Mükellef kimsenin; kendi mülkü olan belli ve dayanıklı malının menfaatini, bir şarta bağlamadan müslüman veya zımmî fakirlere terk etmesi. Vakıf, lügatte, habs ve men etmek, alıkoymak demektir. Vakıf yapana vâkıf, vakfedilen şeye mevkuf denir. Vakfın çoğulu, evkâfdır. Vakfı idare edene mütevelli, mütevelliyi kontrol edene nazır, vakf şartlarının yazılı olduğu belgeye vakfiye denir. İmâmeyne (İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed’e) göre; vakfedilen mal, sahibinin mülkünden çıkar, satılmaz, bağışlanmaz, mîras bırakılmaz. Tatbikat da onların kavilleri üzerinedir.
Vakıfların çok eski bir târihi vardır. Eski milletlerden Mısırlılar, Romalılar ve diğerlerinde vakıflara rastlanır. Fakat bunlar İslâmî mânâda vakıf değildir. Cemiyeti ilgilendiren hususiyetlerinden dolayı vakıf denilegelmişlerdir. Peygamberlerden aleyhimüsselâm vakıf yapanların olduğu da bildirilmiştir. İbrahim aleyhisselâma âid olan ve Halîlürrahmân denilen vakıflar Arabistan’da hâlâ mevcuttur. Fakat câhiliyye devrinde vakıf yapılmamıştır.
İslâmiyet’in gelmesiyle vakıf müessesesi hakîkî hüviyetine kavuşmuştur. İslâm hukukunda vakfın esâsını; müslümanları hayra, yardıma ve iyilik yapmaya teşvik eden âyet-i kerîmeler ve vakıf ile alâkalı hadîs-i şerîfler, icmâ-i ümmet ve sahâbe-i kiramın tatbîkâtı teşkîl eder.
Hac sûresi yetmiş yedinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Hayır işleyin. Tâ ki umduğunuza nail olasınız.” ve Mâide sûresi ikinci âyet-i kerîmesinde de meâlen; “İyilik etmek, fenâlıkdan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlasın.” buyrulmaktadır. Âl-i İmrân sûresi doksan ikinci âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Sevdiğiniz şeylerden infâk (tasadduk) edinceye kadar asla hayra (iyiliğe veya Cennet’e) nail olamazsınız. Her ne infâk ederseniz muhakkak Allah onu bilicidir.” Bu âyet-i kerîme nazil olunca, Ebû Talhâ (r. anh), Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem huzûr-ı seâdetlerine gelerek, Birha ismindeki hurma bahçesini Allah için tasadduk etmek istediğini arz etti. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de onu sadaka olarak yakın akrabasına ve amcasının oğullarına vermesini emir buyurdu. O da bu bahçesini onlara verdi.
Hadîs-i şerîfde de; “İnsan öldüğü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak sadaka-i câriye, faydalanılan ilim, kendisine dua eden (sâlih) evlâd bırakanlarınki kesilmez” buyruldu. Hadîs âlimleri, hadîs-i şerîfdeki sadaka-i cariyenin (sevabı, öldükden sonra da devam eden iyi amellerin) vakıf olduğunu bildirmişlerdir.
Vakıf, dünyâda insanlara ikram ve ihsanda bulunarak, âhirette sevaba kavuşmak niyetiyle yapılır. Onun için, vakıf ibâdet değil, kurbettir. Kurbet, sevâb kazanmak için yapılan mubahlara denir.
Vakıf, faydalanılması mubah ve mümkün olan mülk maldan olur. Vakfedilen maldan yalnız veya en sonra bir mescidin veya fakirlerin faydalanmasını bildirmek şarttır. “Şu arazim fakirlere sadaka olarak ebedî bir vakıfdır.”, “Şu malım Allah için vakıfdır” gibi vakfa mahsus sözlerle vakıf yapılır. Âdete göre zenginler de istifâde edebilir.
