Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin müşriklere karşı Hicret’in beşinci yılında Medîne’de yaptığı müdâfaa muharebesi. Medîne-i münevvere’den sürülen fitne ve fesat kaynağı yahûdî Nâdiroğulları, gruplara ayrılmış, bir kısmı Şam’a, bir kısmı da Hayber’e gitmişlerdi. Fakat kalblerini, islâm’a ve Peygamber efendimize olan kin ve intikam duyguları bürümüştü. Reisleri Huyey, kavminin ileri gelenlerinden yanına topladığı yirmi adamı ile Mekke’ye gitti. Ebû Süfyân ile görüşüp, sevgili Peygamberimizin mübarek vücûdunu ortadan kaldırmak üzere anlaşmaya oturdu. “Bu işi bitirinceye kadar hiç ayrılmadan yanınızda bulunacağız!” dediler. Ebû Süfyân; “Bizim düşmanımıza düşman olanlar, bizim katımızda makbuldür. Fakat, size güvenebilmemiz için, putlarımıza tapmanız lâzım. Ancak bundan sonra samimî olduğunuzu kabul edip, emîn olabiliriz” dedi. Gayelerine kavuşmak için dinlerini dahî veren yahûdîler, putların önünde yerlere kapandılar... Kitaplı kâfir iken, kitapsız oldular. Sevgili Peygamberimizi ortadan kaldırmak ve dîn-i İslâm’ı yıkmak için yemin ettiler.
Müşrikler, derhâl savaş hazırlığına başladılar. Komşu müşrik kabilelere de adamlar gönderdiler. Yahûdîler de çeşitli kabîleleri ikna etmek için harekete geçtiler. Bâzı kabilelere para ve hurma vâd ederek silâhlandırdılar. Müşrikler, Mekke civarından dört bin kişilik büyük bir kuvvet çıkarmıştı. Ebû Süfyân, Dâr-ün-Nedve’de sancak bağlayıp, Osman bin Ebî Talha’ya verdi. Orduda üç yüz at, bol sayıda silâh ve bin beşyüz deve vardı.
Dört bin kişilik müşrik ordusu, Merrazzahrân’a geldiklerinde; “Süleymoğulları, Fezâreoğulları, Gatafanlılar, Mürreoğulları, Esedoğulları gibi pek çok kabileler, altı bin kişilik yardımla müşrik ordusunun sayısını on bine çıkarmıştı. Bu, o zamana göre pek büyük bir kuvvet idi.
Öteden beri Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimir ile dost geçinen Huzâa kabilesi, derhâl Medine’ye haberci göndermiş, on günlük yolu dört günde alan bir süvari, Peygamber efendimize, müşriklerin durumunu teferruatıyla haber vermişti.
İşlerini, Eshâb-ı kiramla istişare ederek yapan sevgili Peygamberimiz, derhâl Sahâbîlerini toplayıp, durumu müzâkere ettiler. Savaşın, nerede ve nasıl yapılması hususunda, her sahâbî teklifini bildirdi. Bu hey’et içinde bulunan Selmân-ı Fârisî hazretleri söz alıp; “Yâ Resûlallah! Bizde bir harb usûlü vardır. Düşmanın, baskın yapma ihtimâlinden korktuğumuz zaman, etrafımıza hendek kazarak savunma yapardık” dedi. Bu usûl, Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kiramın hoşuna gitti ve bu şekilde düşmanla çarpışmağa karar verildi.
Peygamber efendimiz derhâl, Eshâbından bâzılarını alıp, hendeğin nereye kazılması lâzım geldiğini keşf ettiler. Medine’nin güney tarafı bahçelik olup, sık ağaçlarla kaplı idi. Müşriklerin buradan toplu hücûma geçmeleri ihtimâli zayıftı. Sonra buranın müdâfaasını az bir kuvvet başarabilirdi. Doğuda ise andlaşma yapılan Benî Kureyzâ adlı yahûdî kabîlesi bulunuyordu. Bu sebeple müşrikler, ancak batı ve kuzey taraftaki açık araziden hücûma kalkabilirlerdi. Bu taraflardan hendek kazılacak yerler tesbit edildi. Eshâb-ı kiramın herbirine üç metre kadar yer düşüyordu. Herkes hissesine düşen yeri iki adam boyunda (3,5 metre kadar) kazacak, hendek; sür’atle koşan biratin atlayamayacağı kadar genıiş olacaktı. Zaman azdı. Düşman, Mekke’den çıkmış, Medine’ye doğru yürümüştü. Hendeğin en kısa zamanda kazılması lâzımdı.
