Babası.................... :
Mahmûd-II
Annesi.................... :
Pertevniyâl Sultan
Doğumu.................. :
8 Şubat 1830
Vefâtı..................... :
4 Haziran 1876
Tahta Geçişi............ :
25 Haziran 1861
Saltanat Müddeti..... :
14 sene
Halîfelik Sırası......... :
97
Osmanlı
pâdişâhlarının otuz ikincisi ve İslâm halîfelerinin doksan yedincisi. Sultan
İkinci Mahmûd’un ikinci oğlu. Annesi Pertevniyâl Vâlide Sultan’dır. Sultan
Abdülmecîd Han’ın kardeşi olarak 1830 senesi Şubat ayının yedinci gecesi doğdu.
Ağabeyine nazaran daha gürbüz ve gösterişli bir bünyeye sâhib olan Abdülazîz’e
küçük yaşından itibaren din ve fen ilimleri öğretmesi için, zamânın
âlimlerinden Hasan Fehmi Efendi vazifelendirildi. Zekî ve akıllı olan şehzâde
Abdülaziz, kısa zamanda Arabça, Farsça ve dînî bilgileri çok iyi bir şekilde
öğrendi. Boş zamanlarında dedeleri gibi ata binmeyi, kılıç kullanmayı, güreş
tutmayı, cirit atmayı, zamanın bütün silahlarını en iyi şekilde kullanmayı
öğrendi.
Ağabeyi
Abdülmecîd Han’ın saltanatı zamanında velîahd ilân edilen Abdülazîz, mazbut bir
hayât yaşadı. Bu haliyle halkın sevgisini kazandı. Kendisine örnek aldığı büyük
dedesi Yavuz Sultan Selîm Han gibi olmaya çalışıyordu. Bazı devlet adamlarının
taklitçiliğe varan aşırı yenilik düşkünlüğünden rahatsız olanlar, ileride Yavuz
gibi bir pâdişâh olacağı düşüncesiyle onun bu hâline seviniyorlar ve
kendisinden çok şey bekliyorlardı. Zîrâ Osmanlı, eski heybet ve haşmetini hayli
kaybetmişti. Tanzîmât fermanı ile başlayan batılılaşma hareketi, taklitçilikten
öteye gitmediği gibi, milletimizin manevî değerlerini kaybettirmeye başlamıştı.
Sultan
Abdülmecîd Han’ın 25 Haziran 1861’de ölümü üzerine Abdülazîz Han tahta çıktı.
Bu sırada Osmanlı Devleti’nin durumu son derece karışıktı. Mâlî sıkıntı son
haddinde olup, Karadağ’da çıkan isyân Sırplarla savaşa yol açacak durumda idi.
Hersek eyâletinde de büyük bir karışıklık hüküm sürüyordu. Bu durumlardan
faydalanan Avrupa devletleri müdâhalelerini arttırarak, aracılık teklifinde
bulundular. Yeni sultânın Tanzîmât’tan vazgeçmesinden endişe duyan bâzı
devletler, daha ileri gitmek niyetinde idiler. Bu durumu fark eden ileri
görüşlü Sultan, hemen bir hatt-ı hümâyûn çıkardı. Sadrâzama hitaben yazılan ve
Bâb-ı âlî’de okunan fermanda şöyle deniliyordu: “Halkımın, huzur ve mutluluğu en
büyük emelimdir. Onların canları, malları ve nâmusları kânunlarımızla te’minât
altındadır, korunacaktır. Allahüı teâlânın emirlerinin yapılmasına,
yasaklarından kaçınılmasına çalışılacaktır. Hepimizin saadeti, selâmet ve
kurtuluşu bundadır. Bu sebeble İslâmiyet’in emirlerinin yapılması, kat’î olarak
dileğimizdir. Mevcûd kânunlara herkes uyacaktır. Uyanlar mükâfatlandırılacak,
uymayanlar cezalandırılacaktır.
Devletimizin
maddî gücünün arttırılması ve halkın hayat seviyesinin yükseltilmesinden başka
maksadımız yoktur. Devlet malının telef edilmemesi ve israftan korunması
şarttır. Kara ve deniz kuvvetlerimizin nizam ve intizamları sağlanacaktır. Dost
ve müttefik devletlerle, münâsebetlerimizin devamına ehemmiyet verilecek ve
önceki andlaşmaların hükümlerine uyulacaktır. Şunu tekrar edeyim ki, müslim ve
gayr-i müslim ayırd etmeksizin, memleketimde, yaşayan herkes dînimizin emirleri
çerçevesinde adaletle yönetilecek ve herkes adalet önünde eşit muamele
görecektir. Allahü teâlânın mülkümüze ihsân buyurduğu huzur ve refahın her
tarafa yayılması, herkesin saadetini gerektirecek gerçek ilerlemedir. Devlet-i
âliyyemizin, İstiklâlinin devam etmesi, halkımın da refah içinde yaşaması en
büyük gâyemdir. Cenâb-ı Hak, Habîb-i ekremi sallallahü aleyhi ve sellem
hürmetine cümlemizi muvaffak eylesin...” Bu ferman ve hükûmetin yerinde
bırakılması, batılı devletlerin Tanzîmât konusundaki endişelerini nisbeten
ortadan kaldırdı.
Mâlî
konularda büyük sıkıntılarla karşılaşıldığı için, Sultan, hükûmetten ilk önce
bu konunun ele alınmasını istedi. Devletin geliri tahminen on beş milyon altın
idi. Sultan, kendisine âit aylık tahsîsâttan indirim yapılmasına, saraydaki
şahsına âit bâzı altın ve gümüş eşyanın, kapların, darphânede eritilerek paraya
çevrilmesine müsâde etti. Saray’daki gereksiz me’mûrları başka yerlere tâyin
etti. Hassa hazînesinin gelirinden üçte birini devlet hazînesine bıraktı.
Rüşvet ve irtikâb işine karışanları cezalandırdı. Alınan tedbirlerle devletin
mâlî durumu düzelmeye başladı.
Bu
durumdan rahatsız olan Ruslar, bâzı Avrupa devletleri ve İngilizler, Osmanlı
topraklarında yaşayan azınlıkları “kışkırtmâyâ”, onları el altından
desteklemeye başladılar. Kırım’da mağlûb olan Ruslar, Balkanlardaki
hıristiyanları isyâna teşvik etti. Bunun üzerine Sultan, serdâr-ı ekrem Ömer Paşa
kumandasındaki Osmanlı ordusunu Karadağ bölgesine gönderdi ve isyân bastırıldı.