Vâkıfın yâni vakfedenin, vakfı idare için tâyin ettiği kimse rıâzır ve mütevelli olur. Vâkıf, malını mütevelliye teslim eder. Nazır ve mütevelli sonra ölürse, bunların vasiyyet ettiği olur. Bunlar yoksa kadı yâni hâkim, bir mütevelli tâyin eder. Bu tâyinde vâkıfın evlâd ve yakınlarından ehil olanların tercih hakları vardır. Vakıf sahibinin tâyin ettiği mütevellî, nazırın bilgisi altında vakfı idare eder. Akd ve alışveriş yapar. Malını vakfeden kimse, bunu hâkime tescîl ettirdikten sonra yahut mütevelliye teslim ettikten sonra vazgeçemez. Mülkümü vakfettim diyen kimse, tescîl ettirmeden önce vazgeçebilir.
Bina, tarla, kuyu gibi nakl edilmeyen şeyler sözbirliği ilevakfolunur. Nakledilmeyen şey ile birlikte, buna lâzım olan nakl olunan şey de İmâmeyn’e göre vakf olunur. Vakf edilmesi âdet olan menkûl mallar yâni taşınabilir şeyler, İmâm-ı Muhammed’e göre yalnız olarak da vakf olunur. Bu imâma göre, altın, gümüş yâni para da vakf olunur. Hacm ve vezn ile ölçülen şeylerin hepsi böyledir. Tâbut, teneşir, tâbut örtüsü, Kur’ân-ı kerîm ve başka kitaplar gibi âdet olan vakıflar da böyledir. Bir çok işlerde âdet nass gibidir.
Hacm ile, vezn ile ölçülen eşya, satılıp bedelleri ve vakıf paraları fakirlere ödünç verilir ve müdârebe yolu ile sermâye olarak tüccara verilerek kâra ortak olunur. Vakfın hissesine düşen kârlar, fakîrlere sadaka verilir. Vakfolunan paranın misli, hep vakfın emrinde kalması lâzımdır. Bununla bir şey satın alınamaz ve borç ödenemez. Buğdaylar, fakir olan köylüye tohumluk ödünç verilip, yeni mahsûlden ödenmek şartı ile vakfolunur. Sütü fakirlere verilmek üzere inek vakf olunur. Ev eşyası gibi vakfı âdet olmayan şeyleri vakf caiz değildir. Vakfın gelirinden önce tamir, sonra hizmet edenlerin ve nazırın ücretleri ödenir.
Vakıf binaların tamirleri, içinde parasız oturmağa hakkı olanların malları ile yapılır. Yapamazlarsa hâkim bunları çıkarıp, kiraya verip, ücretleri ile tamir ettirip, sonra bunlara teslim eder. Kiracı bulunmazsa, hâkim tarafından istibdâl olunur. Yâni harâb binayı satıp, semeni (fiatı) ile başka bina alıp mütevelliye teslim eder. Başkasını satın alamazsa semenini fakirlere dağıtır. Bu işi ancak kadı yapar. Fakat kadı, vâkıfın şartlarına uymayan hüküm veremez. Herkesin bu şartlara uyması lâzımdır. Vâkıfın şartı, nass-ı şârî gibidir, sözü meşhûrdur. Ancak kadının hıyanet eden mütevelliyi ve nâzırı azl etmesi vâcibdir.
İslâmiyet’te ilk vakıf, peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm tarafından, hicretin üçüncü senesinde Medine’de kurulmuştur. Peygamber efendimiz, kendi mülkü olan yedi hurmalığı müslümanlığı koruma maksadıyla vakfetmiştir.
Peygamber efendimizin bu sünnetine uyarak Eshâb-ı kiram da (r. anhüm ecmaîn) vakıf yapmışlardır. Hazret-i Ömer, Medîne-i münevverede bulunan Semg adlı hurma bahçesini ne yapayım diye sorduğunda, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Aslını hapset, meyvasını vakfet” buyurdu. O da bu bahçeyi vakfetti. Hazret-i Ömer’in bu bahçe hakkında yazdırdığı vakfiye şöyledir:
“Bismillâhirrahmânirrahîm!