Sevgili Peygamberimiz, başta bizzat kendisi olmak üzere, kahraman eshâbıyla; “Bismillâhirrahmânirrahîm” diyerek, ilk kazmayı vurdular. Herkes, bütün gayretiyle bir an önce hendeği kazmağa çalışıyordu. Hattâ buna, çocuklar bile iştirak ediyorlardı. Resûlullah efendimize, Sel dağındaki Zübâb tepesi üzerinde bir çadır hazırlandı. Hendekten çıkarılan topraklar zenbillerle bu tepenin etrafına dökülüyor, gelirken de düşmana atmak için Sel dağından taşlar çekiliyordu. Zenbil bulamayanlar, eteklerinde toprak taşıyordu. Sevgili Peygamberimiz de yoruluncaya kadar çalışıyordu. Bu hâli gören Eshâb-ı kiram, gayrete geliyor ve; “Canımız sana feda olsun yâ Resûlallah. Bizim çalışmamız yeter. Sen çalışma, istirahat buyur” demelerine rağmen; “Ben de çalışarak kazandığınız sevaba ortak olmak istiyorum” diye cevap veriyorlardı.
O günlerde hava çok soğuktu. Ayrıca kuraklık ve kıtlık hüküm sürüyordu. Yiyecek bulmak da hayli güçtü. Âlemlerin efendisi dâhil olmak üzere bütün Eshâb-ı kiram müthiş bir açlık içinde bulunuyorlardı. Kendilerini güçlü hissetmeleri için, aç karınlarına taş bağlıyorlar, midelerini sıkıştırarak yemek ihtiyâcını gidermeye çalışıyorlardı.
Hendeği kazma işine başlıyalı altı gün olmuştu. Herkes işini lâyıkıyla bitirmişti. Ancak bir yer, zaman yetmediği için geniş ve derin kazılmamıştı. Peygamber efendimiz burası için endişelerini belirttiler; “Müşrikler, buradan başka bir yerden geçemezler” buyurdular. Buraya nöbetçiler koydular.
Müşrik ordusunun Medine’ye çok yaklaştığı sırada, yahûdî Nâdiroğullarının reisi Huyey, Kureyş ordu kumandanına; “Medine’deki Kureyzâ yahûdîlerinin müslümanlarla andlaşma hâlinde olduklarını, ancak onların reisi Ka’b bin Esed’i aldatıp, kendi saflarına çekebileceğini bildirdi.
Yahûdî Huyey, müşrik ordusundan ayrılıp, gece, Benî Kureyzâ reisi Ka’b’ın evine geldi. Kapıyı çalıp, kendisini tanıttı ve; “Ey Ka’b! Kureyş’in bütün ordusunu, Kinâne ve Gatafanoğulları gibi nice kabileleri on bin kişilik bir ordu hâlinde getirmiş bulunuyorum. Artık Muhammed ve Eshâbı kurtulamayacaktır. Onları tamamen imha edip ortadan kaldırıncaya kadar Kureyşlilerle buradan ayrılmamağa yemin ettik!...” diyerek, Ka’b’ı sonra da diğer yahûdîleri aldattı. Müslümanlarla olan muahedeyi yırttırdı. Böylece’andlaşma bozulmuş oldu.
Huyey, müşrik ordusuna dönüp durumu anlattı. Benî Kureyzâ’nın, müslümanları arkadan vuracaklarını bildirdi.
Yedinci gün, müşrikler on bin kişilik bir ordu ile Medine’nin batı ve kuzey tarafında hendeğin kazıldığı yere gelip, ordugâhlarını kurdular. Hayâllerinden geçirmedikleri hendek engelini görünce, şaşkına döndüler, moralleri bozuldu. Çünkü, hendek iyi bir atın sür’atle koşarak atlayamayacağı genişlikte idi. İçine düşen bir kimse de kolayca çıkamazdı. Hele zırhlı bir kimsenin yukarı tırmanarak çıkması çok zordu.