Fakat bu zafer, bir çok Avrupa devletinin müdâhalesine sebeb oldu. Netîcede 15
Ağustos 1862’de verdikleri nota ile, harbin durdurulmasını istediler. 31
Ağustos’da Karadağ prensi ile serdâr-ı ekrem Ömer Paşa tarafından imzalanan
Işkodra andlaşması gereğince savaşa son verildi.
Mısır’ın
Osmanlı Devleti’ne bağlılığının hayli gevşediğinin farkında olan Sultan,
sadrâzam Yûsuf Kâmil Paşa’nın da teşvikiyle vâliyi ve halkın durumunu yerinde
incelemek üzere Mısır’a bir seyahat düzenledi. Sadrâzam Yûsuf Kâmil Paşa’yı
İstanbul’da bırakarak, 4 Nisan 1863’de Feyz-i Cihâd vapuruyla yola çıktı.
Mehmed Ali Paşa’nın torunu, çalışkan ve kurnaz bir zât olan Mısır vâlisi İsmâil
Paşa, sultan Abdülazîz Han’ı ve maiyyetini muhteşem merasimle karşıladı.
Sultân’ın bu ziyareti, Avrupa devletlerinin İsmâil Paşa’yı Osmanlı Devleti
aleyhine kışkırtmalarını önlemiş oldu. Mısır’ın payitahta olan bağlılığını
güçlendirdi. Bir süre sonra İsmâil Paşa, Sultan’dan hidiv ünvânını aldı ve
hidivliğin babadan oğula geçmesi esâsını da kabul ettirdi. Daha da ileri
giderek kendi başına hareket etmek istedi; fakat buna mâni olundu.
Diğer
taraftan Yunanistan’a 1830’da verilen bağımsızlıktan sonra rahat durmayan
rumlar, Ege adalarında isyân çıkardılar. 2 Eylül 1866’da Girid’de çıkan isyânda
Yunanistan’dan yardım alan rumlar, adanın Yunanistan’a ilhakını istiyor ve
müslümanları insafsızca öldürüyorlardı. Bu kıyımı durdurmak için Girid’de otuz
sene vâlilik yapan Mustafa Nailî Paşa gönderildi. Donanma ile Girid’i muhasara
altına alan Nailî Paşa, isyâncılarla uzun süre çarpışmasına rağmen netîce
alamadı; âsilerle yapılan görüşmeler de fayda vermedi. Altı buçuk ay kadar
süren bu kuşatmadan netîce alınamayınca, serdâr-ı ekrem Ömer Paşa
vazîfelendirildi ve isyâncılar mağlûb edildi. İsyanı plânlayan Avrupa
devletleri, Sultân’a bir nota göndererek, Girid’deki askerî harekâtın
durdurulmasını ve idare şeklini tesbit edecek beynelmilel bir komisyonun
gönderilmesini istediler. Sultan bu teklifi şiddetle reddetti. Fevkalâde
yetkiler verdiği sadrâzam Alî Paşa’yı mes’eleyi devlet menfaatlerine uygun
şekilde halletmek üzere Girid’e gönderdi. 4 Ekim 1867’de Girid’e ulaşan Alî
Paşa, batı devletlerinin isteği doğrultusunda iki ferman yayınlayarak bâzı
imtiyazlar verince, âsiler isyândan vazgeçerek daha müsait bir zamanı beklemeye
başladılar (Bkz. Alî Paşa).
Hâdiselerin
bastırılmasından bir süre sonra, Fransa kralı üçüncü Napolyon, Paris’te açılan
milletler arası sanayi sergisine bir çok devletin idarecilerini davet ettiği
gibi, sultan Abdülazîz’e de davet için bir elçi gönderdi. Aynı zamanda kraliçe
Victoria da, Sultân’ı İngiltere’ye davet etti. Bu davetler, toplanan dîvânda
görüşüldü ve devletin îtibârı bakımından Sultân’ın kabul etmesi kararlaştırıldı.
Sultan
Abdülazîz Han, Paris büyükelçisi Mehmed Cemil Paşa’dan gelen Fransa’ya davet
telgrafını sükûnetle dinlemişti. Aslında çok arzu ettiği böyle bir yolculuğa,
ağır mes’ûliyetleri olan bir pâdişâh olarak değil de, hâli vakti yerinde bir
kimse gibi çıkmayı arzu ettiğini başmâbeynci Mehmed Bey’e şöyle söylemişti:
“Bak Mehmed! Zaman zaman ne isterdim bilir misin?.. Ya kapalıçarşı’da, ya
Asmaaltı’nda küçük bir dükkanı olan esnaf veya bir zanaatkar olayım. Sabah
evimden çıkayım, işime geleyim. Akşam Allah ne kâr verdiyse onunla
çoluk-çocuğumun nafakasını alayım, atıma değil eşeğime bineyim. Yorgun argın,
amma kafamın içi binbir derdle dolmamış olarak evime geleyim. Karım güler
yüzle, çocuklarım sevgiyle beni karşılasın. Yunayım, sofranın başına geçeyim,
çorbamızı zevkle içelim. Kimsenin derdi bize illet olmasın. Yüreklerimiz rahat,
büyük mes’elelerden uzak, kendi hâlimde yaşayıp gideyim. Şu Ali ile Fuâd ille
de Frengistan’a gitmeli, derlerken de ne isterdim bilir misin? Cebinde harçlığı
olan, hâli vakti yerinde, ünvânsız, makamsız kişi olarak Avrupa’ya gitmek!..
Ben de istemez miyim oraları görmeyi?.. Amma, gelgelelim bu koskoca ülkenin
pâdişâhısın, cümle âlemin gözleri senin üzerinde... Adım atışın, bakışın,
dudaklarının kıpırdayışı bile merak uyandırır. Gelen elçilerin hâlini görürsün.
Ya onların memleketlerinde cümle halk ortasında insan rahat nefes alabilir mi?
Neylersin ki, bu tahtın da esâreti var...”
Sultan
Abdülazîz Han, 21 Haziran 1867 Çarşamba günü Dolmabahçe Sarayı önünde Sultâniye
yatına binerek yola çıktı. Böylece Osmanlı târihinde yabancı ülkelere seyahate
çıkan tek pâdişâh ve ilk halîfe Abdülazîz Han oldu.
Şehzâde
Yûsuf İzzeddîn, şehzâde Murâd, şehzâde Abdülhamîd, hâriciye vekili Fuâd Paşa,
pâdişâhın maiyyeti, özel hizmetçileri ve koruma görevlileri yanında; Fransız
sefirinin de birlikte seyahatine izin verilmişti. Sultaniye yatını üç zırhlı
tâkib ediyordu. Yafa, Fransa’ya kadar refakat edecek Fransız donanması,
Çanakkale boğazının dışında Sultân’ı karşıladı ve 29 Haziran’da filo Fransa’nın
Toulun limanına girdi. Burada askerî törenle karşılanan Sultan, trenle Paris’e
geçti. Sultan Abdülazîz Paris’te, Fransa kralı üçüncü Napolyon tarafından
askerî törenle karşılandı.
