TOPRAK HUKUKU

Toprak hakkında konulan hüküm ve kaideler. Devletin sınırları içindeki toprakların mülkiyetini ve kullanılmasını düzenleyen hukuk dalıdır. İlk insan Âdem aleyhisselâmdan beri toprağa ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyâcın giderilmesi zaman zaman insanlar arasında bir takım ihtilafların doğmasına, hattâ harblerin yapılmasına sebeb oldu. Onun için toprak ile alâkalı düzenlemelerin yapılması zaruret hâline geldi. Târihî araştırmalardan elde edilen bilgilere göre; toprak hukuku ile ilgili ilk düzenleme, sistemli ve pratik olmasa bile, Roma hukukunda görülmektedir. Ancak bu düzenleme sık sık değişiklik gösteriyor ve başa geçen imparatorun arzusuna göre şekilleniyordu. Toprak hukukuna ait ilk sistemli ve devamlılık arz eden düzenleme, İslâm dîninin gelmesiyle ortaya kondu.

Sür’atle yayılmaya başlayan İslâm dîni, müşriklerin şiddetle karşı koymaları ve sık sık tecâvüzleri ile karşılaştı. Müslümanlar ise onlara karşı meşru müdâfaalarını yapıyorlardı. Dâima sulhu tercîh ediyorlar, son çâre olarak harbe mürcâcaat ediyorlardı. Çünkü müslümanlar muharebeyi, ülkeler fethetmek, başka memleketlere hâkimiyet kurmak, onları sömürmek, kuru kavga ve doğuş, memleketleri yıkmak, insanları öldürmek için değil, İslâm’a davetle, insanların ebedî saadete kavuşmalarına vesîle olmak, onlara İslâmiyet’i tanıtarak kendiliklerinden seve seve müslüman olmalarına çalışmak veya dîne, vatana ve namusa saldıran düşmanı kovmak için yapıyorlardı. Bu sebeble düşman, önce İslâm’a davet edilir, kabul etmezse, cizye vermesi istenirdi. Bunu da kabul etmezse, harb edilirdi. Yapılan muharebelerde düşmandan zorla alman her çeşit mala ganimet denirdi. Ganimet daha önceki ümmetlere helâl kılınmadığı hâlde, Allahü teâlânın ikram ve ihsanı olarak bu ümmete helâl kılındı. Harbde alman ganîmet dört kısımdı: 1-Harbe iştirak eden erkekler, 2-Kadın ve çocuklar, 3-Menkûl mallar, 4-Arazî (toprak, gayr-i menkûl mallar). İlk üç kısmının beşde biri beytülmâle ayrıldıktan sonra kalan beşde dördü gaziler arasında taksim edilirdi. Araziye gelince; devlet reîsi şu üç hususdan münâsib olanı yapmakta serbestti:

1-Ya arazinin beşte biri ayrıldıktan sonra askere ve başka müslümanlara taksim edilip, her sene öşür alınırdı.

2-Yahut düşman elinde bırakılıp, kendilerinden cizye, topraklarından haraç alınırdı.

3-Veya kimseye verilmez. Beytülmâlın olurdu. Devlet başkanı bu tercihini keyfî olarak değil, müslümanların ihtiyâcını, devletin istikbâlini göz önüne alarak yapardı.

Görülüyor ki, İslâm’ın ilk devirlerinde arazi (toprak), mülk olan ve olmayan diye iki kısma ayrılmıştı.

Mülk araziler: Sahibi belli topraklar olup dört kısımdır. 1-Öşürlü araziler, 2-Harâclı araziler, 3-iktâ olunan araziler, 4-Süknâ denilen yerler. Sahipleri, bu topraklarda şahsî mülkiyetin en bariz vasıfları olan satmak, mîras bırakmak vakf ve hîbe etmek gibi tasarruflarda bulunabilirlerdi.

1-Öşür arazisi: Fetih sırasında müslümanlara mülk için verilen topraklar olup, ilk önce öşür (zekât) konduğu için bu isim verilmiştir, öşür arazisi üç kısımdır.

a) Feth sırasında gazilere taksim edilen yerler. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Hayber’i fethettiklerinde arazisini gaziler arasında taksim etmişti.

b) İsteyerek İslâm’ı kabul edenlerin ellerinde bırakılan topraklar. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem İslâm’ı isteyerek kabul eden Tâif halkının arazisini kendilerine mülk olarak bırakmıştı.

c) Devlet reisinin izni ile müslümanlar tarafından ihya edilip işlenen mevât yâni ölü arazi.

