Soru: Gayba inanmak, yani görmeden inanmak doğru değildir.
İnsan anlamadığı şeye nasıl inanır? İlk gelen emir, oku değil mi? Burada
da akla hitap var. Mesela şimdi biri, ben peygamberim, bana vahiy
geliyor dese, akılla incelemeden ona hiç inanılır mı? Aklı olmayan
mükellef olur mu? Aklın görevi nedir?
CEVAP:
Aklı olmayan kimse, zaten mükellef yani sorumlu olmaz,
fakat bu ayrı bir konudur. Allahü teâlânın
varlığını, birliğini ve Resulullah’ın
Peygamber olduğunu anlamakta,
aklın, felsefi ve tecrübi ilimlerin yardımı büyüktür, fakat bunların
yardımıyla Resulullah’a
inandıktan sonra, Onun bildirdiği şeylerin her biri için akla, felsefeye
ve tecrübi ilimlere danışmak doğru olmaz, çünkü akılla, tecrübe ve
felsefe yoluyla elde edilen birçok bilgilerin, zamanla değiştiğini,
yenileri bulununca, eskilerinin atıldığını gösteren örnekler
literatürlerde az değildir.
Seyyid
Abdülhakim-i Arvasi hazretleri, imanı şöyle tarif ediyor:
(İman, Muhammed
aleyhisselamın, Peygamber
olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmadan,
tasdik etmek ve inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdik ederse, aklı
tasdik etmiş olur, Resulü tasdik etmiş olmaz veya Resulü ve aklı
birlikte tasdik etmiş olur ki, o zaman
Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman
olmaz.)
İmanın geçerli olması için, gayba iman etmek şarttır.
Kur’an-ı kerimde müminler övülürken, (Onlar gayba inanırlar)
buyuruluyor. Mesela Cennet, Cehennem gibi şeyler akılla anlaşılmaz,
nakille anlaşılır. Allahü teâlâ
Cennet var diyorsa vardır, Cehennem var diyorsa vardır, melekler var
diyorsa vardır, cin var diyorsa vardır. Bunlar akılla anlaşılsaydı
peygamberlere, kitaplara lüzum kalmazdı. Herkes aklıyla doğruyu
bulabilirdi. Namazın nasıl kılınacağı, diğer ibadetlerin nasıl
yapılacağı da, akılla anlaşılmaz, nakille anlaşılır. Aklın görevi,
naklin sağlam yerden, yani Peygamberden
geldiğini anladıktan sonra, hiç tereddüt etmeden ona inanmaktır.
Akıl, her şey demek değildir. Sonra herkesin aklı aynı
da değildir, onun için akıl, şaşmaz ölçü olamaz. Öyle olsa herkes aynı
şeyi söyler, herkes aynı düşünür. Herkes aynı dine, aynı mezhebe inanır,
herkes aynı partili olur, farklı görüşe rastlanmaz. Farklı dinler,
farklı partiler, farklı görüşler olduğuna göre, akılların da farklı
olduğu anlaşılır. Böyle farklı olan akla nasıl güvenilir ki? Onun için
nakil şarttır. Nakle inanmak için de, aklı kullanmak şarttır.
Mesela akıl, asırlardır doğup batan güneşe bakar, hiç
ısısının ve ışığının eksilmediğini görür. Kâinattaki yıldızlara,
gezegenlere, insanın vücut yapısına, meyvelere, hayvanlara bakar.
Buradan, kâinatın bir yaratıcısı olduğunu anlar ve ona inanır. Bu da,
gayba inanmak demektir. Yoksa yaratıcıyı görmesi mümkün değildir.
Yaratıcıyı, ancak eserleriyle anlar. Yine akılla, peygamberlere,
kitaplara inanır. Orada bildirilenlere inanır. Akılla, Kur’an-ı
kerimdeki şeyler doğru mu diye ölçemez. Aklın buradaki görevi, (Bu
kâinatı yoktan yaratan Allah, Kur’an-ı kerimde de yanlış şey bildirmez)
diye inanmaktır, akıl gerisine karışmaz. İnandıktan sonra da, artık akla
değil, nakle itibar eder.
