İCMÂ’

Edille-i şer’iyye’nin (din bilgilerinin elde edildiği delillerin) üçüncüsü. Lügatte, azm, kasd ve ittifak yâni sözbirliği demektir. Fıkıh usûlü ilminde, Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem vefatından sonra bir asırda bulunan müctehidlerin dînimizdeki bir işin hükmünde birleşmeleri, ictihâdlarının birbirine uygun olmasıdır.

İcmâ’ın hüccet yâni delil olması bu ümmete mahsûs olup, Allahü teâlânın husûsî bir ikram ve ihsanıdır, önceki ümmetlerin müctehidlerinin dînî bir mes’elede ittifakı (sözbirliği) hüccet olmazdı.

İcmâ’ın, dînî bilgilerin elde edildiği delillerden olduğu, Kitâb (Kur’ân-ı kerîm) ve sünnet ile sabittir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde Nisa sûresi yüz on beşinci âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurmaktadır: “Kim doğru yol kendisine besbelli olduktan sonra Peygambere muhalefet eder, mü’minlerin yolundan başkasına tâbi olursa, onu döndüğü o yolda bırakırız. (Âhırette) kendisini Cehennem’e atarız. O, ne kötü bir yerdir.” Mazharî ve Nesefî tefsîrlerinde: “Bu âyet-i kerîme, İcmâ’ın hüccet (delîl) olduğuna, Kitâb ve sünnete muhalefet caiz olmadığı gibi, icmâ’a muhalefetin de caiz olmadığına delâlet eder” buyrulmaktadır. Şöyle ki: Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmede mü’minlerin yolundan (icmâ’dan) başkasına tâbi olmanın, Resûlullah’a sallallahü aleyhi ve sellem muhalefet etmek gibi, Cehennem’e atılmayı îcâbettirdiğini, bu hususta onun derecesinde olduğunu bildirdi. Onun için icmâ da, sünnet gibi hüccet (senet) oldu.

Sünnetten delîle gelince, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Ümmetim, dalâlet üzere birleşmez” ve “Mü’minlerin güzel gördüğü şey, Allah indinde de güzeldir” buyurmuşlardır. Bu hususta daha başka hadîs-i şerîfler de vardır. Bu hadîs-i şerîfler; Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, bu ümmetin sânının büyük olduğunu, hatâ üzere ittifak yapmaktan korunduğunu haber vermiş ve bunu pek açık bir şekilde ifâde etmişlerdir. Böylece müslümanların (müctehidlerin) bir hükümde ittifak etmeleri, hüccet olmuştur.

Usûl-i fıkıh kitablarında, icmâ’ın hüccet olduğuna dâir aklî deliller de bildirilmiştir. Bunlardan biri şöyledir.

Kur’ân-ı kerîm, bütün din bilgilerinin kaynağıdır. Ancak Kur’ân-ı kerîmdeki bilgiler üç kısımdır:

Birinci kısım, Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe anlaşılamaz. Bunlar, sâdece Peygamber efendimize bildirilmiştir. Bu hükümler Kur’ân-ı kerîmden çıkarılıyor ise de, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem tarafından açıklandıkları için bunlara sünnet denir. Bütün müslümanların bunlara tâbi olması lâzımdır.

İkinci kısım hükümler, ilim ve akıl sahiplerinin, âyet-i kerîmelerin ibaresi, işareti, delâleti, mazmunu, iltizâm ve iktizâları ile kolayca anlıyabildikleridir.

Üçüncü kısım ahkâm, açıkça anlaşılamaz, ictihâd ve istinbât yoluyla meydana çıkarılır. Bu hükümler, açıkça anlaşılmadığı için müctehidlerin içtihadına, ihtiyâç hâsıl olmaktadır. Müctehid âlimler, hükümleri açıkça bildirilenlere kıyâs ederek pek çok mes’elenin hükümlerini ortaya çıkarmışlardı. Müctehidlerin bu ictihâdları olmasaydı, yeni ortaya çıkan pek çok hâdisenin hükmü bilinmezdi. Müctehid âlimlerin bu içtihadı, dînî bir delîl olduğu gibi, bu asırda bulunan müctehidlerin ictihâdlarının birbirine uygun olması, yâni icmâda dînî bir delîl olmuştur. İcmâ, ictihâddan (kıyâsdan) daha kıymetli bir delildir.