Bu topraklardan elde edilen mahsûlün öşrünü yâni onda birini vermek farzdır. Hayvan gücü ile veya dolap, motor ile sulanan yerdeki mahsûl elde edilince, yirmide bir verilir. İster onda, ister yirmide bir olsun, hayvan, tohum, âlet, gübre, ilâç ve işçi masraflarını düşmeden evvel öşrü vermek lâzımdır, öşrün nisabı yoktur. Fakîr de olsa öşrünü vermesi gerekir (Bkz. Öşür).

2-Haraç arazisi: Haraç alınan topraklardır. Bunlar şöyle sıralanabilir:

a) Sulh ile alınıp haraç vergisi karşılığında mülkiyeti sahiplerine bırakılan arazi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Hayber’in sekiz kalesinden ikisini sulh ilefeth buyurduklarında, hâsılatının yarısı beytülmâle âid olmak üzere, ara ziyi yine sahiplerine bırakıp haraç aldı.

b) Harbde zorla alınıp, gayri Müslim sahiplerinin elinde bırakılan araziler. Hazret-i Ömer Irak topraklarını fethedince, böyle yapmıştır.

c) Fethedildiğinde bâzı sebebler yüzünden sahipleri sürülüp, yerlerine başka tarafdan getirilerek yerleştirilen gayr-i muslinlere verilen arazi.

d) Sulh ile alınıp, haraç vergisi karşılığında rakabe yâni mülkiyeti sahiplerine bırakılan araziler.

e) Müslümanlarla beraber harbe iştirak ettiği ve harbde yol gösterdiği için devlet başkanı tarafından zımmîye (gayri müslim vatandaşa) ganimetten verilen arazi. Harbe iştirak ettiği için verilene radh, yol gösterdiği için verilene ücret denirdi.

f) Zımmînin (gayr-i müslim vatandaşın) müslüman hükümdarın izni ile ihya ettiği mevat arazi.

Böyle araziye sâhib olanlar daha sonra müslüman olsalar da haraç öderler.

Araziden haraç, ya muayyen alan üzerinden, yâhud elde edilen mahsûl üzerinden alınırdı. Birincisine Harâc-ı muvazzaf, ikincisine Harâc-ı mukâseme denir (Bkz. Harâe).

3-İktâ olunan arazi: Devlet başkanının idaresinde olup, mülkiyetini birisine verdiği arazi (Bkz. İktâ). Devlet başkanının temlîkî iktâ yapabileceği arazi:

a) Şahsî mülkü.

b) Mevat arazi,

c) Diğer beytülmâl arazisi.

4-Tetimme-i süknâ: Devlet arazisi azerinde teşekkül eden köylerin ve kasabaların içlerindeki arsalar, köylerin ve şehirlerin kenarlarında olup, kuyu kazmak, araba çekmek, odun koymak gibi şahıslara mülk olarak verilen lüzumlu yerleşim yerleridir. Tetimme-i süknâ yerler, yarım dönüm yâni sekiz yüz arşından fazla olamaz.

Böyle arazileri hazret-i Ömer vergiden muaf tuttuğu için’İslâm devletlerinde de vergiden muaf tutulmuştur. Bunlardan başka satın alma, mîras ve bağış gibi yollarla da mülk toprak elde edilirdi.

Mülk olmayan arazi: Mülkiyeti beytülmâle ait olup, umûmun faydalandığı arazi olup, üç kısımdır: 1-Memleket arazisi, 2-Mevat arazi, 3-Arâziy-i mahmiyye ve arâziy-i mirfaka.

1-Memleket arazisi: Rakabesi (mülkiyeti) devlete ait olan arazidir. Memleket arazisine mîrî toprak, arz-ı havz da denir. Bunlar şöyle sıralanabilir:

a) Fethedildiğinde gayr-i Müslim sahiplerine verilmeyen veya gaziler arasında taksim edilmeyen beytülmâle bırakılan arazi.

b) Fethedildiğinde ne şekilde alındığı ve ne suretle halka verildiği bilinmeyen arazi.

c) Mülk arazi iken, sahiplerinin vârissiz ve başkasına vasiyyet etmeden vefat etmesi üzerine beytülmâle kalan arazi.

d) Mülk arazi iken, zaman geçmesiyle sahiplerinin kim olduğu ve kime ait olduğu bilinmeyen arazi.

f) Rakabesi (mülkiyeti) beytülmâle kalmak üzere devlet başkanının izni ile ihya olunan mevât arazi.