Misafirler
için verilen yemekte Abdülazîz Han’ın yanına oturan ev sahibi üçüncü
Napolyon’un, yemekte; “Ekselans hazretleri! Girid için en güzel çözüm yolu,
adanın Yunanistan’a terkedilmesidir şeklinde düşünüyoruz...” sözü üzerine.
Sultan celallendi ve; “Ekselâns! Girid için Osmanlı Devleti tam yirmi yedi
sene, kan dökerek savaştı. Girid’in her karış toprağı şehîdlerin kanlarıyla
sulandı. Ordularımda tek bir asker, donanmamda bir tek sandal kalıncaya kadar
ata mîrâsını korumak ve kollamak karârındayım!..” cevâbını verdi. Beklemediği
bu hiddet karşısında şaşıran Napolyon, özür dilemek mecburiyetinde kaldı.
Sultan
Abdülazîz Han, 10 Temmuz’da Paris’ten ayrılarak İngiltere’ye geçti. Sultân’ı,
kral yedinci Edward karşıladı. Londra’da on bir gün kalan Sultan, 23 Temmuz
1867’de kraliçe Victoria’nın da hazır bulunduğu törenle uğurlandı. Ertesi gün
Belçika’nın başkenti Brüksel’e geçti. Prusya ve Avusturya üzerinden 7 Ağustos
1867 günü İstanbul’a gelen Sultan, 47 günlük geziden sonra, 47 pârelik top
atışı ile karşılandı. Sultan Azîz’in gemiden inerken alçak sesle; “Atalarımız
at sırtında ve fütûhat gayesiyle giderlerdi... Bizler ise şimdi; trenle,
vapurla ancak siyâset için gidebiliyoruz!..” sözleri dudaklarından dökülüyordu.
Sultan
Abdülazîz Han’ın bu gezisi, genel barışın sağlanmasında önemli rol oynadı.
Avrupa devletleri ile olan münâsebetler iyileşti. Bir süre sonra Avrupa siyâsî
ve askeri bir bunalıma girdi. Kırım savaşından sonra güçlenen Fransa’ya karşı,
Rusya, Avusturya ve Prusya’dan teşekkül eden ve üç imparator ismiyle anılan bir
ittifak kuruldu. Fransa’nın 1871’de, Prusyalılara yenilmesi, bu devletin
Avrupa’daki mevkiini sarstı. Paris andlaşmasının en büyük garantörlerinden olan
Fransa’nın mağlûbiyetini fırsat bilen Rusya, andlaşmanın Karadeniz’in
tarafsızlığı ile ilgili maddesini iptal etti. Diğer taraftan Avusturya’nın
Prusya ve İtalya’ya karşı sürdürdüğü harpte yenilmesi, Rusya’yı Balkanlarda
daha kuvvetti bir duruma getirmişti. Bu durum yakın bir gelecekte patlak
verecek Osmanlı-Rus harbinin ilk işaretiydi.
Avrupa’da
durum böyle iken, içte yeni siyâsî hareketler başgöstermeye başladı. Alî
Paşa’nın çıkardığı Âlî kararnamesi ile yurt dışına kaçan Ziya Paşa, Nâmık
Kemâl, Ali Süâvî gibi yazarlar, Âlî Paşa’nın ölümü ile yurda dönmüşler ve halkı
Pâdişâh’a karşı düşmanlığa teşvik etmeye başlamışlardı. Yapılan yenilikleri
beğenmeyen ve târihte Jön Türkler diye bilinen bu fikrin ileri gelenleri,
Osmanlı halkının hâzır olup olmadığını düşünmeden, Avrupa’da, gördükleri
meşrûtiyet rejiminin memlekete getirilmesini istiyorlardı. İlmî olarak, Avrupa
ve Osmanlı cemiyetlerinin, içtimaî, fikrî, siyâsî yapıları ile
parlamentolarının mâhiyetini hiç bilmiyorlardı.
Mahmûd
Nedim Paşa, 1875’de sadrâzam olur olmaz, mâlî duruma el attı. Yapılan 1875
bütçesi beş milyon altın lira açık verdi. Tarafdârı olduğu Rus sefîri
İgnatiyef’in tavsiyelerine uyan Nedim Paşa, Avrupa’nın hışmını Devlet-i âliyye
üzerine çeken bir tedbire başvurdu. 6 Ekim 1875’de aldığı bir kararla, devletin
senelik ödediği borcunun yarısını beş sene müddetle keseceğini açıkladı. Karar
içte ve dışta büyük akisler yaptı. Avrupa’da ellerinde Osmanlı tahvîli bulunan
halk, elçilikler önünde gösteriler yaptı. Avrupa gazeteleri, Türkler aleyhinde
çok ağır yazılar yazdılar. Bu durum devletin îtibârını düşürdüğü gibi, İngiliz ve
Fransız halkını da Osmanlı Devleti’ne düşman yaptı. Zâten Rus elçisinin gayesi
bu idi.
Rusların
devamlı panislavizm propagandası yaptığı Balkanlarda, büyük bir huzursuzluk
mevcûd olup, yer yer isyânlar görülmekte idi. 1875 yazında Bosna-Hersek’de
isyânların çıkması yeni bir buhrana sebeb oldu. Sırbistan, Rusya’nın teşvîki
ile 1876’da Osmanlı Devleti’ne savaş îlân etti. Osmanlı Devleti, sıkıntılar
içinde olmasına rağmen, Sırbistan’ı kısa sürede mağlûb etti. Hemen arkasından
Bulgaristan’da karışıklıklar çıktı ise de, mahallî kuvvetlerle bastırıldı.
Balkanlar
kaynarken, görevden uzaklaştırılan ve erkân-ı erbaa diye adlandırılan Hüseyin
Avni, Midhat, Mütercim Rüşdî paşalar ile Hasan Hayrullah Efendi, İhtilâl
hazırlığı yapıyorlardı. Tarihçi Yılmaz Öztuna; Bir Darbenin Anatomisi adlı
eserinde, özetle bu dört şahsı şöyle anlatmaktadır:
“Mütercim
Rüşdî Paşa, sultan Abdülmecîd zamanında parladıktan sonra, Abdülazîz Han
devrinde İki defa sadârete ve üç defa seraskerliğe getirilmesine rağmen, kısa
zamanda azledildiği için pâdişâha diş bilemiş bir hileciydi. Deve kiniyle
meşhur olan serasker Hüseyin Avni Paşa, pâdişâha olan kininde erkân-ı erbaanın
diğerlerini geride bırakmıştı. Kalbinde kinden başka hiç bir hisse ver vermeyen
bu adamın hayâtı ve şahsiyeti de karanlıktı. 25 Eylül 1871’de görevinden
azledilip, rütbeleri sökülerek Isparta’ya gönderilmesi, daha sonra getirildiği
sadâretten kısa sürede alınması üzerine, pâdişâhtan intikam almaya karar verdi.