İşte müctehid âlimler, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere dayanarak ictihâdlar ve icmâ’lar yapmışlar, ortaya koydukları umûmî kaidelerle hâlledilmemiş hiç bir mes’ele bırakmamışlardır. Bütün bunlar, icmâ’ ve kıyâsın zarurî olarak dînî delîllerden olduğunu îcâb ettirmektedir. İslâm dîni Edille-i şer’iyye denen bu dört vesîka yâni senet ile bizlere kadar gelmiştir.

“Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim (Dînin hükümlerini tamamladım) (Mâide sûresi: 3) meâlindeki âyet-i kerîme de, bütün hükümleri Kitâb, sünnet ve bu iki ana kaynaktan doğan icmâ’ ve kıyâs ile bildirilmiş olan bu dîn-i mübînin kemâlini bildirmektedir.

Beş vakit namazın farz oluşu, Kur’ân-ı kerîmin bize kadar nakledilmesi, zinanın haram olması gibi, dinde açıkça belli olan şeyler için ictihâd gerekmediğinden, bunlarda müctehid olmak lâzım değildir. Bu gibi şeylerde müctehid olmayanların icmâ’ı da muteberdir. Bu, onların icmâ’ı olmazsa, bu hükümler sabit olmaz demek değildir. Müctehid olmayanların icmâ’ı ile maksad, âlim olan, olmayan her müslümanın bunları bilmesi ve söz birliği yapmasıdır. Her müslümanın böyle bilgileri öğrenmesi lâzımdır. Bir müslümanın bilip öğrenmediği için bunlara muhalefette bulunması caiz değildir. Çünkü bunlar, zarûriyyât-ı dîniyye’den yâni dînin temel bilgilerinden olup, her müslümanın mutlaka bilmesi lâzımdır.

İctihâd lâzım olan hususlarda yâni Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde hükmü açıkça bildirilmeyen mes’elelerde, icmâ’ın ehli müctehid âlimlerdir. Müctehid olmayanların icmâ’ı muteber değildir. Çünkü müctehid olmayanlar hatâ üzere ittifak yapabilir. Hicrî dördüncü asırdan sonra mutlak müctehid yetişmediği için icmâ’da kalmadı (Bkz. İctihâd). Bu sebeble icmâ’denilince, Eshâb-ı kiram, Tabiîn ve Tebe-i tabiînin icmâ’ının anlaşıldığı İbn-i Âbidîn’de habs bahsinde yazılıdır. Buna göre bir şeyi Eshâb-ı kiram ittifak ile bildirmedi ise, Tâbiîn’in sözbirliği bu şey için icmâ’ olur. Tabiîn de bu şeyi icmâ’ ile bildirmedi ise, Tebe-i tabiînin sözbirliği etmeleri bu hususta icmâ olur. Bu üç asrın âlimleri yâni müctehidleri hadîs-i şerîf ile övülmüşlerdir.

Hazret-i Ebû Bekr. hilâfeti zamanında kendisine bir mes’ele sorulduğunda, önce Allahü teâlânın kitabına bakar orada bildirildiği gibi hükmederdi. Şayet bulamazsa, Resûlullah’dan (sallallahü aleyhi ve sellem) işittiğine yâni sünnete göre cevâb verirdi. O mes’elede bir şey işitmemiş ise, Eshâb-ı kirâm’dan sorup, onların icmâ’ı ile hükm ederdi. Bu yolla da cevâb bulamazsa, ictihâd ederdi.

Hazret-i Ömer ise hilâfeti devrinde Resûlullah efendimiz ve hazret-i Ebû Bekr zamârvmda açıklanmamış mes’elelerin hepsini icmâ’a bağladı. Bunlarda şüphe bırakmadı. Hazret-i Ömer’in icmâ’ hususundaki bu gayreti, kıyamete kadar gelecek İslâm âlimlerini güç durumdan kurtardı. Ehl-i sünnetin temeli, hazret-i Ömer-ül-Fârûk’un söz birliği yaptığı mes’eleler oldu. Dört hak mezhebin (Hanefî, Safî, Mâlikî, Hanbelî) hiç ihtilâf etmeden bildirdiği fıkıh ilmine ait mes’eleler, hazret-i Ömer zamanında icmâ’ olunan mes’elelerdir.

İcmâ’ iki şekilde meydana geliyordu:

1-Bir asırdaki müctehidlerin hepsinin bir mes’elede aynı şeyi söylemeleri veya yapmalarıdır. Bu, söz ile olursa kavlî, hâl ile olursa fiilî adını alır.

Meselâ şirketlerin meşrûiyyeti, Kitâb, sünnet ile olduğu gibi bütün müctehidlerin tatbîkâtı ile de sabittir.