Bu topraklarda devlet başkanı ve onun tarafından tâyin olunan me’mûrlar tasarruf sahibidir. Bu me’mûrların izni ile halka kiraya verilir. Beytülmâl toprağını devlet reîsinden başka kimse satamaz. Mirî toprak, sultânın tesbit edeceği bedel ile satılır veya kiraya verilir. Semeni ve ücreti haraç olur. Yâni beytülmâlin üçüncü kısmına konur. Yahut her sene kira olarak mahsûlün yüzdesi alınmak üzere, tapu ile müslim ve gayr-i müslim vatandaşlara kiraya verilir. Kiralar askerin ve subayların olurdu. Osmanlılar zamanında kira almak hakkı bulunan askere tımarcı, subaylara zaîm denirdi. Askerin toprağına tımar, subay toprağına zeamet, general toprağına hâs denirdi. Müftiyyüssakaleyn Ebüssü’ûd Efendi, Nûr-i Osmâniyye Kütüphânesi’nde bulunan fetva kitabındaki fetvalarında buyuruyor ki: “Beytülmâle âid mîrî toprakları tapu ile kiralayanların, her sene tımarcılara mahsûlün onda birini vermelerini sultân emretmişlerdir. Bunlara uşr denilmekde ise de uşr olmayıp kira ücretidir. Mîrî arazinin çoğu, devlet tarafından vakf edilmiş veya millete satılmış, her iki şekilde de uşrlu olmuşdu. Böylece Anadolu ve Rumeli’deki toprakların hemen hepsi milletin mülkü olup, uşrlu olmuştu. Bu sebepten tarladan uşr veya harâcdan birini vermek lâzımdır. Herkesin tarlası, bostanı kendi mülküdür, yâhud kiracıdır. Mahsûlün uşrunu vermeleri farzdır.”

2-Mevât arazi: Bir kimsenin mülkünde bulunmayan, mer’a, baltalık ve harman yeri olarak kimseye verilmemiş olan ve yüksek sesli bir kimsenin köy ve kasaba evlerinin son bulduğu yerden bağırıp sesi duyulamıyacak derecede köy ve kasabadan uzak yâni tahmînen yarım saatlik uzaklıkta olan, dağlık, taşlık, kıraç, otlak ve boş yerlerdir.

Mevât arazi, ihya edenin mülkü olur. Nitekim hadîs-i şerîfde; “Kim bir mevât araziyi ihya ederse, o, onun olur” buyrulmuştur.

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’ye (r. aleyh) göre mevât araziye mâlik olmak hususunda yalnız ihya etmek kâfi olmayıp, sultânın izni de şarttır. Buna göre, sultânın izni olmadan mevât araziyi ihya eden kimse o araziye mâlik olamaz. İmâmeyn’e göre ise sultânın izni şart olmayıp, ihya etmek kâfidir. Buna göre de, faydalanmak üzere mevât arazi verilen kimse, orayı ihya etmekle oranın mâliki olur. Mecelle’de İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin (r. aleyh) içtihadı tercih edilmiştir.

3-Hımâ yahut arâziy-i mahmiyye ve arâziy-i mirfaka. Hımâ yahut arâziy-i mahmiyye: Beyt-ül-mâle âid araziden kimseye mülk olarak verilmeyip, umûmun faydasına bırakılan yerlerdir. Devlet reîsinin himâyesi ve koruması altında bulunur.

Hımâ iki kısımdır:

1-Koru, mer’a, yaylak ve kışlak gibi, köy ve kasaba ahâlisinin faydalanması için ayrılan yerlerdir. Osmanlı âlimleri böyle yerlere arâziy-i metruke demişlerdir.

Arâziy-i mahmiyyenin meşruluğu Resûlullah efendimizin fiilleri ve icmâ;! ümmetle sabittir. Şöyle ki, câhiliyye devrinde Arabların güçlü kimseleri köpeklerini, verimli arazilere bağlayıp, köpeklerinin seslerinin ulaştığı yere kadar olan yerlerin kendilerine âid olduğunu söyleyerek umûmun menfaatini ihlâl ederlerdi. Fakat Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem umûmun menfâatini korumak için, böyle yerleri kendi himayelerine almışlardır.

