GAZA

İnsanların İslâmiyet’i işitmeleri, müslüman olmakla şereflenmeleri; yâhud müslümanların: dînine, vatanına ve namusuna tecâvüz eden düşmanı def etmeleri için yapılan muharebe. Gaza, lügatte; harb maksadıyla düşmana yönelmek, sefere çıkmak, gayr-i müslimler ile çarpışmak anlamına gelmektedir. Müfredi (tekili) gazve, cem’i yâni çoğulu gazevât’dır. Cihâd da aynı mânâda kullanılır. Gazaya, ya bedenle katılarak yâhud mal ile veya görüşü ile yardım ederek, yâhud yaralıların tedavisine bakarak veya ordunun yiyecek ve içeceklerini hazırlamak gibi elden gelen gayret gösterilerek iştirak edilir. Orduya maddî yollarla yardım yapıldığı gibi dua ile de yardım edilir. Hattâ İmâm-ı Rabbânî (r. aleyh) şöyle buyurmaktadır: “Dua ordusunun askerleri, gaza ordusunun askerlerinden daha ehemmiyetlidir, onların ruhu durumundadır. Bu sebeple Resûlullah efendimiz, askerî ordusu olduğu hâlde, muhacirlerin fakirlerini vesîle ederek dua buyururlardı.”

Gazadan selâmetle çıkana gâzî ve mücâhid denir. Ölen şehîd olup, yüksek derecelere kavuşur. Cihâd, zamana ve şartlara göre değişik olmaktadır. Bu sebeble, mal, kalem, söz ve başka vâsıtalarla da yapılabilmektedir. Ribaf da cihâddır. Ribat; düşman sınırında nöbet bekleyip müslümanları korumaktır. Sınırı koruyan kimsenin bir vakit namazının beş yüz vakit namaza müsâvî olduğu sahîh hadîs-i şerîfde bildirilmiştir.

Gaza, farz-ı kifâyedir. Müslümanların bir kısmı bu farzı yerine getirince, diğerlerinden düşer, günahkâr olmazlar. Kimse yerine getirmezse, bütün müslümanlar günahkâr olur. Çocuğa, kadına, köleye, kör, topal, el ve ayağı kesilmiş olana gaza (cihâd) farz değildir Düşman, bir İslâm beldesine hücûm eder, umûmî seferberlik îlân edilirse, eli silâh tutan herkesin harbe iştirak etmesi farz-ı ayn olur.

İslâmiyet’te gaza; ülkeler fethetmek, başka memleketlere hâkimiyet kurmak, kuru kavga ve doğuş, memleketleri yıkmak, insanları öldürmek olmayıp; islâm’a davetle, insanların ebedî saadete kavuşmalarına vesile olmak, insanlara islâmiyet’i tanıtarak kendiliklerinden seve seve müslüman olmalarına çalışmak demektir. Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kiram (r. anhüm), hakîkî müslüman olan İslâm devletleri, meselâ Osmanlılar hep böyle gaza ve cihâd ettiler. Güçsüz, savunmasız insanlara saldırmadılar. Bu insanlar, islâmiyet’in ulaştırılmasına, tanıtılmasına mâni olan islâm düşmanı diktatörlerle, krallarla ve islâmiyet’i içinden yıkmak isteyen İslâm’ın iç düşmanları ile, bid’at sahipleri ile harb ederek bunları yok ettiler. Bunların esareti altında inleyen insanları kurtararak hürriyete kavuşturdular. Onlara islâmiyet’i doğru olarak öğretip, seve seve hakîkî müslüman olmalarına, ebedî saadete kavuşmalarına sebeb oldular.

İslâmiyet sulhu esas almıştır. Sulh içerisinde yaşamak mümkünse harbe gidilmez. Bu sebeble usûlü fıkhda; harb etmek, bizâtihî güzel görülmemiş, başka sebeble insanları islâm’a davet etmek müslümanlıkla şereflenmelerine vesîle olduğu için güzel görülmüştür. Çünkü cemiyetler, milletler; zaman zaman zâlim ve insaniyetten uzak diktatörlerin yüzünden, hak ve hakikati görmekten, yaratılışlarındaki hikmetin Allahü teâlâya kulluk olduğunu idrâk etmekten mahrum edilmişlerdir. İşte haksız tecâvüzleri def edip, insanların ebedî saadete kavuşmalarını te’min için, cihâd meşru olmuştur. Ayrıca müslümanların malına, canına göz diken ve saldırmaları kuvvetle beklenenlerin bu tecâvüzlerine mâni olmak için harb sahasına ilk evvel atılmak da müslümanlar için bir vecîbe olmaktadır.

