Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem; “Cennet üç kişiye müştakdır (aşırı bir istekle onları beklemektedir). Aliyyül-Mürtezâ, Ammâr bin Yâsir ve Selmân-ı Fârisî” buyurarak medh eylediği Eshâb-ı kirâmmın önde gelenlerinden. İnsanları Hakk’a davet eden, doğru yolu göstererek seâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük velîler silsilesinin ikinci halkasıdır.
Aslen İranlıdır, İsfehan yakınında bir köyde doğup büyüdü. Gençliğinde mecûsî iken, rahiplerle tanışarak hıristiyan oldu. Çok ilim öğrenip âlim oldu. Sonra uzun yıllar değişik yerlerde kaldı. Nihayet Medine’ye geldi. Peygamber efendimizin hicretiyle maksadına kavuşup müslüman oldu ve Ehl-i beytten sayıldı. Müslüman olmadan önce, ismi Mabeh idi. Müslüman olunca, Peygamber efendimiz, ona, Selmân ismini verdi. İranlı olduğu için de Fârisî denildiğinden ismi Selmân-ı Fârisî olarak meşhûr oldu. Nesebi; Mabeh bin Buzahşâh bin Murzilân bin Behbudah bin Firûz’dur. Lakabı Selmân-ül-Hayr, künyesi Ebû Abdullah’dır. 655 (H. 35)’de vefat etti. Yaşı hakkında çeşitli rivayetler vardır.
Abdullah ibni Abbâs (r. anh), Selmân-ı Fârisî’nin hayâtını şöyle anlattı:
“Selmân dedi ki: “Ben Fâris (İran)’ın, İsfehan şehrinin Cey köyündenim. Babam köyün en zengini idi. Arazimiz ve malımız çoktu. Babamın tek çocuğu olduğumdan, beni herkesten çok severdi. Bu sebeple bir kız gibi yetiştirdi. Evden çıkmama izin vermezdi. Babam mecûsî (ateşperest) olduğundan, mecûsîliği bana, evde eksiksiz öğretti. Evimizde devamlı ateş yanar, biz de ona tapıp, secde ederdik. Babam beni birara dışarıya çıkardı ve; “Yavrum ben öldüğüm zaman bu malların sahibi sen olacaksın, onun için git mallarını ve arazilerini tam” dedi. Ben de; “Peki” deyip bahçelerimizi dolaştım. Bir gün tarlalara bakmaya gittiğimde bir hıristiyan kilisesine rastladım, içerden sesler geliyordu. Baktığımda, ibâdet ettiklerini gördüm. Daha önce böyle bir şey görmediğim için, hayrette kaldım. Zîrâ biz bir mikdâr ateş yakar ve ona secde ederdik. Fakat onlar görünmeyen bir Allah’a ibâdet ediyorlardı. Kendi kendime; “Vallahi bunların dîni hak, bizimki bâtıldır” dedim ve akşama kadar onları seyrettim. Tarlalara gitmedim. Akşam olunca, onlara; “Bu dînin aslı nerededir?” dedim. Bana; “Bu dînin aslı Şam’dadır” dediler. “Peki, ben de Şam’a gitsem beni de bu dîne kabul ederler mi?”; “Evet kabul ederler” dediler. “Sizlerden, yakında Şam’a gidecek kimse var mıdır?” diye sordum. “Bir müddet sonra bir kervanımız Şam’a gidecektir” diye cevab verdiler. Onlar da İsfehan’a, Şam’dan gelmişlerdi ve sayıları gayet azdı.