2-Mer’a, odunluk gibi yerlerin dışında umûmun faydalanması için bırakılan yerlerdir. Böyle yerlere arâziy-i m irfana denir.

Arâziy-i mirfaka dört kısımdır.

a) Sokaklarda oturulacak yerler,

b) Caddelerde boş bırakılan yerler,

c) Kervan, misafir ve başkaları gibi taşradan gelenlerin girmesi için tahsis edilen yerler.

d) Yolculara mahsus konaklar.

Arâziy-i mirfakanın meşrûiyyeti sünnet-i seniyye ile sabittir. Bilâhare Hulefâ-i râşidîn de bu husûsda icmâ etmişlerdir.

Bunlardan başka bir de ictimâî (sosyal) pek çok faydalan bulunan vakıf araziler vardır. Bunlar iki kısımdır.

1-Sahîh (lâzım) olan arazi vakıfları: Mülk sahibinin kendi mülkünden şartlarına uygun olarak yaptığı vakıfdır. Ekilmesi, ağaç dikilmesi ve bina yapılması gibi tasarruflar vakfın maksadına göre yapılır. Bu işleri ve vâkıfın şartını mütevelli (vakıf idarecisi) yerine getirir. İmâmeyn’e (İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed’e) göre, vakfedilen mal, sahibinin mülkünden çıkar, satılamaz, bağışlanamaz, mîras bırakılamaz. Fetva böyledir.

2-Sahîh (lâzım) olmayan arazi vakıfları: Memleket arazisinden bir parçanın gelirlerinin, ya bizzat devlet başkanı yahut onun izni ile devlet arazisini işliyenler tarafından beytülmâlde hakkı olanlara tahsîs edilmesidir. Fıkıh kitaplarında buna irsâd denilmekte olup, şöyle ifâde edilir: Beytülmâle ait köy, mezra ve tarlaların rakabesi (mülkiyeti) beytülmâle âid olmak üzere menfaatlerinin hükümdar tarafından Kur’ân-ı kerîm öğretenler, imâm ve müezzinler gibi beytülmâlde hakkı olan kimselere tahsisine irsad denir.

Selçuklularda ve bilhassa Osmanlılarda arazi vakıflarının çoğu böyledir.

İslâm devletlerinde ve Osmanlılarda Kanunî devrine kadar toprak mes’eleleri umumiyetle fetvalarla hâllediliyordu. Fakat Kanunî devrinde Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi tarafından islâm hukukunun murakabesi altında toprak ile alâkalı kânunlar yapıldı ve tatbik edildi. Ancak 1839’da Tanzimat fermanı, başka mevzularda olduğu gibi, toprak hukukunda da ortaya bir çok mes’elenin çıkmasına sebeb oldu. Arazi kanunnâmesinin yeniden gözden geçirilmesi durumu ortaya çıktı. Çünkü, tımar sistemi kaldırılmıştı. Bu yüzden halkın toprak üzerindeki haklarını yeni duruma göre ayarlamak îcâbediyordu. Bunun için Ahmed Cevdet Paşa, Arif Bey ve Rüştü Bey’den teşekkül eden bir komisyon kuruldu. Bu komisyon Dîvân-ı Hümâyûn kaleminde bulunan arazi kânunlarını, nizâmnâmeleri (yönetmelikleri) ve fetvaları inceledi. Zamanın şartları da nazar-ı itibâra alınarak arazi hükümleri maddeler hâline getirildi. Dînen uygun olduğuna dâir tasdîkini almak için şeyhülislâmlığa sunuldu. Şeyhülislâmlık da hazırlanan kanunnâme üzerinde lüzumlu çalışmaları yaptıktan sonra komisyona iade etti. Bilâhare Tanzimat meclisine ve sadr-ı âzamlığa takdim edildikten sonra, pâdişâha arz edildi. 23 Şevval 1274 (6 Haziran 1858) târihinde pâdişâhın irâdesi ile yürürlüğe girdi.

İslâm hukukunun ışığında hazırlanan bu kanunnâme incelendiğinde, İslâmiyet’in devlete, cemiyetlere ve fertlere mülk edinme hakkı tanıdığı görülür. Bugünkü modern hukuk da bunu kabul etmektedir.

TUĞLUKLULAR (Bkz. Delhi Türk Sultanlığı)