2-Bir mes’elede bir asırda bulunan müctehidlerin bir kısmı hüküm verdiği veya amel ettiği hâlde diğer bir kısmı bu hüküm veya amel kendisine ulaştığı veya üzerinde düşünecek kadar zaman geçtiği hâlde susmalarıdır. Buna sükûtî icmâ’denir. Bu, Hanefî mezhebi usûlüne göre icmâ’dır. Şafiî mezhebi usûlüne göre icmâ’ sayılmamıştır. Bir müctehid, muhalefet ederse icmâ’ meydana gelmez.

İcmâ’ mutlaka bir delîle dayanır. Bu delîl iki kısımda mütâlâa edilir:

1-icmâ’ın delili, haber-i vâhid veya kıyâs olabilir. Bunlar, zannî delillerdir. Bu delîller, üzerinde icmâ’ yapılmakla kuvvet kazanıp kat’îleşirler. Artık delîl, icmâ’ olur. Hüküm icmâ’a nisbet edilir. Bu hüküm icmâ’ ile sabittir denilir. Onun için bu kısımda icmâ’ müstakil delîldir. Bizzat kendisi kat’î hüküm ifâde eder. Böyle yerlerde yapılacak söz birliğine katılma selâhiyetine sâhib olanlar müctehidlerdir. Burada müctehidlerden maksad Ehl-i sünnet olanlardır. Çünkü bid’at ehlinden olmak, ümmet-i kâmileden olmaya mâni olur. Ümmet, lafzı mutlak olarak zikredilince, ümmet-i kâmile, yâni bütün işlerde ve sözlerinde Resûlullah’a tâbi olanlar anlaşılır. Bunlar Ehl-i sünnet vel-cemâat’dır. Ehl-i sünnet’den olmayanların yâni bid’at ehlinin ittifakları icmâ’ olmadığı gibi, muhalefetleri de icmâ’a mâni değildir.

Delîli kıyâs (ictihâd) olan icmâ’a misâl: Irak fethedilince, hazret-i Ömer, menkûl malları gaziler arasında taksim etti. Fakat, araziyi böyle yapmadı. Bunun üzerine Eshâb-ı kirâm’dan (r. anhüm) bâzıları, daha öncekiler gibi Irak arazîsinin de gaziler arasında taksim edilmesini istediler. O zaman hazret-i Ömer, Haşr sûresinin onuncu âyet-i kerîmesini okudu ve; “Bunda sizden sonrakilerin de payı vardır. Eğer bu toprakları aranızda taksim etseydim, sizden sonrakilere hiç pay kalmazdı” buyurdu. Eshâb-ı kiramın hepsi hazret-i Ömer’in bu içtihadında ittifak ettiler. Yâni icmâ’ hâsıl oldu. Hazret-i Ömer, bu toprakların sahiplerine, şahıs başına cizye, topraklarına da haraç vergisi koydu (Bkz. Haraç). İmâm-ı Ebû Yûsuf, hazret-i Ömer’in bu içtihadının daha sonra müslümanlar için büyük hayırlara vesile olduğunu bildirmiştir. İşte burada meydana gelen icmâ’ın delîli, hazret-i Ömer’in içtihadıdır.

Başka bir misâl: Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem vefatından sonra, halîfenin kim olacağı hususunda Eshâb-ı kiram arasında ihtilaf meydana gelince, hazret-i Ömer şöyle buyurdu: “Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem dîninize ait bir işte yâni namazda Ebû Bekr’i seçti. Dünyânıza ait bir işte (halifelikte) ise elbette onun seçilmesine razı olacaktır” buyurarak hazret-i Ebû Bekr’in halifeliğini, namazdaki imâm olmasına kıyâs etmiştir. Eshâb-ı kiram da hazret-i Ömer’in bu içtihadı üzerinde ittifak edip, hazret-i Ebû Bekr’i halîfe seçmişlerdir.

2-İcmâ’ın delili kat’î delil, yâni Kitâb ve sünnet de olabilir. Bir işin hükmü, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf ile sabit olduktan sonra, ayrıca İcmâ’ın meydana gelmesi, bu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin başka bir te’viline imkân ve ihtimâl olmadığını ifâde etmesi bakımından te’kîd ifâde eder. Onun için icmâ’ bu kısımda, müstakil delîl değildir. Çünkü, mes’elenin hükmü icmâ’ olmadan Kitâb ve sünnet ile kat’î olarak sabit olmuştur. Bu sebeble bâzı âlimler; “Ayet-i kerîme ve meşhûr olan hadîsten açıkça anlaşılan hükümde icmâ’a lüzum olmaz. Çünkü bunların kendisi zâten delîldir” buyurmuşlardır. Beş vakit namazın farz oluşu, Kitâb ve sünnet ile sabit olduğu gibi icmâ ile de sabit olması böyledir. İşte bu kısımdaki İcmâ’ın meydana gelmesi için müctehid olmak lâzım değildir. Müctehid olmayanların icmâ’ı da burada muteberdir.

