FÜTÜVVET

Tasavvufî bir tâbir, Abbasî halîfesi Nasır Lidînillah tarafından organize edilen gençlik ve yiğitlik teşkîlâtı. Fütüvvet kelimesi, gençlik, yiğitlik, delikanlılık, delikanlılar birliği gibi mânâlara gelir. Fütüvvet, Kur’ân-ı kerîmde de geçen fetâ kelîmesinden yapılmış bir isimdir. Fetâ, yetişmiş, bütün gençlik kuvvetini hâiz genç adam demektir. Çoğulu Fityân gelir.

Arablar arasında fetâ kelimesi, sonraları, ideâl olarak zihinde tasavvur edilen, asîl ve mükemmel bir insanı ifâde eder hâle geldi. Sehâvet ve şecaat daha sonra fütüvvetin îcâb ettirdiği iki mühim fazilet olarak kabul edilegeldi. Fetâ, eli son derece açık bir misafirperverdir. Arkadaşları için hiç bir fedâkârlıktan geri durmaz. Bu yüksek derecedeki cömertlik ve fedâkârlık, fütüvvet ismini alır. Fütüvvet, bu mânâsı ile tasavvuf ıstılahları arasına da girdi. Cömertliği, Îsâr (kendi ihtiyâcı olduğu hâlde başkasına vermek, hiç almamak, şahsını düşmanı karşısında bile ikinci plâna itmek); yiğitliği, nefsini yenmek olarak kabul ettiler. Fütüvvetin gayesini de, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olarak tesbit ettiler. Fütüvveti, insanlara her hâlde iyilik etmek, güzellikle aş sunmak, güleryüz göstermek, hediye vermek, tevazu sahibi olmak ve başkalarına kötülük etmekten çekinmek olarak tarif ettiler.

Bütün bu güzellikler, Resûlullah efendimizde ve esbabında (r. anhüm) vardı. İnsanlar gün geçtikçe bu duygulan kaybetmeye başladılar. İlim silsileleri, Resûlullah efendimize kadar ulaşan kalb ilimleri mütehassısları, insanların gönüllerine fütüvveti yerleştirmek için çalıştılar.

İnsanlığın ilk günlerinden beri, her cemiyette iyiler ve kötüler vardı. Mazlumları kötülerin şerrinden koruyan, muhtaçlara yardım edenler eksik değildi. Bir çok kimseler cömertlikleri, fedâkârlıkları, yiğitlikleri ile meşhûr olup, insanların gönüllerinde asırlarca silinmeyen izler bıraktılar. Zaman zaman insanları kötülerin şerrinden korumak için teşkilâtlandılar. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin güzîde eshâbı zulüm ve haksızlık yapmazdı. Her beldenin kadısı, hâkimi vardı. Suçlu, cezasız kalmazdı. Tabiîn devrinde de böyle oldu. Resûlullah efendimizden uzaklaştıkça, kötüler ve kötülükler çoğaldı. Önceleri herkes iyi iken, insanlar, iyilik yapmakta birbirleri ile yarışırken, zamanla kötüler ön plâna çıkmaya başladı, inancı bile Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem ve Esbabının (r. anhüm) bildirdiklerine uymayan sapık kimseler, gruplar ortaya çıktı. Bu sapık kimseler, Fâtımîler, Karmatîler ve Büveyhîler adı ile devletler kurdular, insanlara her türlü kötülüğü yapmaktan geri durmadılar. Ordu gönderemedikleri yerlere, fedailerini gönderdiler. Masum insanları arkadan hançerlediler. Ustaca yetiştirdikleri misyonerler vasıtasıyla câhillere sapık fikirlerini aşıladılar. Bilhassa merkezî otoritenin zayıfladığı zamanlarda memlekette asayiş ve huzuru yok ettiler, insanları canlarından bezdirdiler. Câhil gençler arasında taraftarlar bile buldular. Onların kötülüklerine imrenenler çıkmaya başladı. Devletin resmî güçleri, bunların hakkından gelemez oldu. Müslümanlar da tek başlarına bir şey yapamaz oldular. Gün geldi, yiğit bir kumandan binlerce bâtınîyi yok etti. Gün geldi bir sapığın hançeri ile bu yiğit kumandan şehîd edildi. Bütün bunları gözönüne alan halîfe Nasır Lidînillah, yapılan bu zulümlere son vermek istedi. Müslüman gençleri atalarından mîrâs kalan ve fıtratan kendilerinde mevcut olan delikanlılık, yiğitlik ve cömertlik gibi duygularından istifâde ederek teşkîlâtlandırdı. Onlar için husûsî elbiseler tâyin etti, kaideler koydu. Yiğitlik, delikanlılık, cömertlik mânâsına gelen fütüvvet kelimeşini de isim olarak verdi. Halîfe de bizzat reisleri oldu. Zamanın en büyük ulemâ ve evliyasından Şihâbüddîn Ömer Sühreverdî’ye ehl-i fütüvvetin riâyet edeceği hususları, ahlâk kaidelerini içine alan bir fütüvvetnâme yazdırdı. Böylece teşkîlât tasavvufî bir mâhiyet de kazandı. Yapılan işlerin İslâmiyet’e uygun olmasına gayret edildi.

Bu teşkilâtın çeşitli islâm memleketlerine yayılması için, ülkelerin sultanlarına elçiler gönderildi. Mısır Memlûklü sultânı, Türkiye Selçukluları sultânı, halîfenin bu isteğine uyup, fütüvvet şalvarı giyenler arasındaydı. Böylece halîfe Nasır, halk arasında mevcut olan cömertlik, yiğitlik, delikanlılık duygularını fütüvvet adı altında teşkilâtlandırarak saraylardan idare edilir bir hâle getirdi. Bu vesîle ile müslümanların halîfeye bağlılıkları daha da arttı.