Nakilden öğreniyoruz ki; akıl hakla bâtılı, eğriyle
doğruyu ayıran bir kuvvettir. Allahü teâlâ
Kur’an-ı keriminde, Peygamber
efendimiz de hadis-i şeriflerinde, şu doğru, şu yanlış diyor. Akılla
bunları öğreneceğiz. Öğrenmeyen milyarlarca insan var, onlar elbette
sorumludur. Onlara niye öğrenmedin diye sorulacak. Öğrenmişsen
öğrendiğini niye yapmadın diye sorulacak. Naklî bilgilerle doğruyu
eğriyi niye bulmadın diye sorulacak. İşte kitap burada, niye bununla
amel etmedin diye sorulacak. Kitaba bakmadan, aklınla bunları bil
denmeyecektir. Kitabın gönderilmesi doğru ve eğrinin bilinmesi içindir.
Akılla bu kitaptan doğru eğri öğrenilir. Akıl kendi başına, kitap
olmadan, bu doğruları eğrileri bilemez. Bilebilseydi zaten kitap
gönderilmezdi. Kitap gönderildiği halde öğrenmeyip doğruyu eğriyi
bilmeyen sayısız insan var. Akılla bunları bilemiyorlar, bulamıyorlar.
Demek ki, kitaptan, nakilden öğrenmekten başka çare yoktur.
(Ben peygamberim, bana vahiy geliyor) diyen çıksa,
bunun doğru mu yanlış mı olduğunu akılla nasıl biliriz ki? Ancak nakille
bilinir. Mesela Amerika’da bir deli, (Ben peygamberim, bana vahiy
geliyor) dedi. Eğer bu, akla ters gelseydi, ona binlerce kişi inanmazdı.
Hepsi de, kendi akıllarına yattığı için inandılar, ama biz, nakle aykırı
olduğu için inanmadık. Muhammed
aleyhisselamdan sonra peygamber gelmeyeceğini nakilden öğrendik.
Aklımızı değil, naklimizi kullandık. Aklını kullanan binlerce insan, o
sapık adamı resul olarak kabul etti.
(Ben resulüm) diyen gibi, (Ben mehdiyim) diyen de
çıktı. Nakli değil de, aklını kullananların çoğu onu tasdik etti. Biz
nakle baktık. Mehdi’nin vasıfları var. Adı
Muhammed, babasının adı Abdullah
olacak. Gökten bir melek, (Bu Mehdi’dir) diyecek, bunu herkes duyacak.
İsa aleyhisselam gelecek, Deccal ile savaşacaklar. Daha bunun gibi
yüzlerce mesele var. Bunlar olmayınca, onun Mehdiliğine inanmadık.
Aklımızı kullansaydık, diğer cahiller gibi biz de, onun Mehdi olduğuna,
sapık fikirlerine inanırdık.
Oku emrinin de, akılla hiç ilgisi yoktur. Okumak, nakli
bilgileri öğrenmek için yapılır. Naklî bilgileri bilmeden, nasıl neye
inanacağımızı bilemeyiz. Din ilimlerini öğrenmek, nakli öğrenmek
demektir. Hatta nakle itibar etmeyen kimse, aklının ölçüsünde sapıtır.
Kendini ne kadar çok akıllı zannederse, naklî bilgileri de o oranda
kendi aklıyla ölçmeye çalışır. Ne kadar akıllı olursa olsun, bir
kimsenin ilmi yoksa hiç kıymeti olmaz. İlim demek de, nakli bilmek
demektir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Dini aklıyla ölçmek kadar zararlı şey yoktur. Böylece
helâle haram, harama da helâl denmiş olur.) [Taberani]
Hazret-i Ali
buyuruyor ki:
(Din, akılla olsaydı, mestin üstünü değil, altını mesh
ederdim.) [Ebu Davud]
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
Dinin hükümlerini kendi aklıyla anlamak ve aklı ona
rehber etmek isteyen, Peygamberliğe
inanmamış olur. Onunla konuşmak akıl işi değildir. (1/214)