Ben bunlarla meşgul olurken, vakit geç oldu. Babam dönmediğimi görünce, beni aramak için adam göndermiş. Aramışlar bulamayınca, babama haber vermişler. Tam bu sırada, ben de eve döndüm. Babam; “Bu zamana kadar nerede kaldın. Seni aramadığımız yer kalmadı” dedi. Ben de; “Babacığım bu gün tarlaları dolaşmak için yola çıktım, fakat karşıma bir nasrânî kilisesi çıktı. İçeri girip baktım. Görmedikleri ve her şeye hâkim ve kâdirolan bir Allah’a îmân ediyorlar. Onların ibâdetlerine şaştım kaldım. Akşama kadar onları seyrettim. Onların dîninin hak olduğunu anladım” dedim. Babam; “Ey oğlum! Sen yanlış düşünüyorsun. Senin babalarının ve dedelerinin dîni, onlarınkinden daha doğrudur. Onların dîni bozuktur. Sakın onlara aldanma, inanma” dedi. Ben de; “Hayır babacığım, onların dîni bizimkinden daha hayırlıdır ve onların dîni haktır. Bizimki (ateşperestlik) ise bâtıldır” dedim. Babam bana çok kızdı, el ve ayaklarımdan bağlayıp eve hapsetti. Evde hapis iken devamlı Şam’a gidecek kervanı beklerdim. Nihayet hıristiyan rahiplerin Şam’a gidecek kervanı hazırladıklarını haber alınca, iplerimi çözüp kaçtım ve kervanın bulunduğu kiliseye vardım. Buralarda duramayacağımı anlattım. O kervanla beraber Şam’a gittim. Şam’da hıristiyan dîninin en büyük âlimini sordum; bana bir âlimi tarif ettiler. Yanına gidip durumumu anlattım. Yanında kalmak istediğimi, kendisine hizmet edeceğimi söyleyip, bana nasrânîliği öğretmesini, Allahü teâlâyı tanıtmasını rica ettim. Kabul edince, hizmet etmeye ve kilisenin işlerini yapmaya başladım. O da bana dîni öğretmeye başladı. Fakat sonradan onun kötü bir kimse olduğunu anladım. Çünkü hıristiyanların fakirlere vermesi için getirdikleri sadaka altın ve gümüşleri kendine alır, fakirlere vermezdi. Böylece şahsına yedi küp altın ve gümüş biriktirdi. Fakat bunu benden başka kimse bilmezdi. Bir müddet sonra vefat etti. Nasrânîler onu defn etmek için toplandılar. Onlara; “Neden buna bu kadar hürmet ediyorsunuz, o, hürmete lâyık bir insan değildir” dedim. “Sen bunu nereden çıkarıyorsun” dediler ve bana inanmadılar. Ben de biriktirdiği altınların yerini bildiğim için onlara gösterdim. Nasrânîler yedi küp altını ve gümüşü çıkardılar ve; “Bu, defne ve teçhize lâyık bir kimse değildir” dediler ve bir yere atıp üzerini taşla kapattılar. Sonra onun yerine başka bir âlim geçti. Çok âlim, zâhid ve âhirete tâlib bir kimse idi. Dünyâya hiç ehemmiyet vermezdi. Hep âhiret için çalışıyordu. Gecegündüz durmadan ibâdet ederdi. Onu çok sevdim ve uzun zaman yanında kaldım. Onun ve kilisenin hizmetini yapar, birlikte ibâdet ederdim. Ağır hasta olduğunda; “Ey benim efendim! Uzun zamandan beri yanınızdayım ve sizi çok sevdim. Çünkü sen Allahü teâlânın emirlerine itaat ediyorsun ve men ettiklerinden kaçıyorsun. Sen vefat ettiğin zaman ben ne yapayım. Bana ne tavsiye edersin?” diye sordum. Bana; “Oğlum! Şam’da insanları ıslâh edecek bir kimse yok. Kime gitsen seni ifsâd ederler. Fakat Musul’da bir zât vardır. Ona gitmeni tavsiye ederim” dedi. Ben de; “Peki efendim” dedim. O zât vefat edince Şam’dan Musul’a gittim ve tarif ettiği zâtı buldum. Başımdan geçenleri anlattım. Beni hizmetine kabul etti. O da diğer zât gibi çok kıymetli, zâhid, âbid bir kimse idi. Onun vefat zamanı yaklaşınca, aynı soruları ona da sordum. Bana Nusaybin’de bir zâtı tavsiye etti. O vefat ettikten sonra derhâl Nusaybin’e gittim. Bahsedilen kimseyi bulup yanında kalmak istediğimi