HİCRET

Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, Allahü teâlânın emri ile 622 senesinde Mekke’den Medine’ye göç etmesi. Lügatte; göç etmek, bir memleketten başka bir memlekete gitmek manasınadır. Hemen hemen bütün peygamberler; îmânlarını korumak ve dinlerinin emirlerini yerine getirmek için hicret etmişlerdir. Bunlardan Lût, Mûsâ, İbrahim ve Îsâ aleyhimüsselâm’ın hicretleri meşhûrdur. Ayrıca Eshâb-ı Kehf’in de Allah yolunda yaptıkları hicret Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiştir.

Son Akabe bî’atıyla Medîne; müslümanlara, huzur bulacakları ve sığınacakları bir yer olmuştu, ikinci Akabe bî’tını duyan Mekkeli müşriklerin tutumları, çok şiddetli ve pek tehlikeli bir hâl almıştı. Müslümanlar için Mekke’de kalmak tahammül edilemeyecek derecede idi. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve selleme durumlarını arz ederek, hicret için müsâade istediler. Bir gün sevgili Peygamberimiz, sevinçli bir hâlde Eshâb-ı kiramın (r. anhüm) yanına gelip; “Sizin hicret edeceğiniz yer bana bildirildi. Orası Yesrib (Medîne)’dir. Oraya hicret ediniz” ve “Orada müslüman kardeşlerinizle birleşin. Allahü teâlâ onları size kardeş yaptı. Yesrib’i (Medîne’yi) size emniyet ve huzur bulacağınız bir yurd kıldı” buyurdu. Resûlullah efendimizin izni ve tavsiyesi üzerine, müslümanlar, Medine’ye birbiri ardınca bölük bölük hicret etmeye başladılar. Peygamber efendimiz, hicret edenlere son derece ihtiyatlı ve tedbirli davranmalarını sıkı sıkıya tenbih ediyordu. Müşriklerin dikkatini çekmemek için küçük kafileler hâlinde yola çıkıyor ve mümkün mertebe gizli hareket ediyorlardı. Neden sonra işin farkına varan müşrikler, hicret için yola çıkan müslümanlardan, görebildiklerini yoldan çevirmeye, kadınları kocalarından ayırmaya, gücü yettiklerini hapse atmaya başladılar ve çeşitli cefâlara tâbi tuttular. Onları dinlerinden döndürmek için her türlü eziyeti yaptılar. Fakat bir iç harbin patlak vermesinden korktukları için, öldürmeye cesaret edemediler. Müslümanlar, buna rağmen her fırsatı değerlendirerek Medîne yollarına düştüler.

Hazret-i Ömer de, bir gün kılıcını kuşandı. Yanına oklarını ve mızrağını alıp herkesin önünde Kabe’yi yedi defa tavaf etti. Oradaki müşriklere, yüksek sesle; “İşte ben de dînimi korumak için Allahü teâlânın yolunda hicret ediyorum. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak, anasını ağlatmak isteyen varsa şu vadinin arkasında önüme çıksın!...” dedi.

Böylece hazret-i Ömer ile yirmi kadar müslüman, güpe gündüz çekinmeden Medine’ye doğru yola çıktılar. Onun korkusundan bu kafileye hiç kimse dokunamadı. Artık göçlerin arkası kesilmiyor; Eshâb-ı kiram bölük bölük Medîne’ye ulaşıyordu.

Bu arada hazret-i Ebû Bekr de hicret için izin istedi. Resûl-i ekrem salallahü aleyhi ve sellem efendimiz; “Sabr et yâ Ebû Bekr! Umarım ki, Allahü teâlâ, seni bana yoldaş eder” buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr; “Anam-babam sana feda olsun! Böyle ihtimâl var mıdır?” diye sorunca, Peygamberimiz; “Evet vardır” buyurarak onu sevindirdiler. Ebû Bekr (r. anh), sekiz yüz dirhem vererek iki deve satın aldı ve o günü beklemeye başladı. Artık Mekke’de; sevgili Peygamberimiz ile hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ali, fakirler, hastalar, ihtiyarlar ve müşriklerin hapse attığı mü’minler kalmıştı.

Diğer taraftan Medîneliler (Ensâr) hicret eden Mekkelileri (Muhacirleri) çok iyi karşılayıp, misafir ettiler. Aralarında kuvvetli bir birlik meydana geldi.