Müşriklerin geldiğini haber alan sevgili Peygamberimiz, altı gündür durmadan çalışıp yorgun düşen Eshâbını derhâl topladı ve karargâhını Sel dağı eteklerine kurdu. Arkalarında Sel dağı ve Medine bulunuyordu. Önünde hendek ve ötesinde düşman... İbn-i Ümm-i Mektûm, Medine’de Peygamber efendimizin vekili olarak bırakıldı. Üç bin kişilik islâm ordusunun otuz altı süvarisi vardı. Sancakları, Zeyd bin Harise ile Sa’d bin Ubâde hazretleri taşıyordu.
Yine nice kahramanlıklar gösterecek olan Eshâb-ı kiram (r. anhüm), dikkatle düşmanın hareketlerini tâkib etmeğe başladı. Bu sırada, sevgili Peygamberimizin huzuruna hazret-i Ömer’in geldiği görüldü. “Yâ Resûlallah! İşittiğime göre, Kureyzâ yahûdîleri aramızdaki andlaşmayı bozmuşlar ve bize karşı harbe hazırlanıyorlarınış!” dedi. Beklenilmeyen bu habere, Âlemlerin efendisi; “Hasbünallahü ve ni’mel vekil-Allahü teâlâ bize yeter. O, ne güzel vekildir” diyerek mukabelede bulundular. Çok müteessir olmuşlardı. Şimdi islâm ordusu, iki ateş arasında kalmıştı. Kuzey ve batıda müşrik orduları, güney doğuda yahûdîler bulunuyordu.
Kureyş’in önde gelen kumandanları ve Kureyş’le beraber gelen diğer kabilelerin liderleri umûmî taarruza geçmek için bir karar vermeden önce, hendeğin etrafında, geçebilecekleri bir yer araştırmaya başladılar. Hendeği bir baştan öbür başa kadar dolaştılar. Nihayet aceleden yarım kalan dar yerde durup, buradan hücûm etmenin uygun olacağında karar kıldılar. Kureyşli kumandanlar, askerlerine hendeğin dar yerini göstererek; “Buradan kim atlayıp, karşıya geçebilir?” deyince, içlerinden beş süvari ayrıldı. Bunlar teke tek vuruşmak üzere hendeğin diğer tarafına geçeceklerdi. Şanlı Eshâb-ı kiram ve müşrik askerleri merakla bu beş atlının hareketlerini tâkib etmeye başladılar. Süvariler hız almak için geriye çekildiler. Sonra atlarının başını hendeğin en dar yerine çevirip, hızlandırdılar. Dört nala koşan beş cins at, bir sıçramada hendeğin diğer tarafına geçmeyi başardılar. Onu pek çok süvari tâkib etmek istedi ise de başaramayıp, hendeğin öbür tarafında kaldılar. Bu geçenler içinde Amr bin Abd adında çok güçlü, tepeden tırnağa kadar zırh giymiş, heybetli bir kimse vardı. Görünüşte kalblere korku salan bu adam, mücâhidlere karşı; “Benimle çarpışabilecek bir kimse varsa meydana çıksın!...” diye bağırdı.
Bu sırada hazret-i Ali’nin, sevgili Peygamberimizin huzuruna çıkarak; “Canım sana feda olsun yâ Resûlallah! Onunla ben çarpışayım” diyerek izin istediği görüldü. Üzerinde zırhı dahî yoktu. Eshâb-ı kiram, ona gıbta ile bakıyordu. Sevgili Peygamberimiz, kendi mübarek zırhını çıkarıp, hazret-i Ali’yi giydirdiler. Kılıcını ona kuşattılar. Mübarek başlarından sarığını çıkarıp, onun başına bizzat kendi elleriyle sardılar. Sonra da; “Allah’ım! Bedr gazasında amcam oğlu Ubeyde, Uhud gazasında amcam Hamzâ şehid oldular. Yanımda kardeşim ve amcam oğlu olan Ali kaldı. Sen onu muhafaza eyle. Ona yardımını ihsan eyle. Beni yalnız başıma bırakma!” diyerek dua etti. Eshâb-ı kiram “Âmîn!” dediler.