söyledim. İsteğimi kabul edince; bir müddet de onun hizmetinde bulundum. Bu zât da vefat etmek üzere iken, beni başka birine göndermesini söyledim. Bana Amuriye’de bulunan başka bir kimseyi tarif etti. Vefatından sonra oraya gittim. Tarif edilen bu son şahsı da bulup, hizmetine girdim. Uzun bir zaman da onun yanında kaldım. Vefatı yaklaşınca beni birine havale etmesini rica ettim. “Vallahi şimdi böyle bir kimse bilmiyorum. Fakat âhir zaman Peygamberinin gelmesi yaklaştı. O, Arablar arasından çıkacak, vatanından hicret edip, taşlık içinde hurması çok bir şehre yerleşecek. Alâmetleri şunlardır: “Hediyyeyh kabul eder, sadakayı kabul etmez, iki omuzu arasında nübüvvet mührü vardır” diyerek alâmetlerini saydı. Yanında bulunduğum son zât da vefat edince, tavsiyesi üzerine Arab diyarına gitmeye hazırlandım.
Amuriye’de çalışıp, bir kaç öküz ile bir mikdâr koyun sahibi olmuştum. Benî Kelb kabilesinden bir kafile, Arab beldesine gitmek üzere idi. Onlara; “Bu sığırlar ve koyunlar sizin olsun, beni Arab vilâyetine götürün” dedim. Kabul edip beni kafilelerine aldılar. Vâdiy-ül-Kurâ denilen yere gelince, ihanet edip beni köle diyerek bir yahûdiye sattılar. Yahûdînin bulunduğu yerde hurma bahçeleri gördüm. “Ahîr zaman Peygamberinin hicret edeceği yer herhalde burasıdır!” diye düşündüm. Fakat kalbim oraya ısınmadı. Bir müddet yahûdînin hizmetinde kaldım. Sonra beni köle olarak amcasının oğluna sattı. O da alıp Medine’ye getirdi. Medine’ye varınca, sanki bu beldeyi önceden görmüş gibiydim, öylesine ısındım. Artık günlerim Medine’de geçiyor, beni satın alan yahûdînin bağında-bahçesinde çalışıp, hizmetçilik yapıyordum. Bir taraftan da asıl maksadıma kavuşma arzusuyla bekliyordum.
Bir gün beni satın alan yahûdînin bahçesinde bir hurma ağacı üzerinde çalışıyordum. Sahibim, yanında biri ile bir ağaç altında oturup konuşuyordu. Bir ara; “Evs ve Hazrec kabileleri helak olsunlar. Mekke’den bir kimse geldi. Peygamber olduğunu söylüyor” dediler. Bu sözleri işitince kendimden geçip az kalsın ağaçtan yere düşüyordum. Hemen aşağı inip, o şahsa; “Ne diyorsun?” dedim. Sahibim bana bir tokat vurdu ve; “Neyine lâzım ki soruyorsun, sen işine bak” dedi. Akşam olunca bir mikdâr hurma alıp, hemen Kuba’ya vardım. Resûlullah’ın yanına girip; “Sen sâlih bir kimsesin, yanında fakirler vardır. Bu hurmaları sadaka getirdim” dedim. Resûlullah efendimiz yanında bulunan Eshâba; “Geliniz, hurmayı yiyiniz” buyurunca, yediler. Kendisi asla yemedi. Kendi kendime; “İşte bir alâmet budur. Sadaka kabul etmiyor” dedim. Eve dönüp, bir mikdâr hurma daha alıp, Resûlullah’a; “Bu, hediyedir” dedim. Bu defa yanındaki Eshâb ile birlikte yediler. “İşte ikinci alâmet budur” dedim. Götürdüğüm hurma yirmi beş tane kadar idi. Hâlbuki, yenen hurma çekirdekleri bini buluyordu. Resûlullah efendimizin mûcizesiyle hurma artmıştı. Kendi kendime; “Bir alâmetini daha gördüm” dedim. Resûlullah’ın yanına ikinci defa varışımda bir cenaze defnediyorlardı. Nübüvvet mührünü görmeyi arzu ettiğim için yanına yaklaştım. Benim muradımı anlayıp, gömleğini kaldırdı. Mübarek sırtı açılınca Nübüvvet mührünü görür görmez varıp öptüm ve ağladım. O anda Kelime-i şehâdeti söyleyerek müslüman oldum. Sonra da Resûlullah’a uzun yıllardan beri başımdan geçen hâdiseleri bir bir anlattım. Hâlime taaccüb edip, bunu Eshâb-ı kirama da anlatmamı emir buyurdu. Eshâb-ı kiram toplanınca, başımdan geçenleri onlara da anlattım.”