Resûlullah’ın da hicret edip müslümanların başına geçeceği ihtimâliyle, Mekkeli müşrikler telâşa kapılmışlardı. Mühim işleri görüşmek için biraraya geldikleri Dâr-ün-Nedve’de toplandılar, ne yapacaklarını konuşmaya başladılar. Şeytan, Şeyh-i Necdî kılığında yâni ihtiyar bir Necdli şeklinde müşriklerin yanına geldi. Konuşmalarını dinledi. Çeşitli teklifler öne sürüldü. Fakat hiç biri beğenilmedi. Sonra şeytan söze karıştı ve; “Düşündüklerinizin hiç biri çâre olamaz. Çünkü O’ndaki güler yüz ve tatlı dil her tedbiri bozar. Başka çâre düşününüz” diyerek fikrini söyledi. Kureyşin reisi, Ebû Cehl; “Her kabileden kuvvetli bir kimse seçelim. Ellerinde kılıçları ile Muhammed’in üzerine saldırsınlar. Kılıç vurup kanını döksünler. Kimin öldürdüğü belli olmasın. Böylece mecburen diyete razı olurlar. Biz de diyetini verir, sıkıntıdan kurtuluruz” dedi. Şeytan da, bu fikri beğendi ve hararetle teşvik ve tavsiye etti.

Müşrikler bu hazırlık içindeyken Allahü teâlâ, Resûlüne hicret emri verdi. Cebrail aleyhisselâm gelerek, müşriklerin karârını ve o gece yatağında yatmamasını bildirdi. Sevgili Peygamberimiz hazret-i Ali’ye kendi yatağında yatmasını, bıraktığı emânetleri sahiplerine vermesini söyleyerek; “Bu gece yatağımda yat uyu, şu hırkamı da üzerine ört! Korkma, sana hiç bir zarar gelmez” buyurdu. Hazret-i Ali, Peygamber efendimizin emr ettiği şekilde yattı. Habîbullah’ın yerine, hiç korkmadan, kendi nefsini feda etmeye hazırdı.

Hicret gecesi müşrikler, Resûlullah efendimizin saâdethânelerinin etrafını sarmışlardı. Peygamber efendimiz mübarek evlerinden çıktılar. Yâsîn-i şerîf sûresinin başından on âyet-i kerîmeyi okudular ve bir avuç toprak alıp kâfirlerin başına saçtılar. Her kimin başına bu toprakdan değmisse, hepsinin Bedr gazasında öldürüldüğü rivayet edilmiştir. Resûlullah efendimiz sıhhat ve selâmetle aralarından geçip, hazret-i Ebû Bekr’in evine ulaştı. Müşriklerden hiç biri O’nu görememişti.

Bir müddet sonra müşriklerin yanına biri gelip; “Burada ne bekliyorsunuz?” diye sorunca; “Muhammed’in evden çıkmasını” diye cevap verdiler. O gelen; “Yemîn ederim ki, Muhammed aranız-’dan geçip gitti, başınıza da toprak saçtı” dedi. Müşrikler, ellerini başlarına götürdüler. Hakîkaten, başlarında toprak buldular. Derhâl kapıya hücûm edip içeri girdiler. Hazret-i Ali’yi, Resûl aleyhisselâmı yatağında görünce, Resûl-i ekremin nerede olduğunu sordular. Hazret-i Ali; “Bilmem! Beni, O’nun muhafazasına me’mûr mu ettiniz?” dedi. Bunun üzerine hazret-i Ali’yi tartakladılar. Kabe’nin yanında bir müddet hapsedip sonra bıraktılar. Kâfirler, Resûlullah efendimizi bulmak için dışarıya çıkıp aramaya başladılar.

Önce hazret-i Ebû Bekr’in evine giderek, hazret-i Ebû Bekr’in kızı Esmâ’ya (r. anhâ) sordular. Cevâb vermeyince döğdüler. Her yeri aramalarına rağmen, bulamadılar ve çılgına döndüler. En azılıları olan Ebû Cehl, Mekke ve civarında tellâllar bağırtarak, sevgili Peygamberimizi ve hazret-i Ebû Bekr’i bulup getirenlere ve yerlerini bildireceklere 100 deve vermeyi vâd etti. Bu vadi duyan ve mala tamah eden bâzı kimseler silâhlanıp, atlarına binerek aramaya koyuldular.

