Otuz
ikinci Osmanlı şeyhülislâmı. Asıl adı Mehmed’dir. Şeyhülislâm Hoca Sa’deddîn
Efendi’nin torunu ve Rumeli kazaskeri Abdülazîz Efendi’nin oğludur. Nesebi,
Yavuz Sultan Selîm Han döneminin tanınmış şahsiyetlerinden Hasan Can’a
ulaşmaktadır. Azîzzâde veya Behâî Efendi diye meşhur olmuştur. 1595 senesinde
İstanbul’da doğdu.
Çocukluğundan
îtibâren ilim öğrenmeye başlayan Behâî Efendi, zamanının âlimlerinden aklî ve
naklî ilimleri tahsil etti. Şeyhülislâm Abdürrahîm Efendi’den ilim öğrendi.
Kısa müddet içinde şöhreti her tarafa yayıldı. Yüksek fazîleti ve şöhreti,
Rumeli kazaskeri Molla Muhammed bin Abdülganî Efendi’ye ulaştığı zaman,
insanların mübalağa ettiğini zannetti. Behâî Efendi ile karşılaşıp, ilmî
sohbette bulunmak istedi. Görüşüp sohbette bulunduktan sonra, anlatılanların da
üzerinde yüksek dereceye sâhib olduğunu gördü ve üstünlüğünü kabul etti.
1617
senesinde babası ile beraber Mekke-i mükerremeye gidip hac farizasını yerine
getirdi. Dönüşünde amcası şeyhülislâm Es’ad Efendi’den de ilim öğrenip, yanında
mülâzım yâni stajyer olarak görev yaptı. Amcası ile birlikte Türkçe şiirler
yazmaya başladı. Yazdığı şiirini, şeyhülislâm Yahyâ Efendi’ye takdîm ederek,
bir mahlas (şâirin şiirde kullandığı isim) istedi. Yahyâ Efendi, Arif-i billah
Şeyh Behâeddîn Nakşîbend’in soyundan olduğu için “Behâî” mahlasını uygun gördü.
Behâî
Efendi, İstanbul’da bâzı medreselerde müderrislik yaptıktan sonra, Şehzâde
Medresesi müderrisliğine tâyin edildi. Bu vazifesi esnasında yazdığı bir
kasîdeyi sultan dördüncü Murâd Han’a takdîm etti. Sultân’in iltifatına kavuşup
1630 yılında Selanik kâdılığına tâyin edildi. Sonra bu vazîfeden alındı ve 1633
senesinde Haleb kâdılığına getirildi. Çıkarılan bâzı asılsız iddialar üzerine
görevden alınarak 1634’de Kıbrıs’ta mecburî ikâmete tâbi tutuldu. Bir sene
sonra İstanbul’a dönen Behâî Efendi; 1638’de Şam, 1644’de Edirne, 1645’de
İstanbul kâdılıklarına tâyin edildi. 1646’da Anadolu kâdıaskerliğine
getirildikten bir ay sonra Rumeli kâdıaskerliğine yükseltildi.
Behâî
Efendi, 1649’da Abdürrahîm Efendi’nin yerine şeyhülislâmlık makamına getirildi.
Bir sene dokuz ay on beş gün bu yüksek makamda kaldıktan sonra, tütünün haram
olmadığına dâir fetva vermesi üzerine 1651’de bu vazîfeden alındı ise de 1653
senesinde tekrar şeyhülislâmlığa getirildi. Bu vazifesi esnasında, boğmaca
hastalığına yakalanarak 1654 senesinde İstanbul’da vefât etti. Cenazesi Fâtih
Câmii’ne bitişik konağının yakınında bir yere gömüldü. İkinci şeyhülislâmlık
müddeti bir sene dört ay on yedi gündür. Toplam şeyhülislâmlık müddeti ise, üç
sene iki ay iki gündür.