Gaza yapabilmek için, müslümanların, kâfirlerde buluran harb vâsıtalarının hepsini yapmaları ve kullanabilmeleri farz-ı kifâyedir. Ancak, İslâm’da kuvvet hazırlamak, mümkün olduğu kadar mükemmel harb vâsıtaları yapmak, mutlaka harb yapmak maksadı ile değildir. Bilâkis, görünen görünmeyen, bilinen bilinmeyen düşmanların cesaret ve cür’etlerini kırıp, harb gibi bir tehlikenin meydana gelmesine mâni olmak, sulhun devamını sağlamaktır. Nitekim Enfâl sûresi 60.âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: (Ey mü’minler!) Cihâd için gücünüzün yettiği en mükemmel harb vâsıtalarını yapınız. Bağlanıp, beslenen atlar hazırlayınız. Bununla (bu hazırlanma ile) Allah’ın ve sizin düşmanlarınızı (Mekke kâfirlerini) ve bunlardan başka sizin bilmeyip, Allah’ın bildiği diğer düşmanlarınızı (hıristiyan, yahûdî, mecûsî)da korkutursunuz. Allah yolunda ne sarfederseniz ecri eksiksiz ödenir ve siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.”

İslâmiyet’te gaza yâni cihâd emri, tedrîcî olarak yâni yavaş yavaş altı safhada geldi, şöyle ki:

1-İslâmiyet’in başlangıcında, Resûlullah efendimiz tebliğ ve müşriklerden yüz çevirmek, onlarla karşılaşmamak, onlardan uzak kalmak, onlara yumuşak davranmak ile emr olundu. Hicr sûresinin 94. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyruldu: (Ey Muhammed!) Emrolunduğun şeyi açıkça bildir. Müşriklerden yüz çevir (sözlerine aldırış etme) ve yine bu sûrenin 85. âyet-i kerîmesinde meâlen: (Ey Muhammed! Kâfirlere karşı) hilm ile (yumuşaklıkla, hoş) muamele eyle (intikam almakta acele etme) buyruldu.

2-İkinci olarak; kâfirlere yumuşak ve güzel sözlerle İslâmiyet’i bildirmek, Ehl-i kitab denilen yahûdîlere, Hıristiyanlara yumuşak, güzel karşılık vermek, kâfirlerle en güzel şekilde mücâdele etmek emredildi. Nitekim Nahl sûresi 125. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: (Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna (İslâm dînine) hikmetle güzel mev’ize (Kur’ân-ı kerîmin mev’izeleri veya yumuşak ve nâzik söylemek) ile davet et. Onlara en güzel mücâdele şekli (nefsi ve şeytanın vesvesesini karıştırmadan, sırf Allah için, O’nun ism-i şerîfini yüceltmek, îmânı yaymak için yumuşak muamele) ile mücâdele et.” Ankebût sûresi 46. âyet-i kerîmesinde de; “Ehli kitab ile ancak en güzel şekil ile (sertlik ve kabalıklarına yumuşaklıkla; gazablarına, hilm ile; münâkaşa ve gürültülerine nasihat ile mukabele etmek sureti ile) mücâdele edin” buyruldu.

3-Müşriklerin zulmüne uğramaları sebebiyle mü’minlere, onlara karşı harbe izin verildi. Fakat bu vâcib değildi. Nitekim Hac sûresi 39. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Kendilerine savaş açılan mü’minlere, zulmedilmeleri sebebiyle (kâfirlere karşı savaş için) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, mü’minlere zafer vermeğe kadirdir.”

4-Müşrikler önce harbe başlarsa, mü’minler de onlarla harb etmekle emrolundular. Nitekim Bekara sûresi 191. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyruldu: (Mescid-i haram yanında) onlar sizi öldürürse siz de onları öldürün.”

Yine Tevbe sûresinin 36. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Müşrikler sizinle topyekün harb ettikleri gibi, siz de onlarla topyekün harb edin.”

5-Medîne’de İslâm devleti teşekkül edince, dört aydan başka zamanlarda harb ediniz emri geldi. Tevbe sûresinin beşinci âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: “O haram olan aylar (Receb, Zilkade, Zilhicce, Muharrem) çıktığında artık o müşrikleri, nerede bulursanız öldürün; esir edin, hapsedin. Her yerde oturup, onların yollarını bağlayın ki, beldelere dağılmasınlar...”

6-Devletin, ordunun herzaman kâfirlerle harb etmesi emrolundu. Bekara sûresi 244. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyruldu: “Allah yolunda düşmanla harb edin! Bilin ki, muhakkak Allah (sözlerinizi) işitici, (kalblerinizi) bilicidir.”

Eskiden müslümanların, kâfirlerle cihâd edebilmesi için şu üç şartın bulunmasına dikkat edilirdi: 1-Kâfirlerin, İslâmiyet’i kabulden kaçınması, 2-Müslümanlarla aralarında sulh olmaması, 3-Müslümanlarda da muharebe için kâfi mikdârda kuvvet ve silâh bulunması.