Resûlullah efendimiz, hazret-i Ebû Bekr’in evini teşrif edip; “Hicret etmeme izin verildi” buyurunca, Ebû Bekr-i Sıddîk (r. anh) heyecanla; “Mübarek ayağınızın tozuna yüzümü süreyim yâ Resûlallah!... Ben de beraber miyim?” diye sorunca, Efendimiz; “Evet!..” buyurdular. Hazret-i Sıddîk, sevincinden ağladı. Gözyaşları arasında; “Anam-babam, canım sana feda olsun yâ Resûlallah! Develer hazır. Hangisini murâd ederseniz, onu kabul buyurunuz” dedi. Âlemlerin sultânı; “Benim olmayan deveye binmem. (Ancak) behâsıyla alırım” buyurdular. Bu kesin emir karşısında mecbur kalan hazret-i Sıddîk, devenin behâsını söyledi.

Hazret-i Ebû Bekr, kılavuzluğu ite meşhûr Abdullah bin Üreykıt’ı çağırıp, yol göstermesi için ücretle tuttu ve develeri üç gün sonra Sevr dağındaki mağaraya getirmesini emretti. Safer ayının 27’sinde Perşembe günü, Peygamber efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddîk (r. anh) yanlarına bir mikdâr yiyecek alarak yola çıktılar. İzleri belli olmasın diye parmaklarına basarak gidiyorlardı. Ebû Bekr (r. anh), Resûlullah’ın çevresinde, bâzan sola, bâzan sağa, öne, arkaya gidiyordu. Peygamberimiz, niçin böyle yaptığını sorunca; “Etraftan gelecek bir tehlikeyi önlemek için. Eğer bir zarar gelirse önce bana gelsin. Canım yüksek zâtınıza feda olsun yâ Resûlallah!” dedi. Server-i âlem efendimiz buyurdular ki: “Yâ Ebâ Bekr! Başına gelecek bir musibetin, benim yerime, senin başına gelmiş olmasını ister misin?” Hazret-i Sıddîk; “Evet yâ Resûlallah! Seni hak dinle, hak peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, gelecek bir musibetin, senin yerine, benim başıma gelmesini isterim” dedi.

Sevgili Peygamberimizin nâlini dar olduğundan, yolda parçalandı ve mübarek ayakları yaralandı, yürüyecek hâli kalmamıştı. Güçlükle dağı çıkıp mağaraya ulaştılar. Kapı önüne geldiklerinde, hazret-i Ebû Bekr; “Allah için yâ Resûlallah, içeri girmeyin! Ben gireyim, orada zararlı bir şey varsa, bana gelsin, mübarek zâtınıza bir keder, bir elem değmesin” dedi ve içeri girdi. İçeriyi süpürüp temizledi. Sağında, solunda irili ufaklı bir çok delikler vardı. Hırkasını parçalayıp, delikleri kapadı, fakat biri açık kaldı. Onu da ökçesi ile kapayıp Resûlullah’ı içeri davet eyledi. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem içeri girdi ve mübarek başını Ebû Bekr’in kucağına koyup uyudu. O zaman, hazret-i Sıddîk’ın ayağını yılan soktu. Resûlullah’ın uyanmaması için sabredip, hiç hareket etmedi. Fakat gözyaşı Resûlullah’ın mübarek yüzüne damlayınca; “Ne oldu yâ Ebâ Bekr?” buyurdular.

Hazret-i Ebû Bekr; “Ayağım ile kapattığım delikten, bir yılan ayağımı soktu” dedi. Resûlullah efendimiz, Ebû Bekr’in (r. anh) yarasına, iyi olması için mübarek ağzının yaşından sürünce, acısı dindi ve şifâ buldu.

Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ve Ebû Bekr-i Sıddîk (r. anh) içerde iken, müşrikler, iz tâkib ede ede mağaranın önüne geldiler. Ağzını bir örümceğin ördüğünü ve iki güvercinin de yuva yaptığını gördüler, iz sürücü Kürz bin Alkame; “İşte burada iz kesildi” dedi. Kâfirler; “Eğer, onlar buraya girselerdi, kapının üzerindeki örümcek ağının bozulması lâzım gelirdi” dediler.