Tedavi bahanesi ile gittiği İngiltere’de, Sultân’ın hal’i için İngiliz devlet
adamlarının muvafakatini istemekten çekinmemiştir. Daha sonra sadrâzam Mahmûd
Nedim Paşa tarafından seraskerlikten azl edilerek Bursa vâliliğine tâyin
edilince, kini daha da artmıştı. Yapmak istediklerini; “Kinim dînimdir!”
diyerek ifâde eden Hüseyin Avni, hal’in yanında, Sultân’ı öldürmeyi de
düşünüyordu.
Erkân-ı
erbaanın üçüncüsü ise Midhat Paşa idi. Vâliliği sırasında yaptığı bâzı işlerden
dolayı İngilizler tarafından şişirilen bu zât, Alî Paşa’nın ölümünden sonra,
kendini devletin en kabiliyetli, hattâ tek adamı olarak görmekteydi. Fakat
gerçekte aşırı derecede hislerine kapılan, acele ve yanlış kararlar veren, bu
yüzden hükûmette iyi iş görmeye müsâid
olmayan bir kişiliğe sahipti. Batı ve din kültüründen tamamen yoksundu.
Getirildiği ilk sadâretten iki ay on dokuz gün sonra azl edilmesi, Sultân’a
karşı düşmanlık ve kin beslemesine yol açtı. Hayalperest olan Midhat Paşa, içki
masalarında, Osmanlı hânedânın ortadan kaldırıp sultan olacağını iddia etmeğe;
“Bunda ne var ki?!.. Al-i Osman olacağına Al-i Midhat olur” demeğe başlamıştı.
Erkân-ı erbaanın dördüncüsü olan Hasan Hayrullah Efendi ise, Rüşdî Paşa’nın
korumasıyla getirildiği şeyhülislâmlıktan bir ay gibi kısa bir süre sonra
azledildiğinden Sultân’a kin bağlamıştı.”
Hüseyin
Avni ve Midhat Paşa, konaklarında gizli toplantılar yaparak, sağa sola para
dağıtıyorlar ve Pâdişâh aleyhine adam topluyorlardı. Yüksek okullarda okuyan
talebeler arasında para dağıtıp, yalan söyleyerek isyâna teşvik ettiler. 10
Mayıs 1876’da Fâtih, Bâyezîd ve Süleymâniye medreselerindeki talebe ayaklandı
ve derslere girmeyerek, saraya doğru yürüdü. Nümayişçiler sadrâzamın ve
şeyhülislâmın azledilmesini istiyorlardı. Sultan Abdülazîz Han, kan dökülmesini
önlemek için isteklerini kabul etti. Nedim Paşa’yı sadrâzamlıktan alarak,
yerine Mütercim Rüşdî Paşa’yı, seraskerliğe “Hüseyin Avni Paşa’yı, Meclis-i
vükelâ üyeliğine Midhat Paşa’yı ve şeyhülislâmlığa da Hasan Hayrullah Efendi’yi
getirdi. Böylece talebelerin gösterisi sona erdi. İhtilâlciler de hedeflerine
ulaşacak makamları ele geçirmişlerdi. Sâdece Sultân’ın hal’i kalmıştı.
Hüseyin
Avni, Midhat, Mütercim Rüşdî ve yandaşları Süleymân Paşa; Pâdişâh’ın tahttan
indirilmesi için geniş bir propagandaya girdiler. Halkın gözünde Sultân’ı
küçültmek için çeşitli iftiralar yaydılar. Pâdişâh’ın, veraset usûlünü
değiştirip büyük oğlu Yûsuf İzzeddîn Efendi’nin velîahdlığını te’min için
İstanbul’a kırk bin kişilik bir Rus ordusu getireceği ve devlet hazînesinde beş
para olmadığı hâlde saray hazînesinde elli milyon lira mevcûd olduğu şeklindeki
şayialar bu menfî propagandanın bâzılarıdır.
Hüseyin
Avni Paşa, bahriye nâzırı Kayserili Ahmed, Şûrâ-yı askerî reîsi Müşir Redif,
Harbiye mektebi nâzırı mirliva Süleymân ve Midhat paşalar gizli gizli
toplantılar yapıp hâdiseyi plânladılar. Bunlardan Süleymân Paşa, hal’ işinin
bir vatanperverlik olduğuna inanan tek kişi idi. En büyük iş de kendine
düşüyordu. Bu iş başarısızlıkla netîcelenirse, birinci durumda suçlu o
olacaktı. Fetva emîni Kara Halîl Efendi’yi Midhat Paşa’nın konağına çağırarak,
Pâdişâh’ı tahttan indireceklerini ve buna fetva verip-vermeyeceğini sordular. O
da; “Bu hayırlı işe çarşaf kadar fetva veririm” diye cevap verdi. Onun,
Sultân’ın hal’i için yazdığı; “Emîr-ül-mü’minîn olan Zeyd muhtell-üş-şuûr ve
umûr-ı siyâsîden bî-behre olup, emvâl-i mîrîyyeyi mülk-i milletin tâkat ve
tahammül edemeyeceği mertebe mesârif-i nefsâniyyesine sarf ve umûr-ı dîniyye ve
dünyeviyyeyi ihlâl ü teşviş ve mülk-i milleti tahrip edip, bakaası, mülk-i
millet hakkında muzır olsa, hâl’i lâzım olur mu? Beyân buyrula.” şeklindeki
fetvayı şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi; “Allahü alem olur” diye imzaladı.
Burada, aklî dengesi bozuk, siyâsetten habersiz, din ve dünyâ işlerini bozup
karıştıran, milletin mülkünü tahrib eden bir kimse olarak tarif edilen Pâdişâh’ın,
bu vasıflardan uzak olduğunun herkes tarafından bilinmesi sebebiyle, fetva,
neşrinden îtibâren çok tenkidlere uğramıştır.