Selmân-ı Fârisî, îmân ettiği zaman Arab lisânını bilmediği için tercüman istemişti. Gelen yahûdî tercüman, Selmân-ı Fârisî’nin (r. anh) Peygamber efendimizi medh etmesini aksi şekilde söylüyordu. O esnada Cebrail aleyhisselâm gelip, hazret-i Selmân’ın sözlerini doğru olarak Resûlullah’a bildirdi. Durumu yahûdî anlayınca, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.
Selmân-ı Fârisî (r. anh) müslüman olduktan sonra, köleliği bir müddet daha devam etti. Peygamberimizin; “Kendini kölelikten kurtar yâ Selmân!” buyurması üzerine, sahibine gidip, âzâd olmak istediğini söyledi. Buna zorla razı olan yahûdî, üç yüz hurma fidanı dikerek, yetiştirip hurma verir hâle gelmesi ve kırk rukye altın vermesi şartıyla kabul etti. Bunu Resûlullah’a haber verdi. Resûlullah efendimiz Eshâbına; “Kardeşinize yardım ediniz” buyurdu. Onun için üç yüz hurma fidanı topladılar. Resûlullah efendimiz; “Bunların çukurlarını hazır edip, tamam olunca, bana haber ver” buyurdu. Çukurları hazırlayıp, haber verince, Resûlullah efendimiz teşrif edip, kendi eliyle fidanları dikti. Bir tanesini de hazret-i Ömer dikmişti. Ömer’in (r. anh) diktiği hâriç hepsi, Allahü teâlânın izni ile, o sene hurma verdi. Resûlullah efendimiz, o bir taneyi de söküp, kendi mübarek eli ile yeniden dikti ve diktiği anda hurma verdi. Fakat altını bulamamışlardı. Bir gün bir zât gelip; “Selmân-ı Fârisî adlı Mükâtib köle (efendisi ile hürriyetine kavuşmak için belli mikdârda anlaşan köle) nerededir?” diye sordu. Onu bulunca, yumurta büyüklüğünde bir altın verdi. Selmân-ı Fârisî (r. anh) bunu alıp, Peygamber efendimize gitti ve durumu arzetti. Resûlullah efendimiz, altını tekrar verip; “Bu altını al! Borcunu öde” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Bu altın, yahûdînin istediği ağırlıkta değil” diye arzedince, alıp, mübarek dilinin üzerine sürdü; “Al bunu! Allahü teâlâ bununla senin borcunu eda eder” buyurdu. Selmân-ı Fârisî, o altını tartınca, tam istenilen ağırlıkta geldi. Götürüp sahibine verdi ve kölelikten kurtuldu.