Bâzıları; “Buraya kadar geldik, mağaraya biriniz girsin, baksın!...” deyince, Ümeyye bin Halef kâfiri; “Sizin hiç aklınız yok mu? Üzerinde kat kat örümcek ağı bulunan şu mağarada ne işiniz var? Yemîn ederim ki, bu örümcek; ağını Muhammed doğmadan önce örmüştür” dedi. Müşrikler kapı önünde münâkaşa ederlerken, içerde hazret-i Ebû Bekr endişeye kapıldı ve; “Yâ Resûlallah! Vallahi kendim için tasalanmıyorum. Fakat yüksek zâtınıza bir şey gelmesinden korkuyorum. Ben öldürülürsem bir tek kişiyim, hiç bir şey değişmez. Lâkin size bir zarar gelirse, bütün ümmet helak olur, din yıkılır” dedi. Kâinatın sultânı efendimiz; “Yâ Ebâ Bekr! Üzülme!... Şüphesiz Allahü, teâlâ bizimledir” buyurdu. Ebû Bekr-i Sıddîk (r. anh); “Yâ Resûlallah! Canım sana feda olsun! Onlardan biri, başını eğip baksa bizi görür!” deyince, Efendimiz; “Yâ Ebâ Bekr! İki kişi ki, üçüncüsü Allahü teâlâdır. Üzülme!... Hak teâlâ bizimledir” buyurdu. Müşrikler içeri bakmadan geri döndüler.

Sevgili Peygamberimiz ile hazret-i Ebû Bekr, bu mağarada geceli gündüzlü üç gün kaldılar. Hazret-i Ebû Bekr’in oğlu Abdullah, Mekke’de duydukların!, geceleyin mağaraya gelip haber veriyor, âzâdlı kölesi ve sürülerinin çobanı Âmir bin Füheyre (r. anh) ise, geceleri süt getirip izleri siliyordu.

Sevr mağarasından dördüncü günü ayrılan sevgili Peygamberimiz, Kusvâ adlı devesine bindi. Bir rivayete göre terkisine hazret-i Ebû Bekr’i bindirdi Diğer deveye de Âmir bin Füheyre hazretleri ile yolları iyi bilen Abdullah bin Üreykıt bindiler.

Âlemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, Allahü teâlânın medhettiği, beldelerin en kıymetlisi olan Mekke-i mükerremeden yâni vatanından ayrılıyordu. Devesini Harem-i şerîfe doğru döndürüp, mahzun bir hâlde; “Vallahi! Sen, Allahü teâlânın yarattığı yerlerin en hayırlı, Rabbim katında en sevgili olanısın! Senden çıkarılmamış olsa idim, çıkmazdım. Bana, senden daha güzel, daha sevgili yurt yoktur. Kavmim beni, senden çıkarmamış olsaydı, çıkmaz, senden başka bir yerde yurt, yuva tutmazdım” buyurdular.

Yolculuk sakin geçiyordu. Resûlullah efendimiz ve Ebû Bekr (r. anh), Kudeyd denilen yerde bir çadıra rastladılar. Çadırdaki Ümmü Ma’bed adındaki kadından bir şey satın almak istediler. Zayıf, sütsüz bir koyundan başka bir şeyi olmadığını söyledi, “İzin verirsen onu sağalım” buyurdu. Mübarek eli ile kodunun sırtını okşayıp besmele ile sağdı. O kadar çok süt çıktı ki, bulunanların hepsi bol bol içti ve kapları da doldurdu. Sonra kadının zevci gelip bu mucizeyi işitince, zevcesi ile birlikte müslüman oldular.

Müşrikler, Medine’ye doğru yola çıkan Muhammed aleyhisselâmı ve hazret-i Ebû Bekr’i devamlı arıyorlardı. Bulamadıkları takdirde kendileri için pek büyük bir tehlike baş gösterecekti, çünkü müslümanların bir “İslâm Devleti” kurup, kısa zamanda kendilerini ortadan kaldırabileceklerini düşünüyorlardı. Bu sebeple müşrikler, her şeylerini ortaya koydular. Peygamber efendimizle hazret-i Ebû Bekr’i öldürene veya esir edene; yüz devenin yanı sıra sayısız mal ve para vereceklerini vâd ettiler. Bu haber, Sürâka bin Mâlik’in mensûb olduğu Müdlicoğulları arasında da yayıldı. Sürâka bin Mâlik, iyi iz sürerdi. Bu yüzden, olup bitenlerle yakından ilgilendi. Atına binip koşturmağa başladı. Yoluna devam ederek, nihayet izlerini buldu. Yaklaşınca birbirlerini iyice görebiliyorlardı. Hattâ Sürâka, Peygamber efendimizin okuduğu Kur’ân-ı kerîmi bile işitiyordu. Fakat, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem arkalarına hiç bakmıyorlardı. Hazret-i Ebû Bekr geriye bakınca, Sürâka’yı görüp, telâşa kapıldı. Peygamber efendimiz ona, mağaradaki gibi; “Üzülme, Allahü teâlâ bizimle beraberdir” buyurdu. Sürâka yanlarına gelince, hazret-i Ebû Bekr, ağlamaya başladı. Resûl-i ekrem efendimiz niçin ağladığını sorunca; “Vallahi kendim için ağlamıyorum. Sana bir zarar gelmesinden korktuğum için ağlıyorum” dedi.