Müslüman devletlerde gaza ile ilgili şu hususa dikkat edilirdi, Andlaşma yapılan kâfirlere ansızın hücûm edilmez.

Önce andlaşmanın bozulduğu haber verilir.

Kâfirlere karşı muharebeye giderken önce niyet düzeltilir. Niyet: Allahü teâlânın ism-i şerîfini, yüce dînini yaymak, yükseltmek, insanlara ulaştırmak, insanları küfürden, cehaletten kurtarıp, îmâna, ebedî seâdete kavuşturmak olmalıdır. Yoksa, adam öldürmek, can yakmak, mal toplamak niyeti ile muharebeye gidilmez. Çünkü cihâd; kâfirleri zorla küfürden kurtarmak demektir. Başka şeylere niyet eden, cihâd sevabından mahrum kalır.

Bir hadîs-i şerîfde; “Bir kimse cihâd ederek yâhud sınır boyunda muhafız iken ölürse, onun etini, kanını yerin yemesi haram olup, cesedi çürümez. Anasından doğduğu gün gibi günâhlarından çıkmadıkça, Cennet’teki yerini ve hurilerden olan zevcesini görmedikçe, akrabasından yetmiş kimseye şefaat etmedikçe, o kimse dünyâdan çıkmaz. Sınır boyundaki muhafızlık sevabı kıyamete kadar devam eder” buyrulmuştur. Şehîdin kul hakkından başka bütün günahları affolur. Kul haklarını da, Allahü teâlâ kıyamet gününde helâllaştıracaktır. Cihâdda, hac yolunda ve hudûd boyunda nöbette ölenlere kıyamete kadar, bu ibâdetlerin sevabı kesintisiz ulaştırılır ve bedenleri çürümez. Her biri kıyamette yetmiş kişiye şefaat eder. (Bkz. Şehîd).

İslâm’da ilk gaza, Peygamber efendimizin müşriklerle yaptığı Bedrçazâsıdır. Peygamber efendimizin bizzat bulundukları gazaların sayısı yirmi yedi, Sahâbe-i kiramın birisinin kumandası altında gönderdiği seriyye ve askerî birliklerin sayısı da kırk yedidir. Gaza ve seriyyelerin bâzısında düşmanla çarpışma yapılmış, bâzısında yapılmamıştır. Dokuz gazada harb olmuştur. Bunlar: Bedr, Uhud, Müreysî, Hendek, Kureyzâ, Hayber, Mekke-i mükerremenin fethi, Huneyn ve Tebük gazalarıdır.

Resûlullah efendimiz, harbe çıkacağı zaman nereye ve niçin gittiğini halktan gizlerdi. Tebük hşrbinde gizlemedi. Sıcak bir günde yola, çıktı. Uzak yolculuk yapmak, istediğini müslümanlara bildirdi.

Düşmanlara karşı hazırlık yapmaları için müslümanları durumdan haberdâr etti.

Resûlullah efendimiz, düşmanla karşılaşınca, günün evvelinde harbe girmez, öğleden sonra savaşırdı. Savaşa girmeden düşmanlara; nasihat ve müslüman olmalarını teklif eder, kabul etmezlerse cizye vermelerini ister, yine red ederlerse harb edeceklerini bildirirlerdi. Düşmanla karşı karşıya gelince; “Ey Allah’ım! Benim kuvvetim, kudretim, istinatgahım sensin. Senin yardımınla koşar, senin yardımınla hücûm ederim. Ancak senin için harbederim” diye cenâb-ı Hakk’a sığınırdı.

Düşmanla karşılaştığı zaman da; “Ey Allah’ım, Sen kitâb indiren, hesabını çabuk yapan, orduları yenensin. Düşmanları perişan et! Onlara korku ver!” diye yalvarırlardı.

Peygamber efendimiz, ordu veya müfrezesini sabahleyin gönderir, sabahın erken saatlerinde ümmetine bereket ile dua ederdi. “Allah’ım! Ümmetimin erken kalkışlarını ve sabahın erken saatlerindeki işlerini mübarek eyle” buyururlardı.

Resûlullah efendimiz gazaya çıkardığı büyük küçük askerî birlikleri uğurlarken, kumandanlarına Allahü teâlâdan korkmayı, beraberlerindeki müslümanlara iyi muamele etmeyi tavsiye ettikten sonra şöyle buyururlardı: “Allah yolunda, Allahü teâlânın ism-i şerîfini anarak gazaya çıkın. Kâfirlerle harbedin. Muharebede aşırı gitmeyin. Verdiğiniz sözü bozmayın. Kulak, burun... kesmek gibi hareketlerden sakının. Fazla yaşlıları, sabileri, çocukları, kadınları öldürmeyin. Müşriklerden düşmanına rastladığın zaman onları şu üç şeye davet et: islâmiyet’e davet et. Kabul ederlerse öldürme... Kabul etmezlerse cizye vermelerini iste. Kabul ederlerse öldürme. Buna yanaşmazlarsa, Allahü teâlânın yardımına sığın, onları öldür.”