Bu, mü’minlerin emîri, Allahü teâlânın kulu olan Ömer bin Hattâb’ın (r. anh) vasiyyetnâmesidir: Semg, Sırma bin Ekvâ ve oradaki köle, Hayber’deki yüz hisse ve oradaki köle ve Resûl aleyhisselâmın vadide verdiği yüz hisseyi satılmamak ve satın alınmamak üzere vakfettim. Bütün bunlara, hayâtta olduğu müddetçe hazret-i Hafsâ mütevelli olacaktır. Onun vefatından sonra ailesinden en dirayetli olanı mütevelli olur. Mütevelli, fakirlere, ihtiyâç sahihlerine ve akrabalarına istediği kadar bu malları infâk edebilir, sadaka olarak verebilir. Mütevellinin, bu maldan yemesi, yedirmesi veya köle satın almasında mahzur yoktur.”
Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Osman, hazret-i Ali ve Eshâb-ı kiramdan diğerlerinin de vakıfları vardı. Câbir (r. anh); “Ben, Muhacir ve Ensârdan mal ve kudret sahibi bir kimse bilmem ki, vakıf ve tasaddukda bulunmuş olmasınlar” buyurmuştur.
Emevîler (660-750 yılları arası) zamanında vakıf müessesesinde büyük gelişmeler olmuştur. Halîfe Velid bin Abdülmelik, 706 (H. 87) târihinde Şam’da yaptırılan Ümeyye Câmii’ne ilk olarak köy ve araziler vakf etmiştir. Mallarının idaresi için de Vakid-ül-Kureyşî’yi tâyin etmiştir.
Abbasîler zamanında İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretleri, vakıf müessesesinin hukukî mâhiyyetini tesbit etti. Verdiği fetvalar, sâdece Hanefî mezhebine tâbi memleketlerde değil, diğer mezheblerin hâkim olduğu bâzı muhitlerde de asırlarca tatbik edildi. Orta Asya’dan, Atlas Okyanusu’na kadar her tarafa camiler, ribatlar, kervansaraylar, medreseler, tekkeler, mektebler, köprüler, yollar, hastahâneler, imaretler... gibi pek çok hayırlar yapılarak vakf edildi.
Abbasîler zamanında vakıflar, Dîvân-ı mezâlim tarafından kontrol edildi. Yalnız seyyidlere mahsus vakıflar, nakîbler tarafından idare ve murakabe ediliyordu. Endülüs Emevîlerinde vakf gelirleri, hizânet-ül-mâl denilen devlet hazînesinden ayrı bir hazînede (Beyt-ül-mâl) toplanarak kadı tarafından ilgili yerlere harcanıyordu. Abbasîler döneminde ve daha sonra ortaya çıkan devletlerde de vakfları kontrol ve murakabe eden makamlar vardı. Bu işe, Sâmânîlerde vakıflar dîvânı bakardı. Sonradan kadı dîvânına bağlandı.
Abbasîlerden sonra Büyük Selçuklulardan itibaren müslümanlar tarafından vakıf kurma işleri daha da hızlanmış, Türkiye Selçukluları, Dânişmendliler, Anadolu beylikleri ve bilhassa Osmanlılarda büyük bir gelişme göstermişti. Gazneliler, Selçuklular, Türkiye Selçukluları, Atabegler, Eyyûbîler, Hindistan ve Afganistan’da kurulan diğer hanedanlarda Abbâsîlerdeki vakıf idare sistemi devam etti.
Hârezmşâhlar döneminde ihmâl ve sûistimâli görülen mütevelliler, sultânın fermâmyla görevlerinden alınarak yerlerine devlet ricalinden tâyinler yapıldı. Mısır’da hâkimiyeti ele geçiren Fatımî hükümdarlarının icraatları birbirini hiç tutmazdı. Selâhaddîn-i Eyyûbî’ye kadar, Mısır vakıfları istikrara kavuşamadı. Selâhaddîn-i Eyyûbî, gasb edilen vakıfları hak sahihlerine iade etmesinin yanında, sünnî akideyi yayanları güçlendirmek için yeni yeni vakıflar kurdu. Eyyûbîlerin sonraki devirlerinde de vakıflara gösterilen ihtimam devam etti. Memlûklüler döneminde de vakıflar son derece inkişâf etti. Vakıflar en büyük gelişmesini Osmanlılar zamanında yapmıştır. “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır” hadîs-i şerîfini rehber edinen Osmanlılar, her sahada olduğu gibi bu sahada da muazzam ve kalıcı eserler meydana getirmişlerdir.