Sürâka, Peygamber efendimize saldırabilecek kadar yaklaştı. “Yâ Muhammed! Seni bu gün benden kim koruyacak!” dedi. Server-i âlem efendimiz de; “Beni, Cebbar ve Kahhûr olan Allahü teâlâ korur” diye cevap verdi. O sırada Sürâka’nın atı, iki ön ayaklarıyla dizlerine kadar yere battı. Bundan kurtulup, tekrar saldırmaya teşebbüs edince, atının ayakları yine yere saplandı. Sürâka, atını ne kadar zorladıysa da, bir türlü kurtaramadı. Başka yapacağı hiç bir şey yoktu. Çaresiz kalınca, şefkat ve merhamet sahibi olan Resûlullah efendimize yalvarmaya başladı. Bütün olgunlukları ve iyi ahlâkı kendisinde toplayan, üstün ahlâk ve yaratılış üzere olan Peygamberimiz onun bu dileğini kabul etti. Sürâka; “Yâ Muhammed! Muhafaza olunduğunu anladım. Dua et de kurtulayım. Bundan sonra asla zarar vermem. Senin peşine düşenlere de senden hiç bahsetmeyeceğim” diyordu. Kâinatın efendisi; “Yâ Rabbî! Eğer o sözünde doğru ve samimî ise, atını kurtar” diye dua edince, Allahü teâlâ bu duayı kabul buyurdu. Sürâka bundan sonra sözü üzere geri döndü. Başından geçenleri de karşılaştığı kimselere anlatmadı.

Peygamberimiz, hazret-i Ebû Bekr, Âmir bin Füheyre (r. anh) ve kılavuzları Abdullah bin Üreykıt, hicretin birinci senesi Rebî’ul-evvel ayının sekizinde Pazartesi günü (Milâdî 622 yılı Eylül ayının 20.günü) kuşluk vakti Kuba köy üne ulaştılar. Bu gün, müslümanların Hicrî Şemsî yılının sene başı oldu. Gülsüm bin Hidm (r. anh) isminde bir müslümanın evinde kaldılar. Burada ilk mescidi yaptılar. Kuba vadisinde ilk Cum’a namazını kıldılar ve ilk hutbeyi irâd ettiler. Kuba mescidi, âyet-i kerîmede meâlen; “... Temeli takva üzerine kurulan mescid” (Tevbe sûresi: 108) diye buyrularak medh edildi.

Medîne’ye daha önce hicret eden Eshâb-ı kiram ile Medîneli müslümanlar, Kâinatın sultânının Mekke’den hicret için hareket ettiğini duyunca, teşrifini hararetle ve heyecanla bekliyorlardı. Bu sebeple Medîne-i münevverenin dış semtlerine gözcüler koyup, şehirlerini şereflendirecek olan Efendimizi karşılamak için can atıyorlardı. O’nun muhabbetiyle yananlar, kızgın çölün suya olan hasreti gibi gözlerini ufka dikerek günlerce beklediler. Nihayet “Geliyorlar! Geliyorlar!...” diye bir ses işitildi. Sesi duyanlar, sıcak çölün ortalarına doğru göz gezdirmeğe başladılar. Nihayet onların kızgın çölde güneşin yakıcı sıcaklığına rağmen, büyük bir heybetle kendilerine doğru ilerlediklerini görmüşlerdi. Sevinçle birbirlerine; “Müjde... Müjde!... Resûlullah geliyor!... Peygamberimiz geliyor!... Sevinin ey Medîneliler!... Bayram edin! Habîbullah geliyor!... Baş lâcımız geliyor!...” diyerek bağırmaya başladılar. Bu haber bir anda Medîne-i münevvere sokaklarını doldurdu. Yedisinden yetmişine, yaşlısından hastasına kadar herkes, bu eşi görülmedik sevinçli haberi bekliyorlardı. Bütün Medîneliler en güzel elbiselerini giyerek, sür’atle Âlemlerin efendisini karşılamak için koştular. Tekbir sedaları semâyı çınlatıyor, sevinçten gözyaşları sel gibi akıyordu. Hüzün ve mutluluk dolu bir hava esiyor, Medîne; târihinin en güzel gününü yaşıyordu. Bir tarafta; herkesin Emin lakabıyla tanıdığı, Allahü teâlânın Habîbini öldürmek için üzerine mükâfat koyanlar; diğer tarafta ise O’nu ve arkadaşlarını korumak, bağırlarına basmak ve bu uğurda canlarını feda etmek isteyenler vardı.