Hazret-i Ömer, İslâm ordusunun başına kumandan olarak âlim ve fakîh bir kimseyi tâyin ederdi. Bir defasında İslâm ordusunun başına Seleme bin Kays’ı geçirip, ona şu tavsiyelerde bulundu: “Besmele ile yürü. Allahü teâlâyı inkâr edenlere karşı Allah yolunda savaş. Müşriklerden olan düşmanımızla karşılaşınca, onları İslâm’a davet et. Eğer müslümanlığı kabul edip kendi yurtlarında kalmayı tercih ederlerse, mallarından zekât vermeleri gerekir. Müslüman olduktan sonra sizinle beraber olmayı isterlerse, İslâm’ın size tanıdığı haklar onlara da vardır. İslâm’ın mükellef kıldığı vazifelerde de aynen sizin gibidirler. Müslüman olmayı kabul etmezlerse, cizye vermelerini teklif ediniz. Bunu kabul ederlerse, onları koruyunuz, çalışma sahası ve kazançlarından da vergi verme imkânlarını sağlayınız. Kaldıramayacakları yükü yüklemeyiniz. Cizye vermeyi kabul etmedikleri takdirde savaşınız.”

Hazret-i Ömer halîfe olunca, bir hutbe okuyup; “Ey Resûlün Eshâbı! Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine yeryüzünün hertarafında memleketler vereceğini söz verdi. Hani, bu vâd edilen yerleri zabt ederek, dünyâda ganîmete, âhırette gazilik ve şehîdlik rütbesine kavuşmak isteyen kahramanlar nerede? Dîni, Allahü teâlânın kullarına ulaştırmak için can ve baş feda edecek, vatanlarını bırakıp, din düşmanları üzerine gidecek gaziler nerede?” diyerek, Eshâb-ı kiramı (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în) cihâda, gazaya teşvik eyledi. Bunun üzerine Eshâb-ı kiram, kâfirler ve zâlimlerle cihâd etmeğe söz verdiler. Yerlerini, yurtlarını bırakıp, yeryüzüne yayıldılar. İslâm orduları; Asya’nın ötelerine, Anadolu’ya, Kıbrıs’a, İstanbul’a hâsılı heryere dağılarak pek çok kimsenin İslâmiyetle şereflenmesine vesile olup, ölünceye kadar cihâd ettiler. Bu cihâd her asırda devam ederek, müslümanlar üç kıt’a üzerinde ilerledi. Allahü teâlânın dînini, O’nun kullarına tanıtmak için savaşıp canlarını feda ettiler. Ukbe bin Nâfî’, kuzey Afrika’yı bir başından öbür başına kadar geçip, Atlas Okyanusu sularına varınca; “Allah’ım! Eğer önümdeki şu deniz olmasaydı, senin ism-i şerîfini, yüce adını daha ötelere ulaştırırdım” demiştir. Bu geniş topraklar, o mübarek şehîdlerle doludu.

Aldıkları yerlerin ahâlisi, ya müslüman oldu, yâhud cizye denilen vergiyi vermeyi kabul ederek İslâm’ın adaleline sığınıp ibâdetlerinde serbest bırakıldı. Fakat bunlar, muâmelâtda ve ukûbâtda İslâmiyet’e uymağa mecbur tutuldu. Rahat ve huzur içinde yaşadılar. Onlardan sonra gelen Osmanlılar da, aynı hizmeti devam ettirerek altı yüz yıl, İslâmiyet’i bütün dünyâya yaymaya çalıştılar.

Arab edebiyatında gazaları ve gazilerin kahramanlıklarını anlatan eserlere megâzî denir. Türk edebiyatında gazânâme veya gazevât-nâme adı altında toplanır. Gazânâmelerde, düşmanla yapılan tek bir muharebe, gazevâtnâmelerde ise daha fazla muharebe anlatılır. Gazalarda fetih veya zafer söz konusu değildir. Gaza yalnız muharebeden ibarettir. Bir şehrin veya bir kalenin alınmasını anlatan eserlere Fetih-name denir. Fetihleri ve düşmanın yenilmesi ile sona eren muharebeleri anlatan gazânâmelere Zafer-nâme denilir. Bunlar sonradan birbiri ile karıştırılmış, Fetihnâme ve zafernâmelerin hepsine gazevâtnâme, son devirlere ait muharebeleri anlatan eserlere de zafernâme denilmiştir.

İslâm edebiyatında blı tür eserlerin en meşhûrları, Vâkıdî’nin Megâzî’si, Battal-nâme, Saltuk-nâme, Danişmend-nâme gibi eserleridir.