Dualar ve tekbirler arasında yaya olarak ilerleyen Allahü teâlânın aslanı, atının üzerinde, bir heyula gibi duran Amr bin Abd’ın karşısına dikildi. Gözlerinden başka her tarafı zırhlarla kaplı olan Amr, bu kahramanı tanıyamadı ve kim olduğunu sordu. O da; “Ben, Ali bin Ebî Tâlib’im” diyerek kendini tanıtınca, Amr; “Ey kardeşimin oğlu! Baban, benim dostumdur. Bu sebeple senin kanını dökmek istemem. Benim karşıma çıkacak amcalarından biri yok mu?” diyerek güya acıdı. Hazret-i Ali ise; “Ey Amr! Vallahi, ben senin kanını dökmek isterim. Yalnız ikimizin de eşit durumda olması lâzım gelmez mi? Yiğitliğin sânına da bu yakışmaz mı? Hâlbuki, ben yayayım, sen ise atlısın!...” diyerek onu tahrik etti. Bunu işiten Amr’ın, yiğitlik damarı kabarıp derhâl atından indi ve atının bacaklarını kılıçla doğradıktan sonra, hiddetle hazret-i Ali’nin karşısına geçti. Hamle yapmak üzere iken, Allahü teâlânın aslanı; “Ey Amr! İşittim ki, sen Kureyş’den bir kimse ile karşılaştığında, onun iki dileğinden birisini yerine getireceğine yemîn etmişsin. Bu doğru mu?” diye sordu. O da; “Evet doğrudur” diye cevap verince, bu defa; “O hâlde, birinci isteğim, senin, Allahü teâlâ ve Resûlüne îmân edip, müslüman olmandır!” diyerek îmâna davet etti. Bunu duyan Amr, kızdı ve; “Geç bunu! Bu bana lâzım değil!” dedi. Hazret-i Ali; “İkinci isteğim, çarpışmayı bırakıp, Mekke’ye dönmendir. Zîrâ Resûl aleyhisselâm, düşmana gâlib gelirse, sen bu hareketinle O’na yardım etmiş olursun!...” dedi. Amr;
“Bunu da geç! Ben intikam almadıkça, koku sürünmeyeceğime yemîn ettim. Başka bir dileğin varsa onu söyle!” deyince, hazret-i Ali; “Ey Allahü teâlânın düşmanı! Artık seninle çarpışmaktan başka bir şey kalmadı!” dedi. Amr, bu sözlere gülüp; “Hayret doğrusu! Arab diyarında karşıma çıkabilecek bir yiğidin olduğu, hatırımdan geçmezdi! Ey kardeşimin oğlu! Yemîn ederim ki, ben seni öldürmek istemem. Zîrâ, baban, benim dostumdu. Ben karşıma, Kureyş eşrafından Ebû Bekr gibi, Ömer gibi bir kimse isterdim” dedi. Hazret-i Ali; “Öyle olsa da, ben seni öldürmek için buraya çıktım” deyince, Amr’ın kanı başına sıçradı. Kılıcını kaldırması ile indirmesi bir oldu. Böyle bir şeyi bekleyen Allahü teâlânın aslanı, şimşek gibi yana sıçrayıp, hamleyi kalkanıyla karşıladı. Fakat, Amr, bunun gibi nice kalkanlar parçalamıştı. Onun vuruşuna en güçlü kalkanlar bile dayanamazdı. Nitekim, şimdi de öyle oldu. Hazret-i Ali’nin kalkanı parçalandı, ayrıca kılıç, başını sıyırıp yaraladı. Hamle sırası hazret-i Ali’ye gelmişti; “Yâ Allah!” diyerek Zülfikâr’ı, Amr’ın boynuna indirdi. İndirmesi ile islâm ordusunda; “Allahü ekber!” sadâları; küffâr ordusunda feryâdlar yükselmeye başladı. Ençok güvendikleri Amr’ın yere serildiğini gören arkadaşları, derhâl hazret-i Ali’ye saldırdılar. Bunu gören Eshâb-ı kiram, oraya koştular. Zübeyr bin Avvâm (r. anh), Nevfel bin Abdullah’ı yaralayıp, atıyla birlikte hendeğe düşürdü. Hazret-i Ali, hendeğe inip Nevfel’i gerektiği şekilde cezalandırdı. Diğerleri hendeği zor geçip geriye kaçtılar. Müşrik ordusu baş kumandanı ise, daha harbin başında büyük bir ümitsizliğe düşmüştü.