Medîneliler bir an önce sevgili Peygamberimizin nurlu cemâlini görmek istiyorlardı. Medîne, Medîne olalı böyle sevinçli, böyle mübarek bir an görmemişti. Bu, o güne kadar yaşanmamış bir bayramdı.

Benzeri görülmemiş ve görülmeyecek olan bu bayramda, çocuklar ve kadınlar şöyle şiirler terennüm ediyorlardı:

Seniyyet-ül-vedâ’dan, Bedr doğdu üstümüze,
Hakka davet ettikçe, şükr vâcib oldu bize.

Sen bize gönderildin, emrullâhı getirdin,
Medîne’ye hoş geldin, şeref verir davetin,

İzzet ikramla dolduk, eskilerden kurtulduk,
Mecde kavuştuk doyduk, ziyandaydık kâr bulduk.

Zulmet gideren ay der, “selâm ehline deyin,
Muhammed’e (aleyhisselâm) uyana, asla zulüm etmeyin.”

Hep birlikte söz verdik, yemin edilen günde,
Doğruluk yolumuzdur, hainlik olmaz dinde.

Vallahi ben unutmam, elemsiz gün hiç yoktu,
Şâhidsin Emn yıldızı, vefan sevgin pek çoktu.

“Hoş geldin yâ Resûlallah!” “Bize buyurun yâ Resûlallah!...” şeklindeki istekler ortalığı çınlatıyordu.

Medîne’nin ileri gelen kimselerinden bâzıları Kusvâ’nın yularından tutup; “Yâ Resûlallah! Bize buyurun...” diyerek istirhamda bulundular. Onlara; “Devemin yularını bırakınız. O me’mûrdur. Kimin evinin önünde çökerse, orada misafir olurum!” buyurdular. Herkeste büyük bir heyecan ve merak başladı. Acaba Kusvâ nereye çökecekti?! Medîne’nin içine doğru Kusvâ ilerliyor, her kapının önünden geçerken ev sahipleri; “Yâ Resûlallah! Bize teşrif ediniz, bize teşrif ediniz!” diye yalvarıyorlardı. Peygamber efendimiz onlara tebessüm buyurarak; “Devenin yolunu açınız! Nereye çökeceği ona buyrulmuştur” diyordu. Kusvâ, nihayet Peygamber efendimizin bu günkü mescid-i şerîfinin kapısının bulunduğu yere çöktü. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem devesinden inmediler. Hayvan tekrar ayağa kalktı, yürümeğe başladı. Eski yere çöktü ve bir daha kalkmadı. Bunun üzerine efendimiz, Kusvâ’nın üzerinden inip; “İnşâallah menzilimiz burasıdır” ve “Burası kimindir?” buyurunca; “Yâ Resûlallah! “Âmr’ın oğulları Süheyl ve Selh’indir” diye cevap verdiler. Bu çocuklar yetim idi. Peygamberimiz; “Akrabalarımızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?” buyurdular. Zîrâ Resûlullah efendimizin dedesi Abdülmuttalib’in annesi, Naccâroğullarından idi. Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensâri hazretleri sevinçle; “Yâ Resûlallah! “Benim evim daha yakındır. İşte şu evim, şu da kapısı” diyerek heyecanla gösterdi. Kusvâ’nın yükünü indirip, Resûlullah efendimizi buyur etti. Medînelî müslümanlar ve Muhacirler, Efendimizin hicretine pek ziyâde sevindiler.

Sevgili Peygamberimizin, bi’setin on üçüncü yılı 12 Rebî’ul-evvel’inde milâdî 622 senesinde Medîne’ye hicreti ile on sene sürecek olan Medîne devri başladı.