Fütüvvet ehlinin ocaklarında ehil kimseler tarafından terbiye edilip yetiştirilen gençler, İslâm’ın ruhlara şifâ olan nuru ile ışıklandılar. Resûlullah efendimizin örnek ahlâkı ile şereflendiler. Savaş meydanında can çekişirken verilen suyu, isteyen başka bir yaralıya rahatlıkla gönderebilen Îsâr sahibi Eshâb-ı kiram efendilerimizi örnek aldılar. Onlar gibi cömert olmaya çalıştılar. Öldürmek için kendisine hücûm eden düşmanı, yüzüne tükürünce, nefsinin işe karışmasından korkarak onu affeden hazret-i Ali gibi, nefsini yenen yiğit olmak için gayret gösterdiler. Tasavvuf ehli âlimlerin nasîhatlerini can kulağı ile dinlediler. Kalblerini temizleyip hakîkati gördüler. Bunlar arasından seçilenler, çeşitli bölgelere gönderildiler. Oralarda da teşkilâtlandılar. Ahî Evren, Evhadüddîn Kirmanı gibi yiğitler, Anadolu’ya geldiler. Cömertlik ve yiğitlik vasıflarını taşıyan Anadolu insanının bu duygularını birleştirdiler. Müslümanları müstakbel Moğol zulmüne karşı teşkilâtlandırdılar. Bilhassa esnaf arasında birliği te’sis ettiler. Bu faaliyetler, Konya’daki Türkiye Selçukluları Sultanları tarafından da desteklendi. Hattâ koordine edildi. Saraya bağlı fütüvvetin Anadolu’ya girmesi, Sultan Birinci Keykâvus’un halîfeye müracaatı ile oldu. Bunun üzerine Sultan Keykâvus, halîfe Nâsır’dan fütüvvet libâsı aldı. Ondan sonra Birinci Alâeddîn Keykubâd zamanında halîfe Nâsır’ın müşaviri Şihâbüddîn Sühreverdî, Konya’ya elçi olarak geldi. Fütüvvetin Anadolu’da yayılmasında yardımcı oldu.

Fütüvvet bir müddet olsun yaşadığı bir yerde tam mânâsı ile sönmedi. Esnaflıkla birleşmek ve bu suretle kurulan teşkilâtların prensibi hâline gelmek suretiyle başka şekilleraldı. Bu değişikliğin müslüman doğu memleketlerinde nasıl olduğu bilinmiyorsa da, Anadolu’da Ahîlik adı altında faaliyet gösterdiği bilinmektedir. (Bkz. Ahîlik). Bir kimse fütüvvet teşkilâtına girerken merasim yapılırdı. Bir genç birliğe girepeği zaman, birliğin aslî üyelerinden birine müracaat ederdi. Aslî üye bunu bir müddet tecrübe ederdi. Tecrübe devresi bittikten sonra, birliğe kabul edilirdi. Biraz böyle devam ettikten sonra fütüvvet libâsı giydirilir, birliğin aslî âzası (üyesi) olurdu.

Fütüvvet, ahlâkî bir mefhûm olarak çokça tasavvufî eserlere mevzu teşkil etmiştir. Tasavvuf ehlinin büyüklerinden Ebû Abdurrahmân Sülemî, ahlâkî bir mefhum olarak fütüvve hakkında husûsî bir eser yazdı. Bunda fütüvvetin mânâsını, eski mutasavvıfların bir çok kıymetli sözleri ve hikâyelerle tarif etti. Yine onun talebesi Kuşeyrî de, meşhûr Risâle’sinden fütüvvete müstakil bir bab (bölüm) ayırdı. Daha sonra yazılan tasavvufî eserlerde, fütüvvetten bahsedildi. İbn-i Arabî de, fütüvveti husûsî bir makam olarak aldı. Meşhûr eseri Fütühât-ı Mekkiyye’de bunun için bir bölüm ayırdı. Hatıfî’nin Fütüvvetnâmesi gibi manzum olanları da kaleme alındı. Bunlarda, fütüvvetin mânâsı ahlâkî yönden açıklandı.

KENDİ NOKSANLIĞINI GÖREN KİMSE

Tasavvuf büyüklerinden birisine, fütüvvet ismine kimin müstehak olduğu sorulduğunda şöyle cevâb verdi: “Kendisinde Âdem aleyhisselâmın tövbesi, Nuh aleyhisselâmın salâbeti (İnsanları hak dîne davetteki metaneti, azimliliği), İbrahim aleyhisselâmın vefası, İsmail aleyhisselâmın doğruluğu, Mûsâ aleyhisselâmın ihlâsı, Eyyûb aleyhisselâmın sabrı, Dâvûd aleyhisselâmın ağlaması, Muhammed aleyhisselâmın cömertliği, Ebû Bekr’in (r. anh) merhameti, Ömer’in (r. anh) hamiyyeti (din gayreti), hazret-i Osman’ın hayası, hazret-i Ali’nin ilmi olup, buna rağmen kendisini küçük gören, bir hiç addeden, bir dereceye vardığını hatırına bile getirmeyen, bilakis kendi kusurlarını ve noksanlarını görerek, başkalarını kendinden üstün kabul eden kimseye lâyıktır.” Bu ahlâk zamanla, başkası için kendisini fedaya götüren bir sevgi doğurmaktadır.