Artık harbin şekli tâyin olmuştu. Hendek, göğüs göğüse çarpışmayı engelliyordu. Ok atışlarıyla birbirlerine zayiat vermeye uğraştılar. Bu hareket, netîceyi uzatmaktan başka bir işe yaramıyordu. Müşrikler, bu şekilde galip gelemiyeceklerini anlayıp, hendeğin her tarafından hücûma geçmenin daha uygun olacağına karar verdiler ve saldırıya geçtiler. On bin kişilik koca düşman ordusu, hendeği geçmek için uğraşıyor, üç bin kişilik şanlı islâm ordusu ise, okla, tasla onları geçirmemeğe gayret ediyordu. Akşama kadar süren müthiş bir mücâdele başlamıştı.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, gece, hendeğin çeşitli yerlerine nöbetçiler yerleştirdi. Kendisi de dar olan yerde nöbet tutmağa başladı. Medine’ye yüz kişilik bir devriye kuvveti göndererek, sokaklarda yüksek sesle tekbir getirmelerini emretti. Böylece yahûdîlerden veya Kureyş müşriklerinden gelecek bir tehlike zamanında önlenecek, kadınlar ve çocuklar korunacaktı.
Kureyzâ yahûdîleri ise, Huyey bin Ahtâb’ı müşriklere gönderip, gece baskınları yapmak üzere iki bin kişilik bir kuvvet istediler. Geceleri, savunmasız kalan kadın ve çocuklara saldıracaklardı. Fakat mücâhidlerin sabahlara kadar devriye gezmeleri; “Allahü ekber” nidalarıyla tekbir getirmeleri, kalblerine büyük bir korku salmıştı. Kalelerine çekilip, fırsat beklemeğe başladılar. Zaman zaman küçük gruplar hâlinde Medine’ye girmeğe çalıştılar.
Harp, sabahleyin yine aynı şiddetle devam etti. Âlemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, şanlı Eshâbına; “Varlığım yed-i kudretinde bulunan Allahü teâlâya yemin ederim ki, karşılaştığımız sıkıntılar, üzerinizden muhakkak kaldırılacak ve sizler feraha çıkarılacaksınız” buyurarak, onlara sabretmelerini tavsiye etti ve zaferin, inananlara ait olacağını müjdeledi.
Müşrik ordusu, bir an önce neticeye varmak için bütün gücünü harcıyor, fakat şerefli sahâbîlerin kahramanca müdâfaaları karşısında, hiç bir varlık gösteremiyordu. En çok hücûma uğrayan yer, dar geçit idi. Sevgili Peygamberimiz, buradan ayrılmıyor, Eshâbını savaşa teşvik ediyordu. Peygamber efendimizin yanı başıda harb etmek şerefine kavuşmak isteyen Eshâb-ı kiram, gaza meydanında görülmemiş kahramanlıklar gösteriyorlardı.
Müşrikler, islâm’ı tamamen ortadan kaldırmak için yaptıkları bu mücâdelelerinden sonra, müslümanların gündüz mağlûb edilemeyeceğini anladılar. Onlara göre tek çâre, aynı şiddette gece baskınları tertiplemekti. Müslümanlar ancak bu şekilde yenilebilirdi. Bu kararlarını hemen tatbikata koyup, yahûdî Kureyzâoğullarıyla birlikte gece baskınları yapmaya başladılar. Askerlerini gruplara ayıran müşrikler, sıra ile hücûma geçiyorlardı. Bu hal günlerce devam etti. Başta sevgili Peygamberimiz ve kahraman Eshâb-ı kiram; aç, uykusuz, yorgun oldukları hâlde müdâfaaya devam ettiler. Hiç bir düşman askerini hendekten bu tarafa geçirmediler. Canla başla yapılan bu müdâfaa, daha önce yapılan bütün gazalardan daha korkulu, daha şiddetli, daha sıkıntılı ve daha zahmetli idi.
Günlerdir çarpışmakta olan müşriklerde, yiyecek sıkıntısı baş göstermeye başladı. At ve develeri de yerde bir tutam ot bulamadıkları için, ölmeğe başlamıştı.