Sâdece Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için kurulan vakıflar, vatan müdâfaası, millî duyguların canlı tutulması, dînî ve millî kültürün gelişip yayılması için asırlar boyunca mükemmel bir şekilde hizmet vermişlerdir. Vakıf yoluyla te’sis edilen sayısız eserler, muazzam Osmanlı ülkesini de bir baştan diğer başa bir ağ gibi örmüştü. 1530-1540 seneleri arasında yapılan tahrirlere göre, yalnız Anadolu eyâletinde vakıf yoluyla; 45 imaret, 342 cami, 1055 mescid, 110 medrese, 154 muallimhâne, 1 kalenderhâne, 1 mevlevîhâne, 2 Dâr-ül-huffâz, 75 büyük han ve kervansaray işletilmekte idi. Bu müesseselerde; 121 müderris, 3756 hâtib, imam ve müezzin ile 3229 şeyh, şeyhzâde, kayyım, talebe veya mütevvellî vazife görmekte, bunların maaşları ise vakıf gelirlerinden karşılanmakta idi.
Te’sis edilen vakıfların gördüğü hizmetler birbirine nazaran oldukça değişikti. Yukarıda zikredilenlerden başka, vakıf yoluyla su yolları, su kemerleri, çeşme ve sebiller, yollar, kaldırımlar, aşevleri, dul ve yetim evleri, emzirme ve büyütme yuvaları gibi nice hayır eserleri inşâ edilmişti. Bunlardan başka, namazgah, kütüphane, dükkân, misafirhane, kuyular, köprü, kaldırım, çamaşırhane, hela, han, hamam, bedesten, türbe, iskele, deniz feneri, ok ve güreş meydanları, esir ve köle âzâd etmek, fakirlere odun, kömür almak, hizmetçilerin efendileri tarafından azarlanmaması için kırdıkları kâse ve kapların yerine yenilerini almak, gazilere at yetiştirmek, ağaç dikmek, borçtan hapse girenlerin borcunu ödemek, dağlara geçitler kurmak, öksüz kızlara çeyiz verilmesi, borçlarının ödenmesi, dul kadınlara ve muhtaçlara yardım edilmesi, çocukların baharda açık havada gezdirilmesi, mektep çocuklarına gıda ve yiyecek yardımı, fakirlerin ve kimsesizlerin cenazelerinin kaldırılması, bayramlarda çocukların ve fakirlerin sevindirilmesi, kalelere, istihkâmlara veya donanmaya yardımda bulunulması, kış aylarında kuşların beslenmesi, hasta ve garip leyleklerin bakım ve tedavisi gibi pek çok insanî hizmetlerin temelinde yatan inanç, şüphesiz Allahü teâlânın yarattığı herşeye, insanlara ve insan topluluklarına faydalı olan her işin ibâdet gibi makbul ve efdal sayılması idi.
Cami ve mescidlerle diğer ilim irfan yuvalarının büyük bir kısmı vakıftır. Din ve ırk farkı gözetmeksizin bütün insanlığın hizmetine tahsis edilmiş ve insanların bedenî, ruhî hastalıklarını tedavi etmek gayesiyle kurulmuş vakıf hastahâneler, dâr-üş-şifâlar ve tımarhaneler de vakıf eserler arasında önemli yer işgal ederler. İslâm medeniyetinde başlangıcından beri var olan ve hayâtın her yönüyle ilgili bulunan vakıfların Avrupa ve diğer gelişmiş memleketlerdeki târihi çok yenidir. Bunu da İslâm medeniyetini incelemeleri netîcesinde yapabilmişlerdir.
Vakıflar, bâzı müsteşriklerin iddia ettikleri gibi İslâm memleketlerinde iktisadî inkişâfa mâni olmamış, aksine Avrupalı sömürgeci devletlerin İslâm ülkelerini işgalini zorlaştırmak gibi şerefli bir vazifeyi îfâ etmişlerdir.