Medîneli olmadığı için, Resûlullah efendimiz onu, hazret-i Ebû Derdâ ile kardeş yaptı. Hendek savaşından îtibâren bütün gazalara katıldı. Daha öncekilere köle olduğu için katılamamıştı. Bedr ve Uhud savaşından sonra, Medine üzerine üçüncü defa yürüyen müşriklere karşı nasıl bir savunma yapılması gerektiği istişare ediliyordu. Bütün müşriklerin birleşerek hücûm ettiği Hendek savaşında Selmân-ı Fârisî, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimize hendek kazmak suretiyle, savunma yapmayı teklif etti. Onun teklifi kabul edilip, hendek kazıldığı için bu savaşa, Hendek savaşı denildi. Selmân-ı Fârisî, içlerinde Amr bin Avf, Huzeyfe bin Yemân, Nü’mân bin Mukarrin ile Ensâr’dan altı kişinin bulunduğu bir grupla beraber bulunuyordu. Kendisi güçlü ve kuvvetli bir zât idi. Hendek kazma işinde gayet mahir ve becerikli idi. Yalnız başına on kişinin kazdığı yeri kazardı. Câbir bin Abdullah (r. anh); “Selmân’ın kendisine ayrılan beş arşın uzunluğunda, beş arşın derinliğinde yeri, vaktinde kazıp bitirdiğini gördüm” buyurmuştur. Hazret-i Selmân’ın çalışmasına Kays bin Sa’sâ’nın gözü değmiş ve Selmân (r. anh) birden bire yere yıkılmıştı. Eshâb-ı kiram hemen Resûlullah’a koşmuş ve ne yapmaları lâzım geldiğini sormuşlardı. Peygamber efendimiz; “Kays bin Sa’sâ’ya gidin. Selmân için bir kabta abdest alsın. Abdest suyu ile Selmân yıkansın. Su kabı, Selmân’in arkasından baş aşağı çevrilsin” buyurmuştur. Eshâb-ı kiram, Peygamberimizin buyurduğu gibi yapınca, Selmân-ı Fârisî (r. anh) bulunduğu hâlden kurtulmuş, kendine gelmiş ve açılmıştı. Peygamberimiz, Hendek savaşındaki gayret ve hizmetinden dolayı, Selmân-ı Fârisî’ye, “Selmân-ül-Hayr”, “Hayırlı Selmân” buyurdu.
Selmân-ı Fârisî müslüman olup, kölelikten kurtulduktan sonra, geçimini sağlamak için, ince hurma dallarından sepet örüp satardı. Kazancının bir kısmını da fakirlere sadaka verirdi. Resûlullah efendimizin yakınlarından olup, bâzı geceler huzurunda bulunarak bâşbaşa saatlerce sohbetinde kalırdı. Kalbinde Allah ve Resûlullah aşkından başka zerre kadar bir şey bulunmayan Selmân-ı Fârisî (r. anh), dünyâ malı olarak kendisine gelen her şeyi Allah rızâsı içn dağıtırdı. Elinde mal bulundurmazdı. Resûlullah efendimize en yakın olanlardan idi. Hazret-i Âişe buyuruyor ki: “Selmân-ı Fârisî geceleri uzun zaman Resûlullah ile beraber kalır ve sohbetinde bulunurdu. Neredeyse Resûlullah’ın yanında bizden fazla kalırdı. Peygamberimiz; “Allahü teâlâ bana dört kişiyi sevdiğini bildirdi ve bu dört kişiyi sevmemi emretti. Bunlar; Ali, Ebû Zerr-i Gıfârî, Mikdâd ve Selmân-ı Fârisî” buyurdular.
Hazret-i Ebû Bekr devrinde, Medîne’den ve hazret-i Ebû Bekr’in sohbetlerinden bir an ayrılmayan Selmân, hazret-i Ömer zamanında İran fethine katıldı. İslâm ordusunun büyük zaferlere kavuştuğu bu seferlerde Selmân-ı Fârisî’nin (r. anh) çok büyük hizmetleri oldu. İranlı olduğundan, onlar hakkında pek çok malûmat sahibi idi. İranlıları kendi lisanlarıyla dîne davet, ediyor, onlara İslâmiyet’i anlatıyordu. İranlılar savaşlarda fil kullanıyorlardı. Müslümanlar o zamana kadar fil görmedikleri için çok şaşırdılar. Hazret-i Selmân, fillerle nasıl çarpışılacağım ve nasıl öldürüleceğini İslâm askerlerine gösterdi, İran’ın Medâyin şehri alınınca, hazret-i Ömer onu şehre vali tâyin etti. İlmi, basireti, vazifesindeki adaleti ve nezâketi ile Medâyin halkı tarafından çok sevilip sayıldı. Böylece İslâmiyet orada sür’atle yayıldı.