Kâinatın sultânı sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, bir aya yakın devam eden bu şiddetli çarpışmada, pek güç durumlarda kalan kahraman Eshâbına acıyor, onlara, babalarından kat katfazla şefkat gösteriyordu. Şanlı Eshâbının gösterdiği bu insan üstü gayretlere karşı, kendisi mübarek alnını toprağa koyuyor, onlar için Allahü teâlâya şöyle yalvarıyordu: “Ey darda kalanların imdâdlarına yetişen! Ey muhtaç ve çaresiz kalmışların duasına icabet eden Allah’ım! Benim ve Eshâbımın hâllerini muhakkak görüyor ve biliyorsun. Yâ Rabbî! Sen, küffârı münhezim kıl (hezîmete uğrat), içlerine tefrika düşür ve onlara karşı bize nusret ver, zafer ihsan eyle!...” Sevgili Peygamberimiz bu duasını, son günlerde sık sık tekrarlıyordu.
Peygamber efendimize, Cebrail aleyhisselâm gelip; Allahü teâlânın, müşrikleri kasırga ile perişan edeceğini müjdeledi. Bunun üzerine Âlemlerin efendisi, mübarek dizleri üzerine gelip, mübarek ellerini uzatarak; “Allah’ım! Bana ve Eshâbıma acıdığından dolayı sana şükrederim” diyerek, Allahü teâlâya şükranlarını arzettıler. Sonra kahraman Eshâbına müjde verdiler.
O gece Cumartesi gecesi idi. Ortalığı müthiş bir karanlık kaplamış, göz gözü görmüyordu. Derken şiddetli bir ayaz ve arkasından çok kuvvetli bir rüzgâr esmeye başladı. Müşriklerin kap-kacakları devriliyor, ateşleri ve ışıkları sönüyor, çadırları başlarına yıkılıyordu. Bir ara, müşrik ordusunun kumandanı Ebû Süfyân ayağa kalkıp; “Ey Kureyşliler! Siz durulacak bir yerde değilsiniz. Atlar, develer kırılmağa başladı. Kıtlık her tarafı sardı. Rüzgârdan başımıza gelenleri görüyorsunuz. Hemen göç edip gidiniz! İşte ben gidiyorum!” diyerek devesine bindi. Müşrik ordusu perişan bir hâlde toplanıp, Mekke’ye doğru hareket etti. Üzerlerine kum ve çakıl yağıyordu.
Kureyş müşrikleri, karargâhlarını terkedip kaçınca, onlara uyup gelen diğer müşrik kabileler de, unutamayacakları çok büyük bir mağlûbiyetin keder ve üzüntüsüne boğularak, Medine’yi terkettiler. Onlar bu hezimete uğrarken, Kâinatın efendisi sallallahü aleyhi ve sellem ve şanlı Eshâbı radıyallahü anhüm, Allahü teâlâya şükür secdesine kapanıyorlar, hamd edip, şükranlarını arzediyorlardı. Mücâhidler; “Allahü ekber!” sadâları arasında, nurlu Medine’nin yolunu tuttular. Medine sokakları, bir anda çocukların istilâsına uğramış, Kâinatın sultânını ve mübarek babalarını, amcalarını, dayılarını, ağabeylerini karşılamaya çıkmışlardı. Peygamber efendimiz de, tebessüm buyurarak onlara karşılık veriyordu.
Hendek gazasında altı şehîd verilmişti... Bu gaza hakkında Allahü teâlâ. âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki: “Allahü teâlâ (Hendek savaşındaki) o kâfirleri, hiç bir hayra, zafere kavuşamadıkları hâlde, öfkeleriyle geri çevirdi. Böylece Allahü teâlâ, (melekler ve rüzgâr ile) muharebede (muvaffak olmaları için), mü’minlere kâfi oldu. Allahü teâlânın her şeye gücü yeter. O, her şeye gâlibdir.” (Ahzâb sûresi: 25) “Ey îmân edenler! Allahü teâlânın üzerinizdeki nimetlerini hatırlayınız. Hani size (Hendek savaşında) ordular saldırmıştı da, biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz (meleklerden) ordular göndermiştik...” (Ahzâb sûresi: 9) Bu savaştan sonra sevgili Peygamberimiz; “Artık nöbet sizindir. Bundan sonra Kureyş sizin üzerinize gelemez” buyurdular.