Behâî
Efendi aynı zamanda devrinin önemli şairlerindendir. Onun tâkib ettiği ve
seviyesine ulaşmaya çalıştığı çağının dîvân şiirinde tanınmış şâirlerden
şeyhülislâm Yahyâ ile Bâkî’nin te’sirinde kalmıştır. Dîvân şiiri geleneği
içinde çok az şiir yazan Behâî Efendi, küçük bir Dîvân bırakmıştır. Behâî
Efendi şairlik şöhretini gazelleri ile kazanmıştır. Kırkdan fazla olan
gazellerinde konu ve tema olarak yer yer Allahü teâlânın aşkı ve sevgisi,
O’ndan ayrılığın acılığı, O’na duyulan yakıcı özlemi de işlemiştir. Böyle
olmasına rağmen münâcât ve na’t gibi şiirlere yer vermemiştir. Gerek duygu,
hayal dolgunluğu ve etkinliği, gerekse ifâde düzgünlüğü ve söyleyiş güzelliği
açısından, dîvân şiiri geleneğinde bu tarzın en güzel örnekleri arasında yer
alır. Özellikle bunların;
Dağıttın hâb-ı nâz-i yâri ey fer-yâd
n’eylersin
Edüp fitneyle dünyâyı harâb-âdâd n’eylersin
Dünyâyı, harâb etti o mestâne
bakışlar
Ol çeşm süzüşler o gazalâne bakışlar.
Geh bana geh ol hançer-i bürrâna
bakarsın,
Maksûdun eğer cân ise câna ne bakarsın,
gibi
matla yâni başlangıç beytli olanları, baştan sona kadar aynı akışı, güzelliği
ve olgunluğu devam ettiren, dîvân şiirinde benzeri az bulunan şiirlerdir. Zâten
onda muzdarib ve hicranlı söyleyişler yanında şûh bir zevk hissedilir.
Behâî
Efendi’nin dili, Farsçanın etkisindedir. Kelime hazînesindeki Arabca ve Farsça
oranında ise, devrinin genel görünümünün dışında fazla bir şey yoktur. Behâî
Efendi, özellikle kendi devrinin şâirleri arasında oldukça takdir ve rağbet
görmüş bir şâirdir. Zamanının; Nailî, Neşâtî, Nâbî, Nahîfî, Nazîm gibi değerli
şâirleri onun hakkında kasîdeler söyledikleri gibi, şairliğini övmüşler ve
şiirlerine nazîreler yazmışlardır.
Şeyhülislâm
Behâî Efendi’nin şeyhülislâmlığı sırasında verdiği fetvaların toplandığı
basılmamış olan bir eseri ile şiirlerinin toplandığı bir Dîvânı ve ayrıca
Arabça ve Farsça bâzı eserlere yazdığı tâlîkâtı vardır.
Behâî
Efendi, yüksek ilim, keskin zekâ ve kuvvetli hafızaya sâhib idi. Olayları çabuk
kavrardı. Halîm, selîm, zerâfet sahibi bir zât idi. Kâdılığı ve şeyhülislâmlığı
esnasında, adaletle hükmetmiş, doğruluktan ayrılmamış, hak ve hakîkati
söylemekten çekinmemişdi. Tütün içmenin mübâh olduğuna dâir; “Bir şey,
özellikle zevki okşayan şeyler, haramlığına kesin ve açık delîl olmadıkça
mubahtır. Çünkü, mübahlık eşyânın aslında var olan bir vasıftır” şeklinde
verdiği fetvasından dolayı, zamanındaki bâzı kimseler ona cephe almışlardı.
Kâtib Çelebi onun hakkında; “Merhum, yumuşak tabiatlı, zekî ve doğru düşünen
bir kimse idi. Abdürrahîm Efendi, merhumdan sonra onun gibi şeyhülislâm
gelmedi” diyerek üstünlüğünden bahsetmiştir.
Dîvan’ından:
Ey rahmeti çok olan Hüdâ-yı müteâl,
Mücrimlere ettiğinde îsâl-inevâl
Dil suhtegân-ı dûzâh-ı hicranın,
Bir Cennete irgür ki adı visâl
(Açıklaması: Ey rahmeti ve bağışlaması bol olan yüce Rabbim!
Günahkârlara bağışta bulunduğunda, senin rızândan uzak olmuş, Cehennem’den yana
gönlü yanıkları, adı “kavuşma” olan bir Cennet’e ulaştır.)
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-16, sh.
40
2) Hulâsat-ül-eser; cild-4, sh. 2
3) Cihânnümâ; sh. 21
4) Devhat-ül-meşâyıh; sh. 57
5) Mîzân-ül-hak; sh. 43
6) Sicilli Osmânî; cild-2, sh. 28
7) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-2, sh. 1415
8) İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; cild-1, sh.
464
9) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı) cild-3,
kısım-2, sh. 468
10) Türk
Klasikleri; cild-5, sh. 168
11) Şeyhülislâm
Behâî Hayâtı ve Eserleri (S.N.Ergun, İstanbul-1933)
12) Şeyhülislâm
Behâî Efendi’nin Dîvân’ından Seçmeler. (H. Tolasa, İstanbul-1979)
13) İlmiye
Sâlnâmesi