Çok sâde bir hayât süren Selmân-ı Fârisî, hazret-i Osman devrinde hastalandı. Kendisini ziyarete gelen Sa’d bin Ebî Vakkâs’a artık dünyâdan ayrılacağını ve bütün servetinin bir kâse (tas), bir leğen, bir kilim ve bir hasırdan ibaret olduğunu söyledi. Eshâb-ı kiramdan ziyarete gelenler nasîhat isteyince, onlara hasta olduğu hâlde devamlı nasihatte bulundu. 655 (H. 35)’de Medâyin’de vefat etti. Kabri Medâyin yakınlarında, Selmân-ı Pak denilen yerdedir. Türbe ve camisi, Osmanlı sultânı ve Bağdâd fâtihi, Dördüncü Murâd Hân tarafından yeniden inşâ edilmiştir.
Selmân-ı Fârisî, Peygamber efendimizden altmış civarında hadîs-i şerîf rivayet etmiştir. Bunlardan otuz kadarında, Buhârî ve Müslim ittifak edip, kitaplarına almışlardır.
İlim öğrenmeyi çok seven Selmân-ı Fârisî, Resûlullah efendimizden sonra hazret-i Ebû Bekr’in sohbetlerini hiç kaçırmadı. Onun feyz ve bereketlerine ziyadesiyle kavuştu. Onun ilminin durumunu çok iyi bilen hazret-i Ali; “Ona öncekilerin ve sonrakilerin ilmi verilmiştir. Ondaki ilme erişilmez” ve “O, dibi bulunmaz bir deryadır” buyurmuştur.
Öğrendiklerini öğretmek için, büyük gayret sarfeden Selmân-ı Fârisî (r. anh) çok âlim yetiştirdi. Ebû Sa’îd el-Hudrî, İbn-i Abbâs, Evs bin Mâlik, onun talebeleri arasında idi. Ebû Hüreyre ondan hadîs-i şerîf rivayet etmiştir. Tabiînin büyüklerinden ve o zaman Medine’de Fukahâ-i seb’a denilen, yedi büyük âlimden biri olan, Kasım bin Muhammed bin Ebî Bekr de, Selmân-ı Fârisî’nin talebelerinden olup, ders ve sohbetlerinde kemâle gelmiş ve Silsile-i aliyye büyüklerinin dördüncü halkasını teşkil etmiştir.
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Ey
Selmân, hastanın duası kabul olunur. Dua et ve anlıyarak dua yap! Sen dua et,
ben de âmin diyeyim.”
“Ey
Selmân! Kur’ân-ı kerîmi çok oku!”
Selmân-ı Fârisî (r. anh) bir gün yanında misafiri olduğu hâlde, Medâyin’den çıkıp bir yere gidiyorlardı. Yolda karınları acıktı. Yiyecek bir şeyleri de yoktu. Orada geyikler ve kuşlar vardı. Selmân-ı Fârisî (r. anh), bir geyik ile bir kuşu yanına çağırınca, ikisi de geldi. Onlara; “Bu kimse benim misâfirimdir. Sizi ona ikram etmek istiyorum” buyurdu. Geyik ve kuş hiç itiraz etmediler. Onları kesip yediler. O zât bu işe çok şaştı ve; “Ey efendim! Geyik ve kuşu çağırdığınızda hiç kaçmadan yanınıza geldiler, ben buna hayret ettim” dedi. Selmân (r. anh) o zaman; “Bunda hayret edilecek bir şey yok. Bir kimse Allahü teâlâya itaat eder ve hiç günâh işlemezse, her şey ona itaat eder” buyurdu.