Resûlullah efendimizin hicretinin İslâm târihinde büyük ehemmiyeti vardır. Medîne’de İslâmiyet’in kolayca ve sür’atle yayılması sağlanmış, İslâm dîninin merkezi Mekke’den nakledilmiş oldu. Ensâr ve muhacirler bu yeni İslâm merkezinde el ele vererek, İslâm dîninin esaslarına uyarak yeni bir nizâm ve mes’ûd bir hayat kuruyorlardı. Eski sıkıntılı günler geride kalmıştı. Müslümanlar, hürriyet ve emniyet havası içinde Medîne’de bir İslâm Devletî kurmuşlardı. Medîne’deki kabîleler arasındaki kin ve düşmanlık kalkmış, yerini İslâm kardeşliği ve sevgisi almıştı. Müslümanlar hiçretten sonra Medine’de çoğalarak, güçlenip, kuvvetlenmişler, Mekke’yi ve Arabistan yarımadasındaki bir çok beldeleri fethetmişlerdir. Bundan sonradır ki; İslâm orduları, asırlar boyu, dünyânın dört bir yanına bir îmân seli gibi akmışlar, İslâmiyetin nurunu her tarafa yaymışlardır. Böylece İslâm medeniyeti, şirkin, küfrün, zulmün, hakaretin, ilim ve teknikte geri kalmışlığın pençesinde inleyen insanlığı, emniyete, adalete, rahata, huzura ve dünyâ-âhıret seâdetine kavuşturmuştur.

ELBETTE ÖLECEKSİNİZ!

Peygamber efendimizin Kuba’da kıldırdığı ilk Cum’a namazında irâdeyi ediği ilk hutbe şöyledir:

“Ey insanlar! “Âhıret azığı hazırlayınız ve onu, oraya gitmeden önce gönderiniz. Elbette bilirsiniz ki, ölecek ve sürünüzü çobansız bırakacaksınız. Sonra âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâ, arada bir tercüman ve hâcib bulunmaksızın, her birinize; “Sana, Resûlüm gelip buyruklarımı tebliğ etmedi mi? Ben, sana mal verdim, ihsanda bulundum. Sen, bu nimetlerden, kendine âhıret payı ayırdın mı?” buyuracak. O kimse de, sağına soluna bakacak ve hiç bir şey görmeyecek Sonra önüne bakacak ki, orada Cehennem’den başka bir şey görmeyecek!

O hâlde, yarım hurma ile de olsa, Cehennem’den kendisini korumağa gücü yeten, hemen o hayrı işlesin, Onu bulamayan da güzel bir söz ile kendisini korumağa çalışsın. Çünkü, bir iyiliğe, on mislinden yedi yüz misline kadar sevâb verilir. Selâm, Allahü teâlânın rahmet ve bereketleri üzerinize olsun.”

İkinci hutbe: “Allahü teâlâya hamd olsun. O’na hamd eder, O’ndan yardım dilerim. Nefslerimizin şerlerinden ve kötü amellerinden Allahü teâlâya sığınırız!

Allahü teâlânın doğru yola ilettiğini hiç kimse saptıramaz. Saptırdığını da hiç kimse doğru yola iletemez. Şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. O, birdir ve şeriki yoktur.

Sözlerin en güzeli, Allahü teâlânın kitabıdır. Cenâb-ı Hak, kimin kalbini Kur’ân-ı kerîmle süsler ve onu küfürden sonra islâmiyet’e sokar, o da, Kur’ân-ı kerîmi, insanların sözlerine tercih ederse, işte o kimse kurtulmuştur. Doğrusu Kitâbullah, sözlerin en güzeli ve beliğ olanıdır.

Allahü teâlâyı bütün kalbinizle seviniz. Sevdiklerini de seviniz. Cenâb-ı Hakk’ın kelâmından ve zikrinden usanmayınız. Allahü teâlânın kelâmından, kalbinize kasvet ve darlık gelmesin...

Artık, Allahü teâlâya ibâdet ediniz de O’na hiç bir şeyi ortak koşmayınız. O’nu kalbinizle tasdik, dilinizle ikrar ediniz. O’ndan gereği gibi sakınınız. Cenâb-ı Hakk’ın ihsan eylediği rahmetle aranızda sevişiniz. Muhakkak biliniz ki, Allahü teâlâ, ahdinin bozulmasına gazab eder.

Selâm, üzerinize olsun.”