimiyet devri
başladı. 1835’e kadar devam eden bu dönemde Trablusgarb, babadan oğula olarak
hep Karamanlı ailesine geçmekle beraber, bir beyin ölümünden sonra yenisi,
ulemânın ve halkının tasvîbi de alınmak suretiyle, askerler tarafından
seçiliyor ve seçimin Osmanlı pâdişâhı tarafından tasdîk edilmesi gerekiyordu.
On dokuzuncu yüzyıl başlarında aile arasında beylik çatışmaları kanlı bir
safhaya girdiğinden, Osmanlı hükümeti 1835 yılında müdâhalede bulunarak
Trablusgarb’ı tekrar, bir eyâlet olarak merkeze bağladı. Böylece kuvvetli bir
idareye kavuşan Trablugarb’ın elden çıkması, Cezâyir ve Tunus kadar kolay
olmadı. Ancak sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın 1908’de tahttan indirilmesinden
sonra, Osmanlı Delveti’nin içine düştüğü bunalımlı devreden istifâde ile
İtalyanlar kaleyi işgal ettiler (1912).
Garb
ocaklarının, 1580 yılına kadar bir mal defterdârı bulunuyordu. Cezâyir’in
uzaklığı sebebiyle bu târihten sonra oraya ayrı bir defterdâr tâyin olunmuştu.
Garb ocakları yıllıklı (sâlyâneli) eyâletlerden oldukları için her beylerbeylik
masrafları çıktıktan sonra devlet hazînesine yirmi beş bin altın gönderiyordu.
Garb
ocaklarından her birinin uhdesinde donanma mevcûddu. On yedinci yüzyıldan
îtibâren yöneticilerinin çoğu ecnebî devletlerle andlaşmalar yapar ve
mektuplaşırlardı. Bu üç eyâletten, en kuvvetli donanmaya sâhib olan Cezâyir
eyâleti idi. Bunların geçimleri korsanlık ve muhârebeye dayandığından mükemmel
donanmaları vardı. Cezâyir donanmasının faaliyeti yalnız Akdeniz’e münhasır
değildi. Bunlar, Cebel-i târık (Sebte boğazını) aşarak Kanarya adaları,
İngiltere, İrlanda, Flemenk, Danimarka ve hattâ İzlanda adasına kadar donanma
akınlarını uzatmışlardı. Büyük Britanya adası civarındaki Lundy adasını zaptederek
bir müddet oturan Cezâyirliler, daha sonra adayı İngiliz korsanlarına yüklü bir
para mukabilinde satmışlardı.
Garb
ocakları donanmaları Osmanlıların bütün Akdeniz muhârebelerinde Osmanlı
donanmasıyla birlikte bulunmuşlardır. Lüzumu hâlinde bu üç ocağa ilkbaharda
donanmaya katılmaları için pâdişâh tarafından ferman gönderilir, onlar da gemi
reîsi olan ve dayı denilen başbuğları ve çeşitli kadırga ve kalyonlarıyla
sefere katılırlardı.
Garb
ocakları iki-üç senede bir pâdişâha hediyeler takdim ederler, buna mukabil
tersaneden gemi levazımı, top, barut ve hattâ gemi tedârik ederlerdi. Bunların
İstanbul’daki bütün işleri kapdan paşa vasıtasıyla görülürdü.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-1.
kısım-2, sh. 247
2) Osmanlı Târihi Deyimleri; cild-1, sh. 646
3) Rehber Ansiklopedisi; cild-6, sh. 128