Selmân-ı Fârisî hazretleri çok iyi hendek kazar, tek başına on kişinin yaptığı işi yapardı. O da arkadaşları ile kendisine ayrılan yeri kazarlarken, çok sert ve büyük, beyaz bir kaya ile karşılaştılar. Kırmak için çok uğraştılar. Fakat bütün emekleri boşa gitti. Üstelik balyozları, kazma ve kürekleri de kırılmıştı. Hazret-i Selman, sevgili Peygamberimizin huzuruna varıp: “Anam-babam, canım sana feda olsun yâ Resûlallah! Hendeği kazarken sert bir kayaya rastladık. Demirden yapılmış bütün âletlerimiz kırıldığı hâlde, yerinden bile oynatamadık” diyerek, durumu arzetti. Habîb-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, saadetle oraya gelip balyoz istediler. Orada bulunan Eshâb-ı kiram da netîceyi merakla bekliyorlardı. Nebilerin sultânı efendimiz, aşağı indiler. “Bismillâhirrahmânirrahîm” diyerek, balyozu kaldırıp, kayaya öyle bir vurdular ki, bu çarpmadan, Medine’yi aydınlatan bir şimşek çaktı ve kayadan bir parça koptu. Resûl-i ekrem efendimiz: “Allahü ekber!” diyerek tekbîr getirdiler. Bunu işiten Eshâb da tekbîr getirdi. Sonra ikinci defa balyozu vurdular. Yine her tarafı aydınlatan bir şimşek!... Ve kayadan kopan parçalar... Sevgili Peygamberimiz yine: “Allahü ekber” diyerek tekbîr getirdiler. Bunu Eshâb-ı kiram tâkib eni. Balyoz üçüncü defa indiğinde, her tarafı aydınlatan bir şimşek daha çakmış ve kaya parça parça olmuştu. Âlemlerin efendisi yine: “Allahü ekber!” diyerek tekbîr getirdi. Şerefli Eshâbı da O’na uydu.
Hazret-i Selman. elini uzattı. Sevgili Peygamberimiz yukarı çıktılar. Selmân-ı Fârisî: “Anam-babam. canım sana feda olsun yâ Resûlallah! Ömrümde hiç görmediğim bir şeyi şimdi gördüm. Bunun hikmeti nedir?” deyince, Peygamber efendimiz, Eshâbına dönüp; “Selmân’ın gördüğünü sizler de gördünüz mü?” buyurdular. Onlar da; “Evet yâ Resûlallah! Balyozu kayaya vurduğunuz zaman, şiddetli bir şimşeğin çaktığını gördük. Sen tekbîr getirince, biz de tekbir getirdik dediler. Peygamber efendimiz de; “önceki darbenin ışığında kisrânın (Medâyin’deki) köşkleri bana göründü, Cebrail (aleyhisselâm) gelip; “Ümmetin, o beldelere sâhib olurlar” diye haber verdi. İkinci darbede Rum vilâyetinin (Şam’ın) kızıl köşkleri göründü. Cebrail (aleyhisselâm) gelip: “Ümmetin, o diyara da sâhib olur” dedi. Üçüncüsünde, San’a’nın (Yemenin) köşkleri göründü. Cebrail (aleyhisselâm); “O yere de ümmetin mâlik olur” diye haber verdi” buyurdu.
Sonra Kâinatın sultânı, Acem kisrâsının Medâyin’deki sarayını tarif edince, oralı olan hazret-i Selman; “Canım sana feda olsun yâ Resûlallah! Seni, hak din ve Kitâb’la gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, o köşkler aynen anlattığınız gibidir. Senin. Allahü teâlânın Resûlü olduğuna şehâdet ederim” dedi. Peygamber efendimiz; “Ey Selman! Şam. muhakkak feth edilecektir. Herakliüs. memleketinin en ücra yerine kaçacaktır. Siz. Şam’ın her tarafına hâkim olacaksınız. Size. hiç kimse karşı koyamayacaktır. Yemen, muhakkak feth edilecektir. Şu “Diyar-ı Meşrık”de muhakkak feth edilecek ve kisrâ öldürülecektir. Allahü teâlâ bu fethleri benden sonra size nasîb edecektir” buyurdular.