İcmâ’ın kuvvetli olması bakımından dereceleri vardır:

1-Eshâb-ı kiramın (radıyallahü anhüm) açıkça ve her asrın sözbirliği ile haber verilmiş olan icmâ’ları. Kur’ân-ı kerîm ve mütevâtir hadîs gibi kuvvetlidir.

Kur’ân-ı kerîmin Allahü teâlânın kelâmı ve beş vakit namazın farz oluşu gibi dînin temeli olan şeyler böyledir. İnkâr eden kâfir olur.

2-Eshâb-ı kirâm’dan bâzısının icmâ’ edip, bir kısmının sükût ettikleri icmâ’ kat’î delîl ise de inkâr eden kâfir olmaz.

3-Eshâb-ı kiramın ihtilâf etmedikleri bir hükümde sonraki asırların yâni Tabiîn ve Tebe-i tabiîn müctehidlerinin yaptığı icmâlardır. Bunlar meşhûr olan haberler gibidir.

4-Eshâb-ı kiramın bir mes’elede bir kaç kavil (hüküm) üzere ihtilâf edip, sonra gelen asırdaki müctehidlerin bu kavillerden birisi üzerinde yaptıkları icmâ’ olup, haber-i vâhid ile bildirilen hadîs-i şerîf gibidir. Bununla amel vâcib olup ilim (îmân) vâcib değildir. Yalnız bir asırdaki müctehidler, bir mes’elede meselâ üç kavil üzere ihtilâf etmeden, onlardan başka mes’ele dördüncü bir kavlin bâtıl olduğuna dâir icmâ’larını ifâde eder. Bu sebeble, sonra gelenlerin bu ihtilaflı sözlerden birine uymayan hükümleri bâtıl olup, bu sözlerden başka bir söz söylemeleri caiz değildir.

İcmâ’, dînî bir delîl olması itibariyle, bir şeyi neshetmediği gibi, yine herhangi bir şeyle de neshedilmez. Çünkü, nesh, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamanında olur. İcmâ’ ise, vefatından sonra olur. Onun için müellefe-i kulübe zekât verilmesini hazret-i Ömer değil, Peygamber efendimiz nesh etmiştir. Hazret-i Ebû Bekr zamanında Beyt-ül-mâl emini olan hazret-i Ömer, İbn-i Âbidîn’de yazılı âyet-i kerîmeyi ve Kütüb-i sitte’nin hepsinde bulunan Mu’âz hadîs-i şerîfini okuyarak; “Müellefe-i kulûb olanlara zekât verilmesini Resûlullah nesh eylemiştir” dedi. Halîfe ve Eshâb-ı kiramın hepsi bunu kabul ederek; nesh edilmiş olduğunu ve artık bunların hiçbirisine zekât verilmemesi hususunda icmâ’ hâsıl oldu. Bu incelik anlaşılamadığı için bunu hazret-i Ömer’in neshettiğini zannetmektedirler. Müellefe-i kulûb denilen kimselere ödeme yapılması yasak edilmemiş, zekât verilmesi yasak edilmiştir.

İşte Ehl-i sünnet vel-cemâat, İcmâ’ın hem şer’î delîl olduğunu, hem de meydana geldiğini kabul etmiştir. Yapılan bu icmâ’lar zamanımıza kadar gelmiştir. İcmâ’ ile bildirilen mes’eleleri sonra gelen âlimler toplamışlar, kitablarında bildirmişlerdir. Böylece ihtilaflı mes’elelere ve müctehid olmayanların sözlerine icmâ’denilmesini önlemişlerdir.

İcmâ’-ı ümmet, dînin kaynaklarından olması itibariyle, reddedilemez. Reddetmek; dinde noksanlığa ve sapıklığa sebep olur. Nitekim icmâ’ı inkâr ederek Ehl-i sünnetten ayrılanlar olmuştur. Haricîler, Eshâb-ı kiram düşmanları ve mezhepsizler bunlardandır.

İslâmiyet, edille-i şer’iyye denilen; Kitâb (Kur’ân-ı kerîm), sünnet ve bu iki asıldan çıkarılan icmâ’-ı ümmet ve kıyâs ile bize kadar ulaşmıştır. Bunların dışında kalan her şey bid’at ve dinsizliktir.