Bunun
üzerine Hüseyin Avni Paşa yalısında toplanan ihtilâlciler, 30 Mayıs 1876
gününde harekete geçmeye karar verince, sabahın erken saatlerinde Süleymân
Paşa, hazırlanan plânı kusursuz uyguladı. Harbiye öğrencilerine sultan
Abdülazîz’e sûikasd yapılacağını, bunu önlemek için Dolmabahçe Sarayı’nın çepe
çevre sarılacağını, bu şerefli görevin kendilerine düştüğünü söyledi. Harb
okulu komutanı Süleymân Paşa, bu korkunç yalanla kandırdığı silâhlı üç yüz
talebeyi er donanımıyla okuldan çıkardı. Suriye’den bir kaç gün önce getirilen
ve Selîmiye’de yer açılmadığı için Maçka sırtlarında çadır kurulan iki tabur
askere de aynı şeyler söylenerek, Harbiye talebeleriyle beraber Dolmabahçe
Sarayı karadan muhâsara edildi. Donanma kumandanı Arif Paşa, aynı şeyleri
kaptanlara söyleyerek, Sultân’ın eseri olan ve üzerine titrediği zırhlıları,
Dolmabahçe önüne demirledi. Süleymân Paşa, velîahd Murâd Efendi’yi alıp,
dışarda arabada bekleyen Hüseyin Avni Paşa’nın yanına getirdi. Seraskerlik
dâiresine gidilince, orada bulunan ihtilâlciler yeni Sultân’a bîat ettiler.
Sabahın erken saatlerinde münâdîler yeni Pâdişâh’ın cülûsunu yâni tahta
geçtiğini haber veriyor ve cülûs topları atılıyordu.
Cülûs
topları henüz atılmadan önce, Süleymân Paşa, harem dâiresi önüne gelerek
dârüsseâde ağası ile görüşmek istediğini söyledi. Dârüsseâde ağası Cevher Ağa
giyinerek yanına geldiğinde, durumu anlamıştı. Süleymân Paşa: “Ağa efendimiz!
Millet, sultan Abdülazîz Han’ın fiil ve hareketlerinden memnun değildir. Millet
kendilerini hâl’ etti. Şahs-ı hümâyûnlarına karşı bir garaz ve sûikasdimiz
yoktur. Milletin selâmeti için, kendilerini Topkapı Sarayı’na götürmeye
me’murum. Lütfen kendilerine derhâl bildiriniz ve hazırlayınız. Ben burada
bekliyorum” dedi.
Süleymân
Paşa’nın millet adına yapıldığını söylediği bu ihtilâlin, sonradan yapılan
araştırmalarda altmış üç kişinin şahsî arzu ve ihtiraslarına göre yapıldığı
anlaşılıyordu. Cevher Ağa, Pâdişâh’ı uyandırmaya cesaret edemeyerek,
Pertevniyâl Vâlide Sultân’ı uyandırdı. Sultan da oğlu Abdülazîz Han’ı
uyandırdığında cülûs topları atılmaya başlanmıştı. Halîfe; “Anne bunu bana kim
yaptı? Beni (üçüncü) sultan Selîm’e mi döndürecekler? Ben kime ne ettim?” dedi.
Vâlide Sultan; “Avni Paşa etti” dedi. Halîfe; “Yalnız Avni etmedi. Rüşdî Paşa
ile Ahmed (Kayserili) ve Midhat paşalar da bu işe dâhil. Ben bu felâketi otuz
kırk defa rüyamda gördüm. Cenâb-ı Hakk’ın takdîri böyle İmiş” dedi.
Sultan
Abdülazîz, aile efradıyla birlikte, kayıklarla, sağnak hâlindeki yağmur altında
Topkapı Sarayı’na getirildi. Şahsî serveti, hanımlarının kulaklarındaki
küpelere kadar, ihtilâlciler tarafından yağmalandı. Burada Sultân’a üçüncü
Selîm Han’ın odası ayrılmıştı. Bu duruma çok üzülen sultan Abdülazîz; “Beni de
amcam sultan Selîm gibi burada bitirmek istiyorlar” dedi. Sultan Abdülazîz, üç
gün kuru tahta üstünde aç, susuz bırakıldı. Islak elbiselerini değiştirmesine
izin verilmedi. Daha sonra kendisi için hazırlanan odaya geçince, sultan
Murâd’a bir mektup yazarak Fer’iye Sarayı’na nakledilmesini istedi. Bu isteği
yerine getirilerek, 1 Haziran 1876 günü Fer’iye Sarayı’na nakledildi.
Fer’iye
Sarayı’na nakl edildikten sonra, yanında devamlı taşıdığı, amcası üçüncü Selîm’in
palasını, Fer’iye karakolu komutanı, güvenlik gerekçesiyle Sultan’dan istedi.
Abdülazîz Han vermek istemedi ise de, annesi, oğluna bir şey olmasından
korktuğu için gizlice alıp komutana verdi. Daha önce planlandığı şekilde
Sultân’ın öldürülme hazırlıklarına hız verildi. Bu iş için güçlü-kuvvetli
adamlara ihtiyâç vardı. Hüseyin Avni Paşa, pehlivanlardan Cezâyirli Mustafa ile
Yozgatlı Mustafa ve Boyabatlı Hacı Mehmed’i Fer’iye Sarayı’nda bahçıvanlıkla
görevlendirdi. Pehlivanlar, saray muhafız tabur komutanı yanlarında olduğu
hâide; 4 Haziran 1876 sabahı, Sultân’ın odasına girdiler. Pehlivan yapılı
sultan Abdülazîz, ne niyetle geldiklerini anladığından onlara karşı koydu.
Ancak uzun bir mücâdeleden sonra, Sultân’ın bileklerini kesen zorbalar, gizlice
işlerinin başına döndüler. Bir müddet sonra oraya gelen Vâlide Sultan, oğlunun
kanlar içinde yattığını görüp, ağlamaya başlayınca, saray halkı Sultân’ın
odasına toplandı.
Devlet
ricalinden, olay yerine ilk önce, Kuzguncuk’daki yalısında bulunan Hüseyin Avni
Paşa geldi. Daha ölmemiş olan Sultan, Hüseyin Avni’nin emri ile saray
karakolunun kahve ocağına götürülüp ot bir sedire yatırıldı. Can çekişen eski
Sultân’ı tedavi için hiç bir hareket yapılmadı. Bir süre sonra; Hüseyin Avni,
Midhat ve Rüşdî Paşa’nın gözleri önünde vefât eden Sultân’ın üzerine eski bir
perde örtüldü ve doktor çağrıldı. Doktorlar, Sultân’ın vücûdunu muayene etmek
istediklerinde, Hüseyin Avni; “Bu cenaze herhangi bir kimse değildir. Bir
pâdişâhtır! Her tarafını açtırıp gösteremem” diyerek mâni oldu. Karakolda hâzır
bulunan ihtilâlci paşalar, Pâdişâh’ın bıyık makası ile İki bileğini keserek
intihar ettiğini bildiren bir rapor hazırlatarak imza etmelerini istediler.
Doktorlar imza etmek istemeyince, üzerlerine yürüdüler. Birisi Trablusgarb’a
sürüldü. Öteki doktor Ömer Paşa’nın da apoletlerini (rütbelerini) söküp
askerlikten tardettiler.
Ertesi
gün yayınlanan hükûmet tebliğinde; “Sultan Abdülazîz, sakalını düzeltmek için
istediği küçük makas ile bilek damarlarını keserek İntihar etmiş ve serasker Avni
Paşa, cesedi karakola naklettirmiştir”‘diye bir açıklamada bulundular.
Sultân’ın
naaşı Topkapı Sarayı’na nakl edilerek burada yıkandı. Naaşı yıkayan sekiz imâm,
daha sonra kurulan Yıldız mahkemesinde; “Sultân’ın iki dişi
kırılmış, sakalının sol tarafı yolunmuştu. Sol memesi altında büyük bir çürük
vardı” demişlerdir. Pehlivanlar da yaptıklarını sonradan îtirâf etmişlerdir.
İsmâil Hami Danişmend, beş cildlik Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi kitabının beşinci cild,
270.sahifesinde, intihar olmayıp, cinayet olduğunu otuz bir delille isbat
etmektedir. Bir bileğini kesen şahsın ikinci bileğini de küçük bir makasla
kendisinin kesmesi adlî tıbba göre mümkün değildir. Sultân’ın cenazesi 5
Haziran 1876 Pazartesi günü Topkapı Sarayı’nda büyük bir merasimle kaldırıldı
ve pederi sultan İkinci Mahmûd Han’ın Çemberlitaş’taki türbesine defnedildi.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han, tahta geçtikten sonra, amcası Abdülazîz Han’ın
katli ile ilgili 27 Haziran 1881’de bir mahkeme açtı ve suçluların
cezalandırılmasını sağladı (Bkz. Yıldız Mahkemesi).
İleri
görüşlü ve tedbirli bir pâdişâh olan sultan Abdülazîz Han, devletin kuvvetli
olması için kara ve deniz askerini yeni silâhlarla teçhiz etti. Avrupa’dan yeni
model silâhlar aldı. 1866 senesinde Prusya’dan ihtisas sahibi subaylar
getirerek Mekteb-i harbiyeyi yeniden düzenledi. Askerî rüşdiyeler açtı. Bugün
İstanbul Üniversitesi olarak kullanılan binayı harbiye nezâreti olarak inşâ
ettirdi. Donanmaya çok önem verdi. Tersaneleri yeniden düzenledi. Kurdurduğu
askerî ve sivil pek çok fabrika ile sanayi inkılâbı yolunda ciddî adımlar
atıldı. Yerli tersanelerde yapılamayan zırhlı gemiler dışarıdan alındı. Deniz
subayları yetiştirmek için Mekteb-i bahriyeye İngiliz Hubart Paşa tâyin edildi.
Büyük masraflarla meydana getirilen Osmanlı donanması, dünyânın üçüncü derecede
kuvvetli deniz gücü hâline geldi. Sultan Abdülazîz Han tahttan indirildiği
sırada, Osmanlı deniz gücü yirmi zırhlı, dört kalyon, beş firkateyn, yedi
korvet ve kırk üç nakliye gemisinden meydana geliyordu.
Gülhâne
hatt-ı hümâyûnu ile, Osmanlı tebeasından olan herkes askere alınacaktı.
Abdülazîz Han, hıristiyan ve Yahûdîlerin askere alınmasını mahzurlu gördüğü
için, onlardan nakdî bedel aldı. Subaylara ilk defa tabanca verdi. Tophâne’de
modern tüfek ve top îmâli için te’sîsler kurdurdu. Orduyu; Nizâmiyye, Redif ve
Müstahfız olmak üzere üç kısma ayırdı. Bunların mevcûdları 700.000 civarında
idi. Yedi ordu teşekkül ettirdi. Bunların her biri çeşitli eyâletlerde bulunuyordu.
Sultan
Abdülazîz Han, devletin geleceği için eğitim ve öğretime de önem verdi. 1862
senesinde, Devlet dâirelerine me’mur yetiştirmek için Mekteb-i mahrec-i aklâm
açıldı. Bu okul, 1874 senesine kadar faaliyetini devam ettirdi. Ayrıca yabancı
dil öğrenmek üzere lisan mektebi, eczacı mektebi, kaptan ve çarhçı mektebi
açıldı. Mekteb-i tıbbiyye-i şâhâne adı ile sivil ve modern bir tıp fakültesi
kuruldu. 1868’de Fransız eğitim sistemine göre eğitim yapan Mekteb-i sultanî
(Galatasaray lisesi) açıldı. 1869’da Maârif-i umûmiyye nizâmnâmesi yayınlanarak
maârif teşkilâtı yeniden düzenlendi. 1870’de Dârülfünûn-ı Osmânî adı ile
Çemberlitaş’ta yapılan yeni binada modern bir üniversite açıldı. İlk öğretim
mecburî oldu. Dînî eğitim yapan müesseselerin dışında çeşitli okullar açmak
için, maârif nâzırının başkanlığında Meclis-i kebîr-i maârif kuruldu. 1869’da
Kız sanâyi mektebi ve ertesi yıl sivil bir kaptan mektebi açıldı. 1870’de
Dâr-ül-muallimât adıyla ilk kız öğretmen okulu eğitime başladı. Teknik ve
meslekî alanlarda da yeni yeni okullar açıldı. Sanayi sergisi tertiplenerek,
bir sanayi ıslah komisyonu kuruldu. Yerli malların Avrupa malları ile rekabet
edebilmesi için, yeterli bilgiye sâhib eleman yetiştirmek gayesi ile İstanbul
Sultan Ahmed’de bir sanayi mektebi açılarak çeşitli meslekler öğretildi. 1865
senesinde Yûsuf Ziya Paşa, Tevfik Paşa ve Ahmed Muhtar Paşa tarafından kurulan
ve Kapalı çarşı esnafı çıraklarına ders veren Cemiyyet-i tedrisiyye-i
İslâmiyye’nin fazla rağbet görmesi üzerine, sâdece yetim müslüman çocuklarının
okutulması için Dârüşşafaka kuruldu. 1874’de Darülfünûn, Mekteb-i sultanî
binasında yeniden eğitime başladı.
Sultan
Abdülazîz Han, ulaşımın sür’atli ve sıhhatli olması için önemli çalışmalar
yaptırdı. O zamana kadar
Sultan
Abdülazîz Han devrinde, idârî ve hukûkî alanlarda da önemli adımlar atıldı. O
zamana kadar uygulanan eyâlet teşkilâtı terk edilerek, vilâyet sistemine
geçildi. Mülkî taksimatı sağlayacak Nizamiye mahkemeleri kuruldu. 1868’de
Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye; Şûrâ-yı devlet ve Dîvân-ı ahkâm-ı adliye olmak
üzere İkiye ayrıldı. Böylece bu meclis bünyesindeki idarî ve adlî işler
birbirinden ayrıldı. Osmanlı medenî kânununa hazırlık olmak üzere Fransız elçisinin
tavsiyesiyle kurulan bir komisyon tarafından Fransız medenî kânunu tercüme
edilmeye başlandı. Buna karşı çıkan Ahmed Cevdet Paşa’nın teklifi üzerine, bir
komisyon kuruldu. Bu komisyon uzun seneler çalışarak, Hanefî mezhebine uygun
şekilde Mecelle-i ahkâm-ı adliyyeyi hazırladı.
Bu
devirde bankacılık alanında da önemli gelişmeler oldu. 1867’de memleket
sandıkları, 1868’de Emniyet sandığı kuruldu. 1863 senesinde Fransız ve İngiliz
ortaklığında Bank-i Osmânî-i şâhâne (Osmarllı bankası) adıyla bir bankanın
kurulmasına izin verildi. Daha sonra banknot çıkarma yetkisi verilen bu banka,
1930 senesine kadar Merkez bankası görevini de yürüttü.
Sultan
Abdülazîz Han, gayet dindar ve intizamlı yaşayan bir pâdişâhtı. Su yerine
zemzem içecek kadar takva sahibi idi. Muntazam namaz kılar ve çok Kur’ân-ı
kerîm okurdu. Şehîd edildiği zaman, odasındaki küçük masanın üzerinde sûre-i
Yûsuf açık olduğu hâlde bir Kur’ân-ı kerîm bulunmuştu.
Gayet
ileri görüşlü olan sultan Abdülazîz, Rusya ile harbedip onu yenmedikçe, Osmanlı
Devleti’nin büyük devlet olma vasfını devam ettiremiyeceğini dâima tekrarlardı.
Bunun için saltanatı boyunca kendi gelirlerini ve devlet imkânlarını organize
ederek bütün imkânları bu gayeye tahsis etti. Böylece Türkistan’a el atarak
irtibat sağlamıştı. Abdülazîz Han’ın desteğiyle devlet kuran Doğu Türkistan
Türklerinden Yâkûb Han’ın halîfeye bağlılığını bildirmesi, bu irtibatın en
bariz misâlidir. Abdülazîz Han, Kırım’ı geri almaya hazırlandı. Donanmayı Hind
okyanusuna gönderdi. Buraların yegâne hâkimi İngilizlere varlığını ve kuvvetini
kabul ettirdi.
Sultan
Azîz; ava, ciride, ata binmeye meraklı, heybetli, rûh ve beden bakımından gayet
sıhhatli, dirayetli ve merhametli bir pâdişâh idi. Îtinâlı bir tahsil görmüştü.
Kuvvetli bir edebî kültürü vardı. Şâir ruhlu ve ressamdı. Fevkalâde zekî ve
hüsnüniyet sahibi olduğu, amansız düşmanları tarafından îtirâf edilmiştir.
Çok
müsrif olmakla itham edilen bu Sultan zamanında, Osmanlı dış borçlarının
arttığı söylenmiştir. Fakat giriştiği askerî ve İktisadî teşebbüsler dikkate
alınırsa, bu artışın anormal olmadığı görülmektedir. Zamanında borç para ile
saraylar yapıldığı yolundaki tenkidler de gerçek değildir. O sâdece Beylerbeyi
Sarayı’nı yaptırmış, bir de Abdülmecîd zamanında başlanan Çırağan Sarayı’nı
tamamlatmıştır.
Sultan
Abdülazîz Han’ın koç ve horoz döğüştürüp, kazananların boyunlarına nişan
taktırdığı yolundaki yazıların târihî hiç bir değeri ve mesnedi yoktur.
Gazetelerde, hayâl mahsûlü tefrikalarda iddia edilmiştir. Ancak güreş ve bu
gibi sporları teşvik ederdi. Bu yüzden de gayet popüler bir şahsiyeti vardı.
Türk güreşinin dünyâda söz sahibi olmasındaki payını, hiç kimse İnkâr
edememektedir.
Sultan
Abdülazîz devrini inceleyen Ali Rızâ ve Mehmed Gâlib beyler, 1920 senesinde
müşterek yayınladıktan Onüçüncü Asr-ı Hicrî’de Osmanlı Ricali adlı eserde şöyle yazmaktadırlar:
“Sultan Abdülazîz Han; devlet işlerini görmek için çok çalıştı. Devlet adamı
yetiştirmeye uğraştı. Kışlalara gitti, askerin yiyecek, giyecek mes’eleleri ile
uğraşıp koğuşlarını teftiş etti. Mekteb-i harbiye ile Bahriye’de bizzat
incelemeler yaptı. Eline verilen yazıları kendisi okurdu. Dilekçeleri ve Bâb-ı
âlînin resmî yazılarını dikkatle incelerdi. Devletin selâmetini düşünüp,
yükselme sebeblerini hazırlamak ve tebeasının sevgisini kazanmak için çalıştı.
Yakınlarını iyi seçerdi. Devlet işlerine dâir fikir ve mütâlâaları dikkatle
dinlerdi.”
Sultan
Abdülazîz, çeşitli zamanlarda; Dürrünev, Gevherî, Edâdîl, Hayrândil, Nesrin,
Mîr-i Şâh, Yıldız sultanlarla evlenmiştir. Bu hanımlarından dörtten fazlası
aynı anda nikâhı altında bulunmamıştır. Bunlardan yedisi kız, altısı erkek on
üç çocuğu dünyâya gelmiştir. Erkek çocukları; Yûsuf İzzeddîn, Mahmûd
Celâleddîn, Mehmed Seyfeddîn, Abdülmecîd (son halîfe), Mehmed Selim ve Mehmed
Şevket efendiler; kız çocukları ise; Sâliha, Esma, Emine, Nazime, Emine ve Fatma
sultanlardır.
6 Ağustos 1861 Kıbrıslı
Mehmed Emin Paşa’nın sadrâzamlıktan uzaklaştırılması.
............... Âlî
Paşa’nın dördüncü sadrâzamlığı.
22 Kasım 1861 Keçecizâde Mehmed Fuad Paşa’nın sadrâzamlığı.
15 Haziran 1862 Belgrad Vak’ası ve kalenin şehri topa
tutması.
23 Ağustos 1862 Serdâr-ı ekrem Ömer Paşa’nın Rieka zaferi.
31 Ağustos 1862 İşkodra sulh muâhedesinin imzalanması.
8 Eylül 1862 İstanbul protokolünün imzalanması.
5 Ocak 1863 Yûsuf Kâmil Paşa’nın sadrâzamlığı.
3 Nisan 1863 Sultan Abdülazîz’in Mısır seyahati.
1 Haziran 1863 Keçecizâde Fuad Paşa’nın ikinci defa sadrâzamlığı.
28 Haziran 1864 Memleketeyn birliğini tamamlayan İstanbul
protokolünün imzası.
28 Mayıs 1866 Mısır veraset usûlünün değişmesi.
2 Haziran 1866
Mısır vâlilerine “Hidiv” ünvanının verilmesi.
5 Haziran 1866 Mütercim Rüşdî Paşa’nın ikinci sadrâzamlığı.
2 Eylül 1866 Girit isyânı ve âsilerin Yunanistan’a ilhak karârı
11 Şubat 1867 Mehmed Emin Ali Paşa’nın beşinci ve son sadrâzamlığı
24 Mart 1867 Yeni Osmanlılar (Jön Türkler) cemiyetinin Paris’te Osmanlı Devleti
ve Pâdişâh aleyhinde propagandaya başlaması.
10 Nisan 1867 Belgrad ve diğer kalelerin Sırbistan’a terki
21 Haziran 1867 Sultan Abdülazîz’in Avrupa seyahatine hareketi.
7 Ağustos 1867
Pâdişâh’ın Avrupa’dan İstanbul’a dönmesi.
1 Nisan 1868 Kuvvetler
birliği esâsının kaldırılıp, kuvvetler ayrılığı prensibinin kabulü ve Şûrâ-yı
devletin kuruluşu.
2 Ekim 1868 Sadrâzam
Âlî Paşa’nın Girid’e gönderilmesi.
12 Şubat 1869 Keçecizâde Mehmed Fuad Paşa’nın ölümü.
19 Kasım 1869 Süveyş Kanalı’nın açılış merasimi.
11 Mart 1870 Bulgar kilisesinin bağımsızlığı.
13 Mart 1871 Karadeniz’in tarafsızlığına son veren Londra Andlaşması’nın
imzalanması.
7 Eylül 1871 Âli
Paşa’nın ölümü.
8 Eylül 1871 Mahmûd
Nedim Paşa’nın sadrâzamlığı.
25 Eylül 1871 Tanzîmât devrinin son bulması.
31 Temmuz 1872 Midhat Paşa’nın sadrâzamlığı.
19 Ekim 1872 Mütercim Rüşdî Paşa’nın sadrâzamlığı.
15 Şubat 1873 Sakızlı Ahmed Esad Paşa’nın ilk sadrâzamlığı.
15 Nisan 1873 Şirvânîzâde Mehmed Rüşdî Paşa’nın sadrâzam olması.
15 Şubat 1874 Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın sadrâzamlığı.
13 Nisan 1875 Hersek’te isyân çıkması.
26 Nisan 1875 Sakızlı Esad Paşa’nın ikinci sadrâzamlığı.
26 Ağustos 1875 Mahmûd Nedim Paşa’nın ikinci sadrâzamlığı.
6 Ekim 1875 Dış
kredilerle ilgili karar.
31 Ocak 1876 Avusturya dış işleri bakanı Andrasi’nin lâyihasının Bâb-ı
âlîye tebliği.
2 Mayıs 1876 Bulgaristan’da isyân çıkması.
4 Mayıs 1876 Selanik
Vak’ası.
10 Mayıs 1876 Midhat Paşa’nın yüksek tahsil gençliğini Pâdişâh’ı protesto
yürüyüşüne sevketmesi.
12 Mayıs 1876 Mütercim Rüşdî Paşa’nın dördüncü sadrâzamlığı.
13 Mayıs 1876 Berlin memorandumu.
30 Mayıs 1876 Abdülazîz Han’ın tahtan indirilmesi.
4 Haziran 1876 Abdülazîz
Han’ın şehâdeti.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Onüçüncü Asr-ı Hicrî’de Osmanlı Ricali (Ali
Rızâ ve Mehmed Gâlib beyler, İstanbul-1920); cild-2, sh. 35
2) Tezâkir (Cevdet Paşa, Ankara-1986);
cild-2-4
3) Ma’ruzât (Cevdet Paşa, İstanbul-1980); sh.
22, 56, 196, 222
4) Devri Sultan Abdülazîz (Ahmed Midhat,
İstanbul-1319)
5) Mir’ât-ı Hakikat (Mahmûd Celâleddîn Paşa,
haz. İsmet Miroğlu, İstanbul-1983); sh. 37
6) Üss-i İnkılâb (Ahmed Midhat, İstanbul,
1294-1295); kısım-1, sh. 66, 294, 398; Kısım-2, sh. 254
7) Sultan Abdülazîz’in Hal’i ve İntiharı
(Tevfik Nûreddîn, İstanbul-1324)
8) Târihin Unutulmuş Sahîfeleri, Sultan
Azîz’in şehâdetine asıl sebeb ne idi (Reşîd İbrâhim, Berlin-1333)
9) Son Sadrâzamlar (İbn-ül-Emin,
İstanbul-1940/1953); cild-1-3
10) Îzahlı Osmanlı
Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 197
11) Sultan
Abdülazîz’in vefâtı intihar mı, katl mi?” (Necib ÂsımT.T E.M-1926); Sayı:
6(83), sh. 321
12) Midhat Paşa ve
Yıldız Mahkemesi (Uzunçarşılı, Ankara-1967)
13) Rehber
Ansiklopedisi; cild-1, sh. 21
14) Tam İlmihâl
Seâdet-i Ebediyye; sh. 1021
15) Eshâb-ı Kiram;
sh. 280
16) Büyük Türkiye
Târihi; cild-7, sh. 69
17) Osmanlı
İmparatorluğu Târihi (Zuhuri Danişman); cild-12, sh. 141
18) Türkiye ve
Tanzîmat (Engel-hardt, İstanbul-1328); sh. 169
19) Sergüzeştnâme
(Pertevniyâl Vâlide Sultan, Üniversite Kütüphânesi, T.Y. 3310)
20)
Hakâyık-ül-beyân fî hakk-ı Abdülazîz Hân (Mehmed, İstanbul-1324)
21) Vesâik-i
Târihiyye ve Siyâsiyye Tetebbuâtı (Hayreddîn, İstanbul-1326)
22) Mir’ât-ı şuûnât
(Mehmed Memdûh Paşa, İzmir-1328)
23) Hâtıra-i Âtıf
(Neşr; İbn-ül-Emin Mahmûd Kemâl, T.T.E.M. sene-1926, sayı-7)
24) Sultan
Abdülazîz’in vefâtı intihar mı katl mi? (Abdurrahmân Şeref, T.T.E.M. sayı